50. Bölüm

❄️İdam Günü

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Selam çiçeklerim. Öncelikle hepinize keyifli okumalar diliyordum. İkinci olarak ise maalesef ki önümüzdeki iki hafta yeni bölüm gelmeyecek. Üniversite okuyorum ve bu iki hafta tamamen sınavlarla dolu olduğundan bölüm yazmam mümkün olmayacak. Sınavlar biter bitmez yeni bölümü yazmaya başlayacağım. Bana şans dileyin. Hepinizi kocaman öpüyorum.

Silva

İşittiklerinden sonra mosmor kesilen sadece Azel değildi. İkimiz de hatta üçümüz de resmen şoka girmiştik. Kelimenin tam anlamıyla açık kalmış ağzımızla Kael’a bakıyordu. Kimseden çıt çıkmıyor herkes Kael’ın söylediklerini idrak etmeye çabalıyordu. İkiz mi demişti o? Kardeş mi? Üçümüz hala şaşkın şaşkın Kael’a bakmaya devam ederken o görünüşünün aksine ılımlı ifadesiyle bana bakıyordu. Gözlerinde büyük bir ışıltı ve insanın içini ısıtan türden bir sıcaklık vardı. Bir de özlem. Evet, gözlerinde hala idrak etmekte zorlandığım bir özlem vardı. Özlemi bana mıydı? Kael Vellora benim için mi böyle özlem doluydu? Onunla ilk karşılaşmamızı hatırladım. O zaman da gözlerinde aynı özlem vardı lakin anlayamamıştım. Yaratıkların tutsak edildiği bir hapishanede tanıştığım birinin gözlerinde benim için beslediği özlemi görmemiş, görmek için uğraşmamıştım. Sadece tuhaf diye geçiştirmiştim. Nerden bilebilirdim güzel olduğunu düşündüğüm mor gözlerde benim özlemimin yattığını. Şu anda bile inanamazken o zamanlar imkansızdı.

“Ben senin yerinde olsam kaçış yolları aramaya başlardım Yüzsüz.” diyerek şaşkınlığını üzerinden atmayı başaran ilk kişi Valeria oldu. Memnun bir sırıtışla gözlerini ifadesi yamulup kalan Azel’e çevirmişti. Azel hala kaskatı kesilmiş vaziyette yanımdaki Kael’a bakıyordu. Devasa bir pot kırmış gibi bir hali vardı ve Valeria da bu fırsatı kaçırmıyordu. Sertçe yutkunduğunda göz ucuyla yanında duran Valeria’ya baktı. “Kızıl şu an bana dokunduğun gerçeğini bile göremeyecek haldeyim. Lütfen bana bunun bir şaka olduğunu söyle.” dediği an Valeria sanki kolunu tuttuğunu yeni fark etmiş gibi hızlıca elini çekerken “gerçek olmasından o kadar memnunum ki.” dedi. Azel üzülmüş gibi bir ifade takınarak kedi gözlerini ona çevirdi. “Yapma be güzelim. Eğer bu gerçekse bu herif beni çiğ çiğ yer.” dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Anında kaşlarını çatan Valeria ise “ben nerden senin güzelin oluyorum?” diyerek çıkıştı. “En azından güzel olduğunu kabul ediyorsun.” diyerek hayran hayran ona bakarken Valeria özgüven dolu bir hale bürünüp omuzunun üzerindeki bir tutam saçını elinin tersiyle arkaya atıp “tabi ki, güzel olduğumun farkındayım.” diyerek cevap verdi.

İkisi bizden kopmuş ayrı bir dünyaya girmişti resmen. Daha iki dakika öncesine kadar onlar bize daha doğrusu Kael’a şaşkınlıkla bakarken şimdi Kael’la ben onlara şaşkınlıkla bakıyorduk. Ben sırıtmamak için kendimi zor tutarken her şeyden bihaber olan Kael kafası karışmış vaziyette onları izliyordu. Aralarındaki ilişkiyi çözmeye çalıştığından emindim ama işte aralarında bir ilişki yoktu, en azından şimdilik. Valeria’nın özgüvenli yanıtından sonra dudakları kıvrılan Azel bunları duymaktan oldukça hoşnut olmuş gibiydi. Hülyalı hülyalı ona bakmaya devam ederken “hiçbir göz seni benim seni gördüğüm kadar güzel göremez.” dedi ve hepimizin ağzının açık kalmasına neden oldu. Açık açık ettiği iltifat karşısında en çok Valeria’nın dili tutulmuştu. Normalde olsa anında karşılık veren kız şimdi susup kalmıştı. Şoke olmuş gözlerle karşısındaki adama bakarken yanaklarının usulca kızardığının farkında olduğunu sanmıyordum lakin Azel farkındaydı ve kızaran yanaklarını görmek hoşuna gitmişti. Keyfi daha önce görmediğim türdendi. Valeria’nın Azel’den hoşlanmadığı açık olsa bile iltifat almak onu utandırmıştı.

“Karar veremedim.” diye mırıldandı Azel sükûneti bozarak. Kıstığı gözleri ve düşünceli ifadesiyle Valeria’ya bakmaya devam ederken “en sevdiğim renk gri mi olmalı yoksa kırmızı mı?” dedi ve sanki yarattığı şok etkisi yetmiyormuş gibi devam etti. “Gözlerinin grisine mi vurulmalıyım yoksa kızaran yanaklarının sebebi mi olmalıyım?” dediğinde Valeria’nın gözleri istemese bile irileşmişti. Azel bayağı bayağı hislerini dile getiriyordu az önce öfkeden gözü dönmüş vaziyette kardeşim olduğunu iddia eden Kael’ı yumruklamamış gibi. “Belki de her ikisi de.” diyerek noktayı koydu Azel. Sonunda bir şeylerin idrakına varan Valeria hızlıca eski haline bürünürken kaşlarını derince çattı. Kıstığı gözlerinin hedefinde Azel vardı. Bir sonraki saniye dudaklarından anlam veremediğim sözcükler dökülmeye başladığında yaptığı büyü her neyse Azel kıvranmaya başlamıştı. Sanki görünmez eller boğazını sıkıyormuş gibi ellerini boğazına götüren Azel nefes alamıyordu lakin yeteri kadar çırpınmıyordu da. Ağzından boğuk iniltiler çıkıyor ve sadece parmaklarıyla boynunu ovuşturuyordu. Zaten birkaç saniye sonra onu yapmayı da bıraktı.

Valeria’nın ona ciddi zarar vermeyeceğini biliyordum ama Azel bilmiyordu. Yine de kurtulmak için gerekli çabayı göstermiyordu. Teslim olmuş gibi bir hali vardı. Hayır, Azel gerçekten de teslim olmuştu. Alamadığı solukların acısına rağmen dudaklarında peyda olan gülümseme bunun en büyük kanıtıydı. Hırsla büyüyü kesen Valeria “al sana kızarmış yanak. Sebebi de benim. Unutmasan iyi edersin.” diyerek Azel’e gözdağı verse de Azel hiç de Valeria’nın istediği şekilde algılamış görünmüyordu. Valeria’nın boşalttığı ciğerlerini hızlı hızlı havayla doldurmaya uğraşırken yüzünden gülüşü silinmemişti. “Unutmayacağımdan emin olabilirsin Kızıl.” deyip göz kırptı. Gözlerini deviren Valeria Azel’le daha fazla muhatap olmayıp yeniden bize döndü. Odaklarını tekrar kazandığımıza inanmak güçtü doğrusu. Biz yokmuşuz gibi atışırken bir an varlığımızı komple unuttuklarını bile düşünmüştüm. Birbirlerinin dikkatini öyle bir çekmişlerdi ki Kael’in kardeş olduğumuzu söylemesi bile bu denli çekmemişti dikkatlerini. Nihayet gözlerini Valeria’dan almayı başaran Azel de yönünü bize döndüğünde kısa bir ara verdiği şaşkınlığı ve kafa karışıklığı yeninden gün yüzüne çıktı.

