
Bölüm 8:
"Gökyüzüne Bakar Gibi"
Bölüm Müziği: Buray-İnci
🐸
Aşk, hiçbir zaman kitaplarda yazıldığı ve filmlerde anlatıldığı gibi afili olmamıştır. Bir kere hiçbir aşk toz pembe rengine boyalı değildir. Boyanmamıştır da. Masallarda yalanlarla süslenen aşklara o denli inandık ki kendimizi gerçekten sevilmekten başı dönen o karakterler gibi hissettik. Bu dünya o kadar can yakıcı gerçeklere sahip ki. Bir kere çoğu aşk, henüz doğamadan ölüp gidiyor. Mezarı kalpler oluyor. Öyle her aşk karşılığını da bulamıyor. Sersefil oluyorsun aşkın önünde. Yıpratıyor. Acıtıyor. Yaralıyor ve nihayetinde kanatıyor. Onulmaz yaralar açıyor. Sonra dönüp yine en yüce duygu olarak listenin başında yer alıyor.
Aşk…
Şiirler onun için yazılır, şarkılar onun için söylenir, dünya onun için döner… Aklımızı bulandırır. Kalbin arsızca şirk koşup aşkı tanrı bellemesidir. Yobazdır. Ama gönüllerdedir. Bir kere bir yere girdi mi taht onundur. Sarsılmaz. Yerinden kalkması teklif bile edilemez.
Ne için?
Kalbimizi sayısız parçaya bölüp değersiz bir eşyaymış gibi kenara atması için mi? İnsan oğlu bu kadar aptal işte. İnsan oğlu, bu kadar aptallığın içinde dönüp tekrar tekrar aşık olacak kadar da akıllanmaz.
Tarık.
Kalbimin koştuğu şirk. Tüm hücrelerimde hissettiğim yegane duygu olan aşkın müsebbibi.
Can’la yaptığım anlaşmanın üstünden tam olarak iki gün geçti. Evden çıkmıyordum. Bu iki gün boyunca ekmek almaya da gitmemiştim. Çünkü Tarık’la karşılaşmamam gerekiyordu. Delicesine görmek istiyordum ama yapacağı sorgulamanın sonu iyi bitmeyeceği için bu isteği göz ardı etmek zorunda kalıyordum.
Bu süre içinde defalarca aramış, mesaj bırakmıştı.
-Lale, rica ediyorum şu telefonu artık aç.-
-Bak, Can sana ne teklif etti bilmiyorum ama o piçin dediği hiçbir şeyi yapmayacaksın.-
-Lale, bir daha söylemeyeceğim aç şu telefonu.-
-O s*kik kafalı Can’ı bulduğum yerde uvuzlarını yer değiştireceğim.-
-Lale, abim bak endişelendiriyorsun beni.-
Ve bunlar gibi daha bir sürü mesaj. Eve kadar gelmişti. Fakat evde benden başka kimse olmadığı için kapıyı açan olmamıştı. Kapının arkasından açmama dair birkaç bir şey söylemişti ve en sonunda da pes ederek bundan da vazgeçmişti. Son bir gündür de sesi sedası çıkmıyordu. Bu durum biraz canımı sıkmıştı. İki seçenek vardı; ya bana çok kızmıştı ya da artık umurunda değildim. İkinci seçeneğin olmaması için dua ettim. Bana kızsın, bana çok kızsın ama beni göz ardı etmesin. Buna dayanamam. Küçüklüğümden bu yana benim için telaşlanmasını benim için çabalamasını o kadar benimsedim ki bir gün sırtını dönerse kapıya çarpmış gibi irkileceğimi biliyordum.
Gözlerimi bana aldığı sürpriz yumurtaların içinden çıkan oyuncaklar için yaptırdığım dolaba diktim. Oldukça küçük, duvara monteli, cam kapaklı bir dolaptı bu. İçinde sıra sıra oyuncaklar duruyordu. Odamdaki tek renkli bölme de burasıydı. Kaç tane vardı? En son saydığımda kırk altıya ulaşmıştı. Ona verdiğim dinozorla birlikte bu sayı kırk yedi ediyordu. Gülümsedim. Benim için o kadar kıymetlilerdi ki. Bunları alıp karşılığında bana sayılarınca külçe altın verselerdi gözüme gelmezdi. Çünkü bunları bana o almıştı. Onun kıymeti nasıl ölçülemiyorsa bu oyuncakların kıymeti de öyle ölçülemezdi.
