57. Bölüm

❄️İhanet Hançeri

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Silva

Yıllarca birbirini seven iki kişi ve Ölüm Sarayına gülle misali düşen sır…

Tutuşan ellerine gururla bakan gözlerim Nowa’nın dillendirdiklerinin yarattığı etkiyle yüzüne çevrilmişti. Tüm gözler şimdi onun üzerindeydi. Hepimiz şaşkına dönmüştük lakin Jieli ve Fenir’in çehresindeki dehşetti. Jieli’nin yeşilleri, Fenir’in mavileri Nowa’dan bir an olsun ayrılmıyordu. Jieli’nin harelerinde şaşkınlığın yanında tedirginlik de vardı. Fenir oğluna sorgulayan gözlerle bakıyordu. “Sen…nasıl?” İnkar etmiyor, Nowa’nın bu gerçeği nasıl bildiğini sorguluyordu. Fenir Rosth gerçekten de karısını, çocuğunun annesini öldürmüştü. Sarayın havası birden buz kesti gerçeğin ağırlığıyla ve iliklerime dek üşüdüğümü hissettim. Herkesin ortasında belki de en büyük sırrı ifşalanmasına rağmen oğlundan başka yana bakmıyordu. Oğlundan bir an olsun çekmediği gözlerinde çok fazla şey vardı ve anlaması zordu. Nowa babasına bakarken ifadesini hiç değiştirmemişti. Gerçek onu sarsmış gibi görünmüyordu. Nasıl bu denli tepkisiz kaldığını anlamış değildim. Öz babasının öz annesini öldürdüğünü bilmesine rağmen babasına farklı bakmıyordu. Harelerinde nefreti geçtim öfke zerresi bile yoktu. Dostum olarak gördüğüm insanı gerektiği kadar tanıyıp tanımadığımı sorguladım. Annesine dair bildiklerim yok denecek kadar azdı. Acaba annesini sevmediği için miydi bu tepkisizliği? Sevmese de tavrı normal değildi.

Sizi dünyaya getiren insanı sevmeme ihtimaliniz olmuyordu. Kendimden biliyordum.

Ailemden nefret ettiğim, müthiş bir kin beslediğim zamanlar olmuştu. Ve her şeyin sonunda onlar için hiçbir his beslememeye başlamıştım fakat sevmiştim, bunu inkâr edemezdim. Bir saat, bir dakika, bir an da olsa insan annesini seviyordu, sonradan nefret etse de. “Benden sakladığın gerçeği sevdiğim kadını tehdit etmek için mi kullandın?” Sertçe yutkunan Fenir konuşmak istese de Nowa Jieli’ye dönüp omuzlarını kavradı. “Sana ne söyledi?” Sesini olabildiğince nazik çıkarmaya çalışsa da bir şeylerin sabrını taşırdığı fark ediliyordu. Boşlukta kalan elleri belli belirsiz titreyen Jieli gözlerini ne diyeceğini bilmez halde Fenir’e çevirdi. “Bana bak ve hiçbir şeyden çekinme.” Pembe dudakları konuşmakla susmak arasında kalmış gibi titriyordu. Hareleri yardım ister gibi titreşip duruyordu. “Lütfen.” diye fısıldadı Nowa yakarırcasına. “Artık susma.” Derin bir nefes aldı ve belki de ciğerlerini dolduran havanın ona cesaret vermesini umdu. “Festivalde…” Daha ilk kelimeden tıkansa da ona cesaret veren Nowa’nın yüzüne bakınca devam etti. Nowa’nın ise kafasında bazı şeyler yerine oturmuş gibi gözlerinde anlamlı bir ifade oluştu. Festivalde Jieli’nin onu reddedişini hatırlamış olmalıydı ve artık nedenini biliyordu.

“Efendi Fenir senin için uygun bir eş olmadığımı söyledi ve senden uzak durmamı istedi.” Tereddütle gözleri bir anlığına Fenir’e kaydı. Bu noktadan dönüş olmayacağının farkında olan Fenir’in omuzları durumu kabullenmişçesine çökmüştü. Jieli’yi tehdit ederek bunca zaman onu Nowa’dan uzak tutmayı başarmıştı fakat artık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bundan da hiç memnun görünmüyordu. Jieli çekine çekine, titreyen sesiyle olanları anlatmaya uğraşıyordu. Buna rağmen Fenir ona hala hoşnutsuz gözlerle bakabiliyordu. Yaptığından utanması gerekirdi. “Seninle yakınlık kurarsam anneni öldürdüğünü sana söyleyecekti. Hayatının mahvolmasını istemedim, sahip olduğun tek aileyi kaybetmeni istemedim.” Son cümleyi söylerken sesi öyle bir titremişti ki boğazım düğümlenip kaldı. Biz ne kadar ona aile olmaya çabalasak da Jieli’nin gerçek ailesi yoktu. Kendini kimsesiz hissediyordu. Taşıdığı yaranın sevdiği adamda da açılmasını istememişti. Başını öne eğdi, gözleri dolu dolu olmuştu. Konuştuğunda sesi daha fazla titriyordu. “Sevecek başka kadın bulursun ama baba bulamazsın.” Her kelimesi göğsümü oymuştu. Yumruklarımı sıkıp kendime hakim olamayarak öne doğru atıldığımda Zahel’ın kolumu yakalayan parmakları gitmeme müsaade etmedi.

“İzin verelim bu meseleyi kendileri çözsünler.” Öfkem aksini istese de doğru olanın karışmamak olduğunu bilerek kendimi dizginleyip yerimde kaldım. “İstediğim sensin Jieli, sadece sen. Ben herkese, her şeye rağmen daima seni seçeceğim” Jieli’nin gözleri ışıldasa da dudaklarında buruk bir tebessüm kalmıştı. “Neden her şeyi anlatmadın?” Şimdi yönünü babasına dönmüştü ve bir kez daha Jieli’nin elini tutuyordu. Fenir soruya cevap vermedi. Gözlerini oğlundan ayırmıyordu fakat sıktığı yumrukları rahatsızlığını ele veriyordu. Neler olduğunu kavrayabilmiş değildim. Fenir karısını öldürmüştü ama neden? Yanımda duran Zahel’e kısa bir bakış attığımda benim kadar şaşkın ya da meraklı görünmediğini fark ettim. Aksine olan bitene hakim gibi bir hali vardı. Soğukkanlılıkla konuşulanları dinliyordu. Halinden hepimizden çok şey bildiğini anladım. Bu olanlardan haberdardı. Fenir’in suskunluğu uğursuz bir sessizlik yaratınca Nowa konuşmaya devam etti. “Annemin aslında Hava Diyarı için çalışan bir casus olduğunu, sana bu yüzden yaklaştığını, seninle bu yüzden evlendiğini hatta beni bu yüzden dünyaya getirdiğini, seni kullanarak diyarımızın bilgilerini çaldığını, onu bu gerçeği öğrendiğin için öldürdüğünü ve sırf bu yüzden emekliye ayrıldığını neden anlatmadın?”

Beynimden vurulmuş gibi kalakaldım. Jieli şokun etkisiyle başını bir anda Fenir’e çevirdi. Bir kenarda benim gibi olan biteni seyreden Valeria ile kısa bir an göz göze geldik. İkimiz de şaşkınlık ve sorgulayan gözlerle birbirimize bakıyorduk. Rosth ailesinin yıllar önce mezara gömdüğü sırrı bugün üzerindeki toprağı atıp hortlak misali gün yüzüne çıkmıştı. “Nasıl… nasıl biliyorsun?” Baştaki sorusunu yineleyen Fenir “Zahel anlattı.” cevabını alınca mavi hareleri Zahel’e doğru kaydı. “Sırlar ortaya dökülmeye mahkumdur Fenir. Nowa eninde sonunda öğrenecekti. Ne kadar geç öğrenirse baba oğul ilişkiniz o kadar zarar görecekti. Sen aksini düşünsen de ona anlattım.” Zahel’in söylediklerine herhangi bir karşılık vermedi. Çektiği bakışlarını yeniden oğluna çevirdi. Titreyen bakışları oğluna bakmakta zorlandığını ele veriyordu. Zira Nowa karşısındaki adamın yalnızca babasını olmadığını aynı zamanda annesinin katili olduğunu da biliyordu. “Ne zamandır biliyorsun?” “Annemin ölümünden bir ay sonra öğrendim.” Bu sefer Fenir’in gözlerindeki şaşkınlık netti. Yanılmıyorsam bunu yeni öğrendiğini sanıyordu ve fakat Nowa gerçeği nerdeyse en başından beri biliyordu. Hatıralar geçmişte kalmasına rağmen şimdi bile canını yakabiliyormuş gibi kaşlarını çattı.

“Zahel bana ilk anlattığında öyle öfkelendim ki… O öfkeyle kendimi sokağa attım. Senden hesap sormak istedim ve belki… daha fazlasını ama kapıdan içeri giremedim. Sesini duymak beni yerime çiviledi. Sen… ağlıyordun.” Sesinde hayret ve acı tonları vardı. Jieli’nin elini daha sıkı kavrayışından geçmişi anlatırken göründüğü kadar iyi olmadığını anladım. “Pencerenin önüne geldim. Annemin eşyalarına bakıp ağlıyordun. Ağladığını hiç görmemiştim, o günden sonra bir daha da görmedim. Sonra çekip gittim. O sıralar haftalarca eve gelmeyişimin nedeni gerçeği öğrenmemdi. Seni affetmek hiç kolay olmadı ama anlamaya çalıştım. Sevdiğin kadın seni kandırıp kullanmıştı. Onu öldürmene rağmen nefret edememiştin. Bu yüzden geçen onca yıla rağmen eşyalarını hala saklıyorsun. Haberim yok sanıyorsun ama odandaki sürekli kilitli tutuğun sandıkta annemin eşyaları olduğunu biliyorum. Ben annemi kaybetmiştim. Sense sevdiğin kadını, aileni, çocuğunun annesini ve insanlara olan güvenini kaybettin. Seni anlıyorum ama bir yanım annemi benden aldığın için sana hep kırgın kalacak.”

Nowa ve Jieli’nin gözleri ıslanmıştı. Nowa’nın dudaklarından güçlükle dökülenler boğazımın düğümlenmesine neden olmuştu. Fenir’in gözbebeklerindeki titreme acı çektiğini ele verse de gözleri dolmamıştı. Ağlamayı geçtim acı çektiğine dair en ufak bir emare göstermeyi dahi reddediyordu. Çenesini kaldırıp yeniden inatçı ifadesine büründü. “Gerçeği biliyorsun ve benimle aynı kaderi mi yaşamak istiyorsun?” Sözlerinin ağırlığı ve sesindeki sertlik Jieli’yi vurmuştu. Donuklaşan harelerini baba ve oğlu arasında gezdirirken ne düşündüğünü kestirmek zordu. “Jielim annem gibi değil.” derken sesi an az babasınınki kadar sert çıkmıştı. “Annen de bana geldiğinde kimsesiz olduğunu söylemişti. Onun gibi masum, çekingen davranıyordu.” Övgüden uzaktı söyledikleri. Pek de makul olmayan bir nefret ve tiksintiyle dolan gözleri hiçbir suçu olmayan Jieli’nin üzerindeydi. Parmağını suçlayıcı biçimde kaldırıp Jieli’ye doğrulttuğunda “yanındaki bu kadın bize ihanet eden o kadını hatırlatıyor.” dedi. Şimdi Fenir’in Jieli’ye karşı neden bu kadar ön yargılı olduğunu anlıyordum. Sevdiği kadına uzatılan parmağın önüne dikilen Nowa babasının bileğini tutup aşağı indirdi. “Parmağını bir kez daha sevdiğim kadına doğrultursan sana olan tüm saygımı ve sevgimi bir kenara bırakırım.”

Fenir kolunu geri çekerken yumruğunu sıkıyordu. “Bu kadınla birlikte olmana iznim yok. Buna asla onay vermeyeceğim.” Baba oğul birbirlerine meydan okuyan gözlerle bakıyorlardı. “İznine de onayına da ihtiyacım yok.” Öfkeyle aldığı soluklar burun deliklerinin genişleyip küçülmesine yol açıyordu. Çatık kaşları geri adım atmayacağını kanıtlar nitelikteydi. İnadını anlayabiliyordum. Oğlunun da onunla benzer bir kader yaşamasını istemiyordu. İhaneti tatsın istemiyordu, kendi gibi insanlara güvenemeyen biri olmasını istemiyordu. Tek arzuladığı oğlunu korumaktı fakat bunu yanlış şekilde yaptığını fark edemeyecek kadar yarası derin olmalıydı. Sevdiği kadının ihanetiyle sarsıldıktan sonra onu hatırlatan birinin oğluna yaklaşmasını istemiyordu. Onu anlıyor fakat onaylamıyordum. “O kadını seçtiğin anda artık bir baban olmayacak.” derken tereddütsüzdü. Güvensizliği öyle büyüktü ki korumak için çırpındığı oğluna bunları gözünü kırpmadan söylemişti. Nowa geri adım atmadı. Babasının söylediklerine rağmen inatla karşısında dikilmeye devam etti.

“Sevdiğim kadını kabul etmediğin takdirde bir oğlun olmayacak.” dedi babasının sözlerini ona karşı kullanarak. İkisi de bunları söylerken hiç tereddüt etmemişti. Birbirlerine ayak direyip duruyorlardı. İşin nereye varacağını kestirmekte zorlanıyordum. Temennim Fenir’in düşüncelerinin değişmesi yönünde olsa da harelerindeki katılık kırılacak gibi değildi. Müdahale etmek istiyordum. Söylenecek onca söz dilimin ucuna kadar geliyor orada düğümlenip kalıyordu. Ne var ki karışmamam gerekiyordu. Nowa babasıyla arasındaki meseleyi kendi çözmeli, sevdiği kadına koşullar ne olursa olsun arkasında duracağını göstermeliydi. Yine de Jieli sevdiği erkek tarafından savunulmanın mutluluğunu hissetmekten çok uzaktı. Rosth ailesinin bu hale gelmesinden kendini sorumlu tuttuğuna emindim. Gözleri insanın içini burkan bir kederle bakıyordu. Fark ettirmeden elini Nowa’dan kurtarmak için uğraşsa da Nowa tutuşunu sıklaştırarak gitmesine izin vermiyordu. Oğluna onaylamayan bir ifadeyle bakan Fenir Jieli’ye üstün körü bir bakış atarken “bir kadın için babana sırt mı çevireceksin?” diye sordu sanki bu gerçek olamazmış gibi. Nowa cevap vermek yerine “güvensizliğin yüzünden hayatımın mahvolmasına göz mü yumacaksın?” diyerek sorusuna soruyla karşılık verdi.

Fenir bir oğluna bir de Jieli’ye baktı. Gözlerinde oğlunun sordu sorunun ağırlığını taşıyordu. “Zamanla unutursun.” Nowa başını hafifçe omzuna yatırıp uzun uzun babasını inceledi. Duyduğu memnuniyetsizlikten çattığı kaşları alnındaki kırışıklıkları daha görünür hale getirmişti. Gözlerinde inatçı aynı zamanda kederli bir ifade vardı. İrislerini Jieli’den kaçırmak için özellikle uğraşıyordu. Sevdiği kadını hatırlamak istemiyordu ama bir yandan da eşyalarını saklıyordu. Aşkıyla nefreti arasında sıkışıp kalmış olmalıydı. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Nowa’nın sorduğu soru adeta şok etkisi yarattı. “Senin unuttuğun gibi mi?” Şimdi Fenir’in gözleri donup kalmıştı. Olduğu yerde kaskatı kesilmiş sanki ruhu bedeninden çekilmişti. Çatık tuttuğu kaşları düzemiş dudakları düz bir çizgi halini almıştı. Donuk bakışları önüne düşerken kirpikleri titreşiyordu. Edecek söz bulamıyor gibi sessiz kaldı. “Jieli’yi sevmeye baksan iyi olur baba çünkü son nefesime dek seveceğim tek kadın o olacak.” Başını yanında duran kadına çevirdi. Şimdi dudaklarında bir gülümseme gözlerinde duyduğu aşkın yoğunluğunu vardı. “Ailesi ben olacağım ve ailem o olacak.” dedi ve Jieli’yi alıp salonu terk etti.

❄️❄️❄️

Azel

Kuyudan doldurduğum kovaları alıp köy meydanında yürümeye başladım. Güneş batmaya yüz tutarken kovaları son evin önüne bıraktım. Varlığımla birlikte pencerenin perdesi hırsla örtüldüğünde başımı utançla eğdim. Ağır adımlarla evin yan tarafındaki ahıra ulaştım. Kapının iki kanadı ardına dek açık vaziyetteydi. İçeriden Bay Hector’un hırıltılı nefes sesleri ve küreğin zeminde çıkardığı ses geliyordu. Adımlarımı hızlandırıp ağır kokuya aldırış etmeden içeri girdim. Her zamanki gibi küçük oğlu Ezra hayvanları otlatmaya gitmiş, o da ahırı temizliyordu. Sessizce kapının yanında duran sıyırgının ahşap sapını kavrayıp ayaklarıma çizmeleri geçirdikten sonra ahırın henüz temizlenmemiş kısmına yöneldim. Varlığıma çoktandır alışkın olan Bay Hector benden yana bakmayıp küreğe doldurduğu pislikleri el arabasına doldurmaya devam etti. Artık alıştığım yoğun kokuya aldırış etmeden zemindeki pislikleri kürümeye başladım. Bay Hector el arabasını boşaltmak için gidip gelirken kürüme işini bitirmiş köşede duran ikinci küreği elime almıştım. Ne var ki ikinci bir el arabası yoktu ve Bay Hector’unkini kullanmam gerekiyordu.

Bakışlarımı önümde tutarak Bay Hector’a yaklaştım. Arabaya doldurduğu pisliğe küreğimi sapladım. Aynı anda Bay Hector’un küreği kirli zemini boyladı. “Ne zaman defolup gideceksin?” diyen hırıltılı sesini işittiğimde yüzüne bakmadım. Sessizce yerde yığılı duran hayvan pisliğini arabaya doldurmaya devam ettim. “Hiç mi vicdanın yok?” Sert sesi kulaklarımda ve ahırda yankılandı. “Çocuklarımızı bizden aldığın yetmedi, bir de utanmadan köyümüze geldin!” Göğsümde bir nokta düğümlendi. Tek kelime etmeden işime devam ettim. “Boşuna uğraşıyorsun. Hiçbirimiz seni bağışlamayacağız. İğrenç yüzünü gördüğümüz her an sadece geberip gitmeni istiyoruz.” Nefret, öfke ve kederle söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum. Hayatımın hatasını yapıp abimi kendime düşman ilan etmiş, kendi diyarıma savaş açmıştım. Bizzat yapmasam da ölen kırk muhafızdan ben sorumluydum. Kırk kişilik o birlik benim yüzümden ölmüştü ve hepsi de aylarımı geçirdiğim bu köydeki insanları oğlu, kocası ya da babasıydı. Ben koca bir köyden evlatlarını, eşlerini, babalarını çalmıştım. Hatamın bir telafisi yoktu.

Yine de çabalamak istiyordum. Niyetim kendimi affettirmek değildi. Ölümüne sebep olduğum insanlara bunu borçluydum. Geride kalan ailelerine yardım etmek zorundaydım. Beş aydır burada olmamın nedeni buydu. Silva sayesinde Ragaz’dan kaybettiğimiz muhafızlara dair bilgileri almış ve beş ay önce saraydan ayrılmıştım. Ölen muhafızların aynı köyden olduğunu öğrendiğimde koca bir köyü yerle bir ettiğim gerçeği üzerime çullanmıştı. Saraydan ayrılırken abim itiraz etmemişti ve beş aydır güvendiği için mi yoksa umurunda olmadığı için mi sessiz kaldığını merak ediyordum. Nerde olduğumu bir tek Silva biliyordu. Özellikle gelmemesini ve peşime kimseyi takmamasını istemesem beni kontrol etmeye geleceğini biliyordum. Neyse ki beş aydır saraydan kimseyi görmemiştim. Abimin istese beni bulabileceğini biliyordum ama beş aydır rahatsız edilmediğime göre beni aramıyordu. Bana güveniyor mu yoksa umursamıyor muydu?

“Azıcık merhametin varsa söyle bana, oğlumun katilinin gitmesi için ne yapmam gerekiyor?” Sözleri göğsümde derin oyuklar açarken karşılık vermeden arabayı doldurmaya devam ettim. Köye geldiğimde herkese kim olduğumu ve ne yaptığımı anlatmıştım. Bir tek Ölüm Tanrısının kardeşi olduğumu bilmiyorlardı. Özellikle söylememiş, bana karşı zorunluluktan islemedikleri bir tavır takınmalarını istememiştim. Beş aydır köydeki herkesin her ihtiyacını hakaretleri ve nefