56. Bölüm

❄️Buluşma

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Bebişlerim benim hepinize selamm. Gördüğünüz üzere bu sefere bölümü Kael'dan okumaya başlıyor. Yarısını ondan yarısını da Jieli'den okuyacağız. Azıcık onların hayatına da girmesek olmazdı. Hepinize keyifli okumlar.

Kael

Akşam yemeği tuhaf biçimde gergin geçiyordu. Kısa süre önce Eckart’ın yer ve zaman önemsemeden söyledikleri alışılmadık bir etki yaratmıştı. Bir hanımefendiyle vakit geçireceği için neşeli ve heyecanlı olması gereken Nowa keyifsiz ve çokça kızgın görünüyordu. İştahı pek yerinde değildi, buna karşın çatal, kaşığını düşmanının boğazını sıkar sıkı gibi sıkmaktan vazgeçmiyordu. Harelerinin değip durduğu Hanımefendi Jieli ise pek mutlu görünmüyordu. Dün akşam yemeğinde de ikisi arasında benzer bir gerginlik yaşanmış olsa da şuan daha hissedilir haldeydi. Yanlış anlamadıysam ikisi arasında duygusal bir ilişki vardı ve kısa süre önce olanlar ikisini de iyi etkilememişti. Eckart’ın deyişiyle Nowa’yı kendisine yamamaya niyetli olan Bay Fenir bir süredir görünmüyordu ve akşam yemeğine de katılmamıştı. Yarın akşam gerçekleşecek buluşmaya dek de ortalarda görüneceğini sanmıyordum. Bay Fenir Nowa için Eckart’ı uygun görüyordu. Fakat Nowa bu fikre hiç de sıcak bakıyor gibi değildi. Hanımefendi Jieli’nin ne düşündüğü ise benim için bütünüyle bir bilinmezdi.

Ölüm Tanrısı ve baş muhafızı Ragaz’ın ara ara kesintilere uğrayarak süren sohbetleri dışında pek de hoş olmayan bir sükûnet sofrayı esir almıştı. Sohbetlerine bazı noktalarda ben ve Silva da dahil oluyorduk. Geri kalanlarımızsa tamamen sessizdi. Azel Sideras’ın suskunluğu anlaşılabilirdi. Hanımefendi Valeria da sessiz olmasına karşın gözlerinde fırtına bulutları kol geziyordu. Hoşnutsuz ve sitemkâr bakışları Hanımefendi Jieli’nin üzerindeydi ve kardeşimle bakışıp aralarında sözsüz bir konuşma gerçekleştiriyorlardı. “Ne düşünüyorsun?” İkizimin bana doğru yaklaşarak sessizce sorduğu soruyla birlikte bakışlarımı güzel yüzüne kaydırdım. Onca yıldan sonra onu ilk kez gördüğüm anı unutamıyordum. Narisa’nın yanında duruşu, ürkek ve kederli bakışları aklımdan çıkmıyordu. Kurak Topraklarda olmak ne kadar kafasını karıştırdıysa onu karşımda Silva olarak görmek benim de bir o kadar kafamı karıştırmıştı. Kavuşmanın hayalini kurduğum kardeşimi karşımda görünce aklım durmuş ne yapacağımı bilememiştim. Onca şey ve belirsizlikler sonuçta beni susmaya itmiş, sen benim kardeşimsin diyememiştim ve gittiği gün ansızın gelen kör ayrılık güneş doğana dek gözlerimden korlar akmasına neden olmuştu.

Hayatım boyunca eksiklik hissetmiştim. Aldığım her solukta, ağzıma koyduğum her lokmada yarım hissediyordum. Kaburgalarımı altında her zaman orada olmaması gereken bir boşluk taşımış hiçbir zaman nedenini anlayamamıştım. Ta ki Oriel bana gerçeği söyleyene dek. İkizim olduğunu öğrendiğimde hissettiğim tüm o eksiklik bir anlam kazanmış kardeşim benim için Kurak Topraklara geldiğinde de dolmuştu. Eksikliğini daima hissettiğim, yıllarca arayıp durduğum kardeşim şimdi yanımdaydı. Boncuk gibi gözleriyle bana bakıyordu. “Ne hakkında?” Benimkilerin nerdeyse kopyası olan gözleri kısa bir an Nowa’ya kaydı. “Eckart’ın Nowa’yla…” Uygun kelimeyi bulmakta zorlanır gibi kirpiklerini kırpıştırdı ve nihayetinde uygun kelimeyi bulamayarak omuzlarını silkmekle yetindi. Ne demek istediğini anlamıştım. “Bu konuda düşünüyor olmam mı gerekiyor?” Kaşlarını kaldırdı. Gözlerinde yaramaz parıltılar belirmişti. “Kıskanmadın mı?” Bir anlığına kalakalsam da istifimi bozmadan çatalımı kenara bıraktım. “Kıskandım.” Açık sözlülüğüm karşısında gözleri irileşen kardeşim suspus oldu. Açık sözlü oluşuma hala alışabilmiş değildi. Ona göre böyle durumlarda utangaç olmam ya da hislerimi kabullenmekte zorlanıyor olmam gerekiyordu. Fakat ben öyle biri değildim.

Hislerimi net şekilde anlamam her zaman mümkün olmasa da genelde ne hissettiğimin farkındaydım. “Ö-yle mi? Şey… hiç öyle görünmüyor.” “Sırf kıskandığım için Nowa’ya hoşnutsuz gözlerle bakmam ya da gereksiz bir nefret beslemem doğru olmaz. Eckart’ın davet ettiği kişi olmak isterdim elbette fakat olmadım diye Eckart’a ya da Nowa’ya karşı olumsuz davranışlar sergilemeye hakkım yok.” Kardeşim hayret dolu bir ifadeyle gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu. Neyin onu böylesine hayrete düşürdüğünü tam olarak anlamış değildim. Bir anda yanağımı kavrayıp hafifçe sıktı ve usulca sallamaya başladı. Çocukluğumdan beri yanağım sıkılmamıştı ve şimdi oldukça alışılmadık hissettirmesinin yanında tüm gözler de üzerimize dönmüştü. Uygun ve yerinde bir davranış değildi. Fakat güzeller güzeli kardeşim söz konusu olduğunda hiçbir şey umurumda değildi ve göğsümün sıcacık olduğu da bir gerçekti. “Sen tanıdığım en nazik ve asil beyefendisin.” İltifatına samimi bir gülümsemeyle karşılık verdim. Yanağımı bıraktığında ne denli mutlu olduğumun farkında olduğunu sanmıyordum.

Nerdeyse tüm gözler kız kardeşime dönmüştü. Ölüm Tanrısı manalı gözlerle kardeşimi süzerken tek kaşını kaldırıp “öyle mi?” diye sordu. Zararsız bir kıskançlık hissettiği barizdi. Kardeşim omuzlarını silkip gülümserken “öyle.” dediğinde gülümseyerek durumu kabullendi. Kısa bir sessizliğin ardından konuyu kapatmaya pek de hevesli olmayan kardeşim yeniden bana doğru yaklaştı. “Kıskandığına göre ondan hoşlanıyorsun.” Sözleri sorar gibi çıkmış harelerini merak sarmalamıştı. “Hoşlanmaktan kastın aşksa hayır, aşık değilim. Fakat ondan kimseden etkilenmediğim kadar etkilendiğim ve Nowa’nın yerinde olmak istediğim de bir gerçek.” Âşık olmadığımı söylememe rağmen gözlerinde muzır parıltılar belirmişti bile. Oyunbaz bir hale bürünerek omzuyla omzumu dürtüp “senin için Nowa’yı aradan kaldırabilirim.” dedi. Şakasına ufak bir gülümsemeyle karşılık verdim.

Bakışlarım bir kez daha, istemsizce Nowa’ya kaydığında göğsümde hissettiğim rahatsızlık canımı sıktı. Genelde duygularımı kontrol edebilen biri olmama rağmen yarınki buluşmayı engellemek için kafamda sayısız düşünce beliyordu ve ne yaparsam yapayım engel olamıyordum. Karışmaya hakkım olmadığını bilmeme rağmen o buluşmanın gerçekleşmesini istemiyordum.

Ve en çok da karışmaya hakkım olmaması canımı sıkıyordu.