Odamdaki halıya sırt üstü uzanmış, tüm bunları düşünüyordum. Ve evet, son iki gündür yaptığım tek şey, düşünmekti. Sanki bunun öncesinde çok az düşünen bir insanmışım gibi bu durumu iki katına hatta belki de üç katına çıkarmıştım. Olmayacak şeyler düşünüyor Can’ın beni çok zor bir durumda bırakacağını düşünüyordum. Sesi sedası çıkmıyordu ve bu düşüncelerimde uçsuz bir boyuta gitmeme neden oluyordu. Hatta öyle ki bir ara ahlaksız teklifte bile bulunabileceğini düşünmüştüm. Bu düşünce korkuyla kalbimin teklemesine neden olmuştu. Eğer böyle bir şey isterse ne yaparım diye hiç düşünmedim. Sadece böyle bir şey isteyecek kadar alçak bir karaktere sahip olmadığına kendimi ikna ettim. Alçak bir karaktere sahipti ama bu kadar değildir diye teselli düşünceleri de geçirdim.
Tavandaki pütürlü yüzeyden değişik şekiller, nesneler, yüzler çıkarmaya çabalarken telefonum çaldı. Kalkıp bakmak içimden gelmese de belki bir gündür sesi çıkmayan Tarık’tır diye bir hevesle doğruldum.
Gördüğüm isim, kısa süreli hüsrana uğratsa da kendimi toparlayıp telefonu açtım.
“Efendim Ömür abla?”
“Lalecim, bir tanem akşama misafirimiz var da yaprak saracaktım ama bizde yaprak bitmiş. Çıkıp alayım dedim ama çok zaman geçer. Sizde varsa bir ayak getirir misin?”
Ömür abla lafını bitirene kadar göğsümü şişirip nefesimi tuttum. Dışarı çıktığımda Tarık’a yakalanma ihtimalim çok yüksekti. Bunu istiyor muydum? Onu görmek istiyordum evet ama… Hem, nereye kadar kaçabilecektim ki. Şimdi olmasa da sonrasında bu gerçekleşecekti.
“Evet, Ömür abla. Bizde olacaktı. Ne kadar lazım, getireyim hemen.”
“Yarım tencere kadar saracağım ablacım. Ona göre getir sen.”
“Tamam abla.”
Telefonu kapatıp bir süre alt dudağımı kemirdim. Sonra üstüme baktım. Siyah bir pijama takımı vardı. Dışarıda giydiklerimde bunlardan farksız değildi. Değiştirmeye üşendiğim için üzerime bir hırka alıp kapüşonu kapattıktan sonra odamdan çıktım. Mutfağa geçtim sonra da mutfaktan balkona geçtim. Bir tabağa yeteri kadar yaprak aldıktan sonra evden çıktım.
Merdivenleri indikçe kalp atışlarım da hızlanıyordu. Bazen pencereden görmüştüm bazen de fırının önünde. Ama o beni görmemişti. Benim onu görmem değil de daha çok onun beni görecek olması heyecanlandırıyordu sanırım.
Apartmanın kapısına geldiğimde derin bir nefes alıp ağır kapıyı kendime doğru çektim. Dışarı çıktığımda gözlerim elbette ilk önce fırında oyalandı. Fakat Tarık’ı göremedim. Onun yerine Mümtaz amca duruyordu. Rahat bir nefes bıraksam da bir yandan da üzülmüştüm.
Başımı iki yana sallayıp karşı apartmana yöneldim. Kapıyı açıp girdikten sonra merdivenlerle en üst kata çıktım. Kapıya geldiğimde aklıma gelen düşünceyle gözlerim belerdi. Fırında yoksa evde olabilirdi. Öğlen vakti çok evde olmazdı ama oladabilirdi.
