
Silva
Avuçlarımda çatırdayan güvenim ve yüreğimde yer edinen şüpheyle olduğum yerde öylece duruyordum. Acıyla kasılan yüreğim tek bir ismi dahi aklımdan geçirmeme müsaade etmiyordu. Umut etmek istiyordum ya da tüm bu hain saçmalığının koca bir rüyadan ibaret olmasını ve birazdan uyanmayı lakin ne bir umut kırıntısı vardı ne de uyanıyordum. İhanet ete kemiğe bürünmüş bir gerçekti ve soğuk nefesi ensemde, bilediği bıçağı gırtlağımdaydı. Soğuk nefesin ve her an boğazımı kesebilecek bıçağı tutan bir çift elin bir sahibi vardı ama kim olduğu muğlaktı. Adı haindi ama bir yüzü yoktu zihnimde canlanan. Olmasın istiyordum. Hain kelimesi tanıdığım kimseyle özdeşleşmesin istiyordum. Ragaz ve Azel düşüncelere dalmış suratımı izlerken onların da zihninin en az benimki kadar bulanık olduğunu biliyordum. Özellikle Ragaz benle yarışacak kadar berbat haldeydi. O aptal kâğıdı okurken her kelimede artan öfkesi hala dinmiş değildi. Aklından binlerce olasılık geçiyor ve binlercesi de yüreğine bir hançer saplıyordu. Ben birkaç aydır burada olmama rağmen bu denli berbat hissediyorsam Ragaz’ın yıllarını birlikte geçirdiği insanlardan birinin hain olduğunu öğrenmesi korkunç hissettirmiş olmalıydı.
“Gelmiyor muşunu?” diyen Nowa’nın sesi, zihnimin bataklığından çıkmamı sağlarken Ragaz kısa bir an masaya doğru dönüp başıyla geliyoruz der gibi bir hareket yaptı. “Bu meseleyi dönünce detaylıca konuşacağız.” diyerek en azından birkaç saatliğine konuyu erteledim. Girdiği karamsar ve öfkeli halinden pek de sıyrılamayan Ragaz başıyla onayladı. Kendini zar zor tuttuğunu tahmin edebiliyordum. Zahel’e olan bağlılığı ve sevgisinin ne denli büyük olduğunun farkındaydım. Öyle ki ilk zamanlarımda benden kesinlikle haz etmemiş hatta boynuma kılıç dayamıştı. Şimdi ise birinin Zahel’e zarar vermek niyetinde olduğunu öğrenmişti. Üstelik bu kişi bir haindi. Yüzümüze gülen ama ardında daima ihanet bıçağını taşıyan bir hain. Masaya doğru hareketleneceğimiz esnada birkaç saniyedir olduğu yerde kıvranıp duran Azel “Ragaz.” diyerek durmamızı sağladı. Zaten patlamaya hazır olan ve Azel’den de pek hazzetmeyen Ragaz ondan yana bakmadı bile. Durumu fark eden Azel sıkıntılı bir iç çektikten sonra yardım dilenen gözlerini bana çevirdi. Kahve gözleriyle Ragaz’ı işaret ederken ben de sıkıntılı bir nefes verip bakışlarımı Ragaz’a çevirdim. Başımla Azel’i işaret ettiğimde hoşnut olmadığını gizleme çabasına girmeden soğuk bakışlarını Azel’e dikti.
“Şey… savaşta-yani biz düşmanken sizden…” Güç bela bir araya getirdiği kelimelerden pek bir anlam çıkmıyordu. Cümlesini yarım bıraktığında bakışlarını yere sabitlemiş yüzü utanç ve derin bir pişmanlıkla kasılmıştı. Ne diyeceğini anlamış değildim ama belli ki sözcükler boğazına kadar çıkıyor, orda düğümlenip kalıyordu. Ragaz buz gibi delici bakışlarını Azel’in üzerinden ayırmıyor bir an önce ne diyecekse demesini istiyordu. Ona karşı fazla sabırlı değildi. Nowa’yla ikisinin Azel’e alışması zaman alacaktı. “Sizden kaç kişi öldü?” Güçlükle sorduğu soru ikimizin de kısa bir an birbirimize bakmasına neden oldu. Bu kesinlikle beklenmedik bir soruydu. Azel utanç içinde yerinde kıvranıp dururken Ragaz’ın kaşları normal olamayacak derecede çatılmıştı. “Neden?!” diye sordu insanın tüylerini ürperten bir hiddetle. “Yenildin ama yine de kendini tatmin edecek bir şeyler mi arıyorsun?!” Azel telaşla başını olumsuz anlamda sallarken Ragaz milim milim Azel’e yaklaşıyordu. Gerilim bir anda yükselmiş olsa da en azından Ragaz’ın bağırmıyor oluşu diğerlerinin bizi duymasını önlüyordu.
“Kaç kişiyi öldürdüğünü duymak seni tatmin eder?!” diyen Ragaz artık önümde duruyordu. Attığı sonraki adımla Azel’in dibine girmiş olacaktı. “Öyle bir niyetle sormadım.” diyerek kendini savunmaya geçen Azel’in sesi Ragaz’ınki kadar baskın değildi. Utanç ve pişmanlığı yüzünden zaten zorlukla konuşabiliyordu. “Ragaz.” dedim ikisinin arasına girerek Azel’i arkama alırken. Ragaz aralarına girmemden hoşnut olmadığını belli eden bir ifadeyle bana baksa da geri çekildi. Arkamdaki Azel “gerçekten kötü bir niyetim yok. Sadece bilmem gerekiyor.” dediğinde ona güvenmeyi seçtim. Bir kez güvenmiştim ve beni yarı yolda bırakmamıştı. Yine bırakmayacağını hissediyordum. “Kaç kişi kaybettik Ragaz?” Azel’e ters ters bakmaya devam ederken “yüzlerce yaralımız olmasına rağmen çok az kişiyi kaybettik. Tabi bu sevinilecek bir şey değil.” dedi. Çok fazla kayıp vermediğimizi duymak içimi rahatlatmıştı. Tehditkâr gözlerini Azel’den bir an olsun çekmeyen Ragaz “kırk kişi.” dedi. Gerçekten kaybımız çok azdı lakin Ragaz’ın da dediği gibi bu sevinilecek bir şey değildi.
Biz karargâha varana kadar ordu sivillerin yaşadığı yerleri boşaltmakla ve onları güvenli bölgelere almakla uğramış çok fazla çatışmaya girmemişti. Biz vardıktan sonra da iki kez çarpışmıştık. İlkinde çok fazla kayıp vermeden Azel geri çekilmişti lakin ikincisi için durum öyle değildi. Cadıların da devreye girmesiyle işler iyice kızışmıştı. Zaten kayıplarımızın büyük çoğunluğu ve yüzlerce yaralı cadılar yüzündendi. Neyse ki Koruyuculuğum tam vaktinde devreye girmişti. Saldırı biraz daha uzun sürseydi şayet kaybımız kırk değil dört yüz belki daha daz fazlası bile olabilirdi. “Şey.” Azel sorusunun cevabını almış olmasına rağmen yeterli gelmemiş gibi yine ağzında bir şeyler gevelemeye başlamıştı. Şansını fazla zorluyordu. “O kırk kişiye dair bilgilere ihtiyacım var.” Ragaz yumruklarını sıkarken ben de şaşkınlık içinde arkamı döndüm. Sorgulayan gözlerle bakarken “sorma. Sadece ihtiyacım var.” dedi ama sorulmayacak gibi değildi ki. “Yemin ederim kötü bir niyetim yok.” dedi yalvaran gözlerle. Sorgulamak istiyordum, bu bilgilerle ne yapacağını bilmek istiyordum ama öyle bir ifadeyle bakıyordu ki araladığım dudaklarımdan sözcükler çıkmıyordu. Ufacık bir soruda ayaklarıma kapanacakmış gibi bir hali vardı.