❄️❄️❄️

Akşam olmak üzereydi fakat Eckart’ı hala görebilmiş değildim. Bugün korumam olduğu ikinci gündü fakat hala yanıma gelmiş değildi. Günün büyük kısmını kardeşimle geçirmiştim. Güçleri üzerinde saatlerce çalışmamız yavaş yavaş netice veriyordu. Çalışırken aklımın meşgul olmasından hiç hazzetmezdim lakin bugün kendimi kontrol edebilmem hiç kolay olmamıştı. Eckart’ın neden gelmediğini merak etmekten kendimi alamamıştım. Dün çalışmamız biter bitmez onu görebilme umuduyla sarayda dolaşsam da hala ona rastlamış değildim. Sorumsuz biri olmadığını düşünerek hata ettiğimi düşünmeye başlıyordum. Korumalığının ikinci günüydü fakat ortalarda yoktu. Ana salona vardığımda adımlarımı iki kanadı açık kapıya yönelttim. Girişte nöbet tutan muhafızlardan birine yaklaşıp “muhafız Eckart’ın nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum. Koruyucu olduğumu düşünen muhafız derin bir selamlamayla önümde eğildi. Silva’nın konumunu bir an önce sağlamlaştırmasını ve koruyucu olmadığımı söyleyebilmeyi istiyordum. Şimdilik ise hoşuma gitmese de sessiz kalmam gerekiyordu.

Muhafız bir yanıt vermeden önce aramıza başka birinin sesi girdi. “Beni mi arıyordun heykelcik?” Başımı çevirdiğimde ana solanda beliren Eckart’ı buldum. Hep muhafız üniforması içinde gördüğüm Eckart dünkü gibi sivil vaziyette duruyordu. Üzerinde koyu yeşil bir bluz altında siyah pantolon vardı. Kıvırcığa çalan dalgalı saçlarını ensesinde topuz haline getirmişti. Muhafıza kısaca teşekkür edip salonun ortasında kollarını kavuşturmuş vaziyette duran Eckart’a yaklaştım. “Dün izinde olmanı anlayabilirim fakat sen bugün de gelmedin. Sorumsuz biri olduğunu bilmiyordum.” Kaşlarını belli belirsiz çatıp gözlerini devirdi. “Hakkımda ne biliyorsun ki? İzinde olduğumu bile unutmuşsun.” Aklımı toparlayıp düşününce muhafızların ayda üç gün izin hakkı olduğunu anımsadım. Eckart dün izindeydi, bugün de ve yarın da izinde olacaktı. Bu aklımdan çıkmıştı. Dün olanlardan sonra sadece güneşin doğmasını ve Eckart’ın görevine başlamasını düşünebilmiştim. “Haklısın. Özür dilerim.” Pek kolay özür dileyen biri olmadığı için özrüm karşısında hayretle kaşlarını kaldırdı.

“Yarın da yokum. Sonraki gün de muhtemelen diyarı terk ederim.” deyip burnunu kırıştırdı. “Peşinden geleceğime şüphen olmasın.” “İlla sana bakıcılık yapacağım yani?” derken alaycı ve memnuniyetsiz bir tavır takınmıştı. “Görevini bakıcılık olarak görüyorsan öyle olsun.” Gözlerini devirmekle yetindi. “Müsaade edecek misin yoksa yine heykellik yapasın mı uttu?” Beklentiyle karşımda dikilirken aslında istese yanımdan geçip gidebileceği alan vardı. Özellikle söylediğini biliyordum fakat takılmadım. Takıldığım başka bir nokta vardı. “Nereye gidiyorsun?” “Eve.” dedi kelimenin üzerine basarak. “Malum bir buluşmam var ve hazırlık yapmam gerekiyor.” Çekilmemi beklemeden yanımdan geçtiğinde anlık bir reflekse kolunu yakaladım. Parmaklarımın sardığı koluna ardından yüzüme düştü bakışları. Bal rengi gözlerine bakarken ne yaptığımı ben de anlamış değildim. Müsaade istemeden hiçbir kadına dokunmazken bu saygısızlığı Eckart’a karşı yapmış olmak sarsılmama neden oldu. Yıldırım çarpmış gibi elimi geri çektim. “Bir daha bana izinsiz dokunursan parmaklarını kırarım.” Buz gibi bir tehdit içeren sözlerine hiç gerek yoktu. “Tekrarı olmayacak.” derken kimi ikna etmeye çalıştığımı anlamış değildim.

“Yardım etmek istiyorum.” dedim arkasını dönüp gitmeye hazırlandığı esnada. Hafif bir afallamayla yeniden bana döndü. “Seni çalıştırmaktan zevk duyarım.” Dudaklarında sinsi ve hoşnut bir gülümseme belirmişti. Saraydan birlikte çıkıp atlarımıza bindiğimiz ve evine doğru yola çıktığımız esnada tamamen sessizdim. Hala yardım teklifimin şokunu atlatmış değildim. O buluşmanın gerçekleşmemesini isterken kendimi bir anda buluşma için hazırlıklara yardım teklif ederken bulmuştum. Bundan memnun değildim, hem de hiç değildim. O an tek istediğim biraz daha yanında kalmaktı fakat bu şekilde değil. İlk defa kendimi hiç hesaplamadığım bir durumun içinde bulmuştum. Yanımda gayet rahatça at süren ve bana doğru kaçamak bakışlar atarak sırıtan Eckart benim aksime epeyce hoşnuttu. Şehrin doğusundaki sakin bir bölgeye girdikten sonra yaklaşık beş dakika daha at sürdük. Etrafı çitlerle çevrili bir bahçesi olan, fildişi renkli bir evin önünde durduk. Eckart atları alıp evin arkasına götürdükten kısa bir süre sonra yanıma döndü. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtığında beni herhangi bir şekilde davet etme nezaketi göstermeden içeri girdi. Peşinden girdiğimde “mutfak koridorun sonunda. Köşedeki sepette soğan var. Güveç için birkaç tanesi doğra. Diğer malzemeleri de arayıp bulursun. Ben üzerimi değiştirip geliyorum.” dedi.

“Evine ilk kez geliyorum. Misafirim ve sana yardım etme nezaketi gösteriyorum. Senin de nezaket gösterip önce bir şeyler ikram etmen gerekmez mi?” Eckart gerçekten de nezaket kurallarıyla zerre ilgilenmiyordu. Doğrudan gözlerime bakıp kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. “Kendin yardım teklif ettin. Ben zorlamadım. Mızmızlanmaya hakkın yok.” deyip başıyla mutfağı işaret ettikten sonra koridorda kayboldu. Arkasından bakarken dudaklarımdaki istemsiz gülümseme ve onaylamaz ifadeyle başımı salladım. Mutfağı ve soğanları bulmam zor olmadı. Vakit kaybetmeden bulduğum önlüğü üzerime geçirip kısaca karıştırdığım çekmecelerden bulduğum bıçağı aldım ve soğanları doğramaya başladım. Eckart’ın üzerini değiştirip gelmesi makul olandan uzun sürdü. İşin çoğunu bana yaptırmak için bilerek oyalandığını düşünüyordum. Çoktan üzerini değiştirdiğini ve odasında keyifli gülümsemesiyle gezinirken tüm işi nasıl bana yaptıracağına dair planlar kurduğunu hayal ederken dudaklarımın kıvrılmasına engel olamıyordum.

Nerdeyse yirmi dakika sonra adım seslerini duyduğumda kıvrılan dudaklarımı düzelttim. Yanıma gelen Eckart üzerinde siyah bol bir kazak ve altında aynı renkte bol bir pijama vardı. Tezgâha yaslanıp değerlendirici bir bakışla kestiğim sebzeleri ve eti süzdü. Kalan son eti de doğramaya devam ederken “gelmen uzun sürdü.” dedim. “Öyle mi? Hiç fark etmemişim.” Sesinin tonundan bile bilerek oyalandığı ve bundan keyif duyduğu anlaşılıyordu. Bir başka önlüğü de o üzerine geçirip çıkardığı pirinci yıkamaya başladığı esnada ben de güveci ocağa koydum. Tüm malzemeleri ve suyunu ekleyip kapağını kapattığım güveci pişmeye bırakıp arkamı döndüğümde Eckart hala pirinci yıkıyordu. “Sen bunu da ocağa koy. Ben de tatlıyla ilgileneyim.” diyerek yıkadığı pirinci de önüme bıraktı. İtiraz etmeden pirinci ve diğer malzemeleri alarak ocağa döndüm. Güveç kenarda pişmeye devam ederken yanına yerleştirdiğim diğer tencerede pilavı pişmeye bıraktım. Tatlıyla ilgileneceğini söyleyen Eckart tezgâhın üzerine bir tepsi altın teli bırakmıştı. Altın teli özel bir hamurun geniş bir tava ya da sac üzerine sarmal şekilde incecik akıtılmasıyla elde edilen altın tellerinden yapılıyordu. Sac işleminden sonra tepsiye alınan altın telleri fırınlandıktan sonra üzerine şerbet dökülüyor ve soğuk olarak servis ediliyordu.