Alnıma düşen saç tutamlarını yüzüme biraz daha çekiştirip kapıyı çaldım. Nabzım kulaklarımda atıyordu. İçimden ona kadar saydım. Ve kapı açıldı.
Görmeyi beklediğim yüz Ömür ablanın ya da Semiha teyzenin yüzüydü. Beklediğim yüz Tarık’ın yüzü değildi. Nefes almayı unuturken öylece yüzüne bakakaldım. O da beni beklemiyor olsa gerek ki şaşırmıştı. Ama bu onun için kısa sürdü. Çok geçmeden bakışları değişti. Normalde beni her gördüğünde gülümseyen adam bu kez donuk bir ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti. Kalbimden gelen kırık seslerini gerçekten duyuyor muydum yoksa aklımın uydurduğu bir saçmalık mıydı?
“Hoş geldin,” dedi düz bir sesle.
Ciğerlerim nefes almam için göğsümü zorladığı esnada belli etmeden derin bir nefes aldım.
“Hoş bulduk.” Sesim, beklediğimden çok daha cılız çıkmıştı.
“Şey, Ömür abla yaprak istedi de.” Bir şey söylemeyip başını salladı. O an, yapraklarla birlikte geri dönüp gitmek istedim. Buna alışık değildim. Ağlama isteğiyle dolup taşıyordum. Bir bakışına bile bu kadar kırılmam doğru değildi.
“Geç,” dedi kenara çekilirken. Yeşil gözlerine baktım. Sonra alnına düşen kahverengi saç tutamlarına. Kavisli kaşlarına, yeni çıkmış sakallarına, orta kalınlıkta olan dudaklarına, ona en çok yakışan yeşil gömleğine, taş rengi pantolonuna, ayağındaki terliklere… Her zerresiyle şu an o kadar karşıydı ki bana. O da mı kırılmıştı? Peki ama niye? Yoksa onu korumak istememi yedirememiş miydi? Anlayamıyordum.
“Lale!” Elini yüzümün önünde sallarken hala terliklerine baktığımı fark ettim. Tekrar gözlerine baktığımda az öncekine nazaran daha normal baktığı için sevindim.
Kenara çekildi. Crocslarımı çıkarıp yanından geçtim. Geçerken kokusunu almak için verdiğim çabaya üzüldüm. Nasıl koktuğunu çok iyi biliyordum. Bildiğim için özlemi de o kadar ağır oluyordu. Bir gece ansızın burnumun direği bu özlemle sızlıyordu.
Kapıyı kapatıp peşimden geldi. Beraber mutfağa geçtik. Ömür abla sarmanın içini hazırlıyordu. Beni görünce “Ay Lale, çok yaşa sen,” diye sevinçle şakıdı. Bu tepkisine sadece gülümsedim.
“Şöyle bırakıyorum.” Tabağı masaya bırakıp geri çekildim.
“Sağ ol, ablacım. Otur, bir çay koyayım.”
“Hiç zahmet etme abla. İşin başından aşkın zaten. Hem ben gideyim zaten.”
“Nereye gidiyorsun? Evde de teksin zaten. Dur biraz. Tarık, çay koysana Lale’ye.”
Ablasını kırmayıp ocaktaki çaydan bana koymak için hareketlendiğinde onu durdurdum. “Gerçekten, ben gideyim.”
“Yok yok, dur sen. Hem seninle konuşacağım bir konu var.” Bir daha bu konuyu hiç açmayacak sanırken tekrar açması bir yandan tedirgin ederken diğer yandan da mutlu etmişti. En azından beni hala önemsiyordu. Dudağımın kenarında küçük bir gülümsemenin oluşmasına engel olamadım.
“Aman Tarık, başlama yine. Bizim kafamızı az ütüledin şimdi sıra kıza mı geldi?” Tarık, uyarıcı bakışlarını ablasına diktiğinde, Ömür abla hiç de onu umursuyormuş gibi değildi.
“Bir gör, Lale. İki gündür canımızdan bezdik. Evin içinde -Can piçi ne teklif etti Lale’ye- diyerek dolanıyor. Etmediği küfür, kurmadığı senaryo kalmadı.” Sona doğru sesi gülümseyen bir hal almıştı. Bense kalbimin sesinden düşüncelerimi duyamıyordum. Evde, beni artık umursamıyor diye kahrolurken demek hala düşünüyormuş.