“Döndüğümüzde Azel’e istediği bilgileri verin.” dedim Ragaz’a dönüp. Kararımı onaylamayan bir ifade takınsa da “peki.” deyip buz gibi gözlerle Azel’e son kez bakıp masaya yöneldi. Azel’in verdiği rahatlamış soluğu ensemde hissederken gözlerim Kael’ı arıyordu. İçeri girdiğim andan beri her yerde onu arasam da bir türlü görememiştim. “Kael nerde?” dedim Azel’e dönüp. “Aç değilmiş. Bahçede olacağını söyledi.” Başımı salladım. Aslında çıkıp yanına gitmek, nasıl olduğunu görmek istiyordum ama Konsey birazdan burada olacaktı ve varlığımı hissetmek zorundaydılar. Koruyucu olarak ipleri ele aldığımı, bir nefes gibi enselerinde olduğumu bilmelerini sağlamalıydım. Yemekten sonra bahçeye çıkabileceğimi düşünerek masaya yöneldiğimde Azel’in “Silva.” diyen sesiyle durdum. Anladığım bir şey varsa o da; Azel bana yengecim demek yerine adımla sesleniyorsa kesinlikle hoş bir sohbet başlatmayacağıydı. Döndüğümde yüzünde çözemediğim bir ifade gördüm. Sıkıntılı ve üzgün gibi bir hali vardı. “Bana her zaman yengecim desen olmaz mı?” dedim sitem ve alayla karışık. Pek de gerçekçi olmayan bir şekilde gülümseyip “yengecimden hoşlanmıyor gibiydin.” dedi. “Hoşlanmıyor değilim. Ayrıca sen ne zaman adımla seslensen altından kötü şeyler çıkıyor.” Herhangi bir yorum yapmayıp birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra bir anda “gideceğim.” dedi.
Anbean büyüyen gözlerimle ona bakarken bu dediğinden ne anlam çıkarmam gerektiğini bilmiyordum. “Haince amaçlarla gitmiyorum. Geçmişi tekrarlamaya niyetim yok.” dedi biraz telaş biraz da çaresizce. Ona güvenmediğimi, bir işler çevirmek için gittiğini düşündüğümü varsaymıştı lakin yanılıyordu. Gideceğim dediğinde düşünebildiğim tek şey pişmanlığının onun yiyip tükettiği, abisinin yüzüne bakmaya yüzü olmadığı ve bu yüzden gitmek istediğiydi. “Neden?” derken sesim beklemediğim biçimde kırgın çıkmıştı. Azel’i yeterince iyi tanıdığımı söyleyemezdim ve başlarda kesinlikle korkunç bir izlenim yaratmıştı ama son olanlardan sonra gitmesini istemiyordum. Buraya gelirken Azel’in bir şekilde kendini affettirmeyi başaracağını ve Zahel’le hiç yaşayamadıkları o kardeşliği yaşayacaklarını hayal ederek gelmiştim. Gitmek, işte bu hayallerimin hiçbirinde yoktu. Kısa bir an bakışlarını masaya kaydıran Azel “söyleyemem. Sadece gitmem gerekiyor.” dedi. Bu cevap kesinlikle tatmin edici olmamıştı. “Nereye gideceksin Azel? Neden gitmen gerekiyor? Bu-bu hiç doğru gelmiyor.” “Geri döneceğim. Sonsuza kadar gitmiyorum.”
Sorularımı cevapsız bırakıyordu. Karamsar ruh halini neye yormam gerektiğini bilmiyordum ve kalması için ikna edemeyeceğim de barizdi. “Ne kadar süreliğine?” Gözlerini kaçırdı. Anlaşılan birkaç günden bahsetmiyorduk. “Emin değilim. Belki birkaç ay.” “Birkaç ay mı?” dedim şoke olmuş ifademle suratına bakarken. Birkaç ay şöyle dursun daha doğru dürüst birkaç gün bile geçirememişken birkaç aylığına gitmekten bahsediyordu. “Abim gitmeme karşı çıkabilir. Gerekirse onu ikna etmeme yardım etmeni istiyorum.” “Sen aklını mı kaçırdın?” derken inanamayan gözlerle bakıyordum ona. Gitmesini özellikle de ardında soru işaretleri bırakarak gitmesini kesinlikle istemiyordum ve o benden Zahel’i ikna etmemi bekliyordu. “Lütfen. Gerçekten gitmem gerekiyor.” dedi adeta yalvaran bir halde. Umutsuzca gitmesine yardım etmemi bekliyordu. “Kesinlikle olmaz.” diyerek keskin bir dille reddettim. “Silva lütfen. Beni anlamalısın. Gerçekten gitmem gerekiyor.” Gözlerimi bir anlığına sıkıca yumdum. Umutsuzca yardımım için çırpınışı kararlılığıma darbe indirip duruyordu. “Söylersen…” deyip emin olmayarak duraksadım. “Nedenini söylersen yardım ederim.”
Kesinlikle söylemek istemediği dakikalarca sessiz kalmasından belliydi. Dudakları mühürlenmiş gibi ağzını bıçak açmıyor kararsızlıkla gözlerime bakıp duruyordu. O söylememekte inatçıysa ben de öğrenmekte inatçıydım. Bilinmezliğe gitmek ve benim de onu bilinmezliğe itmemi istiyordu. Bunu kesinlikle yapmayacaktım. Yürümeyi istediği o yolu bilmeden ona önayak almayacaktım. Uzun süren çelişkisi nihayet son bulduğunda çaresiz bir nefes verip neden gitmek istediğini anlatmaya başladığı. Bitirdiğinde sadece “tamam.” dedim. Şayet Zahel gitmesine karşı çıkarsa ona yardım edecektim. “Teşekkür ederim.” derken sesi minnet dolu çıkıyordu. Karşılıklı birer gülümseme sunduktan sonra yokluğumuz daha hissedilir olmaya başlamadan masaya yöneldik. Dikdörtgen şekilindeki uzun masanın karşı tarafında Nowa, Valeria ve Su Tanrısı otururken bu tarafında Zahel ve Ragaz oturuyordu. Bir an kararsızlıkla boş sandalyeleri süzen Azel karşı tarafa geçerek Valeria’nın yanına oturdu. Muhtemelen hale Zahel’den çekiniyordu. Bu yüzden bu tarafa oturmak yerine karşıya geçmişti. Tabi az önce olanlardan sonra Ragaz’la yakın olmamak istememesi de normaldi. Gelişimle birlikte siyah harelerini üzerime çeviren Zahel sandalyesini usulca iterek ayağa kalktı.