Siyah gözleri benle Kael arasında gidip duruyordu. Sanki bir şeyleri ölçüp taratar gibi bir hali vardı. “Açıklayacak mısınız?” diyerek hepimizin sormak istediği soruyu Valeria sordu. Kael daha bir cevap vermeden araya giren Azel “o kadar da benzemiyorsunuz ki anasını satayım. Nasıl ikizsiniz?” Göz ucuyla Kael’a baktım. Azel biraz abartıyordu. Yüz yapımız birbirine benziyordu. Özellikle Koruyucu olmamadan sonra değişen gözlerim Kael’ınkiyle birebirdi. Elbette tek yumurta ikizi gibi görünmüyorduk lakin benzerliğimiz de su götürmezdi. Onu ilk gördüğümde birbirimize benzediğimi hiç fark edememiştim. “Hem ne ikizi lan?” diye çıkıştı Azel. Kafasında bir şeyler yeni yeni aydınlanmış gibi bir hali vardı.

Şaşkınlığının yerini alan şüpheci ifadesiyle kıstığı bakışlarını bana çevirdi. Gözlerindeki sorgulayan ifadesiyle “senin kardeşin mi var yengecim?” diye sordu. Ağzımı açıp kapasam da bir şey diyemedim. Bir ona bir Kael’e bakarken hala olanları sorguluyordum. Tamam, Kael’la benziyordum ama ikiz olmak? İşte buna hiçbir açıklamam yoktu. Kael Vellora hatırladığım önceki hayatımda da yoktu. Varlığı benim için tamamen yeniydi. Gerçekten kardeş olup olmadığımıza bir türlü emin olamıyordum. Beklentiyle bakmaya devam eden Azel’e en sonunda “yok.” diyerek yanıt verdim. “Madem yok…” deyip kıstığı gözlerini Kael’a çevirdi. “Bu Ruh Suratlı ne anlatıyor?” Ah bir bilsem. Hepimiz Kael’a döndük. Artık bir açıklama yapması gerekiyordu. Biz merakla ona bakarken o yönünü tamamen bana doğru çevirdi. Gözlerindeki değişmeyen ifadesiyle gözlerime bakıyordu. Onun gözleri benim içimi acıtıyordu.

“Annemiz.” deyip duraksadı. Yüzü geçmişten gelen bir acının emareleriyle kasıldı. “Tehlikeli bir doğum sürecine girmişti. Hayatta kalma ihtimali çok zayıftı ve o esnalarda babamız hayatta değildi. Onu kaybedeli birkaç aydan fazla olmamıştı.” derken hatırladığı bir başka kaybın acısı irislerine yansıdı. “Önce ben dünyaya geldim, sonra da sen ama ne yazık ki bir mucize olmadı ve annemiz doğumdan hemen sonra hayatını kaybetti. O zamanlarda Konsey geride kalan Koruyucuları avlıyordu. Bu yüzden annemiz bizi güvendiği kişilere daha biz doğmadan bizi emanet etmişti. Doğumdan sonra beni Oriel seni de Xandria aldı. Bebek Koruyucular güçlerine hükmedemeyeceği için Konseyin bizi bulma ihtimali zayıftı ama annem işleri tehlikeye atmak istemedi. Hamileliği sırasında Xandira ve Oriel’e ayrılmalarını söyledi. Böylelikle ben Orile’le diyarın bir ucuna sen de Xandria ile diğer ucuna gitmiş oldun. Güçlerimize yeterli olgunluğa erişince kavuştuğumuz için Konsey de bizi bulamadı. Birbirimizden hiç haberimiz olmadı. Oriel son anlarına kadar bana senin varlığından söz etmedi ama ölmeden önce söyledi. O günden sonra diyarın her köşesinde seni aramaya başladım. Yolum Hava Diyarına düştüğünde de istemeden bir olaya karışıp iftiraya uğradım ve buraya sürgün edildim.”

Sustuğunda ifadesinden bir şey anlaşılmasa da gözlerinde kederi de acıyı da özlemi de görebiliyordum. Duyduklarımdan sonra ben de benzer şeyler hissetmeye başlamıştım. Yanmaya başlayan gözlerim dolmak üzereydi. Dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi sıktım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Kael bana bakıyordu, ona inanmamı istiyordu. “Sana neden inanalım?” diyerek pat diye soruyu ortaya bırakan Azel adeta imdadıma yetişmişti. Bir yanım Kael’a inansa da sorgulayan diğer yanımı da susturamıyordum. “Hem öyle bir anlattın ki annen sana hamileyken ordaymışsın gibiydi.” dediğinde fark etmediğim detayı fark edebildim. Kael gerçekten de bu olanları bizzat görmüş gibi birinci ağızdan anlatmıştı. Bu hiç de mantıklı değildi. Kael Azel’e cevap vermeyip bana “sana verdiğim kolye yanında mı?” diye sordu. Kaşlarım merakla bükülürken başımı sallayıp kıyafetimin içindeki kolyeyi gün yüzüne çıkardım. Ucunda zarif bir kar tanesi olan kolyeye bakıyorduk şimdi.

“Bu sıradan bir kolye değil. Vellora soyuna aitti ve bana Oriel verdi. Bu kolye sayesinde insanların anılarına erişebiliyorsun.” dediğinde ikinci kez şaşkına döndüm. Gözlerim kolyeye kilitli kalırken düşünceler beynimden ışık hızıyla akıp geçiyordu. Tapınakta olanları anımsadım. Zahel’e dokunduğum esnada geçmişine dair bazı olayları görmüştüm. Bu, kolye sayesinde miydi? “Ama kontrol edebilmesi çok zor. İzni olmadan birinin anılarına erişebilmek imkansıza yakın.” deyip usulca elime uzandı. İmkansıza yakındı ama imkânsız değildi. Zahel anılarına ulaştığımdan bile habersizdi lakin ulaşmayı başarmıştım. Tabi o zaman farkında olmadığım için bunu nasıl yaptığımı bilmiyordum. Kolye sayesinde olabileceği hiç aklıma gelmemişti.

Kavradığı elimi elinin üzerine yerleştirdiğinde Azel’in tehdit dolu bakışlarını üzerimizde hissettim. Kael bir öğretmenmiş gibi yüzüme bakarken “şimdi sana izin vereceğim ve fazla zorlanmayacaksın. Anılarıma bak. Oriel’le geçirdiğim son anları bul.” deyip gözlerini kapattı. Bense bir süre şaşkınlığımı üzerimden atamadım. Nihayet gözlerimi yumduğumda ise kendimi karanlıkta buldum. Sanki kapkara bir topun içindeydim. “Ne bulmak istediğine odaklan.” Kael’ın sesiyle birlikte zihnimde Oriel ismini tekrarlamaya başladım. Bu isim bana yabancı gelmiyordu lakin ne kadar düşünsem de hatırlayamıyordum. Onun kim olduğunu ve yüzünü bilmediğimden odaklanmak çok zordu. Sadece bir an sonra etrafımda birden küçük ışıklar yanmaya başladı. Her biri farklı renkte olan yüzlerce ışık yaklaştıkça bir görüntüye dönüşüyordu.

Doğru olanın hangisi olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden hislerimin beni yönlendirmesine izin verdim. Oriel ismini zihnimde tekrarlarken Kael’ın yüzünü hafızamda canlı tutuyordum. Işık toplarından birine yaklaştığımda etrafım usulca şekillenmeye başladı. Farklı renkler açığa çıkarken bulunduğum yer bir odaya dönüştü. Beyaz duvarları olan ufak bir odadaydım. Tam karşımda ahşap bir gardırop onun sol tarafında da geniş bir pencere vardı. Pencerenin önünde duran iki koltuk perdelerle aynı toz pembe rengine sahipti. Ayaklarımın altında dokuma bir halı ve sağ tarafımda da bir yatak vardı. Önce yatakta yatan yaşlı kadını buldu gözlerim. Sonra yatağın kenarında oturan Kael’ı gördüm. Endişeli gözlerle kadına bakarken elini ellerinin arasına almıştı. Boğazından birkaç kuru öksürük dökülen kadın şefkatli gözlerle Kael’a bakıyordu. Bu Oriel olmalıydı. Gerçekten de Kael’ın anısına erişebilmiştim. Oriel doğrulmak için hareketlendiğinde Kael ona yardım etti. Oturur pozisyona gelmesini sağladıktan sonra başucundaki komodinin üzerinde duran sürahinden bir bardak su doldurup içmesini sağladı. Az öncekine nazar biraz daha iyi görünen Oriel elini Kael’ın elinin üzerine yerleştirdi.