Tezgâhta duran önceden hazırlanmış bir tatlıydı. Fırınlanması ve üzerine şerbet dökülmesi gerekiyordu. “Çok severim.” dedim tezgahtaki çöpleri toparlarken. Altın teline erittiği tereyağını dökmekle meşgul olan Eckart “heykeller tatlı da mı yiyor?” dedi alaycı tonlamasıyla. “O gün için hala özür dilemeni bekliyorum.” “Boşuna bekliyorsun.” Mutfağın temizlenmesi ve tüm yemeklerin hazırlanması birkaç saatimizi almıştı. Çıkarıp katladığım önlüğü kenara bırakırken Eckart da sırayla yemekleri tadıyordu. “Mmmm.” diyerek beğendiğini belirten mırıltılar çıkardıktan sonra yanıma döndü. “Yemek yapmayı biliyorsun. Şaşırdım.” Sanırım bu kendince teşekkür ederim ya da eline sağlık demekti. “Neden?” “Bilirsin çoğu erkek yemek yapmayı bilmez.” derken sesi memnuniyetsiz çıkmıştı. “Yemek yapmaktan bile aciz olan erkeklerin kadınları sömürme hakkına sahip olduklarını sanmasını asla desteklemiyorum.” Böyle insanlar gözümde öyle değersizdi ki. Tamamen aciz ve değersiz olduklarını düşünüyordum. Benim gözümde bir kadına hakaret eden erkeğin zerre kıymeti yoktu. Yine de kaderin ilginç bir oyunu olarak taciz suçlamasıyla Kurak Topraklara sürgün edilmiştim.

Hava Tanrısının danışmanlarından birinin kızına tesadüf eseri kardeşimi ararken rastlamıştım. Gece yarısı yürüdüğüm sokakta işittiğim sese doğru gittiğimde genç kadını ve sonradan akrabası olduğunu öğrendiğim bir adamı görmüştüm. Genç kadını taciz ediyor ve pişmanlık duymak şöyle dursun midemi altüst eden bir keyifle gülümsüyordu. Olaya müdahale edip genç kadını kurtarsam da gürültüye devriye atan muhafızlar gelmiş ve suç üzerime kalmıştı. Akrabalık ilişkisi ve genç kadının üzerinde kurulan baskı sonucu tacizci damgasıyla sürgün edilmiştim. Karakterime tamamen ters olan bir suçlamayla yıllarımı o yerde geçirmek zorunda kalmıştım. Bana en büyük acıyı veren sürgünde olmaktan ziyade böylesine çirkin bir damgayı yemek ve kardeşimi aramaya devam edemeyecek olmam oldu. Anıların üzerimde oluşturduğu baskı göğsümde rahatsız bir düğüme dönüşürken “nereye daldın?” diyen sesle kendime geldim. Gözlerim bal rengi hareleri bulduğunda bana ne düşündüğümü merak ettiğini belli eden bir ifadeyle bakıyordu. “Önemli bir şey değil.” Uzun zaman önce üzerime vurulan damgayı anlatmak istemiyordum. Aslında hakkımda kötü düşünüp benden uzak durmasını istemediğimi fark ettim, bencillik ettiğimi fark ettim.

“Aslında…” Bana inanıp inanmayacağını kestirmek yeniden düşünmeme neden olsa da susmayı tercih edemezdim. “Kurak Topraklara sürgün edilişimi düşünüyordum.” Konu ilgisini çekmiş gibi kollarını kavuşturup ilgili gözlerle yüzüme bakmaya devam etti. “Suçun neydi? Yol vermemek mi?” Alaycılığına herhangi bir tepki vermedim. Üzerime sinen yoğun soğan ve yemek kokusuyla, saçlarım ve üstüm dağılmış vaziyette etkilendiğim kadına tacizle suçlandığımı söyleyecek olmam fazlaca rahatsız hissettiriyordu. “Taciz.” Devamını getirmeden önce ne tepki vereceğini görmek için bekledim. Kaşları hayretle havalandı ve bal rengi gözleri beni baştan aşağı inceledikten sonra “sen mi?” dedi inanamıyormuş gibi bir tonlamayla. Huzursuzca sesinde ve hareketlerinde bir suçlama belirtisi aramaktan alamıyordum kendimi. “Hayatta inanmam.” Sesinin tonu ve gözlerindeki ifade sözlerini destekler nitelikteydi. Kendi ağzımla söylememiş olmama rağmen inanmıyordu. Hissettiğim rahatlama göğsümdeki düğümü çözdü. “Neden?” Böyle çirkin bir davranışta bulunmayacağımı düşünmesi göğsümü ferahlatsa da nasıl bu denli emin olduğunu merak ediyordum.

Omuzlarını silkip kavuşturduğu kollarını çözdü ve bariz bir şey anlatır gibi konuşmaya başladı. “Kadınlara o şekilde davranacak birine hiç benzemiyorsun. Bugün kolumu tuttuğunda bile suratının aldığı hali görmeliydin.” Haklıydı. İzni olmadan kadınlara dokunmayı doğru bulmuyordum ve bir anlık gaflete düşüp kolunu tuttuğumda hissettiklerim epey karmaşık olmuştu. Etkilendiğim kadına dokunmanın hoş hissettirdiğini inkar edemezdim fakat aynı zamanda davranışımın yanlışlığı yüzünden suçluluk da duymuştum. Hiç böylesine zıt hisleri bir arada hissettiğim olmamıştı. “Ayrıca…” Gözlerini usulca etrafta gezdirmeye başladı. “Dört duvar arasında saatlerce benimle yalnızdın. Tüm kemiklerini kıracağım gerçeğini hesaba katmazsak bana istediğini yapabilirdin ama yapmadın. Yanlışlıkla dokunma ihtimalinden bile özellikle kaçındın.” Mutfakta onunla geçirdiğim saatleri düşündüm. Yanında olmak hem rahatlatıcı hem de diken üstünde hissettirmişti. Yanlışlıkla dokunmak şöyle dursun uygun olmayan şekilde bakarım diye çekinmiş nereye bakacağımı şaşırmıştım.

Öylesine bir şeyden bahseder gibi omuzlarını silken Eckart’ın söyledikleri kaburgalarımın altında düzensizliğe neden olmuştu. İstediğimi yapmaktan kastının ne oluğunu anlamak hiç iyi olmamıştı. Zihnimde onunla yakınlaştığım görüntüler ışık patlaması misali canlanıp duruyordu. İlk kez kontrolümü kaybettiğimi hissediyordum. Aklımın yarattığı görüntüler beni mahvediyordu. Heyecanlanıyor, yaptığımın yanlış olduğunu bildiğimden korkunç bir suçluluk hissediyordum. Kadınlara izinsiz dokunmak korkunç bir davranıştı. Aynı zamanda bir kadını izni olmadan düşlemeyi de doğru bulmuyordum. Eckart üzerimde nasıl bir etki yaratırsa yaratsın bunu yapmaya hakkım yoktu. Sertçe yutkunup zihnimi daha yoğun başka düşüncelere yönlendirdim. “Ee meselenin aslı neydi?” “Aslında tacize uğrayan bir kadını kurtarmıştım fakat suç bir şekilde üzerime yıkıldı.” Bana güvenmiş ve hakkımda yanlış düşüncelere kapılmamış olmasının verdiği rahatlama kalbime ılık bir şeylerin akmasını sağladı.