Elini zarifçe belime yerleştirip bedenimi masanın başındaki boş sandalyeye yönlendirdi. Ardından sandalyeyi çekip oturmam için işaret etti. Buranın Aşin’e ait olduğundan nerdeyse emindim. Kendini Konsey Liderinden fazlası sanıyordu ve bu yer otoritesini temsil ediyordu. Var olduğunu sandığı otoritesini yıkmaktan büyük bir memnuniyet duyarak yavaşça yerime yerleştim. Tam o anda girişte beliren Konsey üyeleri sakin adımlarla masaya yaklaştı. Yerine oturmak yerine yanımda güven verici şekilde durmayı sürdüren Zahel kıstığı gözlerini Konseye dikmişti. Hepsi bana bakarak kısaca başlarını eğip beni selamladıktan sonra doğruldular. Ardından bizim dışımızdaki herkes de kalkıp Konseyi selamladığında hepsiyle gurur duydum. Ben her ne kadar Koruyucu olsam da Konsey de diyar için önem arz eden bir parçaydı. Yanlış fikirlere kapılarak saygısızlık etmemelerini takdir ediyordum. Tabi Aşin bunu hak etmiyordu ya neyse. Gözlerim önce Sofia’yı buldu. Sıcakkanlı bir ifadeyle bana bakarken gülümsüyordu. Onun ardından Aşin’i bulan gözlerimin karşılaştığı şey saklamaya uğraşılan bir kıskançlık oldu. Oturduğum yere hoşnutsuz gözlerle bakıyor yine de hislerini ustalıkla gizleyebiliyordu.
Kısa bir süre sonra herkes yemeğine odaklanmış ve kendi düşüncelerine dalmıştı. Zahel’le birbirimize ara ara güven verici kaçamak bakışlar atarken birinin nefret dolu bakışlarını üzerimde hissediyordum. Gözlerimi bakışların sahibine dikip “birkaç saat içinde Ölüm Sarayına döneceğim.” diyerek konuşmaya başladım. Aslen evime döneceğim demek istemiş olsam da Aşin’in yanlış fikirlere kapılmasını istemedim. Zahel’le olan birlikteliğimden ötürü Koruyuculuk görevimi tam olarak yerine getiremeyeceğimi, tapınakta da uzun süre bulunamayacağımı düşünüyor olmalıydı. Bundan yararlanmak için şimdiden planlar yapmaya başladığını biliyordum ama buna müsaade etmeye hiç niyetim yoktu. “Orada halletmemiz gereken meseleler var. Sonrasında tapınağa geri döneceğim. Bu süre zarfında tutmuş olduğunuz bütün kayıtları hazırlamanızı istiyorum.” Gözlerime meydan okuyan bir ifadeyle bakan Aşin geriye doğru yaslandı. “Konseyin yanlış işler yaptığını mı düşüyorsunuz?” Oldukça sinsi bir hamleydi. Diğer konsey üyelerini bu sözlerle bana karşı doldurmaya uğraşıyordu. İstifimi hiç bozmadan dirseklerimi masaya dayayıp parmaklarımı birbirine geçirdim ve zarifçe gülümsedim.
“Kayıtları daha ziyade bana rehber olabilmesi için gözden geçirmeyi düşünüyordum. Yanlış işler yapıldığı aklımın ucundan geçmemişti ama sorduğunuza göre bunu düşünmeli miyim?” Yüz kasları, içinde tutmaya çalıştığı öfkesi yüzünden seğirirken Konsey üyelerinin bakışları üzerine çevrilmişti. Oysa beni itham ettiğinde üzerime dönen tek bir bakış bile olmamıştı. Tabi Vala’yı saymıyordum. Koruduğu sükûnetine rağmen içeri girdiği andan beri Aşin gibi memnuniyetsizlikle bakıyordu bana. “Tabi ki hayır.” diyen sükûnetini bozma kararı alan Vala oldu. “Konsey düzen ve dengeyi sağlamak için her zaman doğru kararlar verdi. Tuttuğumuz kayıtları incelemek istemeniz oldukça makul. Sonuçta gerekli tecrübeye sahip değilsiniz. Size yardımcı olmak adına elimizden geleni yapacağımızdan emin olabilirsiniz.” Bu sefer gülen taraf onlar olmuştu. Aşin ve Vala zafer kazanmış bir ifade takınırken ifademi sabit tutmaya çalışsam da hoşnutsuzluğumu gizlemek zordu. Herkesin içinde lafı bana yeni yetme demeye getirmişti. Suratına bir tane geçirmek istiyordum.
“Her zaman doğru kararları veren Konsey benim diyarım katledilirken neredeydi?” diyen Zahel ortamı aniden buz çöllerine çevirmişti. Masadaki gerginlik hat safhaya çıkarken Aşin’le Vala’nın az önce keyifle ağızlarına tıktıkları lokmalar boğazlarında kalmıştı. Az önce hoşnutsuzluğumu şimdi de sırıtma isteğimi bastırmak zordu. Zahel kıstığı tehditvari gözlerini Vala ve Aşin’i üzerinden inatla çekmiyordu. Uzayıp giden sessizliği bozan yine Zahel oldu. “Bir cevabınız yok. Demek ki neymiş? Doğru kararları vermek tecrübeyle olmuyormuş.” diyerek son noktayı koydu. Ona kocaman bir gülümseme sunarken keyifleri kaçan Aşin ve Vala kısa bir süre sonra masadan ayrıldı. Yemeğin geri kalanında Nowa Zahel’e sataşıp dururken bir yandan da üstün körü olan bitenleri anlatıyorlardı. Tabi tanrılarla giriştiğim anlaşmaları özellikle es geçiyorlardı. Sohbete dahil olmayıp sessizce kendi düşüncelerine dalan tek kişi Azel’di. Onlar konuşmaya devam ederken hava almak istediğimi söyleyip kendimi bahçeye attım. Azel abisiyle arasındaki buzları eritmekte epey yavaş davransa da ben öyle değildim. Kael’a en başından ısınmışken ikizim olduğunu öğrendikten sonra onunla daha fazla zaman geçirmek istiyordum.
Birkaç dakika süren arayışım boyunca göz gezdirdiğim bahçe göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahipti. Arnavut kaldırımı döşeli patikanın sağ tarafında birer metre arayla çiçek tarhları vardı. Ne yazık ki tarhlar sonbaharın gelişi yüzünden çiçeklerden yoksun olsa da bu halleriyle de oldukça güzel duruyorlardı. Bahar geldiğinde buranın renk cümbüşüne döneceğine emindim. Biraz daha ilerlediğimde çiçek tarhlarının yerini artık farklı türdeki ağaçlar almıştı. Arnavut kaldırımlı patika devam etse de tarhlar yoktu. Ağaçlar çeşitli noktalarda irili ufaklı şekilde büyümüştü. Arlarında bazı meyve ağaçları olsa da hiçbirinde meyve yoktu. Sonbaharın başlarında olduğumuz için ağaçlar yavaş yavaş solmaya başlamıştı. Kael’ı birkaç adım ileride dalgın gözlerle etrafı izlerken buldum. Arkası bana dönük olduğundan henüz geldiğimi fark etmemişti. Yanına yaklaştığımda “Kael.” diyerek seslendim. Dalgınlaşan hareleri canlılık kazanıp bana döndüğünde dudaklarına zarif bir tebessüm oturdu. “Yemekte olman gerekmiyor muydu?” Sorusuna tamamen dürüst olmaya karar vererek cevap verdim. “Seni merak ettim.” Gülümsemesi daha da sıcak bir hal alırken benim de içimi ısıttı.
“Bizi düşünüyordum, özellikle de seni.” derken ifadesini korumaya çalışsa da harelerine çözemediğim bir karaltı çökmüştü. Pek de keyifli olmadığı belliydi. “Korkmalı mıyım?” dedim tereddütle. Başımızı dertten daha yeni kurtarmıştık. Hatta daha tam olarak kurtarmış bile sayılmazdık. Başka bir sorun duymayı hiç istemiyordum. Kael bu sefer ifadesini korumayı da bıraktı. Oldukça sakin bir hali vardı. Mor gözleri dingin, dudakları düz bir çizgi halindeydi. Yüzünde en ufak bir kırışıklık yoktu ve beyaza çalan teniyle uzun beyaz saçları sakinliğini doğal olmayan bir boyuta taşıyordu. Koruyucu güçlerine sahip olmasa da etrafına tapılası bir aura yayıyordu. Yine de tüm bu sakinliğine rağmen henüz bilmediğim düşünceleri kaşlarının belli belirsiz çatılmasına neden oldu. “Korkmak fazla olur ama acele etmek gerekiyor.” Tek kaşımı merakla kaldırıp soran gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim. Hala konun ne olduğunu anlamış değildim. “Gücünü yeni kazandın.” diyerek ihtiyatlı bir tavırla konuşmaya başladı. Koruyuculuk ve diğer her şeyde benden daha bilgiliydi. Koruyucu olarak doğan ben değil de o olsaydı Konsey’in yaptığı her şeye engel olarak diyarın başında durabilirdi. Ben yapamamıştım.
Xandria Konsey’den korktuğu için güçlerimi doğru dürüst kullanmama müsaade etmemişti. Zaten nasıl kullanacağımı öğretecek kimse olmadığından da potansiyelime hiçbir zaman ulaşamamıştım. Kael öyle değildi. Oriel, sahip olduğu güçleri en iyi şekilde geliştirmesi için elinden geleni yapmıştı. “Henüz tam potansiyeline ulaşmış değilsin ve Konsey benim tam bir Koruyucu olmadığımı anlamıştır. Anlamasa bile fark etmeleri uzun sürmez. Aynı şekilde senin de henüz zayıf olduğunun farkında değiller ve bunu anlamlarına müsaade edemeyiz.” Onu endişelendirenin ne olduğunu şimdi anlamaya başlamıştım. “Onlar gücünün boyutlarını fark etmeden güçlerini geliştirmen gerekiyor. Aksi halde zayıflığını bir fırsat olarak değerlendirebilirler. Konseye kendini açık etmek riskli bir işti. Bunun senin aleyhine sonuçlanmasına izin veremeyiz.” Haklıydı. Konsey zayıf olduğumu fark ettiği an beni ortadan kaldırma planları yapmaya başlayabilirdi. Gücümü şimdiye dek şifa sağlamak dışında pek kullanmamıştım. Savaşta olanları katmıyordum zira orda kontrol bende değildi. “Bu durumda bana bildiğin her şeyi öğretmen gerekecek.” dedim kocaman gülümserken. Endişe etmesi gayet normal olsa da bu henüz büyük bir problem değildi. Zaten geçmişte olduğu gibi yalnız da değildik. Etrafımız bizi her koşulda koruyacak insanlarla çeviriliydi. Konsey’in bize zarar vermesi öyle kolay olmazdı.
Gülümsemem bulaşıcı olacak ki Kael da çizgi halindeki dudaklarını kıvırdı. “Elbette ama benim bilgim de sınırlı. Gücünü bir nevi keşfederek büyütmen gerekecek ama elimden geldiğince yardım edeceğim.” “Teşekkür ederim.” deyip dayanamayarak kollarımı beline sardım. Beklemediği hareketim bir anda kasılmasına neden olsa da kollarıyla etrafımı sarıp göğsüne yasladığım başımın üzerini nazikçe öptü. Tam geri çekilmeye yeltendiğim esnada beklenmedik bir kuvvet bizi birbirimizden ayırdı. Şaşkınlık içinde başımı çevirdiğimde çoktan Kael’ın yakasını kavramış olan Zahel’i gördüm. Ben daha ağzımı açmaya fırsat bulamadan Zahel kaldırdığı yumruğunu Kael’ın suratına indirdi. Darbenin etkisiyle başı yana doğru düşerken Zahel’in kolunu güç bela yakalayıp aralarına girdim. “Zahel bırak onu!” Bir tuttuğum koluna bir bana bir de Kael’a bakarken öfkesi elle tutulur cinstendi. “Bu herifin burada ne işi var?!” diye sordu öfkeyle sıktığı dişlerinin arasından. Suratına yumruk yiyen abim olmasaydı şu duruma kahkahalarla gülebilirdim. Resmen al kardeşini vur abisine. “Kael benim ikiz kardeşim.” deyip kolunu bıraktığımda hareleri şaşkınlık parıltılarıyla aydınlansa da çattığı kaşları düzelmemişti.
İkisinin arasından çekilip karşı karşıya kalmalarını sağladığımda Kael’in yanağı kızarmış vaziyetteydi. Zahel’inse öfkesinin yerini kafa karışıklığı ve şüphe almıştı. Doğa üstü sakinliğini koruyan Kael elini uzatırken “düzgün tanışamamıştık Ölüm Tanrısı. Ben Kael Vellora.” dedi ve Zahel’in ifadesi taşlar yerine oturmuş gibi bir hal aldı. Elbette taşlar yerine oturacaktı. Geçmişte benim adımda Reyena Vellora’ydı ve Zahel bunu gayet net hatırlıyordu. Bakışlarını emin olmak ister gibi bana çevirdiğinde Kael uzattığı elini çekerken derin bir nefes alıp Kael’la olan durumumuzu izah etmeye başladım. Bitirdiğimde kafasındaki tüm şüphe dağılmıştı. Bu sefer elini uzatan o oldu. Kael Zahel’in elin sıkarken Zahel “durumu yanlış anladım.” erken sözcükler ağzından güçlükle çıkıyor gibiydi. Sanırım bu bir özürdü, tabi Zahel’in nazarında. Kael meseleyi üstelemedi ve Azel’de olduğu gibi ondan da özür dilemesini beklmedi. “Mühim değil ve merak etme sessiz kalacağım.” dediğinde Zahel’in yüzünden belli belirsiz bir rahatlama geçti. Bunu neye yormam gerektiğini bilmiyordum. “Siz Sideras kardeşler fazla kıskançsınız.” dedim ortamdaki havayı dağıtmak için. Zahel bana doğru tek kaşını kaldırarak döndüğünde “Azel de anlayıp dinlemeden Kael’e yumruk atmıştı.” Dedim. Dudakları hayran olunası bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bu konuda kardeşiyle gurur duyuyormuş gibi görünmesine ne demeliydim bilmiyordum.
❄️❄️❄️
Bahçedeki ufak krizin ardından diğerlerinin yanına dönmüş yaklaşık bir saat içinde toparlandıktan sonra Valeria bizim için portal açmıştı. Su Tanrısıyla yollarımızı tapınakta ayırmıştık. Şimdi hepimiz Ölüm Sarayının önünde duruyorduk. Buraya yabancı olan Kael bilge bir tavırla etrafı inceliyordu. Kael’in aksine açık bir merak içinde olan saray halkı bizi selamlarken aralarında bolca fısıldaşmayı da ihmal etmiyorlardı. Kael ve benim görünüşüm epey ilgilerini çekmiş olmalıydı. Özellikle alnımdaki sembolü fark edenlerin ağzı şaşkınlıktan o şeklini alıyor gözlerini uzunca bir süre üzerimden çekemiyorlardı. Mermer basamakları tırmanıp geniş kapılardan içeri adım attığımızda dikkatimi çeken ilk şey girişin diğer ucundaki kolonun yanında duran Jieli oldu. Yanındaki Dalinar’la sohbete dalmış gibi görünüyordu. Bu manzarayı fark eden tek kişi ben değildim. Nowa öyle katı bir ifadeyle bakıyordu ki bakışlarıyla yanlarında durdukları kolunu yıkabilecekmiş gibi bir hali vardı.
Gelişimizden haberdar oldukları için birkaç hizmetçi telaşla sarayın içinde koşuşturup duruyordu. Bizi fark ettiklerinde hızlı adımlarla yanımıza yaklaştılar. Sonunda bizi fark eden ikilinin yüzünde şaşkınlık belirdi. Jieli kocaman bir gülümsemeyle koşar adımlarla yanımıza gelirken Dalinar da muhafız adımlarıyla bize yaklaşıyordu. Herkes başını eğip bizi selamlarken Jieli Zahel’in önüne geçip hafifçe başını eğerek “sağ salim dönmenize çok sevindim efendim.” dedi. Sesinde dolu dolu bir heyecan ve mutluluk vardı. Zahel ellerini omuzlarına yerleştirip nazikçe sarıldığında birimiz dışında hepimiz gülümseyerek onları izliyorduk. Bir tek Nowa ateş saçan bakışlarını Dalinar’dan ayırmıyordu. Hain meselesini açtığımda Nowa’nın ne yapacağını tahmin edemiyordum. Dalinar’ı direkt günah keçisi ilan edeceğinden adım kadar emindim. Jieli’i Zahel’den ayrıldığında benim karşıma geçti. “Seni çok özledim.” diyerek kollarımı narin bedenine doladığımda “ben de sizi çok özledim hanımım.” diyerek karşılık verdi. Geri çekildiğinde daha yeni fark ettiği ayrıntı şoke olmasına neden oldu. “Hanımım bu-bu…” dese de şaşkınlığı doğru dürüst konuşmasına izin vermiyordu. “Detayları sonra anlatırız ama kısaca hanımın Koruyucu.” diyerek Valeria durumu olabilecek en kısa yoldan izah etti.
Jieli bir süre daha bana şaşkın şaşkın baktıktan sonra kollarını açmış bekleyen Valeria’ya da sarıldı. Ragaz’a da mutluluk dolu bir gülümseme sunarken sıra Nowa’ya geldiğinde gülümsemesi sonbahara kapılan yaprak gibi soldu. Nowa’nın bakışları hoşnutsuzdu. Jieli ne yapacağını bilemeyerek yeniden bize yaklaştığında gülümsese de gülüşü az önceki kadar neşe dolu değildi. “Hepiniz çok merak ettim.” dedi. Ne kadar meraklandığı ve endişelendiği ses tonundan bile anlaşılıyordu. “Neyse ki Dalinar bana sık sıkı mektup gönderdi.” Jieli’in anın heyecanıyla ve tamamen masumane bir tavırla söyledikleriyle yanağımın içini ısırıp bakışlarımı Nowa’ya kaydırdım. Yumruklarını sıkmış tüm hiddetiyle her şeyden bihaber karşımızda duran Dalinar’a dikmişti gözlerini. Dişlerini sıkarken bir anda “ne hoş.” diyerek söze girdi. “O hengamede sana yazmak hiç aklımıza gelmemişti.” Sözleri Jieli’yi yaralayıp geçti. Heyecanı ve neşesi tamamen sönerken bakışları önüne düştü. Valeria ikisi arasındaki gerilimi azaltmak için “neyse ki ben birkaç mektup göndermiştim.” diyerek gülümsedi. Jieli de güç bela bakışlarını yerden kaldırıp zayıf bir gülümseme sundu.
Valeria’nın her koşulda Jieli’ye mektup yazacağı doğruydu lakin Jieli’nin bilmediği aldığı tüm o mektupları yazmasını Valeria’dan Nowa istediğiydi. Üstelik göndermese de kendi de onlarca mektup yazmıştı. Yanında getirdiğine emindim ama bir gün Jieli’ye veriri miydi, işte onu bilmiyordum. Kısa bir sessizliğin ardından Jieli yanımızdaki yabancıları fark ederek meraklı gözlerle onları süzerken soran bakışlarını bana çevirdi. Bir Azel’le Kael’a bir de Jieli’ye bakarken nerden başlayacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. “Birikmiş işler olmalı.” diyen Zahel yıldızsız bir göğü andıran bakışlarını üzerime çevirdi. “Ben onlarla ilgileneyim. Sen de biraz dinlenip Jieli’ye olanları anlat. Sonra oturup konuşuruz. Olur mu?” Onaylar anlamda başımı salladım. Her ne kadar bir an önce Zahel’le konuşmak istesem de öncesinde kızlarla oturup uzun uzun konuşmak biraz da dinlenmek istiyordum. Tek kelime etmememe rağmen beni anlıyor olması yüzümde bir tebessüm oluşmasını sağladı. Birinin homurtusu kulağıma çalındığında başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Sol tarafta kalan Kael’ın yanında karargâhta gördüğüm şu kıvırcık saçlı kız vardı ve ikizime kızgın gözlerle bakıyordu.
“Yolu kapatmışsın. Çekilsene be. Heykel gibi dikilip kalmışsın.” diyerek homurdanırken kıstığı gözlerini Kael’dan ayırmıyordu. Üzerinde muhafızlara özgü olan siyah zırhıyla duruyordu. Kael çözemediğim bir ifadeyle karşısındaki kadını süzerken söylediklerine karşılık tek kelime etmiyordu. Kızgınlıkla Kael’a bakmaya devam eden kız bal rengi gözleriyle Kael’ı baştan aşağı süzerken “gerçi tam olarak bir heykele benziyorsun.” dedi. Söylediklerini resmen ağzım açık dinliyordum. Heykel benzetmesi çok yersiz sayılmıyordu aslında. Kael’ın mermer gibi teni ve nadiren değişen ifadesini düşününce oldukça makul bir benzetmeydi. Yine de kız kimin karşısında olduğundan bihaberdi. Acaba bilse yine bunları söyler mi diye meraklanmadım değil. Kael’ın sessizliği sinirlerini iyice bozmuş olacak ki gözlerini devirip yanından sıyrılarak karşımıza geçti. Tüm muhafızların yaptığı gibi tek dizinin üzerine çökerek bizi selamladıktan sonra doğruldu. Merakla “adın ne?” diye sordum.
“Eckart efendim.” Oyunbaz bir ruh haline bürünürken ifademi düz tutmaya çalışarak Kael’ı işaret edip “onun kim olduğunu biliyor musun?” dedim. Bal rengi gözlerini Kael’a çevirdiğinde hoşnutsuzluğunu güç bela gizliyordu. “Bilmiyorum efendim.” “Kendisi benim abim.” dediğim anda gözleri şaşkınlıkla irileşirken bakışlarını Kael’dan çekemedi. Kael tek kaşını kaldırmış şok edici bir şekilde hafif alaycı bir ifade takınmıştı. “Bilmiyordum efendim. İzniniz olursa işimin başına dönmek isterim.” derken pot kırdığının farkındaydı ve bir an önce gitmek istiyordu. Dudaklarım belli belirsiz kıvırılırken “peki, gidebilirsin.” dedim. Eckart arkasını dönüp bir adım atmıştı ki Kael’ın konuşmasıyla durmak zorunda kaldı. “Hiçbir yere gitmiyorsun.” Eckart hiç de istekli olmayarak arkasını dönüp harelerini Kael’a çevirdi. İfadesi fazlasıyla cüretkardı. “Az önce bana çarptın ve hakaret olarak nitelendirebileceğim sözler ettin. Bunun için özür dilemen gerekiyor.” Başımı bir anda ikizime çevirdim. Azel’den Zahel’den yumruk yiyip özür istemeyen Kael Eckart’tan böyle basit bir şey için özür dilemesini mi istiyordu?
Çenesini kaldıran Eckart “yolu kapatman senin hatandı. Hakaret dediğin sözlerse tamamen gerçek. Aynaya bakarsan gerçekten de bir heykele benzediğini ve benim bunu dile getirdiğimi görürsün.” diyerek adeta meydan okudu. Kael da benzer bir meydan okumayla ona bakarken “yani özür dilemeyeceksin?” dedi ve karşılığında aldığı yanıt “asla.” Oldu. Eckart Kael’ın tek kelime daha etmesine müsaade etmeden arkasını dönüp gitti. Şaşkına dönmüş halde az önce olanların gerçekliğini sorguluyordum. Eckart burnu düşse almayacak kişilerdendi anlaşılan. “Gitsek mi artık?” Valeria’yı onayladıktan sonra üç kız benim odamın yolu tutarken erkekler de Zahel’in peşine takıldı. Odama girdiğimiz de üçümüz de kendimizi yatağa bıraktık. Bağdaş kurarak birbirimizi görebilecek şekilde yerleştiğimizde Jieli’nin sorularını cevaplamaya ve olan biteni anlatmaya başladık. Her şeyi anlatmamız yarım saatten fazla sürdükten sonra oluşan sessizliği bozan heyecan ve biraz da gerginlik taşıyan Jieli oldu. Gözleri sonunda bizi görmenin neşesiyle ışıldarken aynı zamanda gerginlik olduğunu düşündüğüm hislerden ağzı kuruyormuş gibi yutkunup duruyordu. “Sonunda sizi gördüğüme ne kadar sevindiğimi anlatamam. Geleceğinizi biliyordum ama yine de gelmeyeceksiniz diye ödüm koptu.”
Valeria’yla ikimiz varlığımızı kanıtlamak istercesine Jieli’nin elini tuttuğumuzda üçümüz de tebessüm ettik. “Gördüğün gibi sapasağlamız ve buradayız. Hem bize güvenmiyor muydun? Ne diye bu kadar endişelendin?” Bakışları önüne düşen Jieli parmaklarıyla oynamaya başladı. Onu huzursuz eden bir şeyler olduğu barizdi. “Aslında bir kâbus gördüm ve tüm gün etkisinden çıkamadım.” dediğinde Valeria ile birbirimize baktık. “Ne gördün?” diyerek ikimizin de merak ettiği soruyu yönelten Valeria oldu. Düşünceli bir ifadeyle başını cam balkon kapısına çevirdi. Akşama birkaç saat daha vardı ve camdan süzülen güneş ışıkları odanın zemine düşüyordu. Kışa doğru adım adım ilerlediğimizden gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Çoğu bulut pamukları andıran beyaz renklerde olsa da birkaç kara bulut da gökte kendine yer edinmişti. Belki de çiseleyen bir yağmurla gece yer yüzü ıslanacaktı. Yeşil gözlerini yeniden bize çeviren Jieli pek de canlı olmayan bir ses tonuyla kabusunu anlatmaya başladı. “Ailemi.” Dediğinde bir an şaşkınlık ve merak karışımı bir ifadeyle birbirimize baktık. Jieli ailesine dair hiçbir şeyi hatırlamıyorken rüyasında onları görmüş olması beklenmedikti.
“Sen… onları hatırladın mı?” diye tedirginlikle sordu Valeria. Eğer hatırladıysa bu onun için iyi mi yoksa kötü mü olurdu kestiremiyordum. Ailesinin yokluğuna belki de alışmışken bu beklenmedik durum her şeyi tepetaklak edebilirdi. “Hayır.” Cevabı kısa ve netti. Sanki onları hatırlayamayacağına artık tamamen emin olmuş gibiydi. “Bazen onlarla ilgili rüya görsem de yüzleri olmuyor.” dediğinde üzerinden epey zaman geçse de Jieli’nin kaybettiği ailesinin yarasının tam olarak kapanmadığını anladım. “Bir ev vardı. Annem, babam, ben bir de kim oluğunu bilmediğim bir çocuk vardı. Yüzlerini seçemiyordum. Beni çağıyorlardı. Daha önce duymadığım bir ismi sesleniyorlardı. Benim adım değildi ama beni çağırdıklarını biliyordum. Onlara doğru koşuyordum ama ne kadar koşsam da onlara ulaşmıyordum. Sonra o çocuk kayboldu, geriye üçümüz kaldık. Kanlar içindeydik. Ne olduğunu bilmiyordum ama onlar ölüyordu, bunu biliyordum. Yardım etmek istesem de yapamıyordum. Gözlerimin önünde yok oluyorlardı. Her şeyim ellerimden kayıp gidiyordu.”
Sonlara doğru sesi titremeye başlayan Jieli birkaç kez yutkunarak yumruklarını sıkıp akmak için an kollayan yaşlarını tutmaya çalıştı. Yine de yeşil hareleri tuzlu damlalarla ıslanmıştı. Keder, özlem ve belirsizlik pembe dudaklarının titremesine neden oluyordu. “Uyandığımda yüzlerini hatırlamak için çabaladım, seslendikleri ismi ve o çocuğun kim olduğunu hatırlamaya çalıştım ama zihnim beyaz bir kağıttan farksızdı. Ailemin birini kaybetmiştim ve bütün gün diğerini de kaybedeceğim diye içim içimi kemirdi.” Burnumun direği sızlarken Valeria’yla uzanıp Jieli’ye sarıldık. Aradan geçen yıllar Jieli’nin yarasını kapatsa da sızısı geçmiş değildi. Bazen bir rüya bazen gördüğü bir aile tablosu kapanan yarasını sızlatıyordu ve sızlatmaya da devam edecekti. Canını en çok yakanın da onları hatırlayamaması olduğuna emindim. Bir ailesi olduğunu biliyor ama onlara dair hiçbir şey hatırlayamıyordu. Ne yazık ki artık hatırlasa da onlarla bir araya gelme gibi bir şansı yoktu. Jieli’nin her şeyi unuttuğu günün üzerinden yüz yıl kadar geçmişken ailesinin hayatta olması mümkün değildi. Ona geçmişinden bir tek adı kalmıştı. Soyadını bile hatırlayamıyordu.
“Merak etme. Bizi asla kaybetmeyeceksin.” dedim siyah saçlarını okşarken. Geri çekildiğimizde yanakların kayan birer damlayı hızlıca silip gülümsedi. “Bizden öyle kolay kurtulamazsın.” dedi Valeria oyunbaz bir ifadeyle. “Ayrıca seni şu geveze tavukla evlendirmeden hiçbir yere gitmeyeceğim.” Jieli hiç de gerçekçi olmayan bir gülümseme sunarken Valeria’nın Azel’in Nowa için yarattığı lakabı bu kadar çabuk benimsemesine şaşırdım. “Doğru söyle.” diyen Valeria kıstığı gözleriyle Jieli’ye bakıyordu. “Rüyandaki şu çocuk Nowa’ydı değil mi?” Normalde Nowa’nın adı geçtiği anda yanakları kızaran Jieli’nin yüzünde bu sefer hüzün vardı. Gitmeden önce bana söylediklerinden Valeria haberdar olmadığı için Jieli’nin halini fark etmemişti. “Değildi. Küçük bir çocuktu. Belki bir arkadaşım ya da akrabamdı. Emin değilim.” Ruhsuz bir sesle aldığı ciddi cevapla kaşlarını çatan Valeria ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bana baktı. Ben de neler olduğunu bilmediğimden bakışlarımı Jieli’ye kaydırdım. Sorup sormama konusunda yaşadığım ikilem dakikalarca sessiz kalmama neden olurken Valeria sabrı taşmak üzereymiş gibi gözlerini Jieli ve benim üzerimde gezdirip duruyordu.
“Fenir Rosth seni neyle tehdit ediyor Jieli?” Aniden ortaya attığım soru Valeria’nın gözlerinin irileşmesine neden olurken Jieli telaşlı bakışlarını bana çevirdi. Parmakları gerginlikle buz mavisi elbisesinin eteklerini kavrarken Valeria “tehdit mi?” dedi şaşkınlıkla. “Ne tehdidi? Neler oluyor?” Gri gözleri ikimizin arasında beklentiyle mekik dokurken “Nowa festivalde Jieli’ye hislerini açmış.” dediğim anda şok içinde kalakaldı. Nowa’nın cesaret edip de hislerini Jieli’ye açamayacağından o kadar emimdi ki bu haber doğal olarak şok etkisi yaratmıştı. “Ne?” dedi şaşkınlık dolu sesiyle. “Nasıl olur? Yani söyledi öyle mi? Ama-ama yani hiç öyle gibi değil. Kahretsin! Neler oluyor?” Kafası karışmış vaziyette bize bakıyordu. Jieli’nin dalgın gözleri hoş olmayan düşüncelere daldığını işaret ederken bildiklerimi Valeria’ya anlattım. “Nowa festivalde Jieli’yi öpmüş ama Jieli onu itmiş ve ona karşı hisleri olmadığını söylemiş.” Her bir kelimemle gözleri daha da irileşen Valeria hayatının şokunu yaşıyor gibiydi. Anlattıklarım gerçek olmasına rağmen inanmakta güçlük çekiyor gibi görünüyordu. Yıllardır Jieli’nın Nowa’yı sevdiğini bilirken bu duyduklarına inanamaması gayet doğaldı tabi.
“Nasıl olur? Jieli sen-neden? O şapşalı yıllardır seviyorsun. Her gün onunla olmanın hayalini kuran sen değilmişsin gibi nasıl böyle bir şey yaptın?” Sıraladığı sorulara karşılık aldığı kocaman bir sessizlik oldu. Elbisenin eteğini avuçlarında ezen Jieli bir türlü başını kaldırıp da tek kelime etmiyordu. Bilmek istiyordum. Fenir’in Jieli’yi neyle tehdit ettiğini, ikisinin birlikteliği önünde nasıl bir engel olduğunu. Söylese belki de bir çözüm bulabilir, işleri yoluna koyabilirdim ama susuyordu ve hem üzülüyor hem de üzüyordu. Elleriyle suratını ovuşturan Valeria sabrı taşmak üzereymiş gibiydi. O da en az benim kadar sorunun ne olduğunu öğrenmek ve yardım etmek istiyordu. Elimizi kolumuzu bağlayan Jieli’nin sessizliğiydi. “Jieli.” dedim yatıştırıcı bir tonda. Ellerimi yüzüne yerleştirip eğik tutuğu başını kaldırdım. “Yardım etmek istiyoruz. Problem her neyse bize söyleyebilirsin.” Bekledik. Ta ki Jieli kendini hazır hissedip de dudaklarını aralayan dek. “Sadece… babası birlikte olmamızı istemiyor.” dedi boğuk çıkan sesiyle. “Eğer birlikte olursak bu Nowa’nın üzülmesine neden olacak.” Neden diye sormaya niyetlensem de Jieli çarçabuk beni susturdu. “Daha fazlasını sormayın lütfen, söyleyemem. Babası beni istemiyor ve inat edip onula birlikte olursam bu onu üzmekten başka bir şeye yaramayacak. O yüzden bu meseleyi kapatalım artık.”
“Ne demek kapatalım?!” diyerek çıkışan Valeria bır hışımla ayağa kalktı. “Onu seviyorsun, o da seni seviyor. Babası istemiyor diye bir şey yok. İstemiyorsa ben istetmesini bilirim.” Öfkeyle dolan Valeria bir adım atmış ki Jieli telaşla onu kolundan yakaladı. “Lütfen yapma. İşler daha da kötüleşsin istemiyorum.” “Ben de arkadaşım mutlu olsun istiyorum ve o herifin buna engel olmasına izin vermeyeceğim.” Valeria ne kadar inatçıysa bu konuda Jieli de onun kadar inatçıydı. “Hanımım lütfen siz bir şey söyleyin.” diyerek yardım dileyen gözlerle bana bakan kız tamamen çaresiz durumdaydı. İstifimi bozmadan “otur Valeria.” dedim. Şaşkın harelerini bana çevirirken kaşları usulca çatıldı. Çehresinde onaylamaz bir ifade vardı. “Silva herif Jieli’yi tehdit ediyor diyorsun. Adam resmen mutluluklarına balta vuruyor. Benden öylece oturmamı bekleyemezsin.” Valeria değer verdiği insanların mutluluğu konusunda oldukça ısrarcıydı. Ne gerekiyorsa yapmaya hazır bir kişiliği vardı. “Sen ne dersen de Fenir inadından vazgeçmeyecektir Valeria. Ona gitmen inadını daha da arttırabilir.” Bir an tereddüt etse de sıkıntılı bir soluk verip gitmeyeceğini belli etti. Sonunda rahatlayabilen Jieli kolunu usulca bıraktı.
“Kimsenin bir şey yapmasını istemiyorum. Ben gayet iyiyim, gerçekten. Zamanla daha da iyi olacağım ve beni bu kadar önemsediğiniz için teşekkür ederim.” Gerçekçi olmayan tebessümüne gerçekçi olmayan bir tebessümle karşılık verdim. Valeria ise hoşnutsuz ifadesini korumaya devam etti. “Bu durum hiç hoşuma gitmedi.” diyen Valeria ile ortak hisler taşıyordum. Ona engel olmuş olsam da kendim Fenir’le konuşacaktım. Bu meseleyi, Jieli istemiş olsa da öylece bırakmaya niyetim yoktu. Kızlarla odada bir saat kadar daha kalsak da ara ara sekteye uğrayan sessizlik üçümüzün üzerine çöktü. Bir saatin sonundaysa Zahel’in çalışma odasının yolunu tuttuk. Şimdi hepimiz odanın bir köşesinde birbirimize bakıyorduk. Herkesi buraya toplayan bendim. Önemli bir mesele konuşacağımızı söylemiştim. Tabi Ragaz ve Azel meselenin ne olduğunu bildiğinden diğerleri kadar meraklı görünmüyorlardı. Aksine sıkıntılı bir ruh hali içindelerdi. Hareleri şüphelilerin üzerinde gezinmek için can atsa da kimseyle doğru dürüst göz teması kurmuyorlardı. Tabi Azel bu konuda Ragaz’dan daha rahattı. Valeria dışında diğerleriyle çok da samimi bir bağı olmadığı için rahatlıkla şüpheli gözüyle bakabilirdi.
Bakışlarımı çalışma masasının öbür tarafında oturan ve gözlerini bir an olsun üzerimden çekmeyen Zahel’e çevirdim. Öyle bir bakıyordu ki sanki son kez bakıyormuş gibiydi. Gözleriyle her kıvrımımı, her detayımı ezberlemeye uğraşıyordu. “Eee tanrıçam? Hepimizi buraya topladın. Konuşsan mı artık.” Ragaz, Nowa, Kael ve Valeria otururken ben, Jieli ve Azel ayaktaydık. Azel büyük ihtimalle diğerleriyle arasındaki gerilim yüzünden oturmamıştı. Jieli ise Nowa’ya yakın olmak istemediği için. Konuşmadan önce Azel’e döndüğümde cebinden çıkardığı rulo halindeki kağıtları elime bıraktı. “Bir düşmanımız var.” dedim en uygun kelimeleri seçerek. Zahel tek kaşını kaldırarak geriye yaslandığında merakla devam etmemi bekliyordu. “Bir değil tanrıçam, bizim çok düşmanımız var.” Ciddiyetsiz sözler Nowa’dan gelmişti. “Bunun için mi topladın bizi? Ne planlıyorsun? Tüm düşmanlarımızı bir araya toplayıp havaya mı uçuracaksın?” Nowa’nın alaycı kişiliğini sevsem ve beni çoğu zaman güldürmeyi başarsa da bu sefer gülemiyordum. Benim ciddiyetim herkesin benzer bir ifade takınmasına neden olmuştu. Nowa kısa bir an herkesi süzdükten sonra meselenin ciddiyetini kavrayıp ifadesini düzeltti.
“İçimizde bir hain var.” Deyip elimdeki kağıtları Zahel’in önüne bıraktım. Son sözlerim odanın ısısını bir anda düşürürken herkes kaskatı kesilmişti. “Hain mi?” diye şaşkınlıkla soran Nowa telaşla ayaklanıp Zahel’in önüne bıraktığım kağıtları kaptı. Kaşları okuduğu her kelimeyle çatılırken suratı kireç gibi olmuştu. Birkaç dakika içinde kağıtlar herkesin eline ulaşmış ben de bildiklerimi özetlemişim. Şimdi hepsi şoke olmuş gözlerle bana bakıyordu. “Kim?!” diye gürleyen Nowa oldu. “Bu planları yaptığımız sırada sen, ben, Ragaz, Valeria, Dalina, Su Tanrısı ve…” deyip bir anlığına duraksadım. “Baban vardı.” Dehşet dolu gözlerini bana çevirdiğinde “hayır.” dedi. “Hayır. İmkânsız. Babam-o… o asla böyle bir şey yapmaz.” Girdiği inkâr çabasıyla babasını ölesiye savunmaya hazır görünüyordu. Yerinden fırlayıp odanın içinde gerginlikle volta atmaya başladı. Bir ileri bir geri yürürken elini hırsla saçlarından geçiriyor babasının hain olması olasılığını şiddetle reddediyordu. “İmkânı yok. Kesinlikle yok.” diyerek kendi kendine mırıldanıp duruyordu. “Babam yapmaz. Hayır-hayır kesinlikle olmaz. Ben bile olabilirim ama o olamaz. Mümkün değil.”
Hepimiz gergin olsak da Nowa babası yüzünden daha da gerindi Onu anlıyordum. Babasının hain olduğunu düşünmek bile istemiyordu. Ailesi sadece babasından oluşurken ona böyle bir şeyi kondurmaması normaldi ama ben babasını pek tanımıyordum. Nowa ne kadar savunsa da ona inanmakta güçlük çekiyordum. Tabi bir de körü körüne babasını savunması dikkatimi çekmemiş değildi. Halinden babasından zerre şüphe duymadığı anlaşılıyordu. Babasının, bu denli güvenini kazanacak ne yaptığını merak ediyordum. Jieli’yi tehdit eden adamın mükemmel baba olduğu konusunda ciddi şüphelerim olduğundan Nowa’nın bu kesinliği beni düşündürtüyordu. Volta atmayı aniden kesip kaşlarını çattığında yüzünde müthiş bir nefret belirmişti. “Kesin o şerefsizin işi!” Kimden bahsettiğini anlamak zor değildi. “Geberteceğim o iti!” Hiddetle kapıya yöneldiğinde onu durduran Zahel’in gür sesi oldu. “Sakinleş ve otur.”
Sakinleşmekten hayli uzak olan Nowa dinmeyen öfkesiyle “o şerefsiz haninken nasıl sakinleşebilirim? Kendi ellerimle gırtlağını sıkacağım.” “Fevri davranıyorsun. Otur şuraya.” Hiç de istekli olmayarak kalktığı yere oturdu. Öfkeli ve gergindi. Salladığı bacağı da bunun en büyük işaretiydi. Nowa’nın çıkışmasından sonra kimseden çıt çıkmadı. Herkes bakışlarını Zahel’e çevirmiş bir şeyler söylemesini bekliyordu. O ise kaşlarını hafifçe çatmış gözlerini masaya dikmiş vaziyetteydi. Bakışlarından kafasının içinde hesap yaptığını anlayabiliyordum. Düşünüyordu, hainin kim olabileceğini, onu nasıl bulabileceğini. Bizse gergindik. Valeria, ben, Ragaz ve Nowa o gün o çadırda konuşulanları bilen kişilerdik ama hiçbirimiz birbirimize suçlayıcı ya da şüpheci gözlerle bakmıyorduk. Bu işin ardında biri vardı ama o kişinin bu odadan biri olması bana göre mümkün değildi.
“Kim olduğunu bulacağım.” diyen Zahel sonunda sessizliğini bozdu. “Nasıl?” diyen Nowa gerginliğini de öfkesini de tam olarak atabilmiş değildi. “Henüz bilmiyorum ama bulacağım. Şimdi müsaade ederseniz karımla konuşmam gerekiyor.” Herkes ayaklanırken benim gözlerim Zahel’de takılı kalmıştı. Konuşmayı şu an yapacağımızı düşünememiştim. Hain şu durumda daha mühim bir meseleydi ve ertelenmemesi gerekiyordu ama anlaşılan Zahel benimle hemfikir değildi. Herkes teker teker odadan çıktığında koltuklardan birine yerleştim. Zahel de kendi yerinden kalkıp karşımdaki koltuğa oturdu. “Hain bulmak daha önemli değil mi? Daha sonra da konuşabilirdik.” “Bundan daha da önemli bir konu var Ay Işığı.” dediğinde meraklanmaya başladım. Hainden daha önemli ne olabilirdi ki? Merak ve tedirginlikle konuşmasını beklerken gözlerimin içine bakıyordu. “Konseyin elindeki Kadim Kılıcı alıp buraya getirmeni istiyorum Ay Işığı.” Başımdan aşağı soğuk suların döküldüğünü hissettim. Zahel onun canı almak üzere olan kılıcı istiyordu, tanrıları öldürebilecek tek silahı.
Neden?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.39k Okunma |
5.41k Oy |
0 Takip |
58 Bölümlü Kitap |