“Sana anlatacaklarım var Kael. Beni iyi dinlemelisin.” dedi hırıltılı sesiyle. “Dinliyorum Oriel teyze.” diyen Kael’ın endişesi dinmiş değildi. Bu Oriel’in son anlarıydı ama ikisi de bunu bilmiyordu. “Annen bunu saklamamı istedi ama bilmen gerekiyor.” diyerek konuşmaya başladığında Kael’ın kaşları merakla bükülmüştü. Sorgulayan gözlerle Oriel’e bakarken belki de annesinden bahsedilmesiydi onu bu denli meraklandıran. “Bir kardeşin var Kael.” Kael’ın gözlerinin anbean büyüyüşünü seyrettim. Kaşları şimdi örtülerin altında gizlenen gerçeğin açığa çıkmasının şaşkınlığıyla çatılmıştı. Yıllarca en karanlık köşelerde, en derin çukurlarda saklanan gerçek şimdi en parlak ışığın altında duruyordu ve Kael nihayet onu görebiliyordu. “Kardeşim mi?” diye sordu titreyen sesiyle. Onu bildiğim kadarıyla soğukkanlı ve duygularını kontrol etmeyi iyi bilen biriydi. Hislerinin açığa çıktığına ilk kez şahit oluyordum. Nedendir bilmem nefes almak güçleşmeye başlamıştı. Belki de dinleyeceklerimin ağırlandığındı bu halim. Ayakta durmayacağımı fark ettiğimde pencerenin önündeki koltuklardan birine bıraktım kendimi.

Koltuğu hissedemedim. Aynı şekilde koltuk da oturduğumda çökmedi. Burada olduğuma dair hiçbir belirti yoktu. Vardım ama bu an için yoktum. “Evet, bir kız kardeşin var. İkizsiniz.” dediğinde Kael başka bir şeyi fark etmiş gibi ifadesi aydınlandı. “Bu yüzden mi?” diye sorduğunda neyden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Oriel cevap vermek yerine başıyla onaylayıp asıl anlatmak istediklerini anlatmaya devam etti. “Biliyorsun Koruyucularda ikiz bebeğe gebe olmak çok riskli. Annenin hamilelik süreci ise daha riskliydi çünkü doğuma birkaç ay kala babanı kaybetmişti ve bu onun durumunu çok kötü etkiledi. Başarılı bir doğum yapması çok zordu ve o da bunun farkındaydı. Bu yüzden bana ve kız kardeşim Xandria’ya sizi emanet etti. Doğduğunuzda sizi almamızı ve Konseyden saklamamızı istedi. Riske girmemek için de ayrılmamızı istedi. Böylelikle olur da Konsey birinizi bulursa bile diğeriniz hayatta kalmaya devam edebilecekti. Bu yüzden birbirinizden haberdar olmanızı da istemedi. Birbirinizden ve Koruyuculuktan uzakta bir yaşam sürdürmenizi istedi. Xandria ve ben annene söz verdik ama artık bunu saklayamam. Kardeşim…” deyip duraksadığında gözleri kederle dolmuştu.

Duyduklarını idrak etmekte zorlanan Kael çıtını bile çıkarmadan Oriel’i dinliyordu. Gözleri dalıp gitmişti. Düşünüyordu, duyduklarını kafasında bir yerlere oturtmaya çalışıyordu ama zorlanıyordu. Hayatında hiç var olmamış bir kız kardeşi olduğu gerçeğini bir yerlere koymaya uğraşıyordu. İkisi de bir süre sükûneti paylaştılar. Kael’ın halini anlasam da Oriel’in kederli halinin sebebini bilmiyordum. Uzaklara dalan gözlerini yeniden Kael’a çevirdiğinde “bir süre önce birkaç günlüğüne gittiğimi hatırlıyor musun?” dediğinde Kael ancak birkaç saniye sonra başını onayla sallayarak cevap verebildi. “İşte o zaman Xandria’nın evine gitmiştim. O ölmüştü.” dediğinde hüznünün sebebini anlamış oldum. Xandira’yı da öldüğü zamanı da hatırlıyordum ve Oriel’i de hatırlıyordum. Yaşadığımız ev küçüktü ama ikimizin dünyası büyüktü. Bana ailemin yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yapmış mutlu olayım diye çırpınmıştı. Birlikte geçirdiğimiz anlar paha biçilmezdi. Ne yazık ömrü benimki kadar uzun değildi. Xandria ve Oriel elfti. Elfler kendi adalarında yaşar gerekmedikçe de oradan hiç ayrılmazdı lakin Xandria ve Oriel istisnaydı.

Xandria’nın anlattığına göre diyarlarında çok zor şartlardan geçmişler. Aileleri onlar daha küçükken ölünce başka kimseleri olmadığından sokaklara düşmüşler. Yılları sınıf ayrımını derinden hissettikleri bir yaşamla geçmiş. Neyse ki bir gün şans eseri Wienor’a gelmeyi başarmışlar ve anne babamla tanışmışlar. Xandira ailemin onlara çok yardımı dokunduğunu söylerdi. Tabi bir kardeşi olduğundan hiç bahsetmemişti. Zaman kimseye ayrıcalık tanımıyordu ve Xandria’ya da tanımamıştı. Birlikte geçirdiğimiz yıllarda ben büyürken o yaşlanmıştı. Sonunda ise artık yatağa bağımlı hale gelmişti. Yataktan çıkmayı bıraktığı o ilk gün ne çok korktuğumu hatırlıyordum. Geçen her günle onun için duyduğum endişem de büyüyordu. Sonun kaçınılmaz olduğunu bilsem de onu kaybetmek istemiyordum. İyileşsin diye elimden gelen her şeyi yapmış didinip durmuştum ama ölümün karşısında hiçbir güç duramıyordu. Xandira bir sabah yanına gittiğimde artık benimle değildi. Tanıdığımız bir avuç insanla cenazesini düzenlemiştik. Tanımadığım bir kadın da vardı cenazede. Xandira’yı gömdükten sonra birkaç gün boyunca yanımda kalmıştı. O zamanlar onun Oriel olduğundan habersizdim. Onu hatırlamama nedenimse hayatımda çok silik bir yerinin olmasıydı.

“Kardeşini ilk kez o zaman gördüm. Xandira ile nadiren mektuplaşır ama riske girmemek adına hiç görüşmezdik. Reyena’yı ilk gördüğümde sanki seni görmüş gibiydim. Kim olduğumu söylemeden bir süre onun yanında kaldım. O artık yalnız başına ve yakında sen de yalnız kalacaksın.” “Öyle söyleme.” dedi Kael yalvaran bir tonla. Benim Xandira’ya değer verdiğim gibi o da Oriel’e değer veriyordu. “Söylesem de söylemesem de gerçek bu Kael. Fazla zamanım kalmadı. Ben gittikten sonra ikiniz de tamamen yalnız kalacaksınız, savunmasız. Bir arada olmalısınız, birbirinizi koruyup kollamalısınız. Reyena’nın yanına git Kael.” Kael başını onayla sallarken Oriel yeni bir öksürük krizinin pençesine düştü. Bense Kael’la birbirimizi bulmamızın neden bu kadar uzun sürdüğünü şimdi idrak edebiliyordum. Xandria son anlarında bana Kael’dan söz etmemişti ama da fazla zamanı kalmadığını söylemiş benden gitmemi istemişti. “Benden sonra yalnız kalacaksın Reyena. Savunmasız olacaksın. Konseyin seni bulmasına izin verme. Ben gittikten sonra burayı terk et.” demişti ve ben de dediğini yapmıştım.

Kendini bir tanıdık olarak tanıtan Oriel yanımdan ayrıldıktan hemen sonra o evden ayrılmıştım. “Anılarıma bak Kael.” dedi kendini toparlayan Oriel. Kael yavaş hareketlerle kıyafetinin altındaki kolyesini çıkardığında hala kendine gelebilmiş değildi. “Anılarıma gir ve orda Reyena’yı bul. Nerde yaşadığını öğren. Onu alıp Su Diyarına getir.” Kael gözlerini yumduğunda Oriel’in anılarına dalmıştı ama ben elbetteki ne gördüğünü göremiyordum. Ölen birnin anılarına erişmem mümkün değildi. Kael muhtemelen yaşadığım yeri ve Oriel’in benimle geçirdiği birkaç günü görecekti. Ne var ki bu sıralarda ben artık o evde yaşamıyordum. Oriel ve Kael Su Diyarında yaşıyordu, ben ve Xandria ise Ateş Diyarında yaşıyorduk. Gerçekten de diyarın iki ucuna düşmüştük. O zamanlarda her iki diyarın tanrısı da şimdiki tanrıların babasıydı. Roan’la karşılaşmadığım için memnundum. Muhtemelen buradan sonra Kael Su Diyarından kalkıp Ateş Diyarına doğru gidecekti ama bulacağı tek şey terk edilmiş bir ev olacaktı. Kalkıp Ölüm Diyarına gittiğimi tahmin etmesi zordu.

Evet, Ölüm Diyarına gitmiştim. Herkesin korktuğu ve nefret ettiği tanrının diyarına gitmiştim. Düşününce yalnız ve savunmasız birinin bu denli tehlikeli bir tanrının diyarına gitmesi hiç mantıklı olmazdı. Bu da benim avantajımaydı. Orda olduğum kimsenin aklına gelmezdi. Anlatılana göre eski ölüm tanrısı ben doğmadan yüz yıl kadar önce bir saldırda karısı ve oğluyla birlikte öldürülmüştü. Bir takım dedikoducu insanlar şimdiki Ölüm Tanrısı Zahel Sideras’ı bu katliamdan sorumlu tutuyordu. Üstelik kardeşi Azel Sideras’ın aslında ölmediği ortaya çıkmasına rağmen. Ondan bir canavar olarak bahsediyorlardı. Anlatılana göre Şeytan Kralın işaretiyle dünyaya gelmişti ve tanrı olması felaketten başka bir şey değildi. Hem o diyarın mantıklı oluşundan hem de dedikodulara itimat etmediğimden Ölüm Diyarına gitmiştim. Bir ikizim olduğundan ve beni aradığından habersizdim. Muhtemelen o Ateş Diyarını karış karış aramış beni bulmayınca diğer diyarlara gitmişti. Yolu Hava Diyarına düştüğünde ise kardeşini arayışı Aeros tarafından sabote edilmişti.

Gözümün önündeki renkler ve şekiller önce yavaş yavaş silikleşmeye başladı. Sonra başka bir görüntü belirdi. Kurak Topraklara düştüğümde Narisa’nın beni Kael’la tanıştırdığı an yeniden gözlerimin önünde oynuyordu lakin bu anıda o kadar da uzun kalmadım. Görünmez bir güç beni ittiğinde keskin bir soluk alarak gözlerimi açtım. Kael yine karşımdaydı ama bu sefer bir anı değildi. “Gördün mü?” dediğinde düğümlenen boğazım yüzünden cevap veremesem de başımı salladım. Anlattığı her şey doğruydu. Hatta ona inanıyım diye Oriel’le olan anının sahte olmadığını ispat etmek için gerçekliğinden emim olduğum bir anısını da göstermişti. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Daha yeni önceki hayatımın gerçekliğini öğrenmişken üstüne bir de bunlar… Kaldırabilir miydim emin olamıyordum. Bir ailem olduğu gerçeği… bu o kadar beklenmedikti ki ne düşüneceğimi bilmiyordum. Xandria benim için her zaman bir aile gibi olmuştu ama hiç kan bağım olan birine sahip olmamıştım. Sonraki hayatım ise tam bir felaketti. O insanlara ailem demek bile midemi bulandırıyordu ama Kael, o farklıydı. Ne yabancıydı ne de kötü biri. Aynı karnı paylaştığım lakin varlığından hiç haberdar olmadığım kardeşimdi.

“Ne-neden?” derken sesim titremesine engel olmadım. Ruhum titriyordu. Kalbime çöken bir ağırlık vardı. Kael’la kardeştik, gördüklerimden sonra bu inkar edilemez bir gerçekti ama kabullenmesi de hiç kolay değildi. Yıllarımı yalnız ve kederle geçirdikten sonra bir kardeşe sahip olduğumu öğrenmeyi hazmetmekte zorlanıyordum. Yine de içime yayılan sıcaklık ve dolmak üzere olan gözlerim de vardı. Saniye saniye içimde büyüyen sevinç gözlerimin dolmasına neden olsa da kendimi sıkıyor, ona sarılma dürtümü bastırmaya çalışıyordum. “Çünkü o zaman söylesem bana inanmazdın.” diye gayet sakin ve anlayışlı bir tavırla cevap verdi. Durgun bir gölü andıran bir ifade takınmasına rağmen gözlerinde dönen duygu karmaşasını görebiliyordum. Gözlerimi mantıksız bir suçlulukla kaçırdım. Haklıydı, ilk karşılaşmamızda söylese ona asla inanmaz aramıza da mesafe koyardım. O hayatını beni bulmaya harcamışken ona inanmayacağım gerçeği suçlu hissettiriyordu.

“Özür ilerim.” diye fısıldadım. Ona inanmayacak olduğum için, gittiğim ve beni yıllarca aramak zorunda kaldığı için, beni ararken bu korkunç yere düştüğü için özür diliyordum. Benim hatam olmadığının farkında olsam da suçlu hissettiriyordu. Eğer Xandria ile yaşadığım evden ayrılmasaydım belki de tüm bunlar olmazdı. “Senin suçun yok.” diyen Kael ellerini omuzlarıma yerleştirdiğinde kaçırdığım bakışlarımı yeniden yüzüne çevirdim. Soluk teni hep böyle miydi yoksa yıllarını umutsuzca beni aramak için harcarken mi bu hale gelmişti diye düşünmeden edemedim. “Yaşadığın için teşekkür ederim.” derken sesinde rahatlama ve huzur vardı. Hatıralar zihnime üşüşürken yutkunamadım. Öldüğümü bilmiyordu değil mi? Adımın Reyena olduğunu bilirken karşısına Silva olarak çıkmamı sorgulamış olmalıydı. Peki neye yormuştu bu isim farklılığını? Kendimi gizlemek için sahte bir isim kullandığımı düşünmüş olabilirdi. Bu konuyu şimdi açmak gibi bir niyetim yoktu. Ona şu an böyle bir haberi vermezdim.

“Sarılabilir miyim?” Boğazıma oturan yumru yüzünden dudaklarımı oynatıp da cevap vermedim. Işıl ışıl parlayan gözleri sessizliğimle usulca soldu. Ellerini yavaşça omuzlarımdan çektiğinde anlayışlı bir ifade takınsa da kırıldığını biliyordum. “Önemli değil. Kabullenmekte zorlanıyorsun. Sana ihtiyacın olan zamanı tanıyacağım ve bekleyeceğim.” dediğinde artık hüngür hüngür ağlama sınırına gelmiştim. Kael’la ilk karşılaştığımızda da ona karşı anlam veremediğim bir sıcaklık hissetmiştim. Şimdi ise sıcaklık daha da büyümüştü. “Sarılalım.” dedim ağlamaklı çıkan sesimle ve kollarımı ona uzattım. Ne zaman gerçek kardeşler haline gelirdik bilmiyordum ama şu an en azından sarılabilirdik. Beni yıllarca aramışken bu sarılmayı ona borçluydum ve her şeyden öte ben de bir kardeşe sarılmanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyordum. Yaklaşıp kollarını etrafıma sardığında ben de kollarımı sırtına sardım. İri bedeninin arasında ufacık kalırken hissettiğim sıcaklığın bir tarifi yoktu. Kollarının arsında güvende hissediyordum, huzurlu hissediyordum. Daha fazla tutamadığım yaşlar yanaklarımdan kayıp omzuna düştüğünde başımı yukarı kaldırıp daha fazlası gelmesin diye kendimi sıktım.

Mutluluktan bile olsa Kael’a vermek istediğim ilk şey göz yaşlarım değildi. Yavaşça geri çekildiğimizde mutluluğu sadece gözlerinde değil gülümsemesindeydi de. “Geri döndüğümüzde Geveze Tavuğa kardeş olduklarını söyleyenle fena bozuşuruz.” diyen Azel sinsi bir tavırla ellerini ovuştururken dikkatlerimizi üzerine çekti. “Başına gelecekleri o Geveze Tavukla paylaşmandan memnun olurum.” diyerek sessiz kalacağını belirten Valeria’ya Azel hülyalı gözlerler baksa da Valeria gözlerini devirdi. Elbette onun derdi Azel’e destek vermek değil o yanarken yanında Nowa’yı da götürmesini sağlamaktı. “Şimdi sen Nowa’yı bırak.” dedim bir elimi belime yerleştirip. Kıstığım gözlerimi üzerini diktiğim anda bana dönüp tatlı tatlı gülümsedi. “Ee gitsek mi artık?” diyerek konuyu değiştirme çabasına girse de yemedim. “Kael’a kaç yumruk atmıştın?” Direkt kendini Valeria’nın arkasına attı, sanki Valeria onu korurmuş gibi. Tam tahmin ettiğim gibi ona hoşnutsuz bir bakış atan Valeria iki adım yana kayıp ardına saklanan bedeni açıkta bıraktı. Azel ona kırgın bir bakış atarak “alacağın olsun Kızıl.” dediğinde yüzünü buruşturan Valeria “aman senden alacağım falan olmasın.” diyerek karşılık verdi.

“Şimdi şöyle yengecim.” diyerek ağzında bir şeyler gevelemeye başlayan Azel “hani bilmiyorduk ya kardeş olduğunuzu. Ben şey ettim öyle olunca… Hani sana dokundu falan ya. Hah işte ben ondan öyle şey yaptım.” Şey, şey diyerek konuşmasına gülmemek için alt dudağımı ısırırken kendimi sıkıp kızgın bir tavır takındım. “Sana durmanı söylemiştim değil mi? Beni dinlemedin.” derken sesimi mümkün olduğunca kızgın çıkarmaya çalıştım. Bana az çektirmemişti sonuçta. Biraz sürünse fena olmazdı. “Bir Koruyucuya vurduğunun farkında mısın sen?” diyerek üstelediğimde telaşlı gözleri dört bir yanda yardım bulmaya umuduyla dolanıyordu. “Ama yengecim ben onu da bilmiyordum ki. Bilsem hiç öyle şey yapar mıyım?” “Ama sana durmanı söylediğim halde durmadın.” Tamamen köşeye sıkışan Azel çareyi dudağını sarkıtmakta bulmuştu. Belki haline dayanamam diye umut ediyordu.

“Benim için problem değil. Herhangi bir karşılık almana gerek yok.” diyerek araya giren Kael Azel üzerindeki tüm planlarımı bozmuştu. Büyük bir rahatlama yaşayan Azel minnet dolu gözlerle Kael’a bakarken “teşekkür ederim Koruyucu Kael.” dedi. “Sadece Kael.” dediğinde Azel başıyla hızlıca onayladı. “Gördün mü yengecim abin senden daha merhametli.” derken yüzünde keyifli bir sırıtış vardı. Utanmaz herif Kael’a vurduğu yetmezmiş gibi bir de zeytin yağ gibi üste çıkıyordu. Yetmiyor bir de bana laf çarpıyordu. “Ben sana merhameti başka zaman gösteririm. Hem abi mi? Biz ikiziz.” dediğimde kollarını bilmiş bir tavırla kavuşturup “Kael’ı dinlemedin mi? O senden önce doğmuş. Abin sayılır.” dediğinde ağzımı açsam da söyleyecek bir şey bulamadığımdan geri kapatmak zorunda kaldım. “İstemiyorsun abi demene gerek yok.” dedi yanımdaki Kael. Ona gülümseyerek karşılık verip sabır dilenerek Valeria’ya yaklaştım. “Götür bizi buradan. Yoksa Azel’i burda bırakacağım.” dedim yüzümü ekşiterek.

Teklifimle gözleri ışıldayan Valeria “bırakalım Silva.” dedi heyecanlı sesiyle. Onu bir kaşık suda boğmak istediği açıktı. “Sen de yanımda olacaksan burada sonsuza dek kalabilirim Kızıl ama bu yerde tek endişem sen olursun. O yüzden bizim için daha az tehlikeli bir yer seçsen daha iyi olur.” Valeria Azel’e en sinirli bakışlarını gönderirken o sanki öpücük almış gibi otuz iki diş sırıtıp duruyordu. “Sen portalı aç Valeria.” Valeria hızlıca ayaklarımızın altındaki toprak zemine portal için gerekli olan çizimleri çizip doğruldu. “Portalı açarım ama nasıl geçeceğiz?” “O kısımda benim gücüm devreye giriyor. Büyüyü yaparken gücümü kullanman lazım. Yapabilirsin değil mi?” Başıyla onayladığında Kael ve Azel birer adım geri çekilirken Valeria elimi tuttu. Büyünün sözlerini mırıldanmaya başladığında içimdeki güçte de bir hareketlenme olduğunu hissettim. Kısa süre sonra ellerimden sızan zayıf güç dalgası Valeria’nın eline doğru süzülmeye başladı. Karşımızda belirmeyen başlayan portal bu sefer mor renkteydi. Bir hortum gibi kendi etrafında dönerek yavaş yavaş büyüyordu. Geçebileceğimiz boyuta eriştiğinde ellerimiz ayrıldı. “Gitme vakti.”

Portaldan ilk geçen Azel oldu. Onun peşinden ben ve Kael ve en son da Valeria geçti. Neyse ki sorunsuz bir şekilde karargâh alanına ulaşmıştık. Portalın açıldığı yer çadırıma fazla uzakta değildi. Etrafa şöyle bir göz atınca birçok çadırın toplandığını gördüm. “Gidelim.” Çadıra vardığımızda içerden gelen seslerden Ragaz ve Nowa’nın burada olduğunu anladım. Bizim için epey endişelenmiş olmalılardı. İçeri girdiğimiz anda ikisi de direkt varlığımızı hissetmiş, bize dönmüşlerdi. İki tarafta birbirine doğru ilerleyerek ortada buluştuğunda önce iyi olup olmadığımızı anlamak ister gibi dikkatle bizi süzdüler. Nihayet Kael’ı fark ettiklerinde ise Ragaz anlamak istercesine kaşlarını çatarken Nowa’nın gözleri büyümüştü. Yüzü öfkeyle kasılırken “lan!!” dedi sıktığı dişlerinin arsından ve gözlerini anında üzerime çevirdi. “Bu Ruh Suratlının ne işi var burada?” Çok iyi bir soruydu ama işte anlatmaya nerden başlayacağımı bilmiyordum. Reyena oluşumdan haberleri yoktu. Bir ailem olmadığını daha doğrusu benim nezdimde olmadığını bilirlerken Kael’ın ikizim olduğunu söylemenin yaratacağı şaşkınlığı düşünemiyordum.

“İstersen ben açıklayayım Silva.” dedi Kael elini güven verici bir tavırla omzuma yerleştirirken. “İşte şimdi başlıyoruz.” diyen Azel’in sesini duydum. Neyden bahsettiği açıktı. Nowa ve Ragaz gözlerini dikmiş Kael’a ve omzumdaki eline bakıyordu. Ragaz daha soğuk kanlı görünürken Nowa az sonra üzerimize atlayacak gibiydi. Resmen ikinci bir Azel vakası yaşamak üzereydik. “Sakın Nowa!” dedim uyarıcı bir tonda. “Bir şey yapmadan önce bırak da bir açıklayalım.” “Açıklayın!” dedi sert bir sesle. Kıstığı gözlerinin odağında hala Kael vardı. “Ama önce şu elini çeksin! Yoksa kıracağım.” Kael’a baktığımda anlayışla elini çekti. “Ya ama banane haksızlık bu.” diyerek küskün tavrıyla kollarını kavuşturan Azel hiç de memnun olmamıştı. Anlayıp dinlemeden iki yumruk da Nowa astın da ortalık karışsın istiyordu tabi. Derin bir soluk alıp dudaklarımı araladığımda “bu Ruh Suratlı yengeciğimin ikizi.” diyerek her şeyi tek solukta ortaya döktü Azel.

Ben de dahil hepimiz ona döndüğümüzde omuzlarını silkip “oh iyi yaptım.” dediğinde sabır dilenerek yumruklarımı sıktım. Bir yandan ağzına çarpasım bir yandan da gülesim vardı. Daha şimdiden beni de kendi gibi dengesizleştirmeyi başarmıştı. Gülmek isteyen yanıp ağır basıp da sırıtmama neden olduğunda şaşkına dönen ikili bana sorgulayan gözlerle bakıyordu. “Silva ne diyor bu Suratsız?” diye sorduğunda hiç de açıklayacak halde değildim. Kael’a kısa bir bakış attığımda ne istediğimi anlayıp yalancı bir öksürükle dikkatleri üzerine çekti ve kısa süre önce bize anlattığı her şeyi Ragaz ve Nowa’ya da anlattı. O anlatırken gerekli yerlerde araya girip kafaları karışmasın diye hikâyenin benim versiyonumu da anlattım. Kael anlatmayı bitirdiğinde artık daha da kafaları karışmış görünüyorlardı. “Nasıl? Sen başka bir dünyadan gelmedin mi? Önceden Wienor’daysan nasıl gittin? Hem niye adının Silva olduğunu söyledin?” Ve daha birçok soruyu peş peşe sıraladı. Bunlar hepsinin kafasında soru işareti oluşturuyordu lakin şu an cevap vermezdim. Öldüğümü söyleyemezdim. Kael’la daha yeni bir araya gelmişken ona bu gerçekten bahsetmem söz konusu bile olamazdı.

Öte yandan nasıl geri döndüğüm benim için bile muammayken onlara ne anlatacaktım ki? “Tüm bunları hazır hissettiğim zaman size anlatacağım olur mu?” Pek istekli olmasalar da beni onayladılar. “Peki sana Silva mı demeliyiz Reyena mı?” diyen Nowa’ya hemen cevap veremedim. Reyena olarak geçirdiğim hayat korkunç bir şekilde sonlanmıştı. Silva olarak geçirdiğim hayatın büyük kısmı ise ailem yüzünden berbat geçmişti. Yine de şimdiki hayatım diğer hayatım kadar korkunç değildi ve korkunç şekilde sonlanmasına yeniden izin vermeyecektim. “Silva.” dedim kendimden emin şekilde. “Şimdi son durum hakkında bilgi alabilir miyim?” Açıklama görevini bir adım öne çıkarak Ragaz üstelendi. “Kamp alanının çoğu toparlandı. Birliklerin yarısı yola çıktı. Kalan yarısı da birazdan Dalinar komutasında yola çıkacak.” Dalinar’ı adı geçer geçmez Nowa’nın yüzünü buruşturduğu dikkatimden kaçmamıştı. “Tanrılar da gitmek üzere toparlandılar ama ondan önce seninle görüşmek istediklerini söylediler.” “Güzel.” diye mırıldandım. Özellikle Roan ve Aeros’un kim olduğumu öğrendiklerinde suratlarının alacağı şekli çok merak ediyordum.

“Hazırlanmak için yarım saatiniz var. Ragaz tanrılara da haber ver bizimle meydanda buluşsun. Yarım saat içinde Karkarum’a gidiyoruz.” Herkes onaylayıp dağıldığında hızlıca bir duş aldım. Yanımda hep savaş odaklı kıyafetler vardı ama onları giymek istemiyordum. Bugün konumuma yakışır şekilde biraz daha gösterişli giyinmek niyetindeydim. Neyse ki boşluk yüzüğümde bu durum için bir şeyler vardı. Yüzüğümden çıkardığım siyah elbiseyi hızlıca üzerime geçirdim. İnce askıları olan elbise belimi hoş bir şekilde sarıyordu. Saten elbisenin eteğinin iç kısımlarında yer alan birkaç kat tül eteğin biraz daha kabarık görünmesini sağlıyordu. Bel kısmındaki irili ufaklı elmaslar adeta bir kemer görüntüsü oluşturuyordu. Tam da arzu ettiğim gibi görünüyordum. Farklı renkte birkaç elbisem daha olmasına rağmen özellikle siyah seçmiştim. Zira Ölüm Diyarının rengiydi siyah. Saçlarımı ve yüzümü düzelttikten sonra pelerinimi de omuzlarıma yerleştirip çadırın ana kısmına çıktım. Kael ve Valeria beni bekliyordu. Kael da benim gibi bir pelerin takmış, başlığını gözlerini gizleyecek şekilde alnına kadar çekmişti. Üzerindeki diğer kıyafetler gibi pelerini de griydi. “Çok hoş görünüyorsun Silva.” diyen Kael’a gülümsedim. “Herkes hazır mı?” “Hazırız. Geriye sadece portalı açmak kaldı.” Pelerinim başlığını kafama geçirip yüzümü gizleyecek şekilde alnıma doğru çekiştirdim.

Kamp alanın ortasında toplandığımızda tanrılar henüz gelmiş değildi. Valeria portalı açmayı bitirdiğinde tanrılar da bize katılmıştı. “Tanrıça Silva neler oldu?” diyen Nolan olmuştu. Bu şekilde hitap etmesinin nedeni diğer tanrıların yanımızda olmasındandı. “Ne yazık ki bunu açıklamak için zamanım yok. Güneş batmak üzere ve biz Karkarum’a gidiyoruz. Hepinize gerekli açıklamaları daha sonra yapacağımı bilmenizi istedim. Ayrıca dönüş yolunuz için sizlere iyi yolculuklar dilerim.” Aslında yolculukları umurumda filan değildi. Gitmelerini değil bizimle gelmelerini istiyordum. İğrenç arzularını nasıl yerle bir ettiğimizi görmelerini istiyordum. “Bu kılıkta mı gideceksin tapınağa?” diyen iğneleyici ses Aeros’a aitti. Beni baştan aşağı gizlemediği bir küçümsemeyle süzdü. Tabi meselenin aslını bilmiyordu. Ona göre Zahel’in aslında gerçekleşmeyecek idamına süslenmiş gidiyor gibi görünüyordum.

“Anlaşılan o ki dul bir tanrıça olarak kalmaktan vazgeçtin Silva.” diyen Roan’ın üzerine atlamak için an kollayan birden fazla kişi vardı. Yanımdaki herkes resmen öfkeden köpürüyordu. Kael hariç. Hoşnutsuzluğu yüzünden okunsa da diğerlerine aksine kendini kontrol ediyordu. Sözlerini görmezden gelip duruşumu dikleştirdim. “Dediğim gibi sohbet etmek için vaktim yok. Su Tanrısı…” diyerek Nolan’ı odağıma aldım. “Sizden bana eşlik etmenizi isterdim. Mümkün mü?” Nolan gözlerini kaçırdı. O diğerleri gibi değildi. Zahel’le arkadaşlardı. Arkadaşının idamını görmek istemiyor olması normaldi. Uzun süre sessiz kalınca ikna etmek için yeniden konuştum. “Lütfen. Desteğinize çok ihtiyacım var.” Bir süre daha sessiz kaldıktan sonra pek de istekli olmayarak başını salladı. “O halde gidebiliriz.” dediğimde diğer tanrılardan gelecek itirazı bekliyordum ve o itiraz Aeros’dan geldi. “Durun.” dedi otoriter bir tonlamayla. Kendi planlarım olmasa onu dinlemezdim ama dediğini yapıp durdum ve ona döndüm. “Bir sorun m vardı?” dedim safça. “Böylesi bir anı kaçıracağımızı düşünmedin herhalde. Biz de geliyoruz.”

Tam istediğim şeyi yapıyordu. Tabi Roan ve Silas adına konuşması can sıkıcıydı. Roan’ın da Aeros’a katılacağı zaten açıktı lakin Silas adına da konuşması fazla küstahçaydı. “Kesinlikle.” diyen Roan beni şaşırtmadı. “Kendi adıma konuşacak olursam…” diyerek söze giren Silas Aeros’a hoşnutsuz bir bakış attı. Benim gibi o da Aeros’un sözlerinden rahatsız olmuştu. “Bu tarz olaylardan haz etmesem de çoğunluğa uyacağım.” diyerek bize katılacağını belirtmiş oldu. Tek kelime etmeden arkamı dönüp portaldan geçtim. Neyse ki Valeria bu sefer portalı tapınağa daha yakın bir noktaya açmayı başarmıştı. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş batmaya yüz tutmuş zamanımın kalmadığını söylüyordu. Benim peşimden gelen Kael yanıma geçti. “Gergin misin?” Bakışlarımı ona çevirip başımı salladım. Gücümün ve kim olduğumun farkında olmama rağmen gergindim. Yıllarca saklandığım Konseyin karşısına çıkacaktım. Üstelik bu sefer öncekinden farklı da değildi. O zaman da gücümü kullanmayı bilmiyordum, şimdi de bildiğim söylenemezdi. Öğrenmem gerekiyordu. Bir şekilde bu sefer Koruyucu yanımı kontrol edip açığa çıkarmam gerekiyordu.

“Ben yanındayım.” dedi güven verici bir tınıyla. O esnada portaldan Nowa ve Ragaz da geçmişti. Hemen peşlerinden de Azel gelmişti. “Biliyorum şu an bana güvenmek senin için zor ama başını çevirdiğinde orda olacağıma söz veriyorum.” Sıcak bir gülümseme sundum. Henüz ona karşı derin bir güven duymasam da sözünü tutacağına inanıyordum. Tanrılar ve en sonda Valeria’nın da gelmesiyle birlikte portal kapandı. Tanrılar -Nolan hariç- yalnız da gelmemişlerdi. Üçü yanında iki muhafızını getirmişti. Mutlak bir sükûnetle tapınağa doğru yürümeye başladığımızda iki gruba bölünmüş gibiydik. Silas Aeros ve Roan bir arada biz bir arada yürüyorduk. Bir yanımda Kael diğer yanımda ise Nolan vardı. “Silva ben…” deyip duraksayan Nolan bana bakmıyordu. Gözleri önüne düşmüş ayakları geri geri gitmek ister gibiydi. “Ben bunu yapabileceğimden emin değilim.” dediğinde dümdüz önüme bakmaya devam ederken sadece onun duyabileceği bir fısıltıyla “bana güven bu idam gerçekleşmeyecek.” dediğimde bir an duraksayıp bana baktı.

Onun ani duruşu herkesin dikkatini üzerimize çekince hızlıca kendini toparlayıp yürümeye devam etti. Tapınağın kapıları önüne geldiğimizde muhafızlarla konuşma işini Aeros üstlendi. Benim için hava hoştu. “Nasıl?” diye fısıltıyla sordu Nolan. “Sadece bekle. Eğer idamın gerçekleşmesine izin verecek olsam bunu izleyemez, bu kadar rahat olmazdım.” dediğimde başını sallayıp başka soru sormadı. İçini rahatlatmadığımı bilsem de açıklama yapmaya zamanım yoktu. Muhafızlardan biri önden bize eşlik ederken tapınağın arka kısmına doğru ilerliyorduk. Zahel’i görmek için geldiğimde kafamın içinde duyduğum haykırışları şimdi anlıyordum. Öldürülen ve ruhları huzur bulmayan Koruyucuların seslerini duymuştum. Hissettiğim huzursuzluğun sebebi buydu. Tapınağın ön taraf yeşilliklerle kaplı ferah bir bahçeyken arka taraf çölü andırıyordu. Zemin tek bir otun bile olmadığı kuru toprakla kaplıydı. Oldukça büyük olan arazinin sağ tarafında merdiven yapılı oturaklar vardı. Orda kim olduğunu bilmediğim onlarca insan oturuyordu. Hepsi açlıkla birkaç muhafızın dikildiği alana bakıyordu. Konsey bu idamı halka açık bir kolezyum gösterisine çevirmişti resmen. Kan beynime sıçradı. En çok da insanların kalkıp da bunu izlemeye gelmiş olması canımı sıktı.

Öfkeli gözlerim idam diye bağıran insanların üzerinde gezinirken bize doğru yaklaşan Aşin ve Vala’yı fark ettim. Kael onları görür görmez bileğimi yakaladı. “Gücünü gizliyorum.” diye fısıldadığında başımı salladım. Henüz kim olduğumu öğrenmelerini istemiyordum ama Kael bu konuda ben istemeden bana yardımcı oluyordu. “Kıymetli tanrılar hoş geldiniz.” deyip açık açık bizi görmezden geldi. Bize üstün körü bir bakış atıp ağzının içinden bizi selamladığında Kael ve bendeki kapüşonlar sayesinde karşısında kimin durduğunu idrak edemedi. Aptal. “Gösteriyi izlemeye geldik.” dedi Roan gevşek tavrıyla. Aşin sırıtarak koltukları işaret ettiğinde önce tanrı üçlüsü o tarafa yöneldi. Ardından biz Konseye ters ters bakarak peşlerinden ilerledik. Boş olan en ön sıraya yerleşti tanrılar. Biz de onlarla aramıza birkaç koltuk boşluk bırakarak oturduk. Yanımda hala bileğimi tutan Kael ve Nolan vardı. Kalabalıktan canımı sıkan mırıltılar yükselmeye devam ederken Aşin yanında duran iki muhafız eşliğinde alanın ortasına geçti. “Bugün burada suikastçı olarak bildiğimiz ve dört tanrının ölümünden sorumlu olan Zahel Sideras’ın idamını gerçekleştireceğiz.” dediğinde kalabalıktan teşvik edici haykırışlar yükseldi.

Dört tanrı demişti Aşin oysa Zahel diyarının katliamında rol alan bazı rütbeli kişilerden de almıştı intikamını lakin Aşin onların adını geçirmiyordu. Bu da ne kadar iyi bir Konsey lideri olduğunu gösteriyordu! Omzunun üzerinden “getirin onu!” emrini verdiğinde tapınağın arka kapsının önünde duran muhafızlar hareketlenip içeri girdi. Kalbim boğazımda atmaya başladı. Zahel’i getireceklerdi. Onu son gördüğümde hali hiç iyi değildi. Kim bilir şimdi ne haldeydi. Gerginlikle Kael’ın tuttuğu elimi yumruk haline getirdim. Halimi fark etmiş olacak ki elini yumruk yaptığım elimin üzerine yerleştirdi. “Merak etme. Her şey yolunda gidecek.” Başımı sallasam da rahatlayabilmiş değildim. Bu sefer Zahel’i her şeyiyle ve her şeyimle görecektim. Üzerimde geçmişin de yükü vardı artık. Onun gözleri önünde göğsüme hançer sapladığım an zihnimde sürekli tekrar ediyordu. Ben onu bu idamdan kurtarsam bile gerçekten kurtarmış olabilecek miydim? O günden sonra Zahel yaşamaya devam edebilmiş miydi ki şimdi onu kurutacaktım.

Gözlerimi açık kapıdan bir an olsun ayıramıyordum. Zaman ağırlaşıp ağdalı bir hal almıştı sanki. Aldığım soluklar ciğerlerime ulaşmadan yok olup gidiyordu. Günler geçmişti onu görmeyeli. Hem heyecan hem suçluluk doluydum. Kapının eşiğinde muhafızlar belirdiğinde zaten alamadığım nefesimi tuttum. Zahel iki muhafız kollarına girmiş vaziyette alanın ortasına getiriliyordu. Üstü başı parçalanmış, kir, toz ve kana bulanmıştı. El ve ayak bileklerinde prangalar ve hepsini birbirine bağlayan zincirler vardı. Omuzları dik şekilde başını eğmeden yürüyordu ama her ne olduysa sol ayağının belli belirsiz aksamasına mani olamıyordu. Yüzü yaralar ve kurumuş kan lekeleriyle doluydu. Yine de güzelliğinden bir şey kaybetmiş değildi. Ona bakarken kalbimin teklemesine engel olamıyordum. Kalbim hem acıdan hem mutluluktan kasılıyordu. Çıplak ayaklarıyla yürürken varlığımı hissetmiş gibi gözleri beni buldu. Başka hiçbir yere değil, direkt oturduğum yere baktı. Sanki beni kendi elleriyle buraya yerleştirmişti. Gözlerimizin buluştuğu o an ona bakmakla gözlerimi kaçırmak arasında sıkışıp kaldım. Suçluluk tümüyle kalbimi ele geçirdiğinde tırnaklarımı avucuma sapladım.

Gözlerinde bana olan ama unuttuğum sevgisini gördüm, taşıdığı geçmişin ağırlığını, gidişimin kederini gördüm. Boğazım düğümlenip kaldı. Patlamış dudakları usulca yukarı doğru kıvrıldığında dolan gözlerimden düşen yaşları görmesin diye başımı eğdim. Göz temasımız kesilince masumene bir tavırla başını omzunun üzerine yatırıp kapüşonumun altına gizlediğim yüzümü görmeye çalıştı. Bakışlarının ağırlığı altında ezildiğimi hissettim. Ona ettiğim kötülükle yıllarca yaşamış olmasına rağmen hala bana tutunuyor oluşu ruhumu kanırtıyordu. Yanındaki muhafızlar onu itekleyerek yürümeye zorladığında bakışları hala üzerimdeydi. Meydanın ortasına getirildiğinde yanı başında bir cellat belirdi. İri yapılı bir muhafız elinde tuttuğu kılıçla bekliyordu. Yüzünde kaskatı bir ifade vardı. Şişkin kol kasları kafam kadarı. Elinde uğursuzca parlayan kılıç metali de dahil tamamen siyahtan oluşuyordu. Görebildiğim kadarıyla kabzasında çeşitli işlemeler vardı. En dikkat çekici olan ise kabzasının tam ortasında duran ufak mor taştı. Taşın hoş parıltısı içinde bulunduğumuz durumda gözüme epey uğursuz gelmişti.

O kılıçla sevdiğim adamı öldürme derdine düşmüşlerdi. Öfke kanımı kaynatırken muhafızlar Zahel’in omzuna bastırıp diz çökmesini sağlamaya çalıştı. Zahel onlara şiddetle direnip diz çökmeyi reddetti. Onlara karşı direnirken gözleri bizim üzerimizde dolanıyordu. Muhafızlar ve Zahel arasında geçen arbedeye son veren Aşin’in sözleri oldu. “Bırakın. Diz çökmemeyi son dileği olarak kabul edelim.” Zahel bu sözlere gülümsedi. Aşin’in zırvaladıklarının hiçbir mantıklı yanı yoktu ama Zahel zafer kazanmış gibi gülümsüyordu. Ne olursa olsun onların karşısında diz çökmek istemiyordu. Ölecekse bile bu, bu şekilde olmamalıydı. İki muafız Zahel’den iki adım uzaklaştığında celladın kılıcı avucunda oynattığını gördüm. Artık ortaya çıkmanın vakti gelmişti. Kael’a kısa bir bakış attığımda bileğimi saran parmaklarını çekti. Tuttuğum nefesimi tedirginlikle bırakırken gücüme doğru uzandım. Onu oradan almam ve istediğim şekle sokup kullanmam gerekiyordu. Zordu ama imkânsız da değildi. Üstelik kullanmak istediğim gücümün ufak bir kısmıydı. Zaten büyük kısmını kullanabilecek beceriye henüz sahip değildim.

“Cellat bu günahkarın boynunu vur.” Uzandığım gücüme ellimle şekil vermeye başladım. Parmaklarımı zarif ama güçlü hareketlere oynatırken parmak uçlarıma doğru akan gücüm kollarımda mor renkte kılcal damarlar gibiydi. Avucumda biriktirdiğim gücümle gülümserken Aşin’in emriyle kılıcını kaldıran cellada diktim gözlerimi. Havaya kaldırdığı kılıcını indirmek gibi bir şansı olmayacaktı. Ok gibi oturduğum yerden fırlayıp avucumda biriktirdiğim gücümü kılıca yönlendirdim. Havadaki kılıca çarpan gücüm kılıcın uzak bir yere savrulmasına neden olurken cellat da sendeleyerek Zahel’in önüne düşmüştü. Kabul etmeliyim ki bu beklediğimden de iyi olmuştu. “Bu idam gerçekleşmeyecek!” diyerek bağırdım ki sesim herkese ulaşsın. Aralarında şaşkın fısıltılar yükselen insanlar bakışlarını bana yöneltmişti. Herkes oturduğu yerden kalkmış çatık kaşlarla bana bakarken Konsey muhafızları da harekete geçmişti. Bir kısmı Zahel’i çember içine alırken bir kısmı da önümüze geçmiş mızraklarını bize daha doğrusu bana doğrultmuştu. Nolan’ın yanında duran Azel sadece bizim duyacağımız bir tonda “harikasın yengecim. Müthiş bir gösteri oluyor. Önünde şapka çıkarıyorum.” dedi. Onun da üzerinde bir pelerin vardı ve başlığıyla yüzünü gizlemişti. Ben ve Kael’ın amacı belliydi ama onun neden kendini gizleme gereği duyduğunu anlayabilmiş değildim. Herhangi bir karşılık vermeden gözlerimi Aşin’e diktim.

“Bu ne cüret?!” diyerek gürledi. Cüretkâr gülümsememle yüzüne bakarken “size bir sorum olacak Konsey Lideri. Tapınak muhafızların bağlılığı kime?” dedim. Özellikle tapınak muhafızları demiştim. Şimdilerde Konsey muhafızı olarak anılsalar da aslında tapınağa ve Koruyuculara bağlıydı muhafızlar. Konsey de Koruyucular için danışman niteliğinde olduğundan onlara da bağlılardı lakin asıl bağlılıkları Koruyucularaydı. “Ne amaçla geldiğinizi tahmin etmek zor ama vazgeçseniz iyi olur. Bize karşı duramayacağınızın farkındasınızdır.” deyip sorumu yanıtlamaktan kaçındı. “Basit bir soruya bile cevap veremediniz. Çok yazık.” diyerek cıkladığımda Aşin’ın hınç dolu gözlerinin hedefi haline geldim.

Umursamayıp gözlerimi önümüzü kesen muhafızlara diktim. Kıyafetlerini kısa bir an süzüp ortadakinin daha rütbeli olduğunu göğsünde taşıdığı armadan anladım. Dikkatle yüzünü incelediğimde ise hiç de yabancı olmadığını anladım. Zahel’e bağlı olan bir muhafız ve Konseye sızmış bir muhbirdi. Adı Theon’du. Onunla Zahel’i görmeye geldiğimizde tanışmıştım. Yönümü tamamen ona döndüğümde artık Aşin yüzümü göremiyordu. “Lütfen siz söyleyin muhafızların bağlılığı kime?” Muhafız yüzbaşısı olan Theon bir anlığına kaşlarını çatıp tereddüte düşse de cevap verdi. “Bağlılığımız dengenin ve düzenin sağlayıcısı olan Koruyucularadır.” Memnuniyetle gülümsedim.

“O halde size silahlarınızı indirmenizi ve geri çekilmenizi emrediyorum.” deyip başımdaki kapüşonu geriye doğru ittim. Tamamen açığa çıkan yüzümü gören muhafızların yüzünde şaşkınlık belirdi. İnanamayan gözlerle alnımdaki işareti uzun uzun inceledikten sonra silahlarını indirdiler ama geri çekilmediler. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?!” diye kükreyen Aşin’e aldırış etmeden önümde tek dizlerinin üzerine çöküp başlarını eğdiler. Aynı anda “dengenin ve düzenin sağlayıcısı olan Kutsal Koruyucuyu selamlıyoruz.” dediklerinde kalabalıktan yükselen şaşkın nidalar dudaklarımın zevkle kıvrılmasına neden oldu. Ağır hareketler yönümü Aşin’e çevirdiğinde yüzündeki saf dehşeti gördüm. “İstersen ben cevap vereyim Aşin. Muhafızların bağlılığı bana.” dediğimde mosmor kesilen suratı resmen zevkten dört köşe olmamı sağlamıştı.

“Daha da açık olmam gerekirse ben Kutsal Koruyuculardan Silva Sideras.”

 

Bölüm : 09.06.2025 19:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...