Doldurduğu bir çayı yaprakları sarmaya başlayan ablasının önüne hışımla koydu. “Abla, ne güzel, ağzında hiçbir bakla ıslanmıyor.” Ömür abla, gülüp elindeki yaprağı Tarık’ın yüzüne doğru salladı. Su damlaları yüzüne gelirken öfkeyle silip geri çekildi. İki çay daha doldurdu. Ve bu süreç içerisinde asla yüzüme bakmadı.
“Hadi, salona geçelim. Yoksa ablam bizi rahat bırakmayacak.”
Ömür abla, bana bakıp göz kırptı. Utanıp başımı eğdim. Sonra da Tarık’la beraber salona geçtik.
Çayları orta sehpaya yerleştirdi. “Semiha teyze yok mu?” dedim, gözlerimle etrafı tararken.
“Komşuya gitti.” Bir şey söylemeyip başımı salladım sadece.
Elimi kolumu koyacak yer ararken uzanıp çaylardan birini aldım. Aklım ve kalbim ne kadar doluysa sıcaklığını fark edemeyip büyük bir yudum aldım. Ağzım yanarken hızla yutup çayı geri bıraktım. Gözlerim acıyla dolmuştu.
“Ya kızım, öyle birden dikilir mi kafaya? Al, yandın işte.” Karşı koltuktan kalkıp yanıma geldi. Elimi ağzıma doğru sallarken kolumdan tutup ona bakmam için çekti. Yakınlığımız kısa bir an acımı unuttursa da çok geçmeden acı, tekrar kendini hatırlattı.
“Aç bakayım ağzını,” derken yüzü yüzüme oldukça yakındı. Başımı geriye doğru çekip olumsuz anlamda kafa salladım. “Lale!” dedi uyarıcı bir tonda. “Ya dişlerimi fırçalamadım sabah. Bir şey falan vardır şimdi.” Çok nadir yaptığı bir şeyi yapıp göz devirdi. Ve göz devirirken tıpkı bir çocuk gibi oluyordu. Dayanamayıp güldüm.
Kaşları çatılırken “Neye gülüyorsun?" diye sordu.
“Hiç,” dedim omuz silkerek.
“Bana bak.” Biraz daha güldüm. Bu kez onun da az da olsa güldüğünü gördüm. Bu içimi o kadar rahatlatmıştı ki. Alışık değildim bana gönül koymasına.
“Lale.”
Elini, kolumdan çekip koltukta biraz da geri kaydı. Yüzüne tekrardan oturan ciddiyet benim de az önceki mutluluğumu alıp götürdü.
“Can, sana ne dedi?”
Tedirginlikle gözlerimi etrafta gezdirdim. Kahverengi koltuklar, çocukluğumun koltuklarıydı. Ve yerdeki eski etnik halı da öyle. Televizyon yeniydi. Küçükken tüplü televizyon vardı. Tarık’la oturur saatlerce çizgi film izlerdik. Duvarda asılı olan Mümtaz amca ve Semiha teyzenin evlilik fotoğrafları da bir o kadar eskiydi. Zaman su gibi geçmişti. Biz, yine bu salondaydık. Ben, o zamanlar Tarık’a hayrandım, şimdi ise aşık. Yine yan yanayız. Abiliğini yapıyor ve beni korumak istiyor.
Ne cevap vereceğim, bilmiyorum. Kaçmam gerek ama nasıl?
“Tarık abi,” dedim, zaman kazanmaya çalışarak. Gözlerini yüzümde şefkatle gezdirdi. Beni ne zaman ikna etmeye çalışsa hep böyle bakardı. “Korkma abicim, söyle. Bakalım bir çaresine, hadi.”
Parmaklarımı ovuşturdum. “Ben-”
Telefonuma gelen bildirim sesiyle içimden şükürler yağdırıp kızacağını bile bile hırkamın cebinden telefonumu çıkardım. Ekranda gördüğüm isim kaşlarımı çatmama sebep olurken beklemeden bildirimi açtım.
Can Üzümlü’den mesaj isteği…
“Kapıdayım. Yemek için elbise getirdim. Sözünü unutmadın değil mi :D”
Göğsüm daralırken telefonu kapatıp tekrar cebime attım. Tarık’ın yüzüne bir saniye bile bakmadan ayaklanıp salondan çıkmak için harekete geçtim. Ama karşıma geçip beni engelledi.
“Konuşuyoruz ve sen kalkıp gidiyor musun?”
“Şey… Benim bir işim var da,” deyip yanından geçmeye çalışsam da buna müsaade etmedi.
“Lale, seni tehdit mi ediyor?” Sesi, endişeliydi. Tehdit etmiyordu. Söz vermiştim. Fakat yine de söyleyemezdim. Ortada bir tehdit yoktu fakat Tarık’ın bunu bilmesi zaten bir tehditti. Can’ı bu sefer daha beter döverdi ve ben onu tekrardan parmaklıklar arkasında görmek istemiyordum. Hem de benim yüzümden…
“Etmiyor. Neden etsin?” Yüzüne bakmaya çalışsam da gözlerimi hemen kaçırdım.
“İnanayım mı?” Hızla başımı salladım.
Gözlerim her yerde gezinirken ummadığım bir şey yapıp çenemi kavradı. Dokunduğu yer alev alev yanıyordu. Ben, alev alev yanıyordum. Kaçacak yer, sığınacak bir yer arıyordum. Kalbim, bu kadarını kaldırabilecek güçte değildi.
“Benim için kendini feda edersen, seni değil ama kendimi affetmem, biliyorsun değil mi?”
Biliyordu.
Ona olan bağlılığımı o kadar iyi biliyordu ki beni affetmemekle değil kendini affetmemekle vuruyordu. Yumuşak karnım olduğunu o kadar iyi biliyordu ki savaşını böyle sinsice oynuyordu.
“Gitmem lazım,” dedim. Pes edercesine başını sallayıp elini geri çekti. Karşımdan da çekilince soluksuz evden çıktım. Merdivenlerden inerken herhangi bir şey düşünürüm korkusuyla o kadar hızlı indim ki bir an düşecek gibi oldum.
Dışarı çıktığımda Can’ı, bizim apartmanın kapısında bulmayı beklemiyordum. Attığı mesajı Tarık’ın teması sonrasında unutmuştum. Ve onu görmek, içine düştüğüm cehennemi tekrar hatırlatmıştı.
Elindeki çanta poşeti sallayarak karşıma geçti. Gülümsüyordu. Ve o, her güldükçe çenesine sağlam bir yumruk atmak istiyordum.
Gözlerimi elindeki poşete dikip yüzüne bakmamayı tercih ettim. “Elbisen,” dedi, poşeti uzatırken. “Bedenini bilmediğim için göz kararı bir şey aldım.”
“Sen neden alıyorsun? Ben alırdım.” Kıkırdadı. “Zevksiz seçimlerine katlanmak istemedim. Üstündeki paçavralardan başka kıyafet gördün mü ki gidip elbise seçeceksin?” Aşağılamasını görmezden gelmeye çalıştım.
“Al şunu,” dedi tekrar, çantayı uzatırken. Aldım.
“Yarın akşam, saat sekizde, aşağı sokaktaki Güniz Kafede.”
Elimdeki çantanın iplerini sıkıca sıktım. Ruhuma hakaretti bu, kişiliğime hakaretti. Olmadığım biri gibi davranmaya zorlamaktı, zorbalamaktı. Ama başka çarem de yoktu. Sözümden dönemezdim. Sözümden dönersem bir şekilde gidip yine şikayetçi olabilirdi. Yahut tekrar Tarık’ı kışkırtıp ona saldırmasına sebep olabilirdi. Olasılıkları göz ardı edemem. Yapmak zorundayım ve yapacağım.
