55. Bölüm

❄️Gelin Adayı

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Silva

Nowa ve Jieli arasında son olanlardan sonra Fenir’le konuşmak şart olmuştu. Çalışanlardan öğrendiğim kapının önüne geldiğimde sakinleşmek için kısa bir nefes alıp kapıyı tıklattım. İçerden Fenir’in “girin.” diyen sesi geldiğinde kapıyı aralayıp içeri girdim. Sol taraftaki duvara sıfır masasında oturan Fenir beni görünce sakince ayağa kalkıp yanıma yaklaştı. Başını eğip “dengenin, düzenin Koruyucusunu ve diyarımızın tanrıçasını selamlıyorum.” deyip doğruldu. “Ziyaretinizi neye borçluyum tanrıçam?” Tehdit meselesi yüzünden zihnimde canlanan Fenir sinsi ve kurnaz biri olsa da karşımda duran adam tüm bunlardan uzaktı. Yılların getirisiyle kırışan yüzü ve hafifçe kırlaşmaya başlayan saçlarıyla nazik biri gibi görünmese de sinsi ya da kurnaz da görünmüyordu. Koyu mavi gözleri ihtiyatlı ve saygılı bir ifadeyle bakıyordu. Yaşına rağmen hala dinç görünüyor ve dimdik duruyordu. Her haliyle muhafız olduğunu belli ediyordu. Emeklilik yılları çehresindeki ketum ifadeyi bir nebze olsa da yumuşatmış gibiydi.

“Aslında size bizzat hoş geldiniz demek ve özel bir mesele hakkında konuşmak istedim.” Sesimi mümkün olduğunca sakin çıkarmaya çalışırken her kelimemde nettim. “Elbette tanrıçam. Oturmaz mıydınız?” Az önce kalktığı sandalyeyi işaret etse de “böyle iyiyim.” diyerek reddettim. “Ne hakkında konuşmak istiyordunuz?” “Oğlunuz ve Jieli hakkında.” Bakışlarını kısa bir anlığına kaçırırken rahatsızlığı çehresine yansımıştı. “Jieli’nin Nowa’yla birlikte olmasını istemiyormuşsunuz.” Gözlerimin içine kararlı bir ifadeyle baktı. “Doğru.” dedi tereddüt etmeden. “Bu birlikteliği onaylamıyorum ve hiçbir koşulda da onaylamayacağım.” Onu ikna etmeye çalışacağımı anlamış ben daha ağzımı açmadan edemediğim tüm lafları ağzıma tıkmıştı. Kararlılığın koyulaştırdığı harelerinde ufacık da olsa bir tereddüt aradım işleri tersine çevirme umuduyla lakin tereddüde dair zerre emare yoktu. Sarsılmaz bir inatla ışıldıyordu irisleri. “Nedenini sorabilir miyim?” Ciğerlerine çektiği nefesle gevşeyen omuzlarını dikleştirip tavrını bozmadan “elbette ama ne yazık ki size cevap veremem.” dedi. Beklemediğim bir cevap değildi. Asıl cevap verse şaşırdım. Ben de onun gibi sarsılmaz bir duruş sergileyip “o halde sizden kararınızı değiştirmenizi istemek zorundayım.” dedim.

“Ben de özür dileyerek sizden aile içi meselelerimizi karışmamanızı istemek zorundayım.” İşte bu sözler beklenmedik olmuştu. Fenir Rosth karşısında tanrıçasının olduğunun farkındaydı ve saygısını zerre bozmuyordu. Fakat isteğimden kaçınmanın yolunu da bulmuştu. Tanrıça da olsam Koruyucu da olsam kimsenin aile içi meselelerine karışmaya hakkım yoktu. Fenir doğru noktadan hamle yaparak beni köşeye sıkıştırmış, böylelikle ikna çabalarımın önüne taş koymuştu. Yine de kolay vazgeçecek değildim ve bu mesele sırf aile içinde değildi. Anlaşılan Fenir bu noktayı kaçırmıştı. “Jieli’yi ailenize dahil etmek istemediğinize göre onu tehdit etmiş olmanız aile içi meseleniz olmuyor.” derken sesim iğneleyici çıkmış meydan okuyan bir ifadeyle yüzüne bakmıştım. Bakışları kısa bir anlığına etrafta ağır ağır dolandı. “Demek genç bayan size her şeyi anlattı?” derken ses tonunda çözemediğim bir şeyler vardı. Sanki bunu bekliyor gibiydi ama aynı zamanda hayal kırıklığına da uğramış gibiydi. Karmaşık ifadesinden ne düşündüğünü anlamak zordu. Çattığı kaşları alnında kırışıklıklar oluşmasına neden olmuştu. Bir şeyleri düşünüp tartar gibi bir hali vardı. Biraz da kızmış gibi görünüyordu ama konuşurken sesinde herhangi bir nefret tonlaması yoktu. Jieli’den genç bayan diye bahsederken sesinde öfke ya da nefret yoktu. Jieli’yi sevmiyor değildi fakat oğluyla birlikte olmasını istemiyordu. Nedeni ise aklımı kaçırmama neden olacak bir muğlaktı.

“Her şeyi değil. Ona ne söylediniz?” Jieli’yi ne söyleyip tüm bunların yaşanmasına neden olduğunu merak ediyordum. Hiç başlamayan bir ilişkiyi birkaç sözüyle yok etmişti. Buna sebep olacak ne söylemiş olduğunu düşünmeden edemiyordum. Soruma cevap vermek yerine ustalıkla gizlediği ama yine de fark edebildiğim hayret ifadesiyle “yani size sadece onu tehdit ettiğimi mi söyledi?” diye sorduğunda “evet.” deyip beklentiyle suratına bakmaya devam ettim. Hala soruma cevap vermesine bekliyordum lakin kafasının içinde başka şeyler düşünür gibi sessiz kaldı. “Buna tehdit demek uygun olmaz tanrıçam. Şayet oğlumla evlenmekte ısrar ederse bunun üçümüzü de üzeceğini söyledim sadece.” Böylelikle Jieli’ye her ne söylediyse bunu bana söylemeyeceğini anladım. “Kulağa tehdidin koyun postuna sarılmış hali gibi geliyor.” Açık bir imayla bakıyordum yüzüne. Ne dediğini söylememekte ısrarcıysa ben de bu mevzuyu tehdit olarak nitelendirmekte ısrarcı olacaktım. Tavrını korumaya devam ederken “haklı olabilirsiniz tanrıçam. Ben her halükârda o genç bayanın oğlumdan uzak durmasını istiyorum. Bu bana göre bir uyarıydı. Fakat genç bayan ve siz tehdit olarak algılıyorsanız bunun için beni uygun şekilde yargılayabilirsiniz.”

Yine beni çıkmaza sokmayı başarmıştı. Uzlaşmacı davranmak işe yaramıyordu. Fenir fazla inatçıydı. Zorlamaksa işe yarar değildi. İnadını kırabileceğim konusunda şüpheliydim. Fenir kolay kolay boyun eğecek adamlardan değildi. “İnadınızın nedenini anlamıyorum. Siz de bu tavrınızla oğlunuzu üzdüğünüzü anlamıyorsunuz.” Kalbine oynamak niyetindeydim. Fenir Rosth kötü bir adama benzemiyordu. Jieli’yi istemiyordu. Lakin bunun paylaşmak istemediği bir nedeni vardı. Nowa’yı seviyordu, üzülmesini istemiyordu fakat sorun her neyse on üzmek pahasına olsa da Jieli’yi kabul etmeye yanaşmıyordu. “Görmüyor musunuz bilmiyorum ama ben görüyorum. İnadınız oğlunuzu da Jieli’yi de kedere boğuyor.” Her şeyle alay edebilen, şakalar yapıp duran, yüzünden gülüşü eksik olmayan Nowa gitmişti. Gülmeyi geçtim gülümsemiyordu bile. Yaşama sevici içinden alınmış gibiydi, Jieli’si ondan alınmıştı. “Hüzün ve keder de birer duygudur ve kimse bundan mahrum kalamaz.” dedi bilgece bir tavır takınarak. Hayretle suratına bakarken “oğlunuzun üzülmesi gerektiğini mi söylüyorsunuz?” deyip yüzümü buruşturdum.

“Oğlum o genç bayan için üzülmese bile üzüleceği başka şeyler muhakkak yaşayacaktır. Daima mutlu olduğu bir hayat süremez, kimse süremez ve siz de oğlum her üzüldüğünde buna müdahale edemezsin, ben de edemem. İnsanlar mutlu oldukları kadar üzülmelidirler ki mutlu anlarının kıymetini anlayabilsinler.” Bambaşka koşullar altında Fenir’in bu bilgece sözlerini aklımın bir köşesine yazar her an hatırlardım lakin şimdi sadece kızgındım. Fenir birbirini seven iki dostumun arasına taştan bir duvar gibi dikilmişken ondan öğütler almam mümkün değildi. Sabrımın son notalarına gelmiştim artık. Düz tutmaya çalıştığım ifadem şimdi kızgınlık emareleri vermeye başlamış, kaşlarım çatılmıştı. “Ama bu Nowa için gelip geçici bir üzüntü olmayacak. Hayatı boyunca mutsuz olacak, kıymetini anlayacağı mutlu anları olmayacak.” Kızgınlıkla söylediklerim Fenir’i afallatmıştı. Zira haklı olduğumun o da farkındaydı. Nowa Jieli’yi o kadar seviyordu ki işler böyle gitmeye devam ederse hiç mutlu olamayacaktı. Artık gülüşü kulağıma çalınmayan, özel anlarımızı sabote etmeyen Nowa’nın olduğu bir dünya hayal etmek istemiyordum. Jieli için gizli gizli kek yapan, sırf o seviyor diye yanında sürekli kuru yemiş taşıyan Nowa’nın olmadığı bir dünya hayal edemiyordum.

Fenir gözlerini kaçırıp arakasını döndü. İçine çektiği derin solukla eş zamanlı olarak omuzlarını dikleştirirken sırtıyla bakışıyordum. Uzun süren sessizliğini kararını yeniden gözden geçirdiğine yormak istesem de inadı bunu düşünmeme izin vermiyordu. “Oğlumun mutlu olmasını istiyorum.” derken babacan çıkan sesi umutlanmamı sağladı. Fakat konuşmaya devam ettiğinde donup kaldım. “Ve onu mutlu edebilecek doğru eşi de buldum.” Yeniden bana döndüğünde dudakları belli belirsiz kıvrılmıştı. Uygun gördüğü gelin adayı her kimse bundan ne kadar memnun olduğu gün gibi ortaydı. Şaşkına dönmüş ifademi kontrol altına almam hiç kolay olmadı. İri iri gözlerle duyduklarıma inanamayarak suratına bakakalmıştım. Dişlerimi sıkıp öfkemi yatıştırmak için derin bir soluk alırken “sizi ikna etmek mümkün değilse ben de sizi ikna etmeye çalışmakla daha fazla zaman kaybetmeyeceğim. Sizin ne istediğiniz değil Nowa’nın ne istediği önemli ve o Jieli’yi istiyorsa bunu bozmaya hakkınız yok. Bu mesele elbet çözüme kavuşur. İşte o zaman ilişkilerini bozmaya kalkarsanız emin olun bunun sizin için iyi sonuçlanmamasını bizzat sağlarım.” dedim açıkça meydan okuyan bir tavırla. Şimdi Fenir de aynı meydan okuyan gözlerle bana bakıyordu. “Bunun için idam edilecek olsam dahi oğlumun o kızla evlenmesine müsaade etmeyeceğim. Tüm saygılarımla, elinizden geleni ardınıza koymayın tanrıçam.”

Sözlerini tamamladığı anda tıklatılan ve ardından açılan kapıya döndü gözlerimiz. Kendini biraz toparlamış görünse de kalp ağrısı gözlerinden akan Nowa eşikte bir bana bir babasına bakarken harelerinde meraklı bir ifade vardı. “Silva burada ne yapıyorsun?” Pek de hoşnut olmayan gözlerle kısa bir an Fenir’e bakıp döndüğümde Fenir benden evvel davranıp cevap verdi. “Tanrıça Silva bana bizzat hoş geldin demek istemiş oğlum.” Hafif bir şaşkınlıkla baktım yüzüne. Birbirimize meydan okumuştuk. Hatta ben tehdit etme raddesine varmıştım ama tek kelime etmemişti. İstese her şeyi söyleyip Nowa’nın bana karşı tavır almasını sağlayabilirdi ama yapmamıştı. Olanları anlatırsa benim de Jieli’yi tehdit ettiğini söyleyeceğimin farkındaydı. Fakat sessizliğinin sebebinin bunlar olduğunu sanmıyordum. Nowa’nın, buraya gelip babasıyla tartıştığımı bilmesini istememişti. Onurlu bir adamdı ve tek kusuru Jieli’yi istememesiydi. “Ben de tam çıkıyordum.” Kendimi koridora attığımda kapalı kapıya ters bir bakış attım. Fenir’in bu inadı fazla can sıkıcıydı.

İkna etmeye çalışmak, meydan okumak, tehdit etmek… Hiçbiri işe yaramıyordu. Adamdaki inat çelik gibiydi. Ne yaparsam yapayım düşüncelerini değiştirmem mümkün değildi. Onu saf dışı bırakıp Jieli ve Nowa’nın birlikte olmasını sağlamaya çalışmak da bir işe yaramazdı. Fenir bir yolunu bulup işimize çomak sokardı ve ondan da önce Jieli önerdiğim hiçbir şeye yanaşmazdı. Buradaki kilit nokta Fenir’in Jieli’yi neden istemediğini anlamaktı. Şayet nedenini öğrenebilirsem kararını değiştirmesini sağlayabilirdim. Fakat nasıl öğreneceğime dair zerre fikrim yoktu. Öğrenmek için zaman olup olmadığı da muğlaktı. Adam kötü kaynanalar gibi Jieli’yi istemiyordu, üstüne bir de kendine başka gelin adayı bulmuştu. Ben sorunu çözmek için uğraşırken adam kendine başka gelin bulmuştu. Acaba Nowa’nın bundan haberi var mıydı? Babasının onun için seçtiği kadınla tanışmış mıydı? Düşüncesi bile canımı sıkıyordu. Birkaç saat önce olsa Nowa o kadın her kimse onunla tanışmayı asla kabul etmez diyebilirdim ama gördüklerimden sonra… Jieli Nowa’nın uzattığı eli tutmamış Nowa da ondan sonsuza dek vazgeçmişti. O anı, ikisinin gözlerindeki kederi hatırlamak kalbimi parçalıyordu.

Kara bulutlar misali üzerime çöken düşüncelerimin eşliğinde yürürken ana salona ulaştım. Gözlerimi geniş alanda şöyle bir gezdirdiğimde silindir şeklindeki kolona yaslanmış ikizimi gördüm. Bir bacağını diğerinin önüne atmış, kollarını göğsünün altında kavuşturmuş ve başını kolana yaslamış vaziyette mor irisleriyle etrafı süzüyordu. Gözleri öylesine değil bir şeyler arar gibi geziniyordu etrafta. Çalışanlar akşam yemeği için etrafta dolaşırken iki kanadı da açık olan devasa kapıdan içeri güneşin son huzmeleri süzülüyordu. İkizimin gözleri ise fazlaca kapıya takılıp duruyordu. Sanki içeri birinin girmesini bekliyordu. Zarif bir gülümseme takınarak yanına ulaştığımda gelişimi fark edip gövdesini kolondan ayırdı. “Dinlenirsin sanmıştım.” “Yeteri kadar dinlendim zaten. Merak etme.” Dudaklarındaki sıcak gülümseme içimi ısıtıyordu. Karşımda kardeşim duruyordu, yıllarca beni arayıp duran ikizim. Onu kısacık bir süredir tanımama rağmen karşısında durunca içim kıpır kıpır oluyordu. Kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissediyor, onunla oyunlar oynamak istiyordum. Bazen de şimdi olduğu gibi sıkıca sarılmak istiyordum. Tabi bir de o uzun, gümüşi saçlarını örme niyetim yok değildi. Kan çekiyor dedikleri böyle bir şey olsa gerekti.

Sarılma dürtümü güçlükle bastırıp gülümsedim. İşte işin kötü yanı buydu. Sıkıca sarılmak isteyecek kadar duygu doluydum fakat buna nasıl tepki vereceğini kestirecek kadar tanımıyordum onu. Artık hislerim yüzünden suratım nasıl bir hal aldıysa bir kaşı merakla havaya kalktı. Tek kelime etmeden bana doğru bir adım atarak kollarını etrafıma sardığında kısa bir an şaşkına dönsem de arzuladığım şeyi bana vermesinin mutluluğuyla ben de ona sıkıca sarıldım. Narin parmakları saçlarımı okşadığında göğsümden taşacağını sandığım mutluluktan ağlamak istesem de kendimi tuttum. Zahel’den sonra saçlarımı seven tek kişi Kael olmuştu. Sedir ağacını andıran kokusunu içime çektim. Ne kadar süre öyle kaldığımızı bilmiyordum ama ayrıldığımızda sıcaklığını hala hissedebiliyordum. Silemediğim bir gülümsemeyle yüzüne bakarken “nerden anladın?” diye sordum tatlı bir tonlamayla. Benim ifadem içim içime sığmaz haldeyken Kael’ın ifadesi daha dingindi. Yine de benimle benzer şekilde hissettiğini biliyordum. “Gözlerin bir şey ister gibi ışıl ışıldı ve sen o gözlerle bana bakıyordun. Ben de dünyalar güzeli kardeşime sarılmak için yanıp tutuşuyordum.”

Sözleri içimi daha da ısıtmıştı. Gerçek anlamda oturup hüngür hüngür ağlamak istiyordum. “İyi ki benim kardeşimsin. Başkasının olsan çok kıskanırdım.” dediğim anda ne söylediğimin farkına vardım. Kendime lanetler edip dilimin ucunu ısırırken Kael bana daha da büyüyen gülümsemesiyle bakıyordu. Gerçekten az önce beş yaşında gibi konuşmuştum. “Öyle diyorsun ama sen başkasının olmuşsun. Sence ben kıskanmıyor muyum?” İri iri gözlerle baktım yüzüne. Beni Zahel’den mı kıskanıyordu? “Kıskanıyor musun?” diye sordum şaşkınca. İhtiyatlı bir tavır takınarak “seni benden daha iyi tanıdığı ve seninle, benim geçirdiğimden daha fazla vakit geçirdiği için kıskanmıyor değilim.” dedi. Tatlı tatlı gülümsemekten alamıyordum kendimi. Zahel’i daha uzun süredir tanıdığım için içerlemesi normaldi tabi. “Benim için iş işten geçti ama sen sonsuza dek bekar kalabilirsin.” deyip muzırca gülümseyerek gözlerimi kırpıştırdım. “Bunun adil olmadığının farkındasın değil mi?” Kısa bir an kıkırdadıktan sonra ciddi bir tavır takınarak “öyle diyorsan o zaman en kısa vakitte müstakbel yengemle tanışmak isterim.” deyip meydan okudum. Laf cambazlığımdan keyif alıyormuş gibi kocaman gülümserken başını iki yana salladı.

İkizimi şöyle bir süzdüğümde kıyafetlerini değiştirdiğini fark ettim. Uzun beyaz saçlarını özenle taramış, birkaç tutamı arkada toplamıştı. Daha kısa olan bazı tutamlarsa şakalarından aşağı dökülüyordu. Benim de saçlarım beyazdı ve Koruyucuydum ama nedense saçları Kael’ı kutsal hatta ilahi biri gibi gösteriyordu. Beyaz tenindeki ifade her daim buz gibiydi ama aynı zamanda sıcacık hissettiriyordu. Üzerinde yine bir takım vardı ve yine griydi. Kıyafetteki detaylar olmasa üzerini değiştirdiğini fark etmezdim bile. Zahel’in siyahtan vazgeçmediği gibi o da gri de ısrar ediyordu. “Yine mi gri?” dedim yalancı bir isyanla tatlı tatlı gülümserken. “Neden gri giyinmekte ısrar ediyorsun?” Her zamanki dingin ifadesini takınıp “çünkü gri benim.” dedi. Anlamaya çalışarak yüzüne bakarken tebessüm edip açıkladı. “Gri ne siyahtır ne de beyaz. Ben de ne Koruyucuyum ne de değilim. Senin kardeşinim ama aynı zamanda değil gibiyim.” Gülümsemem usulca yok oldu. “Üzülme sakın.” dese de eski halime dönmem mümkün değildi. Onun olması gerekeni zorla almışım gibi hissediyordum. Karşıma geçip ellerini omzuma yerleştirdi. “Sakın Koruyuculuğu benden çaldığını düşünme. Bu beni üzmüyor. Kaderimizde senin Koruyucu olman varsa bu en doğrusudur. Ben sadece bunca zaman kardeşin olamayışıma üzülüyorum.” Gözlerim dolu dolu bir hal aldı. Benim ondan haberim yoktu ama o beni biliyordu. Yıllarca beni arayıp durmuştu.

“Geç olsa da sonunda birbirimizi bulduğumuz için çok mutluyum. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yok.” Ne diyebileceğimi bilmiyordum ve uygun kelimeler de yokmuş gibiydi. Dayanamayıp bir kez daha kollarının arasına girdim. “Bundan sonra hiç ayrılmayalım.” dediğimde “hiç ayrılmayalım.” dedi. Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra duygu yüklü havayı değiştirmek için “merak ettiğim bir şey var. Adımı Reyena olarak biliyordun ama karşına Silva olarak çıktım.” diye sorar bir tonlamayla konuşmuştum. “Zahel bana anlattı.” dediğinde başımı sallayıp daha fazla detaya girmemeye karar vererek “Zahel Konseyden kılıcı almamı istedi.” dedim. “Aslında bunu ben de isteyecektim.” Hafif bir şaşkınlıkla baktım gözlerine. “Bu anlarda kılıcı sana karşı kullanmak niyetine girişebilirler. En kısa vakitte alman en doğrusu olur.” Zahel’le benzer şeyler düşünüyor benim güvende olmamı istiyordu. Bu meseleyi hiç düşünmeyen bir bendim sanırım. “Yarın gücüm üzerinde çalışmaya başlayacağım.” “Elimden geldiğince yardım edeceğim.” dediğinde minnetle gülümsedim. Ardından ikimiz de sessizleştik.

Kael onu ilk gördüğüm andaki gibi gözlerini etrafta dolaştırmaya başladı. Hareleri kapıda fazlaca oyalanırken ben de pür dikkat onu izliyordum. Bir şeyler aradığı kesindi, belki de birini. “Kimi arıyorsun?” dedim yandan bir bakış atarken. “Eckart.” diye cevap verdiğinde açık sözlülüğüne şaşırmadım değil. Eckart’ı aradığını ben de tahmin etmiştim lakin sorarsam panikler, eli ayağı birbirine girer ve kaçamak cevaplar verir sanmıştım. Beni şaşırtarak doğrudan cevap vermişti. “Dilemesi gereken bir özür var.”

“Ondan hoşlanıyor musun?” Bodoslama sorduğum soru kısacık bir an gözlerinin irileşmesine neden olsa da her zamanki durgun tavrını korumayı başardı. “Emin değilim.” diyerek konuşmaya başladığında hareleri kapıdaydı. “Daha önce hiçbir kadını yeniden görmeyi arzulamamıştım ama onu görmek istiyorum.” Ve Kael lafını bitirir bitirmez eşikte üzerinde muhafız zırhıyla Eckart belirdi. Güçlü adımlarla salonda ilerlerken “Eckart.” diyerek seslendim. Kael kaşlarını hafifçe çatmış ne yapıyorsun der dibi bakıyordu. Yolunu değiştirip bize doğru yaklaşan Eckart kıvırcık olmakla dalgalı olmak arasında kalmış saçlarını ensesinde sıkı bir topuz yapmıştı. Bal rengi gözleri Kael’a kısa bir an küstahça bir ifadeyle baktıktan sonra bana dönüp artık aşina olduğum selamlamayı yaptı. “Bir arzunuz mu vardı tanrıçam?” Başımla Kael’ı işaret edip “abim seninle konuşmak istiyormuş.” dedim. Eckart kısa bir an bana baktıktan sonra çok da istekli olmayarak Kael’a döndü. Lafını esirgemeyen biri olduğunu anlamış olmama rağmen “benden çekinmene gerek yok. İçinden nasıl eliyorsa öyle konuşabilirsin.” dedim. Onayımı aldığı için tamamen rahatlayan Eckart gözlerini devirip “yine ne var?” dedi.

“Nezaket kurallarından haberin yok sanırım.” Kael’ın ifadesinde Eckart’tan hoşlandığını gösteren bir ifade yoktu ama hislerini kontrol etmekte ne kadar usta olduğunu bildiğimden tam olarak emin olamıyordum. Ekşi bir şey yemiş gibi yüzünü buruşturup “haberim var ama umurumda değil.” dediğinde Kael istifini bozmadan “peki dilemen gereken şu özür umurunda mı?” dedi. İnatçı bir tavır takınarak bal rengi gözlerini Kael’ın mor gözlerine dikti. “Senden özür falan dilemeyeceğim. Özür dilememi gerektirecek bir şey yok.” Kael hiç beklemeden “omzuma çarptın ve bana hakaret ettin.” dedi. İkisi de inatçı gözlerle birbirine bakıyordu. İşin sonunun nereye varacağını kestirmek zordu. Kael’ın özür konusundaki bu ısrarı normal değildi. İnsanların özür dilemesini umursamıyor ya da gerek görmüyordu. Üstelik bu mesele fazlaca basitti. Fakat mesele Eckart’a geldiğinde keçi gibi inat edesi tutmuştu. Ondan hoşlandığı için inat ettiğini düşünmeden duramıyordum ve düşüncelerim muzır bir gülümseme olarak kendini açık ediyordu. Neyse ki birbirlerine öyle odaklanmışlardı ki kahkaha da atsam fark edeceklerini sanmıyordum. Kollarımı kavuşturup tiyatro izler gibi keyifle didişmelerini izlemeye devam ettim.

“Yolun ortasında durmak senin hatandı. Oranın giriş olduğunu biliyordun. Akıllıca davranıp kenara çekilmen gerekirdi. Hatalı olan sensin.” Eckart doğru noktaya parmak basmış olacak ki Kael “ya hakaret etmen?” diyerek omzuna çarpma meselesini atladı. Alaycı bir ifade takınıp “istesem hakaret etmeyeceğimden değil ama hakaret falan etmedim. Heykele benziyorsun dedim ve benziyorsun. Aynaya baktın mı sen hiç? Taş gibi bir suratın var.” dediğinde son söyledikleri gözlerimin fal taşına dönmesine neden oldu. Az kalsın yutkunurken boğulacaktım ama gel gelelim ki Kael yakaladığım detayı fark etmemiş ya da benim anladığım manaya yormamıştı. Aynı inatçı ifade hala suratındaydı. “Yani özür dilemeyeceksin?” Eckart keskin bir dille ve meydan okuyan gözlerle çenesini kaldırıp “asla!” dediğinde Kael öyle mi dercesine bir bakış atıp bir anda bana doğru döndü. Beni unuttuklarını sandığım için ani dönüşüne hazırlıksız yakalanmıştım. Hızlıca sırıtışımı silip ifademi düzelttim. “Silva Eckart’ın özel korumam olmasını istiyorum.” Şimdi ikimiz de şaşkın gözlerle Kael’a bakıyorduk. Bunu kesinlikle beklemiyordum ama bu fikir epey hoşuma gitmişti.

İtiraz etmez için ağzını açan Eckart’a fırsat vermeden “kabul ediyorum.” dedim. Kael zafer kazanmış gibi bir ifade takınırken Eckart şoke olmuştu. “Ama tanrıçam…” dese de devamı için uygun argüman bulamadığından sessiz kaldı. “Bu emirden ziyade bir rica. Tanrıçanı kıracak mısın Eckart?” Tamamen isteksizce başını sallayıp “siz nasıl isterseniz tanrıçam. Artık gidebilir miyim?” Yanımızdan uzaklaşmaya başladığında “hemen dönerim.” deyip Eckart’ın peşinden gittim. Seslenmemle durup bana döndüğünde ikizime kısa bir bakış atıp “az önce öyle söyledim ama istemiyorsan yapmak zorunda değilsin.” dedim. Ne olursa olsun kimseyi istemediği şeylere zorlamak istemiyordum. Eckart omzumun üzerinden Kael’a kısa bir bakış attıktan sonra “abiniz fazla hassas. Omzuna çarptım diye peşimi bırakmıyor. Korumama ihtiyacı olduğu bariz.” dedi. Başımla onayladığımda yanımdan ayrıldı. Kael’ın yanına dönmeden önce bir süre sırıtmak için kendime izin verdim. Kael’ın korumaya ihtiyacı olmadığını bal gibi de biliyordu. Yine de kabul etmişti. Ne hissettiği ya da düşündüğünden emin değildim ama Kael’dan gösterdiği kadar rahatsız olmadığı böylelikle kesinleşmiş oldu. İkizimin yanına döndüğümde hareleri Eckart’ın gittiği yöne takılmış halde “fazla inatçı bir kadın. O özrü dilemesi gerekiyor.” dedi.

“Ama sanki o haklı gibi.” Onun değil de Eckart’ın tarafını tuttuğum için hayrete düşen Kael gözlerini üzerime dikti. Kısa bir an tereddütlü bir ifadeyle düşündükten sonra “omzuma çarpma meselesinde haklı olsa bile bana hakaret etti.” deyip kollarını kavuşturdu. İmalı imalı kaşlarımı kaldırıp “aslında hakaret olmayabilir.” deyip sırıtmamak için yanaklarımın içini kemirdim. “Bilemiyorum, heykel derken taş gibisin demek istemiş olabilir.” deyip omuz silktiğimde suratı ekşi bir şey yemiş gibi bir hal aldı. Kael’ın tam bir beyefendi olduğunu göz önüne alınca suratının aldığı hal oldukça makuldü. Muhtemelen taş gibisin demek ondan limon gibi bir etki yaratmıştı. “Taş gibi mi?” derken kelimeler ağzından tuhaf bir şekilde çıkmıştı. İçimden karnımı tuta tuta kahkaha atmak geçse de kendimi sıktım. Yine de sırıtışımı bastıramıyor sinsi tavrımı bozamıyordum. “Şey… yani çok yakışıklı olduğunu ima etmiştir belki.” Kael söylediklerime gerçekçi gelmiyormuş gibi kaşlarını çattı. “Heykel dedi.” Hemen itiraza geçip “ama az önce de taş gibi suratın var dedi.” dediğimde tamamen durgunlaştı. Gözleri dalgınlaşırken aklından geçenleri fena halde merak ediyordum. “Yakışıklı olduğumu ima ettiğini mi düşünüyorsun?”

Elbette Eckart’ın söylediklerinden bu anlam çıkabilirdi. Ama Eckart’ın dobralığı ve kendine has tavırlarını düşününce bundan emin olmam mümkün değildi. Bana ipucu veren tek şey Kael’a korumalık yapmayı kendi rızasıyla kabul etmiş olmasıydı. Fakat kim bilir, belki de bunu sırf Kael’ı çileden çıkarmak için kabul etmiştir. Durduk yere bir karmaşaya sebebiyet vermek istemediğimden cevap vermeyip başka bir soru sordum. “Tekrar gördüğüne göre şimdi ne hissediyorsun?” Merakla vereceği cevabı bekliyordum. Gerçekten Eckart’tan hoşlanmış olabilirdi. Benim asıl merak ettiğim eğer hoşlanıyorsa bu hoşlantının zamanla neye dönüşeceğiydi ya da bir şeye dönüşüp dönüşmeyeceğiydi. Derin bir iç çekip yüzünü bana çevirdiğinde sanki bedeni burada da aklı başka yerde gibi bir hali vardı. “Tuhaf ama onu tekrar görmek istiyorum ve tekrar göreceğimi düşünmek…”

Gerçekten yapmıştı ve onun yüzünden önümdeki yemeğe odaklanamıyordum. Meraktan içim içimi kemirip duruyordu. Dostane olmayan bakışlarım sürekli Kael’e kayıp duruyor o ise bana zarif gülümsemeleriyle karşılık veriyordu. Cümlesinin devamını getirmemişti ve beni sinir bozucu bir merakla baş başa bırakmıştı. Eckart’ı tekrar göreceğini düşünmek ne hissettiriyordu ki? Resmen en can alıcı noktada dudaklarını mühürlemişti. Bunu düşünmemeye çalışarak yemeğime odaklandım. Masada oldukça tuhaf bir hava vardı. Hem gergin hem değil gibiydi. Zahel masanın başında otururken benim yanımda Kael, Fenir ve Nowa vardı. Karşımda ki Ragaz’ın yanındaysa Valeria, Jieli ve Azel oturuyordu. Zahel, Ragaz, Kael ve Fenir çeşitli konularda sohbet ediyordu. Valeria ve ben de arada birkaç yorum yapsak da pek fazla dahil olmuyorduk. Özellikle en uç noktaya oturmayı seçen Azel Jieli ve Nowa gibi sessizdi. Abisiyle barışmış olsa da eskiye dönmek onun için zaman alacak gibiydi. Jieli ve Nowa ise hem sessiz hem gerginlerdi. Tek lokma yemeyip öylece oturuyorlardı. İkisi de kaşıklarını yemeğin için de oynatıp dursa da henüz ağızlarına götürmüş değillerdi.

Karşı karşıya oturmalarına rağmen birbirlerine bakmamak için özellikle çabalıyorlardı. Valeria’yla birbirimize ne yapacağız dercesine baksak da omuz silkmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Şahit olduklarımı ona anlattığımda en az benim kadar şaşırmış, kendi kendine Jieli’ye söylenip durmuştu. Önceden cesaret edip de adım atamıyor diye Nowa’ya kızıyordu lakin şimdi işler değişmişti. Dalgın gözlerle yemeğiyle oynayan ve Jieli ne zaman bir şeyler yiyecek diye ona kaçamak bakışlar atan Nowa en sonunda kaşığını masaya bırakıp sandalyesini geriye doğru itti. “Size afiyet olsun.” deyip kimsenin konuşmasına fırsat vermeden arkasını dönüp gitti. Arkasından öylece bakan Jieli’nin yeşil gözleri dolu dolu olmuştu. Jieli varlığından rahatsız olduğu için yemek yemediğini düşünüp bir şeyler yemesini umarak masadan kalmıştı Nowa. Ne var ki Jieli tek lokma yemediği gibi aradan bir dakika bile geçemeden onun gibi masadan kalkıp gitti. Bunların bu hali ne olacaktı bilmiyordum. İstemsizce kıstığım gözlerimi Fenir’e diktiğimde ifadesiz bir suratla gözlerime kısa bir an baktı. Durumun oda farkına varıyordu ama inadından vazgeçmiyordu işte. Bu halleri benim içimi sızlatırken baba olarak o nasıl dayanıyordu anlamış değildim.

Dün gece belki de hayatımın en güzel gecelerinden biriydi. Tüm gece kalbim pamuklara sarılmış gibi hissetmiştim. Zahel’in tüm eşyaları benim odama taşınmış ve gün sonunda bedeni koca yataktaki yalnızlığıma son vermişti. Yüzümü göğsüne gömüp kokusunu içime çeker uykuya dalmak tarifi imkânsız duygular hissettirmişti. Kollarının arasında güven, kokusunda huzur bulmuştum. Uyuyana dek saçlarımı okşayışını, yüzüme bıraktığı öpücükleri unutamıyordum. Uyandığımda yanımda kollarını etrafıma dolamış vaziyette olduğunu gördüğümde hiç yataktan çıkasım gelmemişti. İkimiz de yataktan çıkmayı erteleyebildiğimiz kadar erteledikten sonra nihayetinde odadan çıkmak zorunda kalmıştık. Kahvaltıdan sonra Zahel kendi işleri için odasına çekilirken ben de Kael’la boş bir odaya geçmiş gücüm üzerinde çalışmaya başlamıştım. Saatlerdir uğraşıyor olmamıza rağmen bir arpa boyu yol kat ettiğimiz söylenemezdi. İçimdeki gücün varlığını hissetmeme rağmen onu bir türlü istediğim şekle sokamıyordum. Peşinden koşsam da bana gelmesini beklesem de tam olarak istediğim gibi olmuyordu.

“Odaklanmıyorsun.” Oflayarak kendimi saldım. Bağdaş kurmuş karşılıklı oturuyorduk. Ortamızda basit bir hançer duruyordu ve etrafına bir duvar örmem gerekiyordu. Tabi henüz başarabilmiş değildim. “Odaklanıyorum.” dedim isyan ederek. Saatlerdir aynı pozisyonda oturmaktan belim tutulmuştu. Bacaklarımı artık hissedemiyordum ve odaklanmıyorsam bunun en büyük sebebi her yanımı saran sızıydı. “Hayır, odaklanmıyorsun.” Bıkkınlıkla gözlerimi devirdim. Elbette gücümü kontrol etmekte kararlıydım ama çalışmaya başlarken böyle olacağını hiç düşünmemiştim. “Valeria ve Zahel’i iyileştirirken daha kolay odaklanmıştım.” dedim sitem eder bir tonlamayla. Gücümü şifaya dönüştürürken epey zorlanmıştım ama en azından başarabilmiştim. Odaklanmış, gücümün bana gelmesini sağlamış ve onu istediğim şekle sokabilmiştim. Şimdi yapamıyordum. “Çünkü o anlarda odaklanmama gibi bir lüksün yoktu. Şimdi ise kendini daha rahat hissediyorsun ve odaklandığını sansan bile dikkatin dağılıyor. Zihnin durgun değil.” Eh haklı olabilirdi ama bu yine de işime yaramıyordu. Hayat memat meselesinin içinde mi kalmam gerekiyordu odaklanabilmem için? Kılıcı mühürlemek zaten hayat memat meselesiydi lakin anlaşılan yeterli gelmiyordu. Kael durgun ve berrak bir gölken ben üzerine yağmur yağan bir gölden farksızdım. Odaklanmaya yaklaştığım her an üzerime düşen damla gölü dalgalandırıyordu.

“Yoruldum, kemiklerim ağrıyor ve açım. Biraz ara verelim.” İsyan edip bir anda ayaklandığımda uyuşan bacaklarım nerdeyse yere kapaklanmama neden olacaktı. Kendimi güç bela deri koltuğa attığımda ağrılarımın katlanılmaz bir boyuta ulaştığını fark edebildim. “Ben yiyecek bir şeyler getireyim.” Kael kalktığında sanki saatlerdir benimle birlikte oturmamış gibi sağlam bir şekilde ayaklarının üzerine basabilmişti. Kapının kapanma sesini işittiğimde rahat bir soluk verip doğruldum. “Koruyucu Elianther.” Sadece birkaç saniye sonra Elianthar’in yoğun varlığını hissettim. Küçük bir ruh parçasından ibaret olmasına rağmen oldukça büyük bir gücü vardı. Varlığıyla yayılan gücünün zerrelerini hücrelerimde hissedebiliyordum. Derimin altına yayılan karıncalanma ise hiç yabancı değildi. Gelişinin yarattığı hissiyat tanıdıktı. Atalarımdan biri olduğu için varlığı kendimden bir parça gibi hissettiriyordu. “Koruyucu Silva.” diyerek karşılık verdiğinde saygılı bir ifade takındım. “Yardımınıza ihtiyacım var.” Elianthar devam etmemi bekler gibi sessiz kaldı. “Gücümü kullanmakta zorluk çekiyorum.” Kadim sesiyle konuşmadan önce bir süre sessiz kaldı. Somut bir varlığı olmadığından sesini yeniden duyana dek sessizce bekledim.

“Bazılarımızın güçleri inatçı olabiliyor Silva. Gücün sana itaat etmiyorsa sen ona hükmet. İradeni bir kamçıya çevir ve her darbeyle aldığın parçaları şekillendir. Zamanla gücün ehlileşecek ve sana itaat etmeye başlayacak.” Kulağa sert bir yöntem gibi gelse de denemekten zarar gelmeyeceğine kanat getirerek kalktığım yere bağdaş kurarak yeniden oturdum. Parmaklarımı mermer zeminde öylece duran hançere doğru uzatıp ciğerlerimi temiz havayla doldurduktan sonra gözlerimi yumdum. İşittiğim tüm sesleri ve zihnimde dans eden görüntüleri yok sayarak gücüme ulaşmam zaman alsa da başarmıştım. Şimdi mor bir küre şeklindeki gücüm karşımdaydı. Bakınca zararsız bir ışık gibi görünse de içindeki yoğunluk tenimi karıncalandırıyordu. Sadece küçük bir parçası bile oldukça yıkıcı olabilirdi. Düzenli nefesler almaya çalışarak irademi bir kamçıya dönüştürmeye çalıştım. Parmaklarımın etrafını sardığı sapını ve aşağı doğru sarkıp, durgun bir şelaleyi andıran dergi örgüden ipini hayal ettim. Metal sapının avcumda bıraktığı soğukluğu, kamçının ağırlığını düşünmeye çalıştım.

Güç küreme bakmaya devam ederken hayal ettiğim kamçı daha hissedilir bir hal almıştı. Avucumdaki metal sap, ayaklarımın dibindeki örgü uç daha hissedilirdi. Kamçıya dönüştürdüğüm iradem şimdi parmaklarımın arasındaydı. Zarif ama ölümcül bir güçle elimde duran kamçıyı kısa bir an duraksayıp gücüme doğru savurdum. Büyük bir gürültüyle küreye çarpan kamçı hoşnutsuz bir tıslamanın kulağıma dolmasına neden oldu. İnatçı gücüm bana itaat etmek istemiyordu. Usulca geri çektiğim kamçı zeminde bir yılan misali kıvrılarak geri geldiğinde bir kez daha savurdum. Aldığı ikinci darbeye de direnen gücüm derimin altında rahatsız bir hissiyata neden olurken kamçıyı bir kez daha savurdum. Aldığı darbeyle kürenin bir parçası koparak kamçıda kaldı. O küçük parçayı alıp bir duvara dönüştüğünü hayal ettim. Başta biçimsiz olan güç parçam irademle usul usul şekillenirken küçük bir kubbeye dönüştü. “Silva.” İşittiğim sesle irkilerek gözlerimi açtığımda sanki su altında kalmışım gibi açlıkla havayı soludum. İrileşen gözlerim ve kesik kesik aldığım nefesler eşliğinde kapıda elinde ufak bir tepsiyle dikilen Kael’ı gördüm.

Belli belirsiz çattığı kaşlarının altından bana doğru bakıyordu. Benimkilerden bir iki ton daha açık olan mor irisleri yüzümle önümdeki zemin arasında usulca dolaşıyordu. Gözlerimi baktığı noktaya çevirdiğimde hançerin etrafını çevreleyen kubbe şeklindeki mührü gördüm. Yaydığı mor ışık huzmeleriyle oldukça güzel ve güçlü görünüyordu. Heyecan yapmadan tepsiyi sehpaya bırakan Kael yanıma geçip oturdu. “Nasıl yaptın?” Gözleri gururla ışıldıyordu. Dudaklarında ufak bir gülümseme vardı. Kendimle gurur duyarak genişçe gülümserken “sanırım daha iyi odaklanabildim ve gücümle nasıl iletişim kuracağımı çözdüm.” diyerek kapalı bir açıklamada bulundum. Ne yazık ki Elianthar’den bahsedemiyordum. “Başarmana çok sevindim. Şimdi bir şeyler yiyelim.” Aslında sonunda başarmış olmak heyecanlanmama ve daha çok çalışmayı istememe neden olsa da birkaç lokmaya ihtiyacım olduğunu aksi halde çok fazla çalışmayacağımı bildiğimden başımla onaylayıp deri koltuğa geri oturdum.

Ve bütün günü dört duvar arasında Kael’le güçlerim üzerinde çalışarak geçirmiştim. İlk başarımdan sonra daha hevesli olsam da akşama doğru pestilimin çıktığı da bir gerçekti. Bir şeyler yedikten sonra yine bir mühür oluşturmayı denemiş ancak başarısız olmuştum. Başarısızlığım tereddüde düşmeme neden olsa da tekrar denediğimde yine başarabilmiştim. Birkaç saatin sonunda artık hançeri her istediğimde mühürleyebiliyordum. Hançerden sonra masa, dolap gibi daha büyük eşyaları mühürlemeye başlamıştım. Zorlansam da nihayetinde istediğim sonucu elde edebilmeyi başarmıştım. Bu günlük bu kadarın kâfi olduğuna karar verdiğimiz noktada artık gücümü daha rahat şekillendirebiliyordum. Tabi henüz acemice bir düzeydeydim. Hiçbir gücü olmayan eşyaları mühürlemek kolaydı. Fakat kılıcın kendine has bir gücü vardı. Benimse sadece maddi boyutunu değil gücünü de mühürlemeyi başarabilmem gerekiyordu. Yaptığım bütün mühürleri Kael’ın ufak bir parmak hareketiyle bozmasına bakılırsa henüz kılıcı mühürleyecek seviyede değildim.

Ördüğüm her duvar kocaman gülümsememe neden olsa da Kael’ın ufacık bir hareketiyle yıkabilmesi tüm gün canımı sıkmıştı. Tüm gücünü kullansa da ördüğüm duvarları yıkamayacağı günü iple çekiyordum. Ensemdeki müthiş sızıyı dindirmek için ovalarken ana salona ulaşmıştık. Akşam yemeği vakti yaklaşıyordu lakin o kadar yorgundum ki yemek yemek dahi istemiyordum. Şöyle bir bakınca herkesin burada topladığını gördüm. Bir tek Fenir yoktu. Yanlarına doğru yürümeye başladığımızda girişte beliren Eckart’ın bizle aynı yöne doğru yürüdüğünü fark ettim. Tabi onu benden önce fark eden Kael olmuştu. Bakışları direkt girişi bulmuştu ve gözleriyle onu takip ediyordu. Eckart’sa bizden yana hiç bakmıyordu. Üzerinde muhafız zırhı yoktu. Altında bacaklarını saran siyah bir pantolon, ayaklarında uzun botlar ve üzerinde koyu yeşil bir bluz vardı. Ördüğü saçları sol omzunun üzerinden sarkıyordu. Onu her zaman muhafız zırhı içinde gördüğümden bu hali alışılmadık gelmişti. Asi ama aynı zamanda oldukça hoş görünüyordu. Pantolon ve bluzu kıvrımlarını hoş bir şekilde gösteriyordu. Nerdeyse aynı anda diğerlerinin yanına ulaştığımızda Eckart’ın “Nowa.” deyişi hepimizi en çok da Nowa’yı afallattı.

Zahel’le her ne konuşuyorsa lafı yarıda kesilmiş şaşkın gözlerle karşısında dikilen kadına dönmüştü. Eckart’ın yüzünde nedenini bilmediğim yılgın ve sıkılmış bir ifade vardı. Nowa Eckart’ın kendisiyle konuştuğuna ihtimal vermiyormuş gibi etrafına bakındıktan sonra kendisiyle konuştuğuna kanaat getirip usulca kaşlarını çattı. “Üstlerinle nasıl konuşman gerektiğini öğrenemedin mi acemi?” diyen sesi hoşnutsuzdu. Eckart eğitimini bitireli fazla olmadığından Nowa buna dem vursa da her zamanki gibi keyifli değildi. Gözlerini deviren Eckart “elbette öğrendim ama bugün görevde değilim, izin günüm.” dediğinde Nowa homurdansa da sessiz kaldı. Ragaz araya girerek “izin günü de olsa bir muhafız üstüyle gerektiği şekilde konuşmalıdır.” dedi. Sesi öğretir bir tonlamayla çıkmıştı. Eckart birliğe katılalı pek fazla olmadığından bazı şeyleri hatırlatmanın uygun olacağını düşünmüş olmalıydı. “Haklısınız efendim. Ancak ne yazık ki Nowa’yla özel bir münasebetim de olduğu için uygun şekilde konuştuğumu düşünüyorum.” Ragaz, münasebetten kastının ne olduğunu anlamadığı için kaşlarını hafifçe çatarken Nowa’nın şaşkınlığı artmıştı.

Göz ucuyla Jieli’ye baktığımda kafası karışmış ve hoşnutsuzluğunu gizlemeye çalışır gibi görünüyordu. “Ne münasebetinden bahsediyorsun?” Hayır, aklıma türlü türlü münasebet şekilleri gelmedi desem yalan olurdu. Eckart sıkkın bir tavırla solurken kollarını göğsünün altında kavuşturdu. “Baban seni bana yamamaya çalışıyor.” Eğer bunu yemek masasında duymuş olsaydım lokmam kesinlikle boğazımda kalırdı. Nerdeyse hepimiz şok geçirmişiz gibi gözlerimiz kocaman açılmıştı. Nowa resmen yıldırım çarpmış gibi öylece kalakalmıştı. Ragaz, Valeria, Zahel ve Azel şaşkınlık içinde kaşlarını çatmıştı. Tereddüt ederek bakışlarımı Jieli’ye kaydırdığımda sertçe yutkunduğunu fark ettim. Yeşil gözleri pek de iyi olmayan nedenlerle ışıldayan bir hal almıştı. Pembe dudakları titriyor, kendini tutmak için yumruklarını sıkıyordu. Yavaşça yanımdaki Kael’a döndüm. Jieli gibi değildi. Üzüldüğünü ya da kırıldığını gösteren bir ifade yoktu. Çehresinde her zamanki durgun ifade vardı. Ya duydukları onu zerre etkilememişti ya da hislerini dizginlemekte oldukça başarılıydı. Şoke olmuş vaziyetinden kurtulamayan Nowa’nın dudaklarında “ne?” döküldü.

Kendinden emin ve sıkkın ifadesini hiç bozmayan Eckart bize aldırış etmeden anlatmaya başladı. “Babanla ailem tanıyor. Doğal olarak ben de babanı tanıyorum. Baban bir süredir seni bana övüp duruyordu. Niyetinin aramızı yapmak olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekir. Uzunca bir süre aldırış etmedim ancak en azından bir kez görüşmemiz konusunda fazlaca inat etti.” Bir yerlerden yardım gelmesini umarak harelerini etrafta gezdiren Nowa ne yazık ki umduğunu bulmayarak yutkundu. Sinsi bir tavırla sırıtan Azel usulca Nowa’ya doğru eğilip “baksana geveze tavuk. Babanın annen olmadığına emin misin? Resmen kaynanalık yapıyor.” dedi. Aramızda fazla mesafe olmadığı için duymuş ve kıkırdama isteğimi bastırmak durumunda kalmıştım. “Bence babanın pantolonunun içini bir kontrol etmelisin.” Azel’e korkutucu bir bakış atan Nowa sonunda basit bir öksürükle kendi toplayıp Eckart’a döndü. “Babam adına özür dilerim. Onunla uygun şekilde konuşacağım.” Hepimiz Eckart’ın onaylayıp gideceğini sanıyorduk. Hatta ben bir zahmet konuş diyeceğinden tamamen emindim. Fakat hepimizi yanıltarak “aslında bunun için gelmedim.” dedi.

“Konuşsan da babanın vazgeçeceğini sanmıyorum. Şimdilik evlenmek gibi bir niyetim yok ama bekar ölmeye de niyetli değilim. O yüzden hem babanın seni övmelerini dinlemekten usandığım hem de bekar ölmeye niyetli olmadığım için hayatında biri yoksa görüşmeyi deneyebiliriz.” Kelimenin tam anlamıyla nutkumuz tutulmuştu. Nowa’nın kaşları düşünceli vaziyette çatılmış, sükûnete bürünmüştü. Hepimiz suspus olmuş Nowa’nın konuşmasını bekliyorduk. Kael’ın ifadesi hala aynıydı ama Jieli’nin gözleri tuttuğu gözyaşları yüzünden kızarmaya başlamıştı. Nowa titreyen bakışlarını umutla Jieli’ye çevirdi. Sevdiği kadından gelecek ufacık bir tepkiyi bekliyordu. Yapma dese yeterdi. Başını sallasa o bile yeterdi. Ama Jieli öylece bakmak dışında bir şey yapmadı. Ne ağzını oynattı ne bir tepki verdi ve hayal kırıklığı bir kez daha Nowa’nın gözlerine konuk oldu. Nowa bir kez daha sevdiği kadın tarafından reddedilmişti. Kısa bir an gözlerini kapatıp derin bir soluk aldıktan sonra sırtını tamamen Jieli’ye döndü. Çehresinde bir şeylerin kararına varmış gibi bir ifade vardı. “Hayatımda biri yok.” Ve Nowa bu sözlerle Eckart’a hayatında yer vermeyi kabul etmiş oldu.

“O halde yarın evimde akşam yemeği yiyebiliriz. Ailem şehir dışında, o yüzden rahat olabilirsin.” Eckart bunları gayet rahat bir tavırla öylesine bir detay gibi söylemişti. Bu tarz şeylerden çekinen biri değildi ama biz bir kez daha afallamıştık. Eckart’ın söyledikleri ve yarın gerçekleşecek buluşmayı şöyle bir düşününce insanın aklına her türlü ihtimal gelebiliyordu. Jieli gözlerinde tuttuğu yaşları bırakmış ses çıkarmamak için dudaklarını birbirine bastırıyordu. Nowa hiç tereddüt etmeden “o halde yarın akşam görüşürüz.” dediğinde Jieli hızlı adımlarla ortadan kayboldu.

Jieli sevdiği adamı reddetmiş, sevdiği adam hayatına başkasını almayı kabul etmişti. Bunu gerçekten istediği için değil de Jieli inat olsun diye göstermelik yaptığını düşünmek istiyordum.

 

 

  

Bölüm : 23.08.2025 23:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...