51. Bölüm

❄️Hangisini Seçersin?

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Selam çiçeklerim. Sonunda bölümümüz geldi. Daha önce söylemiştim gecikmenin sebebi okulum ve sınavlarımdan kaynaklıydı kusura bakmayın lütfen. Bir de daha önce söyledim ama yeninden bilgilendireyim bundan sonra bölümler her hafta değil iki haftada bir olacak şekilde gelecek. Nedeni de şöyle ki seneye üniversite 4. sınıf olacağım ve bu yüzden yaz döneminde stajla ilgili çalışmalara ve mezun olmam için gerekli olan bitirme projesine başlayacağım. Ayrıca arka planda Dilek'i düzenleyip aklımda olan yeni bir kurguma da başlamaya çalışacağım. O sebeple bölümlerimiz artık iki haftada bir gelecek. Hepinizi öpüyorum. Keyifli okumalar.

(Bu arada beni sosyal medyadan takip ederseniz çok sevinirim. Bir de whatsap kanalımız var sizleri de bekleriz😘)

Silva

Düzen ve dengeden sorumlu olan Koruyucular ve bir zamanlar onlara hizmet eden Konsey. İki tarafın birbirine destek olması gerekiyordu lakin her sepetten bir çürük çıkabiliyordu ve Konseyin sepetindeki çürük Aşin’di. Şimdi ise geriye kalan tek Koruyucu olan ben ve o karşı karşıyaydık. Dost olmamız gerekiyordu lakin biz düşmandan başka bir şey değildik. Bu düşmanlığı kendi elleriyle inşa eden Aşin olmuştu. Soyumdan geriye kalanları sinsice katletmiş, beni ve ailemi kaçmaya, saklanmaya zorlamıştı. Tüm bunlar diyarda birer dedikodu olarak dolaşsa da gerçek olduğunu biliyordum çünkü Xandria bana anlatmıştı. Ailemin nasıl saklanmak zorunda kaldığını, çok istemelerine rağmen kendinden olanlara yardım edemeyişlerini. Şayet elimde ona karşı en ufak kanıt olsaydı Aşin şu an bırakın o kibirli ifadesiyle bana bakmayı karşımda duruyor bile olamazdı. Ama işte elimde ona karşı hiçbir kanıt yoktu ve ben kendi görüşlerime dayanarak ona bir şey yapamazdım. Bu benim varoluşuma aykırıydı. Onu kıvrandırarak öldürmeyi arzulasam da kutsal yanımın beni cezalandıracağının bilincindeydim. Aşin’in sonu ne bu kadar basit olacaktı ne de giderek ayak bana zarar verme şansına sahip olacaktı. Elbet onun da zamanı gelecek yüzündeki o kibirli ifade silinip gidecekti. Şimdilik bir haşere gibi ayağımın altında dolanmaya devam edebilirdi.

Delici bakışlarımı Aşin’in üzerinden ayırmıyordum, o da kontrol etmeyi başaramadığı şok olmuş ifadesiyle bana bakmaya devam ediyordu. Gözleri diğer herkes gibi alnımdaki işarette oyalanıyordu. Gerçek olup olmadığını sorgulayacak kadar aptal olmadığını varsayıyordum. Zira Koruyucuların işareti özeldir ve taklit edilmesi de mümkün değildir. Şaşkınlığı usulca silinip kaşları çatılmaya başlarken içten içe bunun nasıl mümkün olduğunu sorguladığını tahmin edebiliyordum. Bütün Koruyucuların kökünü kazıdığını düşünürken ve onlarca yıl onlara dair en ufak bir ize bile rastlamamışken nasıl olmuştu da bugün biri karşısında durabiliyordu? İfadesi hızla öfkeye evrilirken bu öfkenin kime yönelik olduğunu merak ediyordum. Başarısızlığı yüzünden kendine mi kızıyordu yoksa Koruyuculardan sonraki en büyük problemi olan Zahel’den kurtulmak üzereyken onu kurtaran bana mı? Tapınağı tamamen saran kasvetli sessizliğe şaşkın mırıltılar karışırken Aşin’in gerisinde duran diğer Konsey üyeleri zarafet dolu hareketlerle diz çöküp başlarını usulca eğdiler. “Koruyucuların Konseyi, Koruyucu Silva Sideras’ı selamlıyor.” diyerek hep bir ağızdan konuştuklarında seslerini duyan Aşin’in suratı beyninden vurulmuş gibi kasıldı. Yüz kasları seğiriyor, öfkeden sıktığı dudakları titriyordu ve karşımda hala dik durabiliyor olması canımı sıkıyordu.

Onun yüzünden görevimi hiçbir zaman yapamamış, hayatımı korkarak ve saklanarak geçirmiştim. Onun yüzünden hiçbir zaman tam olarak bir Koruyucu olamamıştım, onun yüzünden ailemden ayrı düşmüştüm. Ve karşımda hala dikilme cesaretini gösteriyordu. “Saygısızlığınızı şaşkınlığınıza mı yormalıyım yoksa Koruyucu olarak verdiğim ilk emrin kendi ölümünüz olmasını mı tercih edersiniz?” dedim dişlerimin arasından tükürürcesine. Şimdi ikimiz de birbirimize öfke ve nefretle bakıyordu. Aramızda yükselen gerilim az sonra bir yıldırıma dönüşüp üzerimize düşecek gibiydi. Zahel’in idamı için toplanan sayısızca kişi şimdi Koruyucu ve Konsey Liderinin arasında yükselen gerilimi seyrediyordu. Sırtımda gezinen onlarca çift gözün varlığı beni rahatsız etmiyordu lakin Aşin için aynı şeyi söyleyemezdim. Diyar halkının gözünde oluşturduğu bir imajı vardı ve ben onu bozmakta hiç gecikmemiştim. Şimdi herkes Konsey Liderinin neden bu şekilde saygısız bir yaklaşım sergilediğini sorgulayan gözlerle Aşin’e bakıyor olmalıydı. Kıvılcımlar çakan gözleri beni bulduğunda öfkesine rağmen dudağının kenarı şeytani bir sırıtışla kıvrıldı.

“Koruyucular merhameti ve adaletiyle bilinir. Sırf diz çökmedim diye beni öldürecek misiniz?” Halka oynuyordu. Kendi imajını korumaya devam ederken daha dakikalar önce ortaya çıkmış olan beni ise kötü göstermeye çabalıyordu. Şartlar farklı olsaydı şu anda arkamda olan insanların bu sözler üzerine fısıldaşmaya başlayacağından emindim lakin bir Koruyucunun ortaya çıkmasının şaşkınlığını yaşadıklarından ve neler yapabileceğimi bilmediklerinden kimseden çıt çıkmıyordu. Yine de Aşin’in oyununa gelip beni insanlara gaddar ve acımasız biri gibi göstermesine müsaade etmeyecektim. “Ve Konsey de Koruyuculara bağlılığıyla bilinir. Ben elbette o kadar acımasız olup size zarar vermeyeceğim. Ya siz?” deyip yüzüme bir gülümseme yerleştirdim. “Saygısızlığınız sebebi nedir? Yoksa bunca yıllık yokluğumda benimle denk olabileceğiniz yanılgısına mı kapıldınız? Ya da çoktan yerime geçtiğinizi mi düşündünüz?” Sözlerimi tamamladığımda gülümsemem keyifli bir hal aldı. Gözlerimdeki küçümseme Aşin’in öfkeden kudurmasına neden oluyordu. Suratı sinir ve gizlemekte pek de başarılı olamadığı tiksintiyle kasılırken gözleri arkamdaki insanların üzerinde gezindi. Muhtemelen üzerinde gezinen şüpheci bakışlardan nasıl kurtulabileceğinin hesabını yapıyordu kafasının içinde.

Ne yazık ki onun için söyleyeceği söz kalmamıştı. Ne derse desin az önce söylediklerimi kendi lehine çevirmesi mümkün değildi. Geriye iki seçenek kalıyordu. Ya önümde diz çökecekti ya da karşımda durmaya devam edip insanlara haklı olduğumu kanıtlamış olacaktı. Aslında arzum karşımda durmaya devam etmesinden yanaydı. Beni küçük gören ve soyumu katleden bu herifin önümde dizlerinin üzerine çökmesi oldukça tatmin edici olacak olsa da karşımda durmasını ve aslında nasıl biri olduğunu herkese göstermesini istiyordum. Böylelikle ondan alacağım intikamın yolu açılmış olurdu. Ne yazık ki yüzündeki ifadesini hızlıca düzelten Aşin yalancı bir öksürükle boğazını temizleyip “sanırım yanlış bir izlenim yarattım.” diyerek konuşmaya başladı. Yüzüne yerleştirdiği gülümseme bilge ve görmüş geçirmiş birinin gülümsemesiydi lakin bu bilgeliğin içinin çürük olduğunu biliyordum. Ne var ki insanlar bundan bihaberdi ve Aşin yalanlarla bezeli sözleriyle onların gözünü boyayacaktı. Koruyucuların yokluğunda sorumluluğu üzerine alan bu herif kim bilir neler çevirmişti. Hakkında öğrenmem gereken çok fazla şey vardı.

“Niyetim saygısızlık etmek değildi. Kendim üzerinde güçlü bir kontrole sahip olsam da bunca zamandan sonra karşımda Koruyuculardan birini görmek haliyle şaşırmama neden oldu. Davranışımın tamamen duygularımdan kaynaklanıyor. Beni maruz görün.” Özenle seçilmiş kelimeler, sahte saygı ve pişmanlık ifadesi. Tüm bunlarla benim dışımda herkesi kandırmayı başardığı aşikardı. Fazlasına gerek olduğundan bile şüpheliydim. İnsanlar sadece bu sözlerle bile manipüle olmuş olmalıydı. Bu andan sonra Aşin karşımda diz çökmese de insanlar bunu yadırgamazdı. Durumu yine kendi lehine çevirmeyi başarmıştı. Yumruklarımı sıkmaktan alamadım kendimi. Aşin ise yeterli gelmemiş gibi sinir bozucu bir yavaşlıkla arakasında duran Konseyin geri kalanına katılarak tek dizinin üzerine çöktü ve başını belli belirsiz eğdi. “Koruyucuların Konsey Lideri, Koruyucu Silva Sideras’ı selamlıyor.” Onun sahte saygısına da selamına da ihtiyacım yoktu ve sandığımın aksine önümde diz çökmesi hiç de tatmin edici olmamıştı. Aksine hınç ve tiksinti doluydum. İleri taşıdığı bu sahte gösterisiyle insanların gözündeki konumunu daha da yükseltmişti.

Konseye bakarken giderek daha fazla yüzüme yansıyan hoşnutsuzluğum insanlar tarafından fark edilmesin diye sinirlerimi yatıştırmak adına ciğerlerimi temiz havayla doldurup yönümü Zahel’e çevirdim. Olduğu yerde öylece durmuş sanki ellerinde prangalar yokmuş gibi belli belirsiz ama gurur ve hayranlık dolu bir tebessümle bana bakıyordu. Masum bir gülümsemenin konduğu dudaklarındaki yaraları görmek içimi burktu. Göğsümün tam ortası ağrıyordu. Yıllar önce kendime sapladığım hançerin acısı mezarından hortlamış beni yine bulmuştu. Bu sefer daha sancılıydı, bu sefer daha çok acıtıyordu. Kanatmıyor mahvediyordu, öldürmüyor tüketiyordu. Kalbim azap, sevinç, pişmanlık, aşk ve daha birçok duygunun tesiriyle hızlı hızlı çarparken ona doğru attığım ilk adım ayağıma kaya bağlanmışçasına zorlamıştı beni. O kaya çektiğim azabın, pişmanlığın biçim bulmuş haliydi ve şimdi terk ettiğim sevgilime gitmemi zorlaştırıyordu. Onun dudaklarında gülümseme, benim gözlerimde yaş ve etrafımızda bizi seyreden onlarca çift göz. Bir gösterinin en can alıcı sahnesi gibiydik.

“Ay Işığım.” diye fısıldadı. O an bu fısıltıyı kimseler duymadı, benimse kulaklarım tüm seslere sağır onun sesine köle oldu. Keder ve kavuşmanın yarattığı sevinçle karışık bir gülümseme dudaklarıma yerleşirken bileğime dolanan görünmez kayadan kurtulup ona doğru yürüdüm. Attığım her adımda kalbim karışık duygulardan kasılsa da ona gitmeye devam ettim. Duramıyordum, ona doğru gitmekten kendimi almam imkânsız hale gelmişti. Sanki gözümü kırpsam her şey yok olur gibi geliyordu. Sanki biri gelip bizi birbirimizden alır gibi geliyordu. Attığım adımları teker teker saysam da yol bitmiyordu. Ben adım attıkça yol uzuyordu sanki. Birkaç metrelik mesafeyi değil de onlarca yıllık ayrılığı yürüyor gibiydim. Sonunda yol bitti, ayrılık son buldu. Şimdi sevdiğim adamın karşısındaydım ve ona dokunmama mâni olabilecek hiçbir güç yoktu. Tek engel kendimdim. Onu böylesi bir azaba mahkûm etmişken karşısında durmak bile zordu ama o bana gülümsemeye devam ediyordu. Sanki dünyanın en değerli şeyine kavuşmuş gibi gülümseyebiliyordu bana.

Önünde, zincirler ve prangalarla bağlı duran ellerini bir anlık gaflete düşüp sarılmak için kaldırdığında şıngırdayan zincirler onu durdu. Hayal kırıklığına uğrayan bakışları ellerindeki zincirlere düştü. “Ben seni kurtaramamıştım Ay Işığı ama sen beni kurtardın. Şimdi de sana sarılamıyorum. Sen bana sarılır mısın?” Dişlerimi yanaklarımın içine geçirip gözyaşlarımı tutmak için kendimle muazzam bir savaşa girdim. “Sarılırım ama bu sefer bırakmam. Bırakmayacağıma söz veriyorum.” dedim ağlamaklı sesimle ve kollarımı boynuna sardım. Başımı boyun girintisine gömüp kokusunu içime çekerken tutmayı beceremediğim sıcak damlalar tenine düştü. Başımın üzerine şefkat dolu öpücük bıraktığında hissettiğim mutluluğun bir tarifi yoktu. Gözyaşlarım yüzünden şiddetle sarsılan göğsümü derin birkaç nefes alarak toparlamaya çalışırken ne kadar istemsem de Zahel’den ayrıldım. Daha fazla bu halde durmasına katlanamıyordum. Zincire vurulmuştu ve yaralıydı. Öfke bürüyen gözlerimi dizlerinin üzerinde bekleyen muhafızlara çevirdim. Beni gayet iyi duyacaklarını bilsem de sesimi yükseltip sıktığım dişlerimin arasında her kelimenin üzerine basarak “derhal zincirleri çözün!” emrini verdim.

Sorgulama cüretinde bulunmayan muhafızlar telaşla yanımıza geldiler. Zincirler ve prangalar tamamen çözüldüğünde Zahel gözlerimin içine çözemediğim bir ifadeyle baktı. Diğerlerinin yaptığı gibi diz çökmeye yeltendiğinde şaşkına dönmüş vaziyette kolunu yakaladım. “Ne yapıyorsun?” derken sesimde sorgulama ve kızgınlık vardı. Diz çökmesini falan istemiyordum, üstelik de bu haldeyken. Diğer elini kolunu kavradığım elimin üzerine yerleştirip usulca çektiğinde kafam karışmış vaziyette onu seyrediyordum. “Dünyanın geri kalanı sana diz çökmüş ya da karşı çıkmış umurumda değil. Ben her zaman, herkese ve her şeye inat sana tapacağım. Sana karşı olan herkesin karşısında duracağım.” Sözlerinde yatan anlam, bana sunduğu destek öyle büyüktü ki kalbim yerinde zor duruyordu. Tuttuğu elimi usulca kolundan çekip serbest bıraktığında bana bakan gözlerinde kendimi görüyordum. “Şimdi izin ver de önünde diz çökeceğim tek kadının sen olduğunu dünyanın geri kalanına göstereyim.” dedi ve gözlerimin önünde tek dizinin üzerine çöktü. Kimsenin karşısında diz çökmeyen Ölüm Tanrısı benim önümde diz çöküyordu. “Güç kaybedilebilir, konum, statü her şey kaybedilebilir ama benim kadınım olduğun gerçeğini hiçbir güç değiştirmez. Sonsuza dek ona ait olacağım kadını selamlıyorum.”

Kalbim durmakla yerinden firar etmek arasında bir noktada takılı kalmıştı. Sevdiğim adamın gözleri sonsuz bir sevgiyle bana bakarken gözlerim dolu dolu olmuştu. Yaralarına aldırış etmeden doğrulduğunda yine tüm heybetiyle karşımda duruyordu. İçimde büyük bir duygu fırtınası kopuyor ne yapacağımı bilmediğimden elim ayağım birbirine dolanıyordu. Sarılmak istiyordum, sıkıca sarılmak ve öpmek lakin ne yaparsam yapayım hislerimi yeteri kadar yansıtamazmışım gibi geliyordu. Ve şu durumda gülümsemekten başka bir şey de gelmiyordu elimden zira Zahel hayal ettiğim kadar sıkı sarılacağım vaziyette değildi. Kurumuş kan lekeleri olan avcunu yanağıma yerleştirdiğinde teninin sıcaklığıyla ısındığımı hissettim. “Hadi, Koruyuculuğunu görmek isteyen çok fazla kişi var.” deyip bakışlarıyla arkamda kalan kalabalığı işaret ettiğinde başımı belli belirsiz salladım.

Elini usulca yanağımdan çektiğinde arkamı döndüm. Yönümü onlara dönmemle birlikte ayaklanmış olan insanlar telaşla birbirine bakıp derince eğildiler. Selamlamaları karmaşık bir uğultu yaratırken en önde olan Valeria, Ragaz, Nowa, Kael ve Azel destekleyici bir gülümseme sunup diğerleri gibi tek dizlerinin üzerine çöktüler. Diğerlerinden farklı olarak “Kutsal Koruyucuyu ve diyarımızın tanrıçasını selamlıyoruz.” diyerek saygılarını gösterdiler. Onların desteği Aşin’in üzerimde yarattığı olumsuz hisleri bir süreliğine de olsa rafa kaldırmama yardımcı oldu. Şu an tüm bu gösteriyi yapacak güce ve cesarete sahipsem bunun en büyük kaynağı onlardı. Ne olursa birbirimizin yanında olmayı hiç bırakmamıştık. Geldiğim günden beri yanımda olan Nowa, Ragaz ve Valeria. Yeni kavuştuğum ikizim ve dengesiz Azel Sideras, onları olmadığı bir dünya düşünemiyordum. Gözlerimi her birinin üzerinde gezdirirken Azel’de biraz fazla oyalandım. Üzerine aldığı pelerinin başlığına iyice sinmiş, yüzünü nerdeyse tamamen gizlemişti. Nedenini elbette anlayabiliyordum. Yan yana dizilmiş dört tanrıyı odağıma aldığımda ilgili bakışları zaten üzerimdeydi. Aralarından bir tek Nolan genişçe gülümseyerek bakıyordu bana. Diğerlerinin aksine o Zahel’in idamını onaylamadığı için şu anda olanlar onu rahatlatmış ve sevindirmişti. İlk diz çöken de o oldu ve bunu yaparken hiç gocunmuş görünmüyordu.

Nolan’dan sonra diz çöken Silas oldu. Onun ne düşündüğünü anlamak zordu. Yüzünde tamamen tarafsız bir ifade vardı. Çıkarlarına göre hareket eden biri olduğunu düşünürsek bu tarafsızlığı şimdilik anlaşılabilirdi. Diz çökerken o da gocunmuş gibi görünmüyordu. Geriye ise sadece Roan ve Aeros kalmıştı. Onca kalabalığın içinde ayakta duran sadece dört kişi vardı. Ben, Zahel ve karşımdaki tanrılar. Alaycı bir gülüşle hoşnutsuzlukla buruşan suratlarına baktım. Şu zamana kadar sergiledikleri hadsizlikleri unutmuş değildim. Roan’ın aşağılık sözleri ve teklifleri, Aeros’un her fırsatta beni küçük düşürmeye çalışmasını çok iyi hatırlıyordum. İkisine de haddini bildirmeyi öyle çok istiyordum ki. Açık bir küçümseme ve tiksintiyle önce Roan’a yaklaştım. “Zayıflığımdan yararlanmak istemiştin değil mi?” dedim ona üstten bakarken. Kolayca ayaklarıma kapanıp yalvarmayacağını zaten bilsem de sözlerime karşılık alaycı biçimde gülümsemesi pek de beklediğim bir şey değildi. Dudaklarındaki o şeytani sırıtışla sesini alçaltarak “daha ziyade senden yararlanmak istemiştim.” dediğinde dişlerimi öyle bir kuvvetle sıktım ki.

Onunla yüz yüze olmak kesinlikle mideme hiç iyi gelmiyordu. Üstelik Aşin bile karşımda diz çökmüşken onun tutumunu değiştirmemesi canımı sıkıyordu. Yine de konumuma yakışır şekilde ifademi koruyup dudaklarımdan kusmak üzere olduğum sözcükleri bir bir geri gönderdim. Ciddiyetle suratına bakarken “tutumunu değiştirmeyecek kadar cesur ya da aptalsın ha?” dedim. Gerçekten ya çok cesur ya da aptalın tekiydi. Belki de o obez gururuna yediremiyordu tüm bunları. Kadınlara değer vermeyen biri için karşısına ondan daha üstün biri olarak çıkmış olmamı kabullenemediğine kalıbımı basabilirdim. Ne sanmıştı ki beni kolayca elde edebileceğini mi? Onun gibi omurgasız birine kapılacak değildim. Tıpkı onun gibi bir heriften kendimi korumak için nerdeyse kendi ailemin katili olacaktım ben. Beni kolay biri olarak görmekle hata etmişti ve bunu ona göstermekte kararlıydım. “Tutumum mu?” dedi burnundan gülerek. “Kim olursan ol, ne kadar güçlü olursan ol benim için çadırıma kendi ayaklarıyla gelen o kadın olarak kalacaksın.” Sözleri içimde adeta patlama etkisi yarattı. Kendimi tutabildiğim son noktalara gelmiştim.

İçimden o lanet çadıra gittiğim için kendime ve Azel’e küfürler yağdırırken dişlerimi sıkmaktan çenem kasılmaya başlamıştı. Üstelik Roan’ın tüm bunları sadece benim duyabileceğim şekilde söylemiş olması ayrıca midemi bulandırıyordu. Koruyucu olmama rağmen benden korkmuyor ama Zahel’den çekiniyordu. Benden de korkması gerektiğini ona kesinlikle gösterecektim ve bu onun için hiç hoş olmayacaktı. Önümdeki tek engel zamandı. Her şeyin uygun bir zamanı vardı ve elbette Roan için de o uygun zaman gelecekti. “Koruyucu olarak karşında duruyor olmama rağmen hala böyle konuşacak kadar küstahsın demek.” dediğimde güldü. O an içimden bir hançerle gülüşünü büyütmek geçti. Öyle ki bu gülüşünün gerçek anlamda kulaklarına vardığını zihnimde canlandırdım. Şu anda bunu yapmak o kadar cazip geliyordu ki kendimi kontrol ediyor olmam büyük mucizeydi. “Mesele de bu ya. Sen Koruyucusun, sunduğum bir teklif yüzünden bana hiçbir şey yapamazsın.” Demek güvendiği şey buydu. Koruyucular, onların kuralları, denge ve düzen. Tüm bunların ardına ustalıkla gizleniyordu. Haklıydı aslında. İsteğim karşılığında kendi isteğini sundu diye ona zarar veremezdim. Yaptığı sarkıntılıklar ise Koruyucuların uğraştığı işler değildi.

Özetle Roan’a bir şey yapmaya yetkim yoktu. Aslında yapamaz değildim, istesem her şeyi yapabilirdim ama bu benim yararıma olmazdı. Henüz tanımadığım halk tarafından direkt olarak yargılanır, Koruyuculuğum sorgulanmaya başlanırdı. Yetmezmiş gibi bir de Roan herkesin sempatisini kazanırdı. Yani şahsi meselemi konumumla çözemezdim. “Ateş Tanrısı Roan Kutsal Koruyucuyu selamıyor.” dedi sesini yükselterek ve diğer herkes gibi tek dizinin üzerine çöktü. Başını eğmek yerine kaldırıp yüzüme bakarken bir kez daha sadece benim duyacağım şekilde konuştu. “Başka bir amaçla da önünde dizlerimin üzerine çökmek isterim.” Ve bu sözlerle kendimi tutma çabalarım tamamen tuzla buz oldu. Öfke kızgın bir ateşle kemiklerime dek işlerken bir an bile düşünmeden kaldırdığım elimi dizlerinin üzerinde olan Roan’ın suratına indirdim. Suratına indirdiğim tokadın çıkardığı ses öyle yüksekti ki duymayan kalmamıştı. Başı eğik vaziyette olan herkes işittikleri sesle bakışlarını bize doğru çevirmiş şoke olmuş gözlerle bize bakıyordu. Tapınak arazisine bir anda uğursuz bir sessizlik çökmüştü. Yükselen gerilim adeta cızırdıyordu. Öyle ki kimse nefes dahi almıyordu. Sanki biri en ufak bir ses çıkarsa canından olacak gibiydi.

Çenem dik vaziyette yediği tokadın etkisiyle başı yana doğru düşen Roan’a bakarken dudaklarımda oluşan gülümsemeyi silmek mümkün değildi. Henüz ben zorlamadan karşımda diz çökmüş ve karşılığında aldığı bir tokat ve aşağılanma olmuştu. Beni aşağılamaya çalışmıştı ve kim bilir bunu daha kaç kadına yapmıştı. Şimdi o kadınlara yaşattığını yaşıyordu. Koskoca Ateş Tanrısı insanların gözü önünde tokatlanmıştı. Bir Koruyucunun yapacaklarının pek sınırı yoktu. Gerektiği takdirde Roan’ı yıldırım cezasına maruz bırakabilir, onu soğuklara hapsedebilir ve daha nicelerini yapabilirdim. Tüm bunları halkın gözü önünde yapsam Roan’ın şu an olduğu kadar aşağılanmış hissetmeyeceğine eminim. O tür cezaları halkın gözü önünde çekip bir de bu cezaya göğüs gerebildiği için kendiyle övünürdü lakin bir tokat. İşte bunun övünülecek bir yanı yoktu. Nihayet başını bana doğru çeviren Roan’ın gözlerinden kin taşıyordu. Sıktığı yumrukları parmak boğumlarının bembeyaz kesilmesine neden olmuştu.

Bir hışımla ayağa kalktığında burnundan soluyor “koruyucu olarak…” diyerek başladığı cümlesini anında kesip “koruyucu olarak değil. Sana Silva Sideras olarak vurdum ve nedenini gayet iyi biliyorsun.” dedim. Dudaklarını açıp kapasa da bir şey söyleyemedi. Herkesin içinde beni onunla birlikte olmaya mecbur bıraktığını itiraf edemezdi. Huzursuzca merakla bizi izleyen insanlara kısa bir bakış atıp yüzüne yeninden gülümsemesini yerleştirdi. Gözlerini kapayıp derin bir nefesi içine çektiğinde öfkesinden eser kalmamıştı. Ateş gibi parlayan gözleri keskin ifademde dolaşırken yarım adım atıp bana doğru yaklaştı. Kulağıma doğru eğilip “teninin dokunuşunu sevdim Silva. Bir ara sen de benim dokunuşlarımı tat. Hayal edebileceğinden daha fazla zevk alacağına eminim.” deyip geri çekildiğinde tam bir duygu karmaşası yaşıyordum. İğrenç sözleri öfkelenmeme neden olurken yediği tokat ve maruz kaldığı aşağılanmaya rağmen bunları söylemiş olması şoke olmama neden olmuştu. Ya maruz kaldığı durumdan zerre etkilenmemişti ya da sadistin tekiydi.

Başka tek kelime etmeden arkasını dönüp tapınaktan ayrıldığında gözlerim hala dikilmeye devam eden Aeros’u buldu. Hınç doluydum ve tüm hıncımı ondan almak şu an hiç de fena görünmüyordu. “Saygısızlığınızı sürdürmeye devam mı edeceksiniz Hava Tanrısı?” Ben ne kadar kızgınsam Aeros da bir o kadar kızgındı. Küçük gördüğü kadını karşısında Koruyucu olarak görmek gururunda deprem etkisi yaratmış olmalıydı. Omuzlarını dikleştirip etrafına üstün körü bir bakış atarken tek bir adım atarak öne çıktı. Şimdi tüm gözler onun üzerindeydi ve dikkat kesilmiş ne yapacağını bekliyorduk. Her ne kadar Aeros’u bozguna uğrattığımı bilsem de tavrından kolay kolay ödün vermeyeceğinin farkındaydım. Az sonra önümde diz çökse bu gerçekten büyük sürpriz olurdu. “Benim nezdimde…” diyerek konuşmaya başladığında diz çökmeyi geçtim yanlışlıkla dahi başını eğmeyeceğini anlamış oldum. Bıçak gibi keskin ifadesiyle bana bakarken gözlerini dahi kırpmıyor katı ifadesinden zerre ödün vermiyordu. Şimşekler çakan harelerinde aşina olduğum kibir ve bana yönelik küçümseme vardı ve dudakları gözlerindeki kibri kelimelere döküyordu. “saygı kazanılır ve sen saygımı kazanacak hiçbir eylemde bulunmadın. Koruyucu olman saygıyı hak edecek eylemler gerçekleştirdiğin anlamına gelmez. Sırf benden güçlüsün diye önünde diz çökmeyeceğim. Görevinde sana başarılar diliyorum Silva Sideras, ne kadar başarısız olacağını düşünsem de.”

Ortamda soğuk rüzgarlar esmesine neden olan sözlerini tamamlayan Hava Tanrısı dediğini yaparak herhangi bir selamlamada bulunmadan arakasını dönüp tapınaktan ayrıldı. Büyük ve kendinden emin adımlarla gözden kaybolana dek gözlerim geniş sırtında takılı kaldı. Söyledikleri zihnimde dönüp dururken dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldı. Bu belli belirsiz gülümsemem tamamen durumun ironikliğinden kaynaklıydı. Aeros’dan ne kadar hoşlanmasam da sözlerinde büyük bir haklılık payı vardı. Saygı öyle alelade ortaya çıkmazdı. İnsan saygı görmek istiyorsa istediği saygıyı hak etmek için çabalamak zorundaydı. Kimse hak etmeyen birine saygı duymazdı. Aeros bu açıdan tutumunda haklıydı. Onun saygısını kazanacak herhangi bir çabam olmamıştı. Aslında buradaki çoğu kişinin sergilediği saygıyı hak edecek bir çabam da olmamıştı. İnsanların saygı gösterdiği benden ziyade Koruyucu sıfatımdı. Tabi bir de çıkarları için saygı gösteriyormuş gibi yapanlar vardı. Bunların başını da kıymetli Konsey liderim Aşin çekiyordu. Aeros ne sıfatıma ne olası çıkarları uğruna bana saygı göstermişti. Tavrından ödün vermemiş, başını eğmemişti.

Onu tanımasam ne kadar erdemli bir tanrı olduğunu düşünebilirdim. Gerçekten bilge birinin edebileceği sözler etmiş ve Koruyuculuğuma baş kaldırma cesareti göstermişti. Tabi işin iç yüzü bundan ibaret değildi. Sırf benden güçlüsün diye önünde diz çökmeyeceğim onu ele veren işte bu sözleri olmuştu. Bunları söylerken sesine yansıyan kıskançlık tınılarını sezebilmiştim. Hava Tanrısı için mesele saygısını hak edip etmemem değildi, onun asıl derdi güç açlığıydı. Tam da tahmin ettiğim gibi aşağıladığı kadının kendinden güçlü olması egosunu yerle bir etmişti. Zavallı, incinen gururunu bir de önümde eğilerek parçalayamazdı tabi. İşte bu noktada değer kisvesi altına sığınarak hem sempati toplamayı hem de hakkımda olumsuz bir izlenim yaratmayı amaçlamıştı. İnsanların onun sözlerine ne ölçüde kulak astığı muğlak olsa da Hava Tanrısının oldukça zekice hareket ettiği kesindi. Onun gidişinin ardından çöken sessizliği yanıma yaklaşan Toprak Tanrısı bozdu. “İzninizle ben de artık ayrılsam iyi olacak.” Gülümseyip kısaca başımı salladığımda Silas da tapınaktan ayrıldı.

Giderek gerilen ortamı düzlüğe sokmamın vakti gelmişti. Bu gösteri sandığımdan uzun sürmüş ve nerdeyse bir kolezyum mücadelesine evrilmişti. Karmakarışık duygularla olanları seyreden insanlara çevirdim bakışlarımı. Çoğu şaşkınlık ve kafa karışıklığıyla bana bakıyordu. Meraklı gözleri yeni keşfedilmiş bir türü inceler gibi üzerimde geziniyordu. Onları anlayabiliyordum. Soyumun yıllar süren yokluğundan sonra yeniden ortaya çıkması elbette şaşkınlık yaratacaktı. Omuzlarımı dikleştirip kendimden emin bakışlarımı yavaşça üzerlerinde gezdirirken söyleyeceklerimi kafamda toparlamaya çalıştım. “Hepiniz buraya Tanrı Zahel’in idamını izlemek için geldiniz ama bu idam gerçekleşmeyecek.” İlk cümlemi tamamladığım anda kalabalıktan beklenen bir uğultu yükselmeye başladı. Kendi aralarında şaşkınca fısıldaşırlarken gürültüye son vermek adına sesimi yükselttim.

“Yersiz itirazlarınız kulağıma çalınıyor ve eminim sizlerin de kulağına Ölüm Diyarında yapılan katliam çalınmıştır. Çoğularının Tanrı Zahel’i sorumlu tuttuğu, kimilerinin de hiç gerçekleşmediğini ileri sürdüğü katliam. Bahsi geçen katliam ne bir söylentiden ibaret ne de Tanrı Zahel tarafından gerçekleştirildi. Katliamdan o zamanki dört tanrı sorumluydu ve o dört tanrının ölümünden de Tanrı Zahel sorumlu. Şayet tanrıları öldürdüğü için Tanrı Zahel idam edilirse dört eski tanrının suçları yanlarına kar kalacak. Görevim dengeyi sağlamak olduğundan Ölüm Diyarına da hak ettiği adaleti sağlamam gerekir. Sizce bunun için ne yapmalıyım?” Beklediğim gibi herhangi bir cevap veren olmadı. Herkes kendi aralarında fısıldaşsa da bir sonuca ulaşamayıp çekingen gözlerle bana bakmayı sürdürdüler. “Adaleti sağlamak için dört tanrı idam edilebilirdi ama çoktan öldüler. Bu durumda Tanrı Zahel’le birlikte dört tanrının varisini de mi idam etmek gerekir? Dört tanrı atalarının günahlarını omuzlamalı mı sizce” Bu sefer dönen fısıldaşmalar tedirginlik yüklüydü. Tüm tanrıları idam etmekten bahsediyordum, tedirgin olmaları çok normaldi. Tabi biraz mantıklı düşünseler böyle bir şeyin mümkün olmayacağını anlarlardı. Tanrıları yok etmek demek kıyamet demekti. Hele de çoğunun varisi yokken.

“İşte bu yüzden Ölüm Tanrısının idamı gerçekleşmeyecek. Bu tanrıların kendi aralarında gerçekleştirdikleri bir hesaplaşma olarak kalacak. Şimdi gidebilir ve bu bilgiyi diyara yayabilirsiniz.” Sözlerimi tamamlamamın ardından idamı seyretmeye gelen kalabalık telaşla yerlerinden ayrılıp bir bir tapınağı terk etmeye başladı. Onların gidişinin ardından Konseye döndüğümde içimde yükselen öfke ve kine mani olmadım. Aşin’in masum olmadığına emindim ama Konseyin geri kalanını onunla aynı kefeye koyacak bilgim de kanıtım da yoktu lakin Aşin’in bu işte yalnız olduğunu düşünmek de tam bir aptallık olurdu. Şimdilik önceliğimi Koruyuculuğa verecek aynı zamanda Konseyin çürüklerini de ayıklamaya odaklanacaktım. “Bu geceyi tapınakta geçireceğiz. Tüm misafirlerimiz için birer oda hazırlamalarını isteyin lütfen.” Aşin ve Vala pek de hoşnut olmayan gözlerle bana bakarken Konseyin içinden bir kadın çıkıp tez canlı adımlarla bana yaklaştı. Kat kat beyaz tülden oluşan elbisenin içinde oldukça zarif görünen kadının sarı bukleleri omuzlarından dökülüyor masmavi gözleri ışıldıyordu.

“Efendim lütfen beni takip edin.” deyip genişçe gülümsedi. Önümüzden tapınağa doğru yürümeye başladığında Zahel’in koluna girip onu takip ettik. Diğerleri de peşimizden bizi takip ediyordu. “Adın ne?” diye sordum tapınağın içinde yürümeye devam ederken. “Sofia efendim.” diye cevap verdikten sonra tapınağın içinde bir hizmetçiyi el hareketiyle yanımıza çağırdı. “Koruyucu Silva Sideras’la tanış.” Üzerinde soluk mavi renkte, hafif kabarık bir elbise ve beyaz, fırfırlı önlük olan genç kızın gözleri beni bulduğunda harelerinde önce şaşkınlık ardından derin bir saygı pırıltısı oluştu. Derince eğilirken “Koruyucuya selamlıyorum.” diyerek saygılarını sundu. “Doğrulabilirsin. Adın ne?” Gülümseyen kızın sıcak ve güleç bir ifadesi vardı. Heyecan tınıları barındıran sesiyle “Clary.” diyerek yanıt verdi. “Memnun oldum Clary.” “Misafirlerimizi uygun birer odaya yerleştirir misin Clary?” Kız heyecanla kafasını sallayıp arkamızda kalan ekibi eliyle yönlendirdi. Hepsi teker teker yanımızdan geçip Clary’yi takip ederken bize uzun uzun bakmayı da ihmal etmiyorlardı. İyi olduğumuzdan emin olmak istedikleri açıktı. Tabi hepsinin uzun uzun konuşma istekleri de gözlerinden okunuyordu lakin dinlenmeye ihtiyacımız vardı.

Bir savaştan çıkıp buraya gelmiştik ve nasıl görünürsek görünelim hepimiz yorgunduk. Hatta birimizin hala bayılmamış olması bile mucizeydi. Hepsi de bunun farkında olduğundan dinlenme meselesine karşı çıkmamışlardı. Yanımızda duraksayan Ragaz “birimiz kapınızda bekleyebilir.” dedi. Suikasta uğrama ihtimalimizi değerlendiriyordu. Her ihtimali düşünmesini ve tedbirli olmasını takdir etsem de buna gerek olduğunu sanmıyordum. “Görünüşüm seni yanılgıya mı düşürüyor Ragaz?” diyen Zahel’e çevirdik bakışlarımızı. Görünüşü hiç de iyi değildi. Onu bu halde görmek içimi parçalıyordu lakin onun canı yanmıyor ya da acısını ustalıkla gizliyordu. Tüm vücudu yara bere içinde olmasına rağmen duruşu sopa yutmuş gibi dik, bakışları bir şahininki kadar netti. “Koşullar ne olursa olsun kadınımı korurum ben.” dedi gayet otoriter bir tonda. Ragaz kısaca başını sallayıp onu onaylarken “biliyorum.” dedi. “Koruma onun için değil onu koruyayım derken kendini öldürtme ihtimali olan senin için.” Zahel’in dostça gülümsemesinin ardında Ragaz yanımızdan ayrılarak diğerlerine katıldı. Grup halinde birkaç metre önümüzde ilerliyorlardı ve kafasına pelerinin başlığını geçirmiş olan Azel sürekli başını çevirme girişimlerinde bulunup dursa da dönüp bakamıyordu.

Şu ana dek Sideras kardeşlerin birbirini görüp görmediği muğlaktı. Tabi Azel’in inatla pelerininin başlığıyla yüzünü gizlediğini düşünürsek henüz birbirlerini görmemiş olma ihtimalleri kuvvetle muhtemeldi. Tam köşeyi dönecekleri esnada Azel nihayet cesaret edip başını çevirdi ama tam o esnada karşımıza geçen Sofia görüş açımızı tamamen engelledi. “Efendim sizi üst kattaki odaya götüreyim.” deyip eliyle merdivenleri işaret etti. Sofia’nın yönlendirmesiyle merdiven basamaklarını çıkmaya başladık.

Ara ara yüzü kasılan Zahel’in belli etmemeye çalışsa da yaraları yüzünden basamakları çıkmakta zorlandığını görebiliyordum. Kıyafetleri bedeninde ne tür yaralar taşıdığını gizlese o yaraların varlığı bile yüreğimi sancıtıyordu. Girdiğimiz uzun ve beyaz renklere sahip koridorun sonuna doğru ilerliyorduk. Duvarlarda belli aralıklarla asılmış tablolar vardı. Altın renkte, işlemeli çerçevelere sahip tablolarda bir savaş tasvir edilmişti. Her tablo savaştan farklı sahnelere can veriyordu ve ilerledikçe savaşın da şiddeti artıyordu. Tablolarda tasvir edilen Işık ve Karanlığın savaşıydı. Bunu hem resimlerden hem de tablolardaki başlıktan anlamıştım. Duvarda asılı olan tek şey tablolar da değildi. Karşılıklı şekilde duvarlarla kılıçlar da asılmıştı. Birbiri üzerine çapraz şekilde gelen kılıçlardan duvarda dört tane vardı. Elbette bunlar dekorasyon amaçlı asılmış kılıçlardı. Tıpkı koridorun köşesine yerleştirilen yüksek sehpanın üzerinde duran vazo gibi.

Sofia’nın yönlendirmesiyle koridorun sonuna ulaşıp ahşap geniş bir kapının önünde durduk. Sofia kapıyı açıp “burada dinlenebilirsiniz. Sizin için yapabileceğim başka bir şey var mı?” dediğinde “yiyecek bir şeyler hazırlatabilirsen çok iyi olur.” dedim. Onaylayıp verdiği baş selamının ardından yanımızdan ayrıldı. Konseyde iletişime girdiğim üçüncü kişiydi ve ilk ikisinden farklı bir izlenim yaratmıştı. Aşin ve Vala’nın aksine kim olduğu ve hangi amaca sahip olduğunun bilincinde olan biriydi. Hepsinden öte gayet kibar ve cana yakındı. İçeri girip kapıyı kapattığımızda bizi karşılayan ilk şey geniş yatak oldu. Yatağın sağ tarafında balkona açılan cam bir kapı, onun çaprazında krem renk bir gardırop vardı. Sol tarafta banyoya açıldığını düşündüğüm bir kapı ve yatağın önünde de yuvarlak göz alıcı bir halı vardı. Zahel’in yatağa oturmasını sağladıktan sonra parmaklarımla gömleğinin düğmelerini yakaladım. Ben düğmeleri teker teker açarken Zahel gözlerini bir an olsun yüzümden ayırmıyordu. “Yaralarını görmem lazım.” diye mırıldandım. Gerçekten yaralarını görmem ve onları iyileştirmem gerekiyordu. Tabi aklıma edepsiz şeyler de gelmiyor değildi ama bunun ne yeri ne de zamanıydı.

Son birkaç düğme kalmıştı ve Zahel’in bakışları altında düğmeleri çözmek giderek zorlaşmaya başlamıştı. Parmaklarım sürekli birbirine dolanıyor, hızlanan kalbim soluklarımı da hızlandırıyordu. “Şöyle bakmayı bırakır mısın?” dedim hafif sitem ve utançla karışık çıkan sesimle. Yanaklarım fena halde ısınmaya başlamıştı. Zahel eliyle düğmeyi çözmeye uğraştığım elimi örtüp “nasıl bakıyormuşum?” dediğinde buluşan gözlerimiz kalbimde deprem etkisi yarattı. Beklentiyle kaşlarını kaldırsa da verecek uygun bir cevabım yoktu. Bakışlarını kelimelerle tarif etmek mümkün gibi gelmiyordu. “Tanrı olmama rağmen sana tapıyormuşum gibi mi bakıyorum?” Sözleri ruhumda çiçekler açtırıyordu. Tüm bu karmaşa ve kaosun içinde beni mutlu etmeyi başarıyordu. Yine de konuşmamız gereken geçmişin varlığı bir şekilde mutluluğumu gölgeliyordu.

Düğmelerle uğraşmaya devam ederken “konuşmamız gerek.” dedim. Tam olarak neyi konuşmak istediğimi zaten biliyordu. Hatta benden bile önce biliyordu ve artık benim de bildiğimin farkındaydı. Son düğmeyi de çözdüğümde “evimize dönünce.” dedi itiraz kabul etmeyen bir tonlamayla. Belki ertelemek belki de burada konuşmak istemediğindendi bilmiyorum ama itiraz edecek değildim. Bu konuşmayı kısa süreliğine de olsa erteleme fikrine karşı değildim. “Peki.” Gömleği dikkatlice çıkardığımda karşılaştığım manzarayla dişlerimi sıktım. Özellikle sırtında çok fazla derin yara vardı ve onlara bakmak canımı yakıyordu. “Acıtmıyor.” dedi Zahel sanki neler hissettiğimi anlamış ve beni teselli etmek istemiş gibi. “Hiçbir şey sensizlik kadar yakamaz canımı.” Yıldızsız bir göğü andıran gözlerine bakarken acıyla gülümsedim ve yanaklarımın içini ısırıp gözyaşlarımı tuttum. Sözlerinin ardında yatan gerçekler dayanılmaz bir ızdırap veriyordu yüreğime. Canımı yakmak için söylemediğini biliyordum. Daha ziyade gitme diyordu, beni bir kez daha sensiz bırakma diyordu.

Boğazıma oturan yumruyu yutarak usulca yanına yerleştim. Sırtını bana doğru döndüğünde titreyen ellerimi yaraların üzerine temas etmeyecek şekilde getirdim. Valeria’yı iyileştirebilmiştim ve bunu yine yapabilirdim ama ellerim titriyordu. Bu derin yaralar sevdiğim adamın bedeninde açılmıştı. Bu azap verici gereceği düşünmemek elimde değildi. Nefeslerimi toparlamaya çalışırken titreyen ellerimi yumruk yapıp odaklanmaya çalıştım. “Yapmazsın değil mi Ay Işığı?” diye sordu Zahel beklemediğim bir anda. Şimdi tüm odağım ona kaymıştı. Sırtı bana dönük olduğu için birbirimizin yüzünü göremiyorduk ama bir anlığına gerilen sırtından çok da hoş şeyler düşünmediğini anlamıştım. “Beni bir kez daha sensizlikle cezalandırmazsın.” dedi sorar bir tonlamayla. Çektiğim vicdan azabı beni öldürüyor, ağlamayayım diye kendimi sıktığımdan bir cevap veremiyordum. Kendime ve eksik anılarıma lanetler yağdırdım. Ne olmuştu da sevdiğim adamın karşısında kendi canımı almıştım? Lanet olsun ki hatırlayamıyordum. Ona, bize bunu neden yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu.

“Yapmam.” derken aptal sesimin bir fısıltı gibi çıkmasına engel olamamıştım. Cevabımdan pek de tatmin olmayan Zahel keskin bir hareketle bana doğru döndüğünde simsiyah gözleri sanki mümkünmüş gibi daha da kararmıştı. Çehresinde keskin ve sarsılmaz bir ifade vardı. “Sana inanmak istiyorum.” dedi sanki muhtaç olduğu tek şey buymuş gibi. Ne kadar yapmam desem de olmuyordu işte. Geçmişimizin Zahel’de yarattığı güvensizlik birkaç kelimeyle yok olacak cinsten değildi. Gözlerinizin önünde intihar eden sevdiğiniz kadın size yapmam deyince inanamıyordunuz. Ne kadar inanmak isteseniz de olmuyordu. “Söz veriyorum seni ne olursa olursun bırakmam.” dedim sarsılmaz bir inanç ve kararlılıkla lakin Zahel’in gözlerindeki tereddüt yine de yok olmadı. İfadesi ürpertici biçimde kararırken buz gibi bir ciddiyetle gözlerime baktı. “Sana bir soru soracağım.” diyen katı sesi kalbimin gerginlikle çarpmasına neden oldu. Beklentiyle suratına bakarken kafamda ne soracağına dair binlerce tahmin olmuştu bile. “Sen Koruyucusun.” diyerek açık bir gerçeği hatırlatmak ister gibi konuşmaya başladığında bunun nasıl bir soruya bağlanacağını çözmeye uğraşıyordum. “Diyarı korumak görevin, bunun için doğdun.”

Kaşlarım istemsizce çatılırken Zahel’in ciddiyetle kararan gözleri kısılmıştı. Dudakları sormak istediği soru için aralanırken garip bir ürperti tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. “Bir gün diyarla bizim aramızda bir seçim yapmak zorunda kalırsan hangisini seçersin?” Sorusu ikimizin arasına gülle gibi düşerken sertçe yutkundum. Şoke olmuş gözlerle ona bakarken sanki zamanın akışı da kalbimin atışları da durmuştu. Sorusunun ağırlığı taşınır gibi değildi. Diyar, her ne kadar buraya yeni gelmiş olsam da duyduğum derin bir bağlılık ve koruma içgüdüsü vardı. Bunu buraya adım attığım ilk andan beri hissediyordum. Belki Zahel ya da diğer tanrılar kadar diyarla içli dışlı olma fırsatım olmamıştı lakin benim diyara karşı olan sorumluluğum varlığımla birdi. Geçmiş hayatımda da şimdiki hayatımda da diyar benim için çok önemliydi. Belki Koruyucu olarak görevlerimi yerine getirememiştim ama bu diyarıma bağlı olduğum ve onu korumak için elimden ne gelirse yapacağım gerçeğini değiştirmiyordu.

Bunun için doğmuştum, ne olursa olsun bu diyarı ve insanlarını korumak benim sorumluluğumdu. Zahel bana varoluş amacımı yok sayıp sayamayacağımı soruyordu. “Bu-bu da nerden çıktı?” Sesimdeki korkuyu gizleyememiştim. Beni ürküten belirsizlikti. Zahel durduk yere neden bunu soruyordu ki? Ona yaşattığım travmayı atlatamadığı için mi sorgulama gereği duymuştu? “Sadece cevap istiyorum Ay Işığı. Hangisini seçersin?” Kararlılığı kalbimin ritmini bozuyordu. Umutsuzca almak istediği cevap beni bir çıkmaza sokmuştu. Biz ya da diyar. Bu zordan da öte bir seçimdi. Bizi seçersem Anbar Köyünde bana gerçekleri anlatan insanlar yok olacaktı, bizi seçersem beni Hava Sarayından çıkaran Clara yok olacaktı, bizi seçersem dostlarım, yeni kavuştuğum kardeşim yok olacaktı. Düşündükçe korkum bir kara delik gibi büyümeye devam ediyordu. Bir anda önüme sunulan tercih kıyamet etkisi yaratmıştı. “Z-zahel ne-nerden çıktı bu?” İnadımdan vazgeçmiyordum. O cevap istiyordu ve ben de cevap istiyordum. Bu korkunç ihtimaller dizisinin birden neden ortaya çıktığını bilmek istiyordum. Hayır, aslında bilmek istediğim tam olarak Zahel’in benim bilmediğim neyi bildiğini öğrenmekti.

Cevabını daha hızlı almak için mi yoksa benimle inatlaşmak istemediğinden midir bilinmez başını omzunun üzerine doğru çevirip elini ensesine götürdü. Her hareketini dikkatle izlerken ensesine yerleştirdiği eline anlamaz gözlerle bakıyordum. “Şeytanın işaretiyle doğdum.” diyerek duygusuz bir sesle konuşmaya başladı. “Ya bir gün insanların en büyük korkusu gerçek olursa.” Yeniden bana döndüğünde kalbim kasılmaya başlamıştı. “Ya gerçekten şeytanın ruhunu bedenimde konuk ediyorsam, ya bir gün onun kontrolüne girersem.” “Öyle bir şey olmayacak!” diyerek anında sert bir dille karşı çıktım. Kızgınlıkla çatılan kaşlarımın altında ona bakarken “şeytan yok edildi. Asla olduğundan farklı birine dönüşmeyeceksin.” dedim sarsılmaz bir kararlılıkla. Zahel şeytanın işaretini neden taşıyor bilmesem de şeytanın yok edildiğinden kesinlikle emindim. Koruyucular onu yok etmişti ve bu tüm diyar tarafından bilinen su götürmez bir gerçekti. Zahel’deki işaretin sebebi atalarından kaynaklı olabilirdi ama şeytanı bedeninde konuk ettiği gibi bir saçmalık olamazdı.

Ellerini omuzlarıma yerleştiren Zahel en az benim kadar hatta benden bile daha inatçıydı. “Farz et öyle Ay Işığı. Farz etki Şeytan kontrolümü ele geçirdi ve benim aracılığımla diyarı yok ediyor. Seçimin ne olur?” Zihnimde canlanan görüntüler dehşet vericiydi. Bir anlığına bile olsa Zahel’in dediklerini düşünmek tüylerimin diken diken olmasına neden olmuştu. Sıktığım dudaklarımı bir türlü aralayıp da konuşamıyordum. Zahel inatla cevabımı beklerken ben dilimi yutmuş gibiydim. Kutsal yanımdaki hareketlenmeyi hissediyordum. O yanım diyarı seçiyordu ve aksini yapmamı güçleştiriyordu. Sanki ağzımı açsam diyarı seçerim diyecekmişim gibi hissediyordum. Kutsal yanımı bastırmak hiç kolay değildi. Sessizliğimden kendi göre bir anlam çıkaran Zahel’in önce gözlerinde hayal kırıklığı belirdi, ardından omuzlarıma yerleştirdiği ellerini usulca çekti. “Diyarı seçersin.” dedi sıktığı dişlerinin arasından. Cevap vermemiştim ve kendince vardığı sonuç onu öfkelendirmişti. Dişlerinin arasından birkaç küfür savurup ok gibi yerinden fırladığında şaşkına dönmüş vaziyette ona bakıyordum.

“Z-zahel” “Diyarı seçersin!” diye kükreyip konuşmama fırsat vermedi. Sanki kendince vardığı kanıya inanmak istemiyor lakin kendini inanmaya zorluyor gibiydi. Sert ve hızlı adımlarla kapının olduğu duvara doğru ilerlerken ben de yerimden kalktım. Öfkeyle yaklaştığı duvara yumruğunu geçirdiğinde dudaklarımdan ufak bir çığlık koptu. Gerilen kolu sırtındaki yaralardan birinin kanamasına neden olmuştu ama o bunun farkında olamayacak kadar öfkeli görünüyordu. “Zahel.” deyip ona doğru bir adım attıysam da aniden arkasını dönmesiyle duraksadım. Öfkesi öyle yakıcıydı ki ne ne yapacağımı ne de ne diyeceğimi biliyordum. Korku dolu gözlerle onu seyretmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Bizi seçerim demek için de geç kalmıştım. Gerçekten bizi seçmeyeceğimden değil ansızın gelen sorunun yarattığı şaşkınlık ve sıkışıp kaldığım ikilem yüzünden cevap verememiştim. Zahel’in sessizliğim yüzünden bu denli çıldıracağını tahmin etmemiştim.

“Ben seni seçerdim!” dedi anlamlı gözlerle gözlerime bakarken lakin gözlerine tezat olarak bedeni öfkeyle kasılıyordu. Sıktığı dişleri çenesinin gerilmesine sebep olmuş, sıktığı yumrukları parmak boğumlarının bembeyaz kesilmesine neden olmuştu. Kaşları çatık, çehresi öfkeden kasılır vaziyetteydi. “Ben her zaman seni seçtim ve her zaman seni seçerim!” Bambaşka koşullarda bu sözlere gülümseyebilirdim lakin şimdi, bu sözleri yüzüme doğru haykırırken gülümsemek zordu. Telaş, gerginlik ve korkuyla ona doğru yaklaştım. “Bizden vazgeçmem.” dedim tüm içtenliğimle lakin Zahel’in ifadesinde zerre değişim olmadı. Gözlerinde yanan kor ateşler sönmek bilmiyordu. “Vazgeçemezsin.” dedi dişlerinin arasından ve üzerime doğru bir adım atarak aramızdaki mesafeyi küçülttü. Sesi kulağa bir tehdit gibi geliyordu. Keskin bakışları altında ürpermemek elde değildi. Alev alev yanan öfkesi bir anda yok olmuş yerini bambaşka bir şey almıştı. Yüzünü yüzüme yaklaştırırken ifadesi buz gibiydi. Halinde ve tavrında insana soğuk terler döktüren bir şeyler vardı. Konuşmak için dudaklarını araladığında sanki ağzından kelimeler değil de dondurucu bir ayaz çıkıyordu.

“Ben bencil bir adamım Ay Işığı ve sana söz veriyorum şayet diyar için bizi feda edersen uğruna bizden vazgeçtiğin bu diyarı kan ve gözyaşına boğarım!”

Bölüm : 28.06.2025 01:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...