🐸
Tarık, öfkeli adımlarla odasına geçip kapıyı da sertçe çarptı. İçinde bir çığ gibi büyüyen bu öfkeye bir anlam veremiyordu. İki gündür hiçbir yere sığamıyordu. Ev dar geliyordu, sokak dar geliyordu, bu koca şehir ona dar geliyordu… İçinde patlayan bir yanardağ vardı ve bir tek onu yakıyordu.
Lale, bu yaşına kadar büyük bir zaaf olmuştu onun için. İlk kavgasını Lale için etmişti. İlk dayağını da Lale için yemişti. Lale için okumayı daha hızlı öğrenmişti çünkü küçük arkadaşına kitap okumayı her şeyden çok istiyordu. Lale için çok iyi bir topçu olmuştu çünkü gol atınca Lale’nin gözleri güneş gibi parlıyordu ve Tarık, o parıltıyı her şeyden çok seviyordu. Sonra Lale için tüm takım yıldızlarını henüz on yaşındayken öğrenmişti. Çünkü beş yaşındaki küçük Lale’nin en sevdiği şey gökyüzünü ve yıldızları izlemekti. Ve Tarık, Lale için çok bilgili biri olmaya çalışmıştı. Her konu hakkında kitap okumaya özen gösterirdi. Çünkü Lale, Tarık abisine soru sormayı da bir o kadar çok severdi.
Tüm bunların içinde elbette ki Lale, Tarık için zaaf olurdu. Onu bir fanusa koysa ve orada saklasa bundan memnun olurdu. Çünkü o fanusta ona kimse dokunamaz, zarar veremez ve incitemezdi. Ama yapamıyordu. Yapamamıştı. En son, koruyamamıştı. Koruyayım derken daha büyük bir çukurun içine itmişti onu. Ve bunu bilmek canını çok sıkıyordu.
Ona kızıyordu.
Hayır, aslında kendine kızıyordu.
Penceresinin kenarına gelip pervaza elini sertçe vurdu. Gözleri ezber etmişçesine karşı cama odaklandı. Orada olmadığını biliyordu, evet ama orada olmadığını bildiği halde yine de oraya bakmak onu sakinleştiriyordu, iyi hissettiriyordu. Lale, bir yandan onu çılgına çevirirken bir yandan da en büyük sakinleştiricisi olabiliyordu.
“İnat,” dedi, tükürürcesine. Sonra bir daha vurdu elini pervaza. Bu dakika da gözleri sokağa kaydı. Gördüğü manzara kalbine bıçak saplanmış gibi hissettirmişti. Kanında dolaşan öfke kat kat artmış, onu boğacak duruma gelmişti. Ve tüm bunların yanında yine kalbinde uzun zamandır bulunan bir duygu daha vardı: kıskançlık. Tarık, bunu her seferinde korumacı abi kişiliğine vermişti. Oysa her şeyi bilen Tarık, bir tek bunu yanlış bilmişti.
“Seni kızgın yağlarda derin büzüşene kadar yakacağım, o*ospu çocuğu,” diyerek en ağır küfürlerini ve en acılı fantezilerini söyleyerek içindeki hara su serpmeye çalıştı. Fakat nafile. Bu har sönmek bir yana dursun, iyice kalbini yakmaya başladı. Ve Tarık, yine bilmiyordu. Zamanla bu har ateşe dönecek ve yakmadık yer bırakmayacaktı.
Şimdilik kendi sebeplerine sığınmaya çalıştı. Ve bu sebepler dairesinde Lale kardeşi, o ise çok iyi bir abiydi. Fakat kader ağlarını örmüştü işte. Gerçekler masallarda olduğu gibi süslü olmasa da bazen kıyak geçebiliyorlardı. Zaman sonra o kıyağı geçeceklerdi. İşte o zaman Tarık, her şeyi bildiği noktada hiçbir şeyi bilmediğini fark edecekti. Çünkü aşkın dokunduğu herkes, onun cahilidir, öğrenecekti.
Ve Tarık zamanı geldiğinde Lale'ye bakarken neden gökyüzüne bakarmış gibi kaybolduğunu da bilecekti.
Adına yalnızca aşk, diyebilecekti.
Yalnızca, aşk...
-
bölüm hakkında ki yorumlarınızı buraya bekliyorum:)))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.96k Okunma |
1.77k Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |