37. Bölüm

❄️Geçmişin Külleri Part 1

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Yeni bölümümüz geldi bebeklerim. Oy verip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın. Hepinize keyifli okumalar.

Yazar

O akşam Ölüm Sarayının duvarlarında bir kadının çığlıkları yankılanıyordu. Saraya çöken ölüm sessizliğini kadının çığlıkları bir bıçak gibi kesiyordu. Saray sakinleri gerginlik içinde bekliyor telaşla koşuşturup duruyorlardı. Acı dolu bir çığlık daha yankılandığında kapının önünde volta atan Ölüm Tanrısı sıkıca gözlerini yumdu. Karısı içeride acı dolu çığlıklar atarken onun elinden beklemekten başka bir şey gelmiyordu. Şifacılar dakika başı odaya girip çıkıyor her seferinde başlarını olumsuz manada sallıyorlardı. “Ikının efendim çok az kaldı.” diyen kadın hayatı boyunca onlarca kadının doğumunda bulunmuş olmasına rağmen ilk defa gerginlikle dolup taştığını hissediyor, bu gerginliğinin aldığı solukları kesebileceğini bildiğinden kendini sakin kalmaya zorluyordu.

Ölüm Tanrıçası şifacının sözlerine uyup bir kez daha çığlığı eşliğinde ıkındığında şifacının yüzünde heyecanlı bir gülümseme oluştu. Bebeğin başı gözükmüştü ve bu iyiye işaretti. Saniyeler birbirini kovalayıp dakikalara dönüştü. Tanrıça çığlıkları eşliğinde şifacının dediklerine uymaya devam etti ve sonunda Tanrıçanın çığlıkları bir bıçak gibi kesilirken Ölüm Sarayının duvarlarında bu kez bir bebeğin ağlama sesleri yankılandı. Şifacılar hazırda beklettikleri örtüyle yeni doğan bebeği sarıp sarmalarken acısı dinen tanrıça merak ve mutluluk dolu gözlerle şifacıların kucağında tuttuğu bebeğine bakmaya çabalıyordu.

Genç şifacı gülümseyerek ağlamaya devam eden bebeği annesinin kollarına bıraktığında dolu dolu gülümseyen tanrıça minik kızının alnına ilk öpücüğünü kondurdu. Ne yazık ki minik bebek annesinin kollarında daha birkaç dakika geçirmeden şifacılar tarafından alındı. Tanrıça yeniden çığlıklara boğulduğunda genç şifacı telaşla bebeği alıp odadan çıktı. Babasının kollarına teslim edilen bebeğin etrafı şifacılarla sarılıydı. Sağlıklı görünmesine ve sorunsuz doğmasına rağmen tedbiri elden bırakamıyorlardı. Zira bu bebek Ölüm Tanrısı ve Ölüm Tanrıçasının ilk çocuğuydu. Ölüm Tanrısı kucağındaki minik kızına gülümserken karısının durumunu da sordu. Genç şifacı şu ana kadar bir sorun olmadığın söylediğinde ise içi biraz daha rahatladı.

Tanrıçanın çığlıkları bu sefer yürek parçalayıcıydı. Ardı ardına öyle bir bağırıyordu ki etrafını saran şifacılar korkuyla ürperiyordu. Bu çığlıkların iyiye haberci olmadığını bilseler de kendilerini sakin kalmaya zorluyorlardı. Şifacı tüm bilgi ve deneyimini kullanırken kan ter içinde kalmıştı. Tanrıça ise artık dayanamayacağını düşünüyordu. Canı öyle bir yanıyordu ki sıkmaktan dişlerini kıracağını düşünmeye başlamıştı. Tüm vücudu ve yattığı yatak terden sırılsıklam olmuştu. Gerginlik ve korku hat safhaya ulaşmıştı. Herkesin yüreği gümbür gümbür çarparken kendilerini en kötü sona hazırlıyorlardı. Dakikalar birbirini kovaladı, saatler su gibi akıp geçti. Lakin inatçı bebek bir türlü annesinden ayrılmak bilmedi. Belki de hissetmişti doğduğu takdirde onu bekleyen kaderin ne olduğunu da çıkmak istemiyordu şimdi.

Saatlerdir annesine acı çektiriyor yine de inadından vazgeçmiyordu. Zira biliyordu; şimdi onu dünyaya getirmek için canını dişine takan kadının yüreğindeki en büyük yaralardan birinin mimarı olacağını. Sarayın duvarlarında çığlıklar yankılanmaya devam etti. Şifacılar kan, ter içinde inatçı bebeği dünyaya getirmek için çabalarken kalpleri korkuyla çarpıyordu. Sonra bir şey oldu. Orta yaşlarını çoktan geçmiş olan şifacı Yara’nın sesi tanrıçanın sesiyle beraber kesiliverdi. Diğer şifacılar korkuyla bir tanrıçaya bir de şifacıya bakarken olmaması gereken bir sessizlik çöktü üzerlerine. Tanrıçanın gözleri kaplıydı ve şifacı ağzını açıp tek kelime etmiyordu. Bebek sağlıkla dünyaya gelmiş miydi? Tanrıça iyi miydi? Bu sessizliğin sebebi neydi? Birkaç dakikanın ardından şifacı titreyen dizlerle doğrulduğunda yüzünde kendinin bile anlam veremediği huzur dolu bir gülümseme vardı. Öyle içten ve huzur dolu bir gülümsemeydi ki gözlerinin kenarlarındaki bütün kırışıklıklar ortaya çıkmıştı.

Gözleri kollarında tuttuğu minik bebekten ayrılmazken diğer şifacılar dinmeyen endişeleri ve meraklarıyla ona bakıyordu. Akıllarında ise tek bir sordu vardı; bebek neden ağlamıyordu? Yaşlı şifacının gülümsemesi silinmezken gözlerini de bebekten bir an olsun ayırmıyordu. Ağlamadığını fark etmiyordu ya da bir sorun olmadığını düşünüyordu. Diğerleri ise onunla aynı fikirde olmasa gerek birbirlerine ve Yara’ya tedirginlikle bakıyordu. “O… oğlum.” Tanrıça güçlükle gözlerini açıp şifacının kollarında duran bebeğine baktığında diğerleri telaşla tanrıçanın başına toplanıp iyi olup olmadığını kontrol ettiler. Bu Ölüm Tanrıçasının çocuğuna ilk kez oğlum deyişiydi ve ne yazık ki sonuncusuydu da. Çiçeği burnunda anne titreyen kollarını şifacıya uzattığında kadının kollarındaki bebek nihayet ağlamaya başladı. Öyle bir ağlıyordu ki ciğerleri parçalanacaktı sanki.

Yara içinde bir yerlerde peyda olan uğursuz bir hisle kaşlarını çatarken yatağında doğrulan tanrıçanın kollarına bıraktı bebeği. Sevinçle bebeğini kollarına alan tanrıça huzur ve mutlulukla doluydu. Dokuz ay boyunca karnında taşıdığı minik bebeğini iyi olduğundan emin olmak için dikkatle inceledi. Simsiyah gözlerine baktı gülümserken, ona uzattığı minicik ellerine, karanlığa doğan bir ışığı andıran yüzüne. Silinmeyen gülümsemesiyle oğlunu öpmek için uzandığında donup kaldı. Bu sırada içeri gerginlikten yerinde duramayan Ölüm Tanrısı girdi. Bebeğinin sesini duyduğu anda daha fazla kapıda duramayacağına karar vermişti. Hızlı adımlarla yatağa doğru yaklaştığında şifacıların hepsi geri çekildi. Ölüm Tanrısı önce rahatlamış bir gülümsemeyle karsının kollarında duran oğluna baktı. Ardından bakışları eşine kaydı ve ifadesini gördüğünde onun da gülümsemesi yüzünde donup kaldı.

Tanrıçanın bebeği tutan elleri titrerken gülümsemesi de anbean soldu, yerini dehşet dolu bir ifadeye bıraktı. Gözlerini bir anda nefret bürüdü. Tanrıça kendi oğluna eşi benzeri görülmemiş bir nefretle bakarken “hayır.” dedi hiddetle. “Hayır, hayır, hayır.” Bir an bile düşünmeden, gözünü dahi kırpmadan bebeği kucağından fırlattığında herkesin yüreği korkuyla çarptı. Yatağın kenarına sertçe düşen bebek daha çok ağlamaya başladı. Bu canın ilk yanışıydı ve son olmayacaktı. Ölüm Tanrısı hayretler içerisinde delirmiş gibi davranan karısına bakarken ağlamaktan kıpkırmızı kesilen bebeğini kucağına aldı. “Hayır, hayır. O canavarı ben doğurmadım. Hayırrrr.” Bir annenin kendi oğlu için söylediği sözler herkesi dehşete düşürdü. Öyle bir nefretle öyle bir kinle bakıyordu ki gözleri sanki kendi bebeğine değil de can düşmanına bakar gibiydi.2

Küçük bebek sanki her şeyin farkındaymış gibi daha çok ağladı. Susmadı, belki de hissediyordu ruhunda açılan yaranın büyüklüğünü. Annesi ondan nefret ediyordu, oysa o masumdu. Masumdu değil mi? Daha doğalı dakikalar bile olmamışken öz annesinde gördüğü bu nefreti hak edecek hiçbir şey yapmamıştı, yapmış olamazdı. Öyleyse neydi bu nefretin sebebi? Doğmak mıydı tek suçu? Oysa o doğmamak için çok direnmişti. Annesi ise doğsun diye çok direnmişti. Bu durumda suçlu nasıl o olabilirdi ki? Varlığı mıydı gördüğü bu nefretin sebebi? Var olmak istememişti ki. Seçme şansı olsaydı düşmezdi annesin rahmine. Seçme şansı olmamıştı ve bu onu hayatı boyunca keşke hiç doğmasaydım demeye itecekti. Belki şimdi konuşamıyor düşünemiyordu ama konuşmayı öğrendiğinde ilk söylediği keşke doğmasaydım olacaktı.

“Götürün o canavarı buradan! Götürün! Götürün! İstemiyorum! İstemiyorum.” Tanrıça çığlıklar atıyor, saçlarını yoluyor, kendine zarar veriyordu. Canın yandığını hissetmiyordu, hissettiği nefret acısının önüne geçiyordu. Annesinin çığlıklarıyla beraber bebeğin sesi de yükseliyordu. Canavar diyordu minicik bebeğe. Canavar olmayı geçtim daha doğru dürüst nefes bile alamazken canavar olacak ne yapmış olabilirdi ki? Babasının kollarında duran minik bebek dünyaya geleli dakikalar olmadan öksüz kaldı bu sözlerle. Annesi belki ölmemişti ama ölerek öksüz bıraksaydı o bebeğin canı daha az yanardı.

Ölüm Tanrısı ne yapacağını bilemeyerek bir kucağında ağlayan oğluna bir de aklını kaybetmiş gibi davranarak aynı şeyleri tekrar edip duran eşine bakıyordu. Şifacılar tanrıçayı sakinleştirmek için uğraşırken tanrıça onları itekliyor, saçlarını yoluyor ve bağırıyordu. “Ben doğurmadım. O canavar benim çocuğum değil. Ben onun annesi değilim.” Karısının dediklerine anlam veremeyen Ölüm Tanrısı çaresizce kucağında duran oğluna baktı. Karsının neden bu hale geldiğini anlamaya çalışırken gözlerinin takıldığı nokta donup kalmasına neden oldu. Başını çevirip duran bebeğin ensesinde orada olmaması gereken bir şey vardı. Ölüm Tanrısı dikkatlice bebeğin başını çevirip baktığında dudaklarından “şeytan.” kelimesi döküldü. Oğlum demedi ve hayatı boyunca da demeyecekti. Karsının gözlerini bürüyen nefret onun da gözlerinde şimşekler çaktırmaya başladığında bir an bile düşünmeden kollarını çekti.

Yara kendi yere atarak bebeği şiddetli darbeden kurtarıp ayağa kalktığında nefret onun da gözlerinde konuk olmuştu. Lakin onun nefreti de öfkesi de yeni doğmuş bebeklerini öldürmek isteyen tanrı ve tanrıçadaydı. Bebeği bırakırken belki niyetleri öldürmek değildi ama olacak olan buydu. Şayet Yara bebeği tutmayı başaramasaydı ölmüş olacaktı. Bir anne yeni doğan bebeğini öldürmek istedi, bir baba yeniden doğan bebeğini öldürmek istedi. Yara neyin yanlış olduğunu anlamak üzere dikkatle bebeği incelerken aslında en büyük yanlışın tam karşısında durduğunu biliyordu. Bir tanrı ve tanrıça değildi, bir anne ve baba ise hiç değildi. Onlar canavardı, şeytandı.

Bebeğin ensesindeki işareti gördüğünde yaşlı şifacı nihayet neler olduğunu anlayabilmişti. Büyük bir kaosa sebep olan Şeytan Kralın sembolüyle doğmuştu bebek. “Onu götür Yara. Ölmesin ama yaşadığını da hissetmesin.” Yaşlı şifacı ağzını açsa söyleyebileceği onlarca şey vardı. Lakin susmayı seçti. Zira karşısında duranların gözlerinde öyle bir nefret, öyle bir kin vardı ki sabaha dek konuşsa da hiçbir şey değişmezdi. Kadın tek kelime etmedi, bebek için hazırlanan örtüyü aldı ve minik bebeği güzelce sarıp kapıya doğru yürüdü. “Zahel.” diye fısıldadı ağlayan bebeğin kulağına doğru. Tanrıçanın hamile olduğu zamanlarda Yara erkek olursa diye onlara bu ismi önermişti. Tanrıça ise tam içine sinmediğini söyleyip Zahel’den yola çıkarak Azel ismini bulmuştu. O gün neşe dolu bir gülümsemeyle kocasına dönüp “bebeğimiz erkek olursa adı Azel olsun.” demişti.1

Dokuz aydır heyecanla bekledikleri bebekleri doğmuştu ama doğdu an hem öksüz hem yetim kalmıştı. Annesi ona adını söylemek yerine canavar demişti. Babası oğlunu bağrına basmak yerine ölüme mahkûm etmişti. Zahel Sideras o gün doğmamak için çok direnmiş ve hayatının geri kalanında da hiç doğmamış olmayı dilemişti.3

❄️❄️❄️

Yıllar geçti Zahel büyüdü ve güzel bir çocuk oldu. Ne yazık ki güzellik sadece yüzüne uğrayabildi. Onu da ailesi elinden almak için her şeyi yaptı. Yara küçük Zahel’i doğduğu gün almış ve ona hem bir anne hem bir baba olmaya çalışmıştı. Ne var ki öz babası ve annesi onun mutlu olmasına hiç müsaade etmemişti. Yara Zahel’i sarayın içinde gözlerden uzak küçük bir odada büyütmüştü. Elinden gelen tüm çabayı göstermesine rağmen hak ettiği gibi bir çocukluk yaşamasını sağlayamamıştı. Zahel annesinin de babasının da kim olduğunu biliyordu, her şeyi biliyordu. Öz ailesi onu görmeye tahammül edemiyor ama canını yakmak için karşısına çıkmaktan da geri durmuyorlardı.

Zahel’in ikizi sadece bir gün hayatta kalabilmiş sonrasında gözlerini sonsuza dek kapatmıştı ve onlar bundan Zahel’i sorumlu tutmuşlardı. Küçük Emilia ölmüştü ve ailesi tüm suçu oğullarına yıkmış ona katil olduğunu söylemekten bir an olsun çekinmemişlerdi. Oysa Zahel aynı karnı paylaştığı kardeşini hiç görmemişti bile. Annesi Ölüm Tanrısına sürekli onun ölmesini istediğini söylüyordu, hatta bunu bizzat kendisinin yapmak istediğini. Bir anne kendi çocuğunu elleriyle öldürmek istiyordu. Bunun düşüncesi bile kan dondururken Zahel bunu yaşamıştı, üstelik daha küçük bir çocukken. Işık Konseyi bile Zahel’in hiç doğmaması gerektiğini söyleyerek üstü kapalı olarak ölmesi gerektiğini ima etmişlerdi. Tanrıça küçük kızının öldüğünü öğrendiği ilk anda oğlunu öldürmeye kalkmıştı. Aldığı bıçakla küçük Zahel’in kaldığı odaya girdiğinde huzurla uyuyan bebek neler olacağından bir haberdi.

Gözünü bile kırpmadan bıçağı kaldıran tanrıçayı son anda eşi zar zor durdurabilmişti. İkisi de bebeğin ölmesini arzu etmelerine rağmen Ölüm Tanrısı tek varisi Zahel olduğundan hayatta kalmasını sağlıyordu. Şayet ölürse ve başka çocukları olmazsa diyarının ve doğal dengenin yıkılacağını düşünüyordu. Oğlunun canına kıymet vermeyen tanrı diyarı ve dengeyi düşünüyordu. Kendi kanından olanı koruyamayan, korumayı geçtim içten içe ölmesini arzulayan biri başkalarını koruyabilir miydi? Bu küçük Zahel’in ilk ölümden dönüşü olmamıştı. Ölüm Diyarında ölüm çok kez kapısını çalmıştı. Annesi birçok kez onu öldürmeyi dense de eşi tarafından görevlendirilen muhafızlar onu engellemişti. Ne var ki bu muhafızların arasında da Zahel’i öldürmeye çabalayanlar olmuştu. Bir muhafız gecenin karanlığına sığınarak küçük Zahel’i beşiğinde kılıçtan geçirmeye niyetlenmişti. Nedeni ne miydi? Şeytanın işaretini taşıyordu. Masum bir bebeğin ölmesi için üzerine yapıştırılan bir damga ölümünü meşru kılıyordu.2

Diyarda her şeyden bihaber olan küçük Zahel’in ölümünü arzulayan o kadar çok kişi vardı ki bu dehşet verici gerçek insanın tüylerini ürpertiyordu. Küçük Zahel iki yaşına geldiği gün hala hayatta olduğunu öğrenen halk ayaklanıp sarayın kapısına dayanmıştı. Hep bir ağızdan “şeytana ölüm, şeytana ölüm.” diyerek bağırırken her birinin yüreği katran karasına bürünmüştü. Onca insan toplanmış küçücük bir çocuğun ölmesi için dolu dolu çığlıklar atıyordu. Biri hastalanıyordu ve suçlu olarak küçük Zahel’i gösteriyordu. Biri ölüyordu herkes Zahel’i suçluyordu. Doğumunun felaketler getirdiğine inanıyorlardı. Gözleri öyle bir dönmüştü ki insanlıklarını kaybetmişlerdi ve çıkıp masum bir çocuğun ölümü için çığlıklar atıyorlardı.

Küçük Zahel büyürken herkesten tek duyduğu keşke hiç doğmasaydın olmuştu. Nefret dolu gözlerle bakan ve ölümünü arzulayan insanların arasında büyüyen Zahel’in ilk söylediği ne anne ne baba olmuştu. Onu bütün diyara inat sevgiyle büyüten Yara’nın adını bile söylememişti. Zaten olması gerekenden geç konuşmuştu ve ilk sözleri keşke hiç doğmasaydım olmuştu. Yara bunu duyduğu anda göğsünün orta yerine bir acı çöreklenmiş dolan gözlerindeki yaşları tutamamıştı ve minik Zahel kendisini seven tek insanın göz yaşlarının sorumlusu olarak da kendini göstermişti. Zaman geçmiş Zahel ölmesini dileyenlere inat büyümeye devam etmişti. Ne var ki hak ettiği gibi büyüyememişti. Ruhu yara bere içindeydi. Anne sevgisi nedir bilmiyordu, bir babaya sahip olmak nasıl hissettirir bilmiyordu. Hissetmeyi en çok arzuladığı şey ölümdü. Bir çocuk ölümü arzular mıydı? Bir çocuk ölümün ne olduğunu kavrayabilir miydi? Zahel biliyordu, arzuluyordu. Her şeyden kendini sorumlu tutarken ölümün onu bulmasını istiyordu.

Altı yaşındaki Zahel sarayda dolaşması yasak olmasına rağmen gizlice odasından çıkıp mutfağa gitmişti. Akşam olduğundan mutfak boştu. Herkes işlerini halledip gitmişti. Küçük Zahel meraklı gözlerle etrafı kurcalarken masada duran kek tüm dikkatini çekiverdi. Sandalyeye tırmanıp masadan aldığı bir dilim keke bakarken kendini gülümsemeye zorluyor ama bir türlü başaramıyordu. Hayır, aç değildi ve keki kendisi için de almıyordu. Minik adımlarla mutfaktan çıkan Zahel karanlığa sığınarak sarayın içinde minik adımlarla ilerledi. Kimselere görünmeden üst kata çıktığında annesinin mi yoksa babasının mı yanına gitse karar vermedi. Uzun uzun hangisinin ondan daha çok nefret ettiğini düşündü. Ne yazık ki bu sorunun bir cevabı yoktu. Öz ailesinin nefreti öyle büyüktü ki küçük Zahel bunu kavrayamıyordu.

Nedensizce babasının yanına gitmeye karar verdiğinde adımlarını çalışma odasına yönlendirdi. Sarayda dolaşması yasak olmasına rağmen bazı geceler gizlice babasını takip ettiğinden çalışma odasının yerini biliyordu. O gecelerde kapının deliğinden uzun uzun babasını seyreder ondan neden nefret ettiğini anlamaya çalışırken ensesindeki sembolü tırnaklarıyla kazımaya çabalardı. Bazen de annesini izlerdi kapı deliğinden. Sonra kendi odasına döner aynanın karşısına geçer ve tırnaklarını ensesine saplayıp kanayana kadar uğraşır o işaretten kurtulmaya çabalardı. Her defasında da Yara gelip yaralarını sarar ona masum olduğunu, seçemediklerimizin bizi kötü kılmadığını fısıldardı. Zahel buna inanmıyordu ve Yara da bunu biliyordu. Yine de söylemekten vazgeçmiyordu. Çünkü kimse inanmasa bile Yara onun belki de tanıdığı en masum insan olduğuna içtenlikle inanıyordu.

Bu sefer kapının deliğinden bakmadı. Minik eliyle kapı çaldı ve içeri girdi. Babası önündeki kağıtlara bakarken kimin geldiğine bakmıyordu. “Ne oldu?” diye sorduğunda küçük Zahel minik adımlarla masaya yaklaşıp keki bıraktı. Sessizliği fark eden Ölüm Tanrısı başını kaldırıp önce çaresiz ve korku dolu gözlerle ona bakan oğluna ardından masaya bıraktığı kek tabağına baktı. Hiçbir şey demeden öfkeyle tabağı tuttuğunda Zahel de korkuyla tabağı tuttu. “Özür dilerim. Yemek istemiyorsanız götürürüm.” Baba demiyordu, diyemiyordu. Babası bunu ona yasaklamış, ona ilk kez baba dediğinde perişan hale gelen dek onu dövmüştü.

Küçük Zahel titreyen ellerle tabağı alıp geri geri adımlarken minik yüreği korkuyla çarpıyordu. Tek istediği babasının bir an bile olsa ona sevgiyle bakmasıydı. Onun için bir şeyler yapmak istemişti, gördüğü nefrete rağmen. Ne yazık ki bazı insanlar imkânsızdır. İmkansızlıkların olmadığı dünyada imkânsız insanlar vardır. Zahel geri geri adımlarken elleri titriyordu, dizleri titriyordu. Karşı karşıya kaldığı kin dolu gözler yüreğini de titretiyordu. Ölüm Tanrısı tüyler ürperten bir ifadeyle oğluna bakarken masasında duran minyatür kılıcı eline aldı. Bir parmak büyüklüğünde olan kılıcı tereddüt etmeden karşısında titreyen oğlunu hedef alarak fırlattı. Kılıç küçük Zahel’in gözünü yarım milimle sıyırırken gözünün kenarından kulağına kadar keskin bir acı hissetti. Çığlık atmadı, tepki vermedi. Elindeki tabak yere düştüğünde titreyen elini gözüne doğru götürdü. Gözleri dolarken parmaklarına bulaşan kana korkuyla baktı.1

“Gözüne saplanmasını umuyordum. Peki, sen ne olmasını umuyordun?” Küçük Zahel cevap vermedi. Bedeni korku ve hayal kırıklığıyla titrerken parmaklarına bulaşan kana bakmaya devam etti. “Kek getirdin diye canavar olmaktan kurtulacağını mı sandın?” Hayır, Zahel’in amacı bu değildi. Zaten canavar olmaktan kurtulamayacağını kabullenmiş, kabullenmek zorunda kalmıştı. Adından çok canavar kelimesini duyarken nasıl kabullenmezdi? Oysa kabullenmemesi gerekirdi. O ne bir canavardı ne de kötü bir insan. Belki de kaderin bir oyunu olarak taşımaması gereken bir işaretle doğmuş masum bir çocuktu. Rahat bir tavırla geriye doğru yaslanan Ölüm Tanrısı şeytani bir gülümsemeyle karşısında acı çeken oğluna baktı. Canını yaktığını biliyordu ve bundan zevk alıyordu.1

“Aslında amacını biliyorum.” dediğinde Zahel ürkek bakışlarını babasına çevirdi. “Buraya gelirken belki sana teşekkür ederim sandın. Gülümserim, belki başını okşarım ya da en azından nefret ederek bakmam sandın.” Yarasından kan boşalmaya devam eden Zahel’in yüreği titredi. Babası biliyordu ne istediğini, ne arzuladığını. Apaçık gerçeklere rağmen Zahel’in gözleri umutla parladı. O an yüzündeki yarayı açanın babası olduğunu bile umursamadı. Dedi ki; ne istediğimi biliyorsa belki yapar, belki bana gülümser. Belki… belki ona baba dememe izin verir. Ölüm Tanrısı bir anda ayaklandığında Zahel korkuyla geriye doğru bir adım attı çünkü korkusu umudundan daha baskındı. Öyle ki içinde yeşeren umutlara rağmen vücudu titremeyi bırakmıyordu. Ağır adımlarla ve elleri arkasında Zahel’e yaklaştı Ölüm Tanrısı.

“Umut korkunç bir duygudur tıpkı senin gibi. Umutlara tutunarak hareket edersen sonra büyük hayal kırıklığı yaşarsın. Şimdi iyi bir tanrı olarak sana umut etmeyi bırakmayı öğreteceğim. Bu sana yaptığım tek iyilik olacak ve bunun için bana minnet edeceksin.” Ölüm Tanrısının daha fazla konuşmasına bile gerek yoktu. Zahel’in tüm umutları bu sözlerle bile can vermişti. Ama durmadı, konuşmasını sürdürdü. “Sen bir canavarsın. Gün gelecek asırlar önce olduğu gibi sen de şeytana dönüşeceksin. O gün gelmeden bir canavar olduğunu kabullen ve kimsenin seni sevmeyeceğini anla. Sen benim oğlum değilsin, seni asla kabullenmeyeceğiz. Senden nefret ediyorum, karım senden nefret ediyor, tüm diyar senden nefret ediyor ve bu hiç değişmeyecek. Kendine olan nefretin gözlerinden okunuyor. Sen bile kendinden nefret ederken başkalarının seni sevmesini nasıl beklersin. Kimse bir canavarı sevmez.”1

Kirli konuşmasını sonlandıran Ölüm Tanrısı bir anda parmaklarını Zahel’in boğazına dolayıp onu oyuncak bir bebekmiş gibi havaya kaldırdı. Soluk alamayan küçük Zahel öyle bir parçalanmıştı ki refleks olarak bile kendini kurtarmaya çabalamıyordu. Nefesi kesilirken sadece gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ölüm Tanrısı nefretle oğlunun gözlerine bakarken onu hızla kaldırdı ve sertçe sırt üstü yere fırlattı. Zahel kırılan tabağın üzerine düştüğünde parçalar sırtına saplandı. Dudaklarından acı dolu bir inleme döküldüğünde Ölüm Tanrısı tepesine dikilip güldü. Zahel acı çekerken o güldü.

Bir baba oğlunu yetim bıraktı. Yetmedi canını yaktı. Öz oğlu kanarken o keyifle güldü. Bir insan bu denli merhametsiz olabilir miydi? En kötü insanlar bile bazen karşısındakine acırken Ölüm Tanrısı kendi kanından olana acımıyordu. Sevmiyordu, nefret ediyordu, acımıyordu ve en kötüsü de buydu. Düşmanlarına dahi merhamet gösteren Ölüm Tanrısı kendi oğluna zerre acımıyordu. Tüm bunlar yetmiyor ruhunu da parçalıyordu. Kimselere etmediği hakareti küçük Zahel’e ediyor, ruhunu da kesip biçiyordu ve bundan zevk alıyordu.

“Beni hiç sevmeyeceksin değil mi?” derken içindeki tüm umut çoktan hiç var olmamış gibi yok olmuştu. Sırtına saplanan kırıkların acısına karşı dişlerini sıkarken usulca doğrulup yumruklarını sıktı. “Sevmek mi?” dedi Ölüm Tanrısı alaya alarak. “Sevmek şöyle dursun sana olan nefretim biraz bile azalsa kendimi öldürürüm.” Ve bu sözlerle Zahel’in her şeyi yerle yeksan oldu. Umut etmekten vazgeçti. Sevilmekten, sevmekten vazgeçti. “Seni haksız çıkaracağım.” dedi Zahel minik eliyle yanağını kurularken. Göz yaşlarını siliyordu silmesine de sırtından akan kanlar ne olacaktı? Gözünün kenarından sızan kan ne olacaktı? “Sana inat asla şeytana dönüşmeyeceğim. Bir canavar olmayacağım.” Kararlılıkla söylediği sözlerin ardından bir kez daha arkasına bakmadan odadan çıktı.

Çenesinden süzülen kanlar yere damlarken koşarak odasına girip yatağına sokuldu. Bile isteye sırtüstü yattı ki çıkarmadığı parçalar daha da derine girsin ve canını yaksın. Yaksın ki sırtında hissettiği acı ruhunda hissettiği acıdan baskın gelsin. Yaşlar gözlerini hükmü altına alırken çocuk ruhu bir kez daha paramparça oldu. Vücudundaki yaralar ruhundaki yaraların yanında bir hiçti. Azıcık sevgiye ihtiyacı vardı, iğne ucu kadar sevgiye. Neden kimse onu sevemiyordu ki? Bunu düşününce bir kez daha kendinden nefret etti. Bencillik ediyordu. Yara onu severken böyle düşünmesi bencillik değil miydi? Ama yetmiyordu işte. Zahel’in annesinin kokusuna babasının kollarına ihtiyacı vardı. Belki bunlar çok fazlaydı ama en azından bir kerecik olsun ona sevgiyle bakmalarını istiyor, umut ediyordu.

Bu gece ise umutlarının toprağın altına girdiği geceydi. Asla sevilmeyeceğini kabullendiği geceydi. Kendine olan nefretinin son noktaya geldiği geceydi. Küçük Zahel kendinden nefret ediyordu ve artık suçlunun kendi olmadığını, haksızlığa uğradığını biliyordu. Yine de başkalarının onu sevmediği gibi o da kendini sevmiyor, nefret ediyordu. Doğduğu için nefret ediyordu, taşıdığı işaret için nefret ediyordu. Onun dışında herkes suçlu olmasına rağmen kimseye karşı kin gütmüyor tüm nefretini kendisine yöneltiyordu. Nihayet herkes amacına ulaşmıştı. Küçük Zahel artık kendisine yönelen silahlardan kaçmıyor kendin savunmuyordu. Kollarını açmış onu öldürecek darbenin gelmesini bekliyordu.

Yedi yaşına geldiği gün kaldığı odanın kapısı gürültüyle açıldığında küçük Zahel irkilmemişti bile. Babası muhafızlar eşliğinde odaya dalıp Zahel’i aldığında Yara Ölüm Tanrısına göz yaşları içinde yakarsa da olanların önüne geçememişti. O gün Zahel’in kısıtlı özgürlüğü de elinden alınmıştı. Babası onu suçluları kapattığı bir zindana kapatmış ve içindeki kötülüğü tamamen açığa çıkarmıştı. Küçük Zahel ellerinden tavana zincirlenmiş dizlerinin üzerinde günlerce o zindandan beklemişti. Açlıktan ölmemesi için günde bir kez kuru ekmek ve su verseler de açlıktan ölmesini diliyorlardı. Yetersiz beslenen Zahel günden güne zayıflarken bir haftanın ardından işkenceleri başlamıştı. Bizzat babası zindana geliyordu ve onu kendi oğlu değilmiş gibi, küçük bir çocuk değilmiş gibi acımasızca dövüyordu. Yetmiyor bir de sırtına ardı ardına kırbaç darbeleri indiriyordu.

Amansız sevgi arayışından vazgeçen Zahel tüm işkenceleri çekerken çığlık atmıyor, acısını belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. Ona kinle bakan ve canının yanmasından zevk alan ailesine bu zevki tattırmak istemiyordu. Ne var ki o yaşta bedenine hükmedemiyor çığlık atmasa bile gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Yıllar geçiyordu ve Zahel o zindanda büyüyordu. Zindanın içi buram buram rutubet kokuyordu. Her yeri küf bağlamıştı. Öyle bir yerdi ki haşereler bile uğramıyordu. Çocuk olmaktan çıkıp yetişkinliğe giren Zahel geçen onca yılda sayamadığı kadar çok muhafızından işkence görmüştü. Babası günde en az iki defa gelip onu kırbaçlıyor canının yanması için elinden geleni yapıyordu. Annesinin ise ondan kalır yanı yoktu. Günden birkaç kez zindanlara iniyor babasından bile daha acımasızca işkence ediyordu ona.

Geçen bu yıllarda Zahel bir deri bir kemik kalmıştı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Gözlerinin altındaki kapkara halkalar ise hiç geçmiyordu. Yüzünde onlarca eski yara vardı. Yaralarının kabuk bağlamasına dahi müsaade etmeden birileri yenisi açmak için geliyordu. Sırtı paramparça haldeydi. Babası, annesi, muhafızlar onu sürekli kırbaçlıyordu. Üstelik vurdukları yere onlarca kez yeniden vuruyorlardı. Zahel göremese bile sırtındaki etlerin parça parça koptuğunu ve kemiklerinin görünür hale geldiğini biliyordu. Yaraları birçok kez mikrop kapmış, defalarca ölümün eşiğe gelmişti. Lakin babası şifacıların onu iyileştirmesini sağlayıp işkence etmeye devam etmişti. Zahel’in yerine geçecek tanrı olma ihtimalinden dolayı öldürmüyor içten içe böyle bir şeyin olmamasını umut ediyordu. Hepsinden öte Zahel’in acı çekmesinden zevk alıyordu. Sırf bu yüzden bile hayatta tutuyordu onu. Ölüsünden çok dirisinin acı çekmesinden daha memnun olacağını biliyordu.

Baygın gözlerle zemini seyreden Zahel’in bedeni sanki uyuşmuş gibiydi ya da artık acıya bağışıklık kazanmıştı. Sırtında sayısız açık yara vardı, hepsinden kanlar süzülüyordu ve mikrop kapmıştı. Kırbaç darbeleri etinden parçalar kopardığından yer yer kemikleri gözükür haldeydi ve en kötüsü de sırtında kurtlar geziniyor parça parça etini yiyordu. Bedeni sayısız morluk ve yarayla kaplıydı. Prangalar bileklerini paramparça etmişti. Zahel ise tüm bunları hissetmiyor, hissedemiyordu. Açık yaralarında gezinen kurtlardan bir haberdi. Ağzının içinde birken kanı tükürdüğünde kulağına çalan ayak sesleri başını güç de olsa doğrultmasını sağladı. Gelenin kim olduğunu biliyordu; babasıydı. Onda yeni yaralar açmak için geç bile kalmıştı.

Dik durmak için çabalayan Zahel acı içinde dişlerini sıkarken yüzüne güçlükle bir tebessüm yerleştirdi. Artık ailesinin sevgisini istemiyordu. O da onlardan nefret ediyordu ve onların aksine nefretinin makul sebepleri vardı. Öz çocuklarına sevgilerini vermek şöyle dursun nefret kusmuşlardı ve bu bir suçtu. Bir çocuğu işkence etmişlerdi ve bu bir suçtu. Onun mahrum kaldıkları vardı, hak etmedikleri vardı ve bu da bir suçtu. Suçlu ise onu dünyaya getiren insanlardı. Artık onların istediklerine ulaşmasını istemiyordu. Bazı anlarda dayanamayarak attığı acı dolu çığlıklar ailesinin keyifle kahkaha atmalarını sağlıyordu. Zahel buna izin vermeyecekti. Ondan her şeyini çalan insanları acısıyla mutlu etmeyecekti.

Bu düşüncelerle gülümsemesini daha da büyüttü ve nihayet parmaklıkların ardında onun figürü belirdi. Zahel’in gözleri korkuyla büyürken gülümsemesi soldu. Yalnız gelmemişti, yanında küçük kardeşi Azel de vardı. O doğdu zaman Zahel yine bu zindandaydı, ilk adımlarını atarken, ilk kez konuşurken. Büyürken küçük kardeşini bir kez olsun görememişti. Yine de onu seviyordu. Azel’in de ailesi gibi olup olmayacağı meçhulken bile onu seviyordu. Zira içinde tutunduğu umutları, kendine sunduğu bahaneleri vardı. Belki diyordu, belki kardeşi onu sever. Sevmese bile bu ailesinin suçu olurdu. Onun zihnini kendi kirli fikirleriyle doldururlardı. Bunlara sıkı sıkıya tutunuyordu Zahel. Kimsesizdi ve kimsesizliğine biraz daha kimsesizlik ekleneceği fikrini kabullenemiyordu.

Azel’in doğumu tüm diyarda sevinçle karşılanırken o sevinç çığlıklarının arasında tek bir kişinin acı dolu çığlıkları yankılanmıştı. Ölüm Tanrısı yeni doğan oğlunun varisi olduğuna sıkı sıkıya bir inançla bağlandığından Zahel’e daha fazla işkence etmeye başlamıştı. O iğne ucu kadar ihtimal olmasa belki de onu çoktan öldürmüş olacaktı. Zahel küçük bir bebeğin abisi olmuştu ve bu sanki dünyanın en korkunç suçuymuşçasına işkence görmüştü. Bedeni öfkeyle kasılırken irileşen gözleriyle küçük kardeşine bakmayı sürdürdü.

Onu neden buraya getirmişti ki? Azel anne babasının aksine abisini seviyordu, kimsenin sevmediği kadar çok seviyordu hem de. Ailesinin aşılamaya çalıştığı düşüncelerle kirlenmemişti ruhu. Bir abisinin olduğunu biliyordu ve aklı yetmeye başladığı günden beri zindanda kelimenin tam anlamıyla çürüyen abisinin yanına gidiyordu. Geceleri gizli gizli zindanlara iniyor gün doğana dek abisinin yanında kalıyordu. Zindanlar onu korkutuyordu ve Zahel de bunu bildiğinden gelmemesini söylese de Azel inatla gelmeye devam ediyordu. Yemeğinin tamamını yemiyor yarısını saklıyor ve abisine getiriyordu. Bazen merhem getirip yüzündeki ve kollarındaki yaralara sürüyordu. Ne yazık ki parmaklıklar daha fazlasını yapmasına müsaade etmiyordu. Abisinin portakal suyu sevdiğini bildiğinden gizli gizli mutfaktan portakal aşırıyor elinden geldiğince suyunu sıkıyor ve abisine götürüyordu.3

Her gelişinde abisine annesinin ona anlattığı masallardan anlatıyordu. Zahel masal dinleme yaşını geçmişti ve bu masalları Ölüm Tanrıçası anlattığından dinlemek istemese de kardeşinin masum yüzüne bakıyor ve can kulağıyla onu dinliyordu. Annesinin yapmadığını küçük kardeşi yapmaya çabalıyordu. Gün doğumu her yaklaştığında Zahel onu güçlükle gönderebiliyordu. Azel abisinin yanından ayrılmayı hiç istemiyordu. Lakin buraya geldiği öğrenildiği takdirde başına kötü şeyler geleceğini Zahel çok iyi biliyor ve korkusundan onu gönderiyordu. Zahel kimseyi sevmediği kadar küçük kardeşini seviyor, kimseye değer vermediği kadar küçük kardeşine değer veriyordu. Şimdi ise kalbi deli gibi atıyordu.

Aklından türlü türlü ihtimal geçerken Azel’in pişmanlıkla dolu gözlerine baktı. Abisini buradan çıkaramadığı için hissettiği pişmanlığın bir tarifi yoktu. Ölüm Tanrısı bir baş hareketi verdi ve görevli muhafız kapıyı açtı. Azel tereddütlü adımlarla içeri girerken babası da hemen ardından girdi. Zahel gözlerini ona kaydırdığında elindeki kırbacı gördü. Özel bir kırbaçtı. Zahel bir tanrının çocuğu olduğundan hiçbir yarasının izi kalmayacaktı. Babası bunu bildiğinden bu kırbacı kullanıyordu. İzi kalsın istiyordu, iz bıraksın istiyordu.

Başka birinin daha adım sesleri duyulduğunda içeri kibir dolu bir ifadeyle Ölüm Tanrıçası girdi. Zahel’e baktığında gördükleri yüzünde mide bulandıran bir gülümseme oluşturdu. Zahel başını dik tutmaya çabalarken gözlerini Ölüm Tanrısına dikti. Ölüm Tanrısı Azel’e doğru eğilip elindeki kırbacı ona uzattığında Zahel’in ifadesi dehşet dolu bir hal alırken Azel’in gözleri dolmuştu. “Al.” dedi Ölüm Tanrısı ve devam etti. “Al ve vur ona.” Azel korkuyla büyüyen gözlerle babasına baktı. Canından çok sevdiği abisine vurmasını istiyordu. “Yapmam.” dedi. Sesi kulağa yetişkin birininki gibi gelse de o henüz küçük bir çocuktu. Babasının yüzüne kararlıkla bakıyordu. Yapamam dememişti, nedenini sorgulamamıştı. Küçük Azel yapmam demişti, babasına karşı gelmiş abisini korumak istemişti.

Zahel küçük kardeşinin tavrını görünce içi gururla dolarken gözlerinin dolmasına hâkim olmaya çabalıyordu. Ölüm Tanrısı Azel’le aynı hizaya gelebilmek için dizlerinin üzerine çöküp bir elini omuzuna yerleştirdi. “O bir canavar.” dedi. Zahel bu kelimeyi o kadar çok duymuştu ki. Yine de her defasında canı yanıyordu. Onca işkenceye alışmıştı da kendine canavar denmesine bir türlü alışamamıştı. Prangalar bileklerini parçalamıştı, sırtında derin kırbaç yaraları vardı, yüzü dağılmış dizlerinin üzerinde olmaktan dizleri parçalanmıştı. Tüm bunlar eskisi kadar canını yakmıyordu ama canavar, işte bunu duymak her defasında göğsünde bir yeri sızlatıyordu. “Sana anlatmıştık.” diyen Ölüm Tanrısı oğluna nasihat veren bir baba gibi görünse de öyle olmaktan çok uzaktı. Zahel’e canavar diyen adam küçücük bir çocuğun eline kırbaç verip öz abisini kırbaçlamasını istiyordu. Sırf bu bile asıl canavarın kim olduğunu gözler önüne sermiyor muydu?

O kırbaçla o kadar çok kişi vurmuştu ki Zahel’e saymak mümkün değildi. Öz annesi, öz babası, muhafızlar. Öyle ki Ölüm Tanrısı tutsak olan katillerin, tacizcilerin, tecavüzlerin bile eline kırbaç verip öz oğlunu kırbaçlatıyor “sen bu insanlardan daha korkunçsun ve onlardan gelecek cezayı bile hak ediyorsun. Çünkü onlar canavar olan senden daha iyiler. Benim gözümde bu insanlar senden daha masum ve sen varlığıyla adımı lekeleyen aşağılık bir yaratıksın.” diyordu. “Şeytan Kralın kim olduğunu biliyorsun. O şeytanın ta kendisi. Hepimizin sonu olacak. Biz onun canını yakmazsak gün gelir o hepimizi öldürür. Annenin ölmesini ister misin? Benim ölmemi ister misin?” Küçük Azel dolu gözlerle babasına bakarken başını iki yana salladı. Anne babasının ölmesini istemiyordu ama abisine de vuracak değildi. Bunu ona nasıl yapardı? O yaralı elleriyle parmaklıkların ardından onun başını okşamaya çabalarken o, elleriyle ona nasıl vurabilirdi.

“Öyleyse al ve vur ona.” “Ama o benim abim.” Dudaklarından dökülen tanrıçanın yüzünde nefret dolu bir ifade belirmesine neden oldu. Kin dolu gözlerle Zahel’e bakarken yumruklarını sıkıyor yerinde zor duruyordu. Zahel bu bakışlara alışalı çok olmuştu, artık yadırgamıyordu. “O canavar senin abin değil.” diyen Ölüm Tanrısının sesi hiddetli çıkmıştı. Öfkeleniyordu ve küçük oğlunun dolan gözleri öfkesini daha da harlıyordu. “Abim.” diyerek çıkıştı Azel. Yüksek çıkan sesi titremiş gözleri dolmuştu. Bakışlarını abisine kaydırdığında bir hışımla ona yaklaşan tanrıça yüzüne tokat attığında başı diğer tarafa düştü. “Bir daha ona abi deme! O senin hiçbir şeyin değil! O bir canavardan başka hiçbir şey değil!” “Uzak dur!” diye kükredi Zahel. Öfkeyle yerinden kalkmayı denediyse de yaralı bacakları izin vermedi. Bileklerini esir tutan zincirleri hırsla çekiştirirken çıkan sesler zindanın duvarlarında defalarca yankılandı.

Dolu gözlerinden yaşlar akan Azel koluyla yüzünü silip yeniden abisine döndü. Ağlamak istemiyordu. Abisinin onu ağlarken görmesini istemiyordu. Çünkü o güçlüydü. Canı yanmasına rağmen ne ağlıyor ne bağırıyordu. Şimdi basit bir tokat yüzünden ağlayıp bağırmayı Zahel Sideras’ın kardeşi olarak kendine yakıştırmıyordu. Abisi güçlüyse o da güçlü olmalıydı. “Görüyorsun değil mi? O canavar yüzünden canın yandı.” Yine Zahel’i suçluyorlardı. Her şeyde olduğu gibi bunun için de Zahel’i suçluyorlardı ve vicdanları bir an olsun sızlamıyordu. Bir vicdanlarının olduğu bile meçhuldü.

“Şimdi al ve vur ona. Sen benim varisimsin. Diyarını koruyup kollaman gerek ve buna bu canavara hak ettiğini vererek başlamalısın.” Çenesini dikleştiren küçük Azel abisinin gözlerinin içine bakarak babasının uzattığı kırbacı aldı ve parmaklarının arasında sıktı. Bu yaptığı Ölüm Tanrısı ve tanrıçayı keyifle gülümsetirken Zahel de kardeşi gibi çenesini kaldırdı. Hayır, hayal kırıklığına uğramamıştı, kızmamıştı. Nasıl kızabilirdi ki? O, onun küçük kardeşiydi, bir suçu yoktu. Tek suç anne ve babasındaydı. Evet, Zahel bir de kardeşinden kırbaç yiyecekti ama bu sefer canı gerçekten yanmayacaktı. Sevdiği birinden gelen acı da olsa kucak açarak karşılayacaktı.

Azel parmaklarının arasında sıkıca tuttuğu kırbaçla abisine doğru iki adım attı. Gözleri buluştuğunda yüzünde sanki yetişkin birinin ifadesi vardı. Başı dikti, gözleri karalılıkla bakıyordu. “Abim dediğiniz şey öyle mi?” diye sordu. Canavar dememişti. Çünkü kendi kendine abisi için bu kelimeyi hiç kullanmayacağına dair söz vermişti. Hele abisinin gözlerine bakıp söyleyeceğine ölmeyi yeğlerdi. Azel’in gerisinde duran Ölüm Tanrısı yüzünde mide bulandıran bir gülümseme ve gururlu bir ifadeyle küçük oğluna bakıyordu. “Evet, o bir canavar.” diyerek yanıtlayan tanrıça olmuştu. Öylesine nefret ve kin dolu bir ifadeyle Zahel’e bakıyordu ki bir insanın bir insana böyle bakması mümkün değildi.

“Peki, siz nesiniz?” Azel abisine bakmaya devam ederken sorduğu soru anne ve babasını gafil avladı. Afallamış gözlerle birbirlerine bakarken uzun bir süre sessiz kaldılar. “Abimin bir suçu yok ama onu bu iğrenç yerde tutuyorsunuz. Zincire vuruyorsunuz, yetmiyor bir de dövüyor canını yakıyorsunuz. Abimin her yeri uf oluyor, yara oluyor. Yaralarını üflemek istiyorum, onu iyileştirmek istiyorum ama siz benden ona vurmamı istiyorsunuz. Dediğiniz şey abim değil.” dedi küçük Azel tek nefeste. Zahel küçük yaşından büyük ettiği laflar karşısında hayrete düşerken gülümsemekten kendini alamadı. Çocuk kalbiyle öfkelenen Azel sertçe anne babasına döndüğünde “Asıl canavar sizsiniz.” diyerek bağırdı ve kimsenin beklemediği bir şey yaptı. Babasının eline verdiği kırbacı tüm kuvvetiyle salladı.

Beklenmedik duruma hazırlıksız yakalanan tanrı ve tanrıça küçük oğulları tarafından savrulan kırbacın darbesinden kurtulamadılar. Savrulan kırbaç ikisinin karnına setçe çarptığında inleyerek karınlarını tutsalar da canları o kadar da yanmamıştı. Lakin bu durum öfkelerini harlamıştı. Göz yaşlarını tutamayan Azel abisine sarılmak üzere kollarını kaldırdığında annesi tarafından sertçe çekildi. O an hem Zahel’in hem de Azel’in yüreği paramparça oldu. İlk defa… ilk defa sarılacaklardı ama bu bile ellerinden alınmıştı. Oğlunu sertçe çeken tanrıça tokat atmak üzere elini kaldırdığında Zahel “sakın!” diyerek tısladı. “Bak!” diyerek öfke ve nefret dolu gözlerle Zahel’e baktı tanrıça. “Azel’in anne babasına el kaldırmasına sebep oldun. Nefes alman bile birilerine zarar veriyor. Hiç doğmamış olmalıydın.”

Zahel bu sözlerden hiç etkilenmemişti çünkü alışıktı. Ama birazdan söyleyeceklerine tanrıça pek de alışık değildi. Gülümseme sırası bu sefer Zahel’deydi. “Ama beni sen doğurdun. Dokuz ay sen karnında taşıdın.” Tanrıçanın ifadesi tamamen karardı. İşittikleri onu gafil avlamıştı ve en zayıf noktasından vurulmuştu. Zahel’in annesi olduğu gerçeğinden iliklerine dek nefret ediyordu. Bir canavara hayat verdiğini düşünüyor ve bundan nefret ediyordu. Hiddetle Zahel’e yaklaşan tanrıça Azel’in yere düşürdüğü kırbacı aldı. Düşünmedi, duraksamadı. Kaldırdığı kırbacı var gücüyle Zahel’in sırtına indirdi. Durmadı, bir kez vurmak yeterli gelmedi. Ardı ardına kırbacı indirirken Azel göz yaşları içinde annesine koşup bacağına yapıştı. “Yapma.” diyerek haykırdı. “Abime vurma anne. Canı yanıyor, canı yanıyor. Yalvarırım vurma ona.”

Akıl almaz bir acı Zahel’in tüm bedenini kavuruyordu. Ama o tepki vermiyordu. Sadece dişlerini sıkıyor ve öylece duruyordu. “Devam et…” dedi sıktığı dişlerinin arasından. “O kırbacı her indirdiğinde asıl canavarı kim olduğu ortaya çıkıyor.” Tanrıça duyduklarından sonra öfkeyle kırbacı yere atıp bacağına yapışmış olan oğlunu kucağına aldı ve zindan ayrıldı. “Onun beynini yıkamışsın.” dedi Ölüm Tanrısı ve yere düşen kırbacı eline aldı. Hastalıklı bir gülümsemeyle Zahel’e doğru yaklaşırken Zahel gururla başını kaldırdı.

Küçük kardeşinin de onlara benzeyeceğinden deli gibi korkmuştu. Neyse ki kendi pisliklerini Azel’e bulaştıramamışlardı. “Az önce olanların bedeli ağır olacak.” dedi tehdit dolu sesiyle. Zahel ise hiç tepki vermedi. İşkencelere alışmıştı zaten. Lakin beklediği gibi olmadı. Ölüm Tanrısı kırbacıyla birlikte keskin adımlarla zindandan ayrıldı. Zahel küçük kardeşinin yaşattığı gururla uzun bir süre gülümsedi. Ama sonra buna da gücü yetmedi. Öyle berbat bir haldeydi ki ölmemiş olduğuna hayret ediyordu. Uzunca bir süre öncesine kadar ölmek de yaşamak da umurunda değildi. Şimdi ise işler değişmişti. Küçük kardeşi için yaşamak zorundaydı. Belki onun masumiyeti lekelenmişti. Ama aynı şeyin Azel’e de olmasına izin vermek niyetinde değildi. Onun için, sadece onun için hayatta kalmak zorundaydı.

Olanların üzerinden iki saat geçti, belki de bir saat. Barada zamanı algılamak pek de mümkün değildi. Birilerinin adım sesleri yankılandığında Zahel başını usulca kaldırdı. Parmaklıkların diğer tarafında Ölüm Tanrısı duruyordu ve yine yalnız değildi. Gözleri dizlerinin üzerine çökmüş kadına kaydığında tüm vücudu adeta buz kesti. Bir muhafız kadının başında kılıcını boğazına dayamış halde duruyordu. “Yapamazsın!” dedi Zahel. Lakin iliklerine dek biliyordu ki yapardı. Azel haklıydı, asıl canavar onlardı. Yine de Zahel bu kadarını da yapacaklarına ihtimal vermemişti. Kendinin yaşadığı her şey için bir neden vardı. O şeytanın işaretiyle doğmuştu ve suçluydu. Lakin tam karşısında duran ve korku dolu gözlerle bakan kadın tamamen masumdu.

“Bedeli ağır olacak demiştim.” diyen Ölüm Tanrısı yüzüne zafer dolu bir gülümseme yerleştirdi. Yara göz yaşları içinde Zahel’e bakarken bedeni korkuyla titriyordu. Yedi yaşına kadar Zahel’i büyüten, ona ismini veren kadın şimdi ölümle burun burunaydı. Ve bu sefer suçlu gerçekten de Zahel’di. O kadını annesinin yerine koyamasa da sevmişti ve Ölüm Tanrısı onu ellerinden alacaktı. Sevmeseydi olmazdı bunlar. Yaşlı Yara huzurla evinde oturur, bu soğuk duvarların arasında titremezdi. “Yapma.” dedi Zahel. Ama bu sefer sesi ne isyankâr ne de güçlü çıkmıştı. “Sen doğduğun gün Yara’ya ne demiştim biliyor musun?” Zahel cevap vermedi. Ölüm Tanrısı birkaç saniye bekleyip kendi sorusunu yanıtladı. “Ölmesin ama yaşadığını da hissetmesin. Ölmedin ve birazdan ölüden beter olacaksın.”

Zahel’in gözlerinden yaşlar yuvarlandı. Çaresizce yumuklarını sıkarken Ölüm Tanrısı muhafıza kısa bir baş hareketi yaptı. Muhafız yaşlı kadının celladı olmak üzere kılıcını kaldırdığında Zahel “yalvarırım yapma.” dedi. Sesi çaresiz çıkmıştı, yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Kendine söz vermişti ne olursa olsun onlara boyun eğmeyecek, yalvarmayacaktı. Ne var ki bunca yılın ardından sözünü bozmuştu. Kendi için değil, sevdiği biri için. Bunun için zerre pişmanlık duymadı. Ama kendinden nefret etti, onu dünyaya getiren insanlardan nefret etti. Afallayarak Zahel’e bakan Ölüm Tanrısının yüzünde zafer dolu bir gülümseme belirdi. “Bilseydim bu kadını daha önce öldürürdüm.” Zahel ne dediğini umursamadı. Tek düşünebildiği Yara’ydı. Onun yüzünden ölmesine izin veremezdi. Ama kahretsin ki elinden yalvarmaktan başka bir şey gelmiyordu. En kötüsü ise yalvardığı kişi insan bile değildi. Zahel’e canavar diyordu. Ama o bir canavardan bile daha korkunç, daha merhametsizdi. Kötülüğünü tarif edecek uygun kelimeler bile yoktu.

“Yalvarırım yapma.” dedi bir kez daha. Belki dedi… belki ufak da olsa içinde bir merhamet kırıntısı vardır. Ama umduğu gibi olmadı. Ölüm Tanrısı kararından vazgeçmedi. “Özür dilerim.” dedi Zahel Yara’ya bakarak. Korkuyla titreyen ve göz yaşlarına boğulan kadın “dileme.” dedi. “Senin bir suçun yok.” Ve bu sözler Zahel’in yüreğini paramparça etti. Masum olduğuna inanan tek kişi onun yüzünden ölecekti. Ama o ölümün eşiğinde olmasına rağmen hala ona masum olduğunu söylüyordu. Gerçekten masum muydu? Koca dünya mı yoksa Yara mı haklıydı?

Ölüm Tanrısı bir kez daha baş hareketi verdiğinde muhafız bu sefer hiçbir şeyin onu durdurmasına müsaade etmeden kaldırdığı kılıcı hızla indirdi. Yaşlı kadının başı gövdesinden ayrılıp yerde yuvarlandı ve parmaklıkların önüne geldiğinde durdu. Açık gözleri Zahel’e bakıyordu. Sanki olanların sorumlu Zahel’miş gibi. Zahel’in dudaklarından acı dolu bir haykırış koptu, gözlerinden sicim gibi yaşlar aktı. Ölüm Tanrısı bir kez daha baş hareketi yaptığında muhafız bu sefer de zindanın kapısını açıp ölü bedeni içeri taşıdı. Ölüm Tanrısı, Zahel’in elinden sevdiği birini aldığı yetmemişim gibi bir de ölü bedeniyle onu baş başa bıraktı. “Gördün mü?” dedi. “O kadın öldü ve bunun tek suçlusu sensin. Bir canavarın sevgisi de felaketle sonuçların. Neden biliyor musun? Çünkü zarar vermek canavarların doğasında vardır. İster sev ister nefret et senin olduğun yerde daima ölüm olacak, felaket olacak.”

Bu sözlerinin ardından Zahel’i Yara’nın ölüsüyle yalnız bıraktı. Zahel sessizce göz yaşı dökmeye devam ederken Ölüm Tanrısının söyledikleri bozuk plak gibi kafasının içinde tekrar tekrar yankılandı. Artık o da canavar olduğuna inanıyordu, her şeyin tek suçlusunun kendi olduğuna. Bu inanç onu yıktı, parçalara ayırdı. Öldürmedi ama yaşadığını da hissettirmedi.1

Bölüm : 22.02.2025 20:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...