“Tahmin etmiştim. Ne zaman oldu bu?” Hatırlamaya çalışsam da tam tarih verebileceğimi sanmıyordum. “Yüzyıldan fazla oldu.” Hayret içeren bir ifade belirdi yüzünde. Gözleri bir kez daha baştan ayağı bedenimi süzdü. Ben aklımın oyunlarına mani olmak için özellikle çabalarken onun böyle rahatça bedenimi süzmesi haksızlıktı. Fakat benim gibi ölçülü davranmaya hiç niyeti yoktu. “Epey yaşlısın yani. Bunamamış olman şaşırtıcı.” Özellikle beni sinir etmek için alayla söyledikleri üzerinde durmayabilirdim ama çenemi kaldırıp “yine bana hakaret ediyorsun. Özür dilemen gerekiyor.” dedim. Yüzünde yine mi der gibi bir ifade belirirken memnuniyetsizce yüzünü buruşturdu. “Ne hakareti?” derken itiraz eden sesi fazla yüksek çıkmıştı. “Yüz yaşından büyüksün, yaşlısın işte ve yaşlılar bunar. Sen bunamamışsın dedim. Bunun neresi hakaret?” Gerçekten özür dilemesini istemiyordum ama onunla inatlaşmak garip şekilde hoşuma gidiyordu. “Ölecek olsam da benden özür falan duyamayacaksın.” Ayak direyip özür dilememe çabası istemsizce dudaklarımın kıvrılmasına neden oluyordu. “Şimdilik görmezden geleceğim.” Nasılsa korumam olduğu günlerde hatırlatmak için bolca vaktim olacaktı. Yine de pek memnun görünmeyen Eckart gözlerini devirdi.

Sandalyeyi çekip otururken gayet rahat ve umursamaz bir tavırla “ee bunak heykelcik hayatında biri var mı?” dedi. Sorusu beni öyle gafil avlamıştı ki özellikle vurguladığı bunak heykelcik kısmına dikkat edememiştim. “Yok.” dedim yerimden kıpırdamadan. Masanın üzerindeki ufak hasır sepette duran armutlardan birini alıp büyük bir ısırık aldıktan sonra başını benden yana çevirdi. “Halbuki taş gibi adamsın. Nasıl yok?” Armudu yiyen oydu fakat boğulmak üzere olan bendim. Birkaç istemsiz öksürük boğazımdan taşarken kendimi toparlamam birkaç saniyemi aldı. Bu sürede bir bardak su uzatma nezaketi göstermeyip armudunu yemeye devam eden Eckart’a baktım. “Şimdiye dek kalbimin attığını hissettiren bir kadınla karşılaşmadım.” Ne düşündüğünü söylemdi. Yalnızca başını sallamakla yetindi. “Otursana.” Kalktığı sandalyeye yerleştim. Tezgaha yaklaşıp bir süre gürültü çıkardıktan sonra elinde bir tabakla geri döndü. Önüme bıraktığı altın teline ve yanındaki çatala şaşkın gözlerle bakıyordum. “Şimdi sen o kadar yardım ettim bir tatlı bile ikram etmedin, benden özür dilemen gerekiyor falan dersin.” Dudaklarımdan bir gülüş sıyrıldı. Tatlıdan ağzıma küçük bir parça attıktan sonra içimi kemirip duran soruyu Eckart’ın yaptığı gibi havadan sudan konuşurcasına sordum.

“Nowa’yla evlenmeyi düşünüyorsun yani?” “Hayır.” Tereddütsüz verdiği yanıt hem şaşırma hem da rahatlamama neden oldu. “Bu buluşma babasının ısrarlarından kurtulmak istediğim için gerçekleşecek.” “Ama...” ne diyeceğimi zaten biliyormuş gibi konuşmama müsaade etmeyip lafımı kendi tamamladı. “Ama dün öyle söylemedim. Evet, söylemedim çünkü diğer türlü Nowa buluşmayı kabul etmezdi ve babası bir süre sonra yine ısrarcı davranırdı. Ben uzun vadeli çözümü tercih ettim. Sadece yemek yiyeceğiz ve babasının dırdırından kurtulacağım.” Dudaklarımı düz tutmaya çalışmak imkansız gibiydi. Kaburgalarımın altına yayılan rahatlama sıcak yaz günündeki serin esinti gibi hissettiriyordu. “Kaynanalar gibi değil mi babası? Emeklilik bay Fenir’e hiç yaramamış.” Yorumuna herhangi bir eklemede bulunmadan sessizce tatlımı bitirdim. “Evet, tatlın da bittiğine göre artık gidebilirsin.” Şaşkınlık içinde başımı çevirip tepemde bekleyen kadına baktım. “Beni kovuyorsun. Hiç de nazik bir davranış değil.” Gözlerini devirip bıkkın bir edayla kollarını kavuşturdu.

“Birincisi seni davet etmedim, kendin geldin. İkincisi yardım edebileceğin bir şey kalmadı ve üçüncüsü Nowa birazdan gelmiş olur. Çok arzuladığın nezaket kurallarına uyup sana tatlı da ikram ettiğime göre kalman için bir sebep yok. Bu iki kişilik bir buluşma. O yüzden sen de nezaket gösterip ben seni kovmadan gidebilirsin.” Söylediği onca şeyin arasında bir tek kalmam için sebebim olmayışı canımı sıktı. Ayağa kalkıp “iznin bittiğinde görüşürüz.” dedim. Elbette bana kapıya kadar eşlik etme nezaketini de göstermedi. Evin arakasındaki ahıra gidip atıma bindim ve oradan ayrıldım. Eckart’ın söylediklerine rağmen gerçekleşecek bu buluşmadan hala rahatsızlık duyuyordum.

❄️❄️❄️

Jieli

Odamda volta atıp durmak bacaklarımın sızlamasına neden olsa da duramıyordum. Bir o yana bir bu yana gidip gelirken gerginlikten parmaklarımla oynayıp duruyordum. Kendimi hiç bu denli huzursuz ve çaresiz hissetmemiştim. Saatlerdir bakıp durduğum pencereme yine baktım. Güneş iyice gözden kaybolmuştu. Nowa her an buluşma için yola çıkabilirdi, belki de çoktan gitmişti. Ben odamda dönüp dururken onun Eckart’la birlikte olduğunu düşünmek boğazımın düğümlenmesine neden oluyordu. Yanaklarımdan sıcak damamlar kayarken duvarlar üzerime üzerime geliyor aldığım soluklar yetmiyordu. Kalbimde içimi paramparça eden bir sancı vardı. Ayaklarım beni ısrarla odadan çıkarmaya uğraşırken kendimi tutmak için verdiğim savaş muazzamdı. Bir delilik yapıp kendimi odadan dışarı atmak istiyordum ama yapamazdım. Sakince odamda oturmam ve bu buluşmayı engelleyecek herhangi bir şey yapmamam gerekiyordu.

Öyle zordu ki oturup beklemek. Sabahtan beri odamdan çıkmamış gözlerim ağlamaktan kızarmıştı. Nowa’nın o kadınla dört duvar arasında yalnız olacağını düşündükçe alışık olmadığım bir öfke damarlarımdaki kanı fokurdatıyordu. Beraber yemek yiyeceklerdi. Peki ya sonra? Sonrasında olabilecekleri düşündükçe deliriyordum. Nowa yapmaz demek istesem de diyemiyordum. Onu inatla reddettikten sonra dediği gibi kendi hayatına bakmak isteyebilirdi ama ben istemiyordum işte. Böylesinin en iyisi olduğunu bilmeme rağmen Nowa’nın kendi yoluna bakmasını istemiyordum. Bu düşünceye katlanamıyordum. Birlikte olduğu kadının benden başkası olması düşüncesi kalbimi sıkıştırıyordu. Birkaç saate gerçekleşecek buluşmada olacakların belirsizliği soluk almama müsaade etmiyordu. Dokunduğu ve sevdiği tek kadın ben olmak istiyordum. Utançtan kıpkırmızı kesilsem de onunla özel anlar paylaştığımı düşünmekten alamıyordum kendimi. Bana dokunduğunu, öptüğünü hayal etmek kalbimi deliye çeviriyordu. Kim sevdiği adamı hayal etmeden yapabilirdi ki? Ben yapamamıştım ve şimdi hiçbir hayalimin gerçekleşmeyeceğini bilmek kalbimi kırıyordu.

Benim olmak istediğim yerde başka bir kadın olacaktı. Ömür boyunca seveceğim adamı başka biriyle görmek zorunda kalacaktım. Hayır, buna katlanmam mümkün değildi. Başka bir kadınla görüşeceği gerçeğiyle böylesine mahvolmuşken başkasına ait olduğunu bilerek onunla aynı çatı altında yaşayamazdım. Saraydan ayrılmam gerekiyordu. Burada durmam mümkün değildi. Nefes alabileceğimi sanmıyordum. Telaşlı adımlarımı gardırobun önünde durdurdum. Ayandan kendimi süzdüğümde kızarmış gözlerim ve solmuş yüzümle karşılaştım. Öyle bir haldeydim ki sabahın ilk ışıklarıyla odamı basıp saatlerce nutuk çekip sitem eden Valeria’nın dediği tek kelimeyi bile hatırlamıyordum.

Koşar adımlarla kapıya ulaşıp kendimi dışarı attım. Nowa’nın gitmekten vazgeçip yanıma geldiğini umsam da kapıyı açtığımda boşlukla karşılaştım. Hakkım olmamasına rağmen hayal kırıklığına uğramış hissediyordum. Düzensiz adımlarla koridorda ilerlerken karşıdan gelen Efendi Fenir’i görmek içimdeki kasveti daha yoğun hale getirdi. Hiç de arzu etmediğim şekilde karşı karşıya geldiğimizde hoşnutsuz bakışlarını gizleme zahmetine girmedi. “Nereye gittiğini sanıyorsun?” diyen sesi kabaydı. “İşlerim vardı.” dedim onun aksine kibar bir sesle. Varlığından duyduğum rahatsızlık kaburgalarıma baskı uyguluyordu. Festival günü söyledikleri kafamda dönüp dururken çaresizce yumrularımı sıktım. “Sakın oğlumun karşısına çıkma!” Gereksiz ve sert uyarısına sessizlikle karşılık verdim. Festivalde anlattıklarından sonra uyarmasına gerek kalmamıştı. Hiçbir şekilde Nowa’ya engel olmaya çalışamazdım. “Söylediklerimi de aklından çıkarma. Senin gibi birinin oğluma yaklaşmasını istemiyorum.”

Benden bir adım uzaklaşıp iğrenç bir şeye bakar gibi bir ifadeyle yüzüme baktı. “Çürük bir yumurta ne kadar iyi görünürse görünsün çürüktür.” Sözleri göğsümün derinliklerine bir bıçak gibi saplandı. Nefret dolu ifadesini bozmadan yanımdan geçip giderken kendimi sıkabildiğim kadar sıktım. Ettiği laflar göğsümü parçalamış içimde hoşuma gitmeyen bir öfke uyandırmıştı. Yanaklarımdan sıcak damlalar süzülürken elbisemin eteğini yumruğuma sıkıştırdım. Gözlerim koridorun iki ucu arasında gidip geliyordu. Nowa’nın mutluluğu için sesimi çıkarmayıp odama geri dönecek ya da şayet gitmediyse ona engel olacaktım. Babasının söyledikleri uğursuzca kafamda yankılanıyordu. Nowa’nın o kadınla yalnız olacağını düşünmeden yapamıyordum. Yıllarca onu sevmeme rağmen böyle bir şansa hiç sahip olamamışken daha dün ortaya çıkan bir kadın sevdiğim adama yakın olacaktı.

Kendimi hiç olmadığım kadar aptal hissediyordum. İlk kez bu kadar çekingen olduğum için kendimden nefret ettim. Bunca yıl kaçamak bakışlar atmakla yetinmek yerine gidip ne hissettiğimi söyleseydim her şey daha farklı olabilirdi. Ama şimdi Nowa ellerimden kayıp gidiyordu. Bir başkasını sevecek, başkasına dokunacak, başkasını kokusu üzerine sinecekti. Düşüncesi bile çıldırmama neden oluyordu. “Bayan Jieli.” Ürpererek başımı çevirdiğimde muhafız Dalinar’la karşılaştım. “Efendim?” Ne yazık ki çatallı çıkan sesimi düzeltemedim. Utanç verici görüntümü de düzeltmeye vaktim olmamıştı. “Hala buradasınız.” derken ilgili ve anlayışlı gözlerle baksa da ne demek istediğini anlamış değildim. “Başka bir yerde mi olmam gerekiyordu?” Sesimin nazik çıkmasını sağlamak zor olsa da başarmıştım. Kafam allak bullaktı. Acaba biri beni çağırmıştı da unutmuş muydum diye düşünmeye başladım. “Komutan Nowa’nın yanında olmanız gerekiyordu.” Utanç ve şaşkınlıkla bakışlarımı kaçırsam da Dalinar anlayışlı tonuyla konuşmaya devam etti. “Sizi seviyor ve her ne kadar sevdiğiniz kişinin ben olmasını arzulasam da siz de onu seviyorsunuz. Olanları duydum. Bir şey bildiğimden ya da haddim olduğundan değil fakat bence gidip onu durdurmalısınız.”

“Ortada bir zorlama yok. Gitmeyi kendisi kabul etti.” derken sesimin suçlayıcı çıkmasını engelleyememiştim. Onu reddetmiş olmama rağmen o teklifi kabul etmemiş olmasını istiyordum. “Size inat olsun diye belki de araya girmenizi umarak kabul ettiğini düşünüyorun. Dediğim gibi bence onu durdurmalısınız.” Bir şey diyemedim. Bana karşı hisleri varken sevdiğim adama gitmemi teşvik edişi takdire şayandı. Yerinde başkası olsa halimi fırsat olarak görebilirdi. “İzninizle.” Gözden kaybolduktan sonra dakikalarca yerimde durmaya devam ettim. Kim ne derse desin Nowa’ya gidemezdim. Çaresiz adımlarımı odama yönlendirdim. Aklımda yalnızca Nowa, kalbimde müthiş bir kıskançlık vardı. Adımlarım geri geri gidiyor kıskançlık bir şeyleri parçalamamı arzulatıyordu. Kafamda lanet görüntüler canlanıp duruyordu. Sıktığım yumruklarım zangırdıyor, birbirine bastırdığım dişlerim ağrıyordu. Öfkeyle kavradığım kapıyı sertçe açtığımda hızlı adımlarla aynanın karşısına geçtim. Her daim ensemde topladığım saçlarımı hırçınca açtım. Aceleyle üzerimdeki koyu renk elbiseden kurtulup dolabımdaki mavi elbiseyi aldım. Saçlarımı ve hiç alışık olmadığım askılı elbisemi düzeltip dışarı fırladım.

Aceleci adımlarla koridoru arşınlarken kalbim gümbürdüyordu. Olur da sakinleşirim diye ödüm kopuyordu. Kıskançlığıma yenilmiştim. Nerdeyse burnumdan ve kulaklarımdan dumanlar fışkırıyordu. Aklım yanlış yaptığımı haykırsa da kalbimin sesi daha baskındı. Kapısının önünde geldiğimde heyecan ve kıskançlığın yarattığı öfkeden elim ayağım birbirine girmişti. Bunu yaptığıma inanamıyorum, bunu yaptığıma inanmıyorum, bunu yaptığıma inanamıyorum... Bütün cesaretimi toplayıp kolu indirdim ve gitmemiş olmasını umsam da tam karşımda Nowa’yı görünce donup kaldım. Benzer bir şaşkınlıkla bana bakarken telaşla içeri dalıp kapıyı kapattım. Şimdi ne yapacaktım? Kalbim kaburgalarımı sertçe dövüyordu. Kuşandığım cesaret şimdi ortalarda yoktu ve kalakalmıştım. Kendimi toplayama çalışsam da telaş ve gerginlikle “gidemezsin!” dedim ve kendimi zorlayarak çenemi kaldırıp kararlı görünmeye çalıştım. Ne kadar başarılı olduğum muğlaktı. Tek kaşını kaldıran Nowa şaşkınlık ve hayret karşımı bir halde “senden izin mi alamam gerekiyordu?” dedi. Sadece tamam dese her şey daha kolay olurdu ama iğneleyici sözleri iyice kafamı karıştırmıştı.

Kendimden ödün vermemeye çalışarak “evet.” dedim. Kollarını kavuşturup başını omzuna yatırdı ve alaycı bir ifade takındı. “Neden?” Beni zorluyordu ve ben giderek daha da çıkmaza giriyordum. Kıskançlığım yüzünden buraya gelmiştim ama tamamen hazırlıksızdım. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum ve Nowa beni köşeye kıstırıp duruyordu. Üstelemeden tamam dememiş olması kalbimi daha da telaşlandırıyordu. Düşünmeden açtığım ağzımdan “çünkü müstakbel eşim benden başka hiçbir kadınla yalnız kalamaz.” kelimeleri döküldü. Ne söylediğimi ancak söyledikten sonra fark edebildim. Kalbim ruhunu teslim etmiş gibi atmayı bırakırken gözlerim şoktan irileşmişti. Alaycı ifadesi sekteye uğrayan Nowa da hayret dolu gözleriyle bana bakıyordu. Nerdeyse her gün onunla evlendiğime dair hayaller kuruyordum ve bilinç altım bunu gün yüzüne çıkaracak en kötü anı bulmuştu. “Beni reddetmişken şimdi durdurabileceğini mi sanıyorsun?” Donup kaldım. Bana inat olsun ya da kıskanayım diye kabul ettiğini sanıyordum. Karşısına geçmiş müstakbel eşim olduğunu söylememe rağmen gitmek istiyordu.

Göğsümdeki sızı içimi yaktı. Öfkem yeniden alevleniyordu. Artık beni istemse de bugün bu odadan çıkmasına izin vermeye niyetim yoktu. Kıskançlık bana bunu yaptırıyordu. Dişlerimi sıkarak arakamı dönüp hırsla kapıyı kilitledim ve anahtarı alıp yakamdan içeri, göğsüme attım. Hayretle yaptıklarımı izleyen Nowa’nın öpme hayali kurduğum dudakları sinsi bir edayla kıvırıldı. “Gitmeyecektim.” dediğinde gözlerimi kırpıştırarak suratına bakmaya devam ettim. “Aslına bakarsan yalan söylemiştim.” deediğinde ne yalanından bahsettiğini anlayamadım. Hissettiğim karmaşık duygulara şimdi bir de kafa karışıklığı eklenmişti. “Kapıdan kovsan bacadan girerim, bacadan kovsan seni benden ayıran duvarları teker teker yıkarım.” Şimdi onu neden kapının önünde bulduğumu anlamıştım. Elini tutmazsam bir daha beni rahatsız etmeyeceğini söylemiş ve elini tutmamıştım. Ben odasına daldığımda sözünü çiğneyip benim yanıma gelmek üzereydi. “Benim ne daha fazla bekleyecek sabrım ne de senden uzak duracak gücüm kalmadı.” Samimiyet ve yoğunlukla söyledikleri kor gibi yanan kalbimi eritiyordu. Harelerinde yer edinen sevgi ve hasretin yoğunluğu ılık bir nehir gibi göğsüme akıyordu.

Bir adım atarak aramızdaki mesafeyi daralttığında soluklarım hızlanmaya başladı. Dudakları sinsi bir edayla kıvrılırken “zaten gitmeyecektim ama şimdi o kapıyı açmayı her şeyden çok istiyorum.” dedi. Sesindeki yoğunluk ve duygularıma kapılıp giydiğim göğüs dekolteli elbisenin dekoltesine kayan gözleri ne kastettiğini anlamamı sağladı. Yanaklarım utançla kızarırken yaptığım aptallık yüzünden kendime kızıyordum. “Anahtarımı alabilir miyim?” diyen baştan çıkarıcı sesi ve aramızdaki yok denecek kadar az olan mesafe kalbimin kuş gibi çırpınmasına neden oluyordu. Bir çırpıda anahtarı çıkarıp uzatmam bir seçenekti ama… ne olacağını görmek istiyordum. Ben… ah… bana dokunmasını istiyordum. Beklentiyle gözlerime bakarken dilim evet demek için kıvransa da konuşamıyordum. Yanaklarımdaki sıcaklık tüm vücudumu esir almıştı. Olabileceklerin gerginliğiyle sertçe yutkundum ve belki de çok büyük bir hata yaptığımı bile bile başımı salladım.

Arzu ettiği onayı alan Nowa aramızdaki mesafeyi sıfırladı. Şimdi şiddetle yükselip alçalan göğsüm göğsüne çarpıyordu. Deli bir cesaretle güzel ve baştan çıkarıcı görünmek için giydiğim elbisenin göğüs dekoltesi Nowa’nın göz hapsine girmişti. Onayıma rağmen hareleri kararsız bir tavırla gözlerimle göğüslerim arasında bir süre oyalandı. İstekli olduğuma emin olduğunda sağ elini boynuma yerleştirdi. Dokunuşuyla ürperdim. Gerginlikten yere yığılacak gibi hissetsem de devam etsin istiyordum. Nasırlı parmakları pürüzsüz tenimde usulca kayarken onun da en az benim kadar heyecanlı olduğunu görebiliyordum. Tenimde kaydırdığı parmaklarına bakarken sertçe yutkundu. İyice aşağı kayan eli göğsümün üzerine ulaştığında beklentiden tüm vücudum kasılmıştı. Yavaş ve nazik bir hareketle elini kıyafetimin altına soktuğunda dudaklarımdan istemsizce dökülen inilti kıpkırmızı kesilmeme neden oldu. Gözlerimi sıkıca yumup bekledim. Kulağıma gelen belli belirsiz memnuniyet mırıltıları gururumu okşamıştı. Parmaklarını önce nazikçe gezdirdi. Ardından göğüs ucumu bulup daireler çizmeye başladı. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Nasıl ayakta durabildiğimi bilmiyordum. Hiç beklemediğim bir anda göğsümü avuçlayıp hafifçe sıktığında yüksek sesle inledim.

Utancım şimdi daha yoğun ve dayanılmaz bir hal almıştı. Kendime engel olamıyordum. Parmakları anahtarı kavrayıp usulca elbisemin altından çıktığında göğsümü sızlatan yarım bırakılmışlıkla gözlerimi araladım. Mavi hareleri öyle yoğun bakıyordu ki karşısında çıplakmışım gibi hissediyordum. Avucundaki anahtarı cebine koyarken gözlerini yeşillerimden ayırmıyordu. Yüzünü yüzüme yaklaştırırken yine itiraz etmedim ve beklentiyle gözlerimi yumdum. Her zaman öpmeyi arzuladığım sıcak dudakları dudaklarıma değdiğinde tüm bu yoğunluğa dayanamayan kalbim atmayı bıraktı. Nemli dudakları usulca dudaklarımı öperken öylesine heyecanlı ve mutluydum ki elim ayağım birbirine girdiğinden nasıl karşılık vereceğimi bilmiyordum. Yine de hareketsiz dudaklarımı nazikçe öpmeye devam etti. Bir eli belimi sıkıca kavrarken titreyen ellerimi omuzlarına yerleştirdim ve tutuklu öpüşüne yavaşça karışılık verdim. Öpüşümüz onca yılın hasreti ve yoğunluğunu barındırıyordu. Nowa’nın öpüşü daha tutkuluyken benimki çekingen ve acemiceydi. Nefes almayı unuttuğumu ancak geri çekildiğinde fark edebildim. Havasız kalan ciğerlerim patlamak üzereydi. Hızlı hızlı soluklar alırken alnını alnıma yaslayıp “seni seviyorum Jieli.” dediğinde donup kaldım.

Hep hasretini çektiğim sözleri duymanın verdiği mutluluk bambaşkaydı. “Sadece seni seviyorum ve sadece seni seveceğim.” Artık istesem de bu noktadan geri dönemezdim. Kontrolümü tam anlamıyla kaybetmiştim. “Ben de seni seviyorum.” Sesim istemediğim kadar cılız çıksa da yıllarca içimde tuttuğum hisleri dile getirmenin verdiği rahatlama anlatılamazdı. Sonunda söylemiştim. Bana baktı, gülümsedi. Gülüşünde kaybolmak istedim. Eğildi, dudakları dudaklarımı bulurken kalçama yerleştirdiği elleri bedenimi havaya kaldırdı. “İstiyor musun?” Başımı salladım. Gerginliğim hat safhalarda olsa da istiyordum, hep istemiştim. Bedenimi nazikçe yatağın üzerine bırakıp üzerime doğru eğilirken mutluluğuna gölge düşürmemeyi diledim.

❄️❄️❄️

Kulak tırmalayan bir gürültüyle gözlerimi aralamama rağmen hiç olmadığım kadar huzurlu uyanmıştım. Yanı başımda karşılaştığım bedene utangaç bir tebessümle bakarken gece yaşadıklarımızın hatırasıyla kızardım. Her şeye rağmen hala çok utanıyordum. Belime doğru kayan örtüyü gereksiz bir örtünme dürtüsüyle göğüslerime kadar çektim. Huzurla uyuyan yüzüne bakarken her şey gerçek olmayacak kadar imkânsız geliyordu. Rüya gördüğümü düşünüyor ve hiç uyanmak istemiyordum. Parmaklarımı tereddütle yanağına doğru uzatırken uyanmama neden olan gürültüyü yeniden işitince donup kaldım. Başımı tedirginlikle kapıya doğru çevirdiğimde “Nowa.” diyen sesle sertçe yutkundum. Efendi Ragaz kapının önündeydi. Nowa diyen sesi yeniden yükselirken aniden inen kapı koluyla nerdeyse çığlık atıyordum. Dün kapıyı kilitlediğim için şükrettim. “Nowa.” Bu seferki ses hanımıma aitti. O da mı buradaydı? Telaşlı bakışlarımı Nowa’ya çevirdim ama onun uyanmaya niyeti yok gibi görünüyordu. “Geveze tavuk öldün mü yoksa?” Valeria. İnanamıyorum bütün saray kapının önünde toplanmıştı. Küt küt atan kalbimin eşliğinde gözlerimle dün gece sağa sola saçılan giysilerimi aradım. Acilen toparlanmam gerekiyordu.

Mavi elbisemi yerde perişan vaziyette gördüğümde aynı anda duyduğum bir başka sesle kanım bedenimden çekildi. “Ay Işığım biz gitsek.” Efendi Zahel de buradaydı. Gerçekten tüm saray kapıda toplanmıştı. “Olmaz. Bizimki neden gitmemiş merak ediyorum.” diyerek Efendi Zahel’i reddetti hanımım. İlk kez bir kararına katılmıyordum. Efendi Zahel’i ve diğer herkesi alıp gitmesini isterdim. “Nowa.” Sabrı taşmak üzere olan efendi Ragaz’ın sesi bu sefer fazlaca yüksek çıkmış irkilmeme neden olmuştu. Nihayet derin uykusundan kopabilen Nowa huysuz mırıltılar çıkarıp kolunu sıkıca belime doladı. Bir belimdeki koluna, bir kapıya bir de yerdeki elbiseme bakarken ne yapacağımı şaşırmıştım. Kalkma girişimlerim Nowa’nın sıkı tutuşları yüzünden başarısızlığa uğruyordu. “Nowa.” diyerek seslendim kolundan kurtulmaya çalışırken. Huysuz mırıltılar çıkarmaya devam etse de hala kendine gelmiş değildi. Valeria ve Efendi Ragaz’ın sesi yeniden yükseldiğinde nihayet gözlerin açan Nowa “günaydın.” deyip hayran olunası bir gülümsemeyi dudaklarına yerleştirdi. Uyku mahmuru gözleri ve kıvrılan dudakları içimde onu öpme dürtüsü uyandırsa da yapamadım. Huzurlu bakışlarına gerginlikle karşılık verdiğimi fark ettiğinde kaşları çatıldı. Bir kez daha gürültüyle çalınan kapının sesi kulaklarına ulaştığında gülümsemesi dudaklarında donup kalırken gözleri irileşti.

Bir ardından gürültüler gele kapıya bir de örtünün altında çıplak olan bedenime bakarken telaşla doğruldu. “Kapıyı açman için iki dakikan var. Aksi halde kıracağım.” diyen Efendi Ragaz’ın kalın sesi ne yapacağımızı bilmeyerek birbirimize bakmamıza neden oldu. Çatık kaşlarla kapıya dönen Nowa “sakın!” diyerek keskin bir tonlamayla karşılık verdi. “Kırdığın kapıyı bir taraflarına sokmamı istemiyorsan bekle.” Bir hışımla yataktan fırladığında gözlerimi kaçırdım. Sağa sola saçılan giysilerimizi hızlıca toplarken utangaçça kaçamak bakışlar atmaktan alamıyordum kendimi. Yatağa bıraktığı giysilerimi alıp hızlıca giyinmeye başladım. “Akşama kadar seni mi bekleyeceğiz? Hadi artık.” Hanımımın sabırsız sesini duyan Nowa şoke olmuş gözlerini kapıya dikti. “Bu kaderin berbat bir şakası mı?” “Neyden bahsediyorsun?” diyen hanımım gibi ben de neyden bahsettiğini anlamış değildim. Saçlarımı hızlıca düzelttiğimde ikimiz de giyinmiştik. Nowa giyindiğimden emin olmak için son kez bedenimi inceledikten sonra memnuniyetsizce kilitli kapıyı açtı. Nerdeyse ardına kadar araladığı kapının eşiğinde Efendi Ragaz, hanımım, Valeria ve Efendi Zahel belirdi.

Efendi Zahel pek de ilgili olmayarak geride dururken diğerleri önde, ilgiyle Nowa’ya bakıyordu. Beni hiç fark etmemelerini umsam da öyle olmadı. Üç çift göz varlığımı fark ettiğinde suratlarında şaşkın bir ifade belirdi. “Sabahın köründe kapımda ne işiniz var?” Nowa’nın hoşnutsuz sesi bakışları üstümden çekmeye yetmemişti. Sadece efendi Ragaz bakışlarını Nowa’ya kaydırdı. “Dün Eckart’ı görmeye gitmemişsin. Her yerde seni arayıp duruyor.” Bana kısa bir bakış atıp “onunla konuşurum.” dedi. Ses tonu bir an önce gidin der gibi çıkmıştı. Bir an önce gitmelerini ben de istiyordum. Gerginlikten her an bayılabilirdim. Bir adımla odaya giren hanımım “Jieli.” dediğinde güçlükle yüzüne baksam da cevap veremedim. “Burada ne işin var?” Valeria da arkasından girdiğinde meraklı bakışlarının kıskacına düşmüştüm. İlgiyle beni süzerken bakışları arkamdaki yatağa kaydı. Tamamen dağınık olan yatak ikisinin de merakla kaşlarını çatmasına neden oldu. Tam şu an yerin yarılmasını ve içine düşmeyi diliyordum. Bir cevap vermemi bekliyorlardı fakat dilim düğümlenmişti.

Nowa geniş adımlarla yanıma gelip kolunu sahiplenici bir tutumla omzuma yerleştirdiğinde ben de dahil herkesin bakışları üzerinde toplandı. “Nişanlımın odamda olması kadar doğal bir şey olmasa gerek.” Hanımım ve Jieli yerinden fırlayacakmış gibi olan gözlerini suratıma çevirdiler. Benimse nutkum tutulmuş öylece kalakalmıştım. Nişanlım mı? “Şimdi ben sizi kovamadan odamdan çıkın.” Efendi Zahel ve Efendi Ragaz gitseler de hanımım ve Valeria beklemeye devam ettim. Nowa memnuniyetsiz gözlerle onlara bakarken bir an önce gitmelerini ister gibiydi. Açıkçası ben de aynı şeyi istiyordum. “Hanımlar size altın varaklı davetiye mi lazımdı?” Şaşkınlıklarını üzerlerinden atamasalar da tek kelime etmeden odadan çıktılar. Kapanan kapıyla birlikte soluğumu verirken utançtan ölecek gibi hissediyordum. Ellerini omuzlarıma yerleştirip yüzüne bakmamı sağladığında gözlerine bakmak biraz da olası rahatlamamı sağladı. “Nişanlım mı?” dedim şaşkınlıkla. Kalbim yine hızlanmaya başlamıştı. “Müstakbel eşin olduğuma göre nişanlım oluyorsun.” Dün farkında olmadan ağzımdan çıkanları unutmamıştı. “Bu arada evet.” “Neye evet?” Saf bir merakla gözlerine bakarken alaycı gülümsemesinin altında ne yattığını anlamış değildim.

Eğlenen bir tavırla “evlenme teklifine cevabım evet.” dedi. Dün farkında olmadan evlenme de mi teklif etmiştim? Hayır, yapmış olamazdım. Suratımın aldığı hale bakıp keyifle gülümserken “müstakbel eşim kulağa evlenme teklifi gibi geliyordu.” dediğinde rahat bir nefes aldım. Dün hiç de mantıklı davranmamıştım. “Mükemmel bir teklifti. Acaba seninkinin üzerine çıkabilecek miyim?” dediğinde donup kaldım. “E-evlenme mi teklif edeceksin?” Sıcak basmaya başlamıştı. Evlilik hayalleri kurmadığımdan değil ama bu o kadar uzak geliyordu ki. Hiç gerçek olabileceğini düşünmemiştim. Özellikle festivalden sonra. “Etmemeli miyim?” Şüphe ve tedirginlikle bakıyordu şimdi. Olumsuz bir yanıt vermemden çekinir gibiydi. Telaşla “hayır.” dediğimde kaşları çatıldı. Gergince parmaklarımla oynarken yanlış cevap verdiğimi fark ettim. “Evet. Yani hayır, yani şey…” İyice saçmaladığımı fark edince durup nefesimi toparladım. “Şey… etmelisin tabi. Eğer istiyorsan. Yani ben istemediğimden değil de… off… et işte sen.” Sustum. Toparlayım derken iyice bozuyordum ve halim onu eğlendiriyordu. Benimse yanaklarım kızarmıştı çoktan.

Usulca üzerime doğru eğilirken çehresinde kendinden emin bir ifade vardı. “Kusura bakma ama bu saatten sonra zaten kaçışın yok. Ne olursa olsun karım yapacağım seni.” Ah, kalbim öyle hızlı atıyordu ki kollarına yığılmam an meselesiydi. Dudaklarını nazikçe yanağıma bastırdığında kendimi bir tüy kadar hafif hissediyordum. “Gidelim mi?” Odadan çıktığımızda “benim üstümü değiştirmem gerekiyor.” dedim. Elimi tutuyordu. Hiç bırakmak istemiyordum ama önce bu elbiseden kurtulmalıydım. Elbisemi dikkatle süzdükten sora “neden?” dedi. İlk an ne cevap vereceğim bilemedim. “Şey… ben pek böyle şeyler giymem.” Genelde uzun kollu ve yuvarlak yakalı sade elbiseler tercih ederdim. Ayrıca saçlarımı da toplamam gerekiyordu. “Hem dekoltesi var. İnsanlar ne düşünür?” Aslında göğüs dekoltesi hiç de abartılı değildi ama saray halkı beni her zaman tenimi gizleyen giysiler içinde görmüştü. Şimdi bu elbiseyle gidersem tüm gözler üzerime çevrilecek ve kim bilir neler düşüneceklerdi. Düşüncesi bile gerilmeme neden oluyordu. Elimdeki tutuşunu sıklaştırıp “bu elbiseyi seviyor musun?” dedi. Kısa bir an elbiseye bakıp başımı salladım.

“O halde kalıyor. İnsanların ne düşündüğü değil senin ne istediğin önemli.”

“Ama…

“Kesinlikle itiraz kabul etmiyorum.”

Ve tıpış tıpış yanında yürümeye başladım. Kapıları açık toplantı salonuna ulaştığımızda herkes ordaydı. Efendi Zahel ve Ragaz masada oturmuş bir şeyler konuşuyordu. Hanımım, Valeria ve Efendi Azel de birkaç metre ötede sohbete dalmışlardı. Gerçi sohbet demek uygun olur mu emin değildim. Efendi Azel bir şeyler anlatıyor hanımım kıkırdarken Valeria yüzünü buruşturup duruyordu. Onların biraz ötesinde de Efendi Kael ve Eckart karşılıklı vaziyette tartışıyorlardı. Efendi Kael beyefendi bir tavırla bir şeyler söylerken Eckart gözlerini devirip duruyordu. Varlığımızı fark eden Efendi Kael’ın bakışları bize dönünce Eckart da neye baktığını görmek için arakasını döndüğünde ikimizi gördü. Kaşlarını çatarak yanımıza gelirken Nowa kulağıma eğilip “sorun olur mu?” dediğinde başımı olumsuz manada salladım. Kıskanıyor olsam da dün Eckart’a haksızlık edilmişti. Karşımıza geçtiğinde önce tutuşan ellerimize sonra Nowa’ya baktı. “Nihayet gelebildin.” diyen sesi iğneleyiciydi. Konuşmasıyla tüm bakışlar üzerimizde toplanmıştı. Nowa gayet ciddi ve mahcup bir ifadeyle yüzüne bakıp “geleceğimi söyleyip gelmemem ve sana haber vermemem çok uygunsuzdu. Özür dilerim.”

Eckart Efendi Kael’a dönüp alaycı bir gülümsemeyle kaşlarını kaldırdı. Bunun ne anlama geldiğini ben anlamasam Efendi Kael anlamış gibiydi. “Üstümün benden özür dilemesi çok hoş.” “İzinde olduğun için aramızda ast üst ilişkisi yok.” Umursamazca omuzlarını silkti. “Neyse ne. Özür dilediğine göre mesele yok.” “Emin misin?” Beklediğimizden daha uysal bir tavır sergiliyordu. “Zaten buluşmayı babanın ısrarlarından kurtulmak için istemiştim. Aşık olduğunun kadının elinin tutarak beni bu dertten kurtardığına göre mesele yok.” Dün saçını yolmak istediğim kadına gülümsedim. Ancak mutluluğumuz arakamızdan gelen bir sesle bölündü. “Kimmiş âşık olduğu kadın?” Eckart beni ilgilendirmez der gibi bir ifadeyle yanımızdan uzaklaşırken sese doğru döndük. Efendi Fenir öfkeli gözlerle oğluna ve tutuşan ellerimize bakıyordu. Bakışları altında ezilirken elimi kurtarmak için hamle yapsam da Nowa izin vermiyordu. “Elini tuttuğum kadın.” Ben inatla elimi kurtarmaya uğraşıyordum, Nowa da inatla daha sıkı tutuyordu. Aptallık ettiğimi şimdi fark ediyordum. Geçici mutluluğun büyüsüne kapılacak kadar aptaldım ve şimdi her şey mahvolacaktı. Dün gece hiç yaşanmamış olmalıydı.

Bana tiksintiyle bakmaktan bir an olsun vazgeçmeyen Efendi Fenir’in gözlerinde yine aynı ifade vardı. “Bu kadını gelinim olarak kabul etmem.” dedi gür ve kızgın sesiyle. Nowa hiç görmediğim bir ciddiyete bürünerek meydan okuyan gözlerini babasına dikti. “Senin gelinin olması gerekmiyor. Benim karım olacak.” Benim için babasına karşı çıkabildiği için mutlu olmam gerekiyordu ama değildim çünkü işlerin kötü sonuçlanacağını biliyordum. Ne yapmıştım ben? Ellerim titriyor, kalbim korkuyla kaburgalarımı dövüyordu. Gözlerimi babasının suratından çekemiyordum. Ağzını her açtığında gerçeği söyleyecek diye ödüm kopuyordu. “Onun gibi bir kadınla evlenmene izin veremem!” “İznini istemiyorum.” deyip kestirip atsa da babası vazgeçecek gibi değildi. “Onun gibi bir için mi?” Sesindeki iğrenme kalbimi ağrıtıyordu. “Nesi varmış onun?” Nowa’nın sesi de giderek yükseliyordu. Baba oğul kavgasına neden olmak istemiyordum. Bu işin böyle gitmesini istemiyordum. Babası küçümseyici gözlerini üzerime diktiğinde yok olmak istedim. “Mesele de bu ya. Hiçbir şeyi yok. Ailesi yok, soyadı bile yok. Kimsesiz biri.” Gözyaşlarımı tutabilmek için yanaklarımı dişledim. En büyük yaram bir kez daha kanıyordu.

Elimi kurtarmak için daha çok uğraştım. Tek istediğim gitmekti. “Jieli kimsesiz değil. Onun ailesi benim.” Bir anda başımı Nowa’ya çevirdim. Gözlerini babasından ayırmıyordu. Söylediklerinin üzerimde yarattığı etkiyi göremiyordu. Saniyeler önce parçalanan ruhumu bir araya getirmişti. Hala ağlamak istiyordum ama bu sefer mutluluktan. Kollarımı boynuna dolamak ve hiç bırakmamak istiyordum. Dolu dolu gözlerle ona bakarken arakadan Efendi Zahel’in sesi yükseldi. “Jieli benim kız kardeşim gibidir Fenir.” Efendi Fenir ne diyeceğini bilemeyerek bakışlarını kaçırırken hanımımın “benim de kız kardeşim gibidir.” diyen sesini duydum. Ardından Valeria “benim de.” dedi. En son Efendi Ragaz’ın da “benim de.” diyen sesini duyduğumda boğazım düğümlenmişti. Hepsine teker teker sarılmak istiyordum. Durumdan hiç de memnun olmayan ve köşeye sıkışmış gibi görünen Efendi Fenir gözlerini üzerime dikti. Bakışlarında yalnızca ikimizin bildiği bir şeyler vardı. Sıktığı dişlerinin arasından “öğrenmesini mi istiyorsun?” dedi. İşte en büyük kabusum gerçek oluyordu. Çaresizce başımı sağa sola salladım. Gülüşünü sevdiğim adamdan gülüşünü çalmak üzereydim. Gözlerimden süzülen damlalara engel olamadım. “Neyi?” dedi. Soramasa olmaz mıydı? Keşke sormasaydı. Gözlerini babasından ayırmadan çenesini kaldırıp “annemin aslında öldürüldüğünü ve onu öldürenin babam olduğunu mu?” dedi.

Babasının beni tehdit etmek için kullandığı gerçeği zaten biliyordu.

Bölüm : 06.09.2025 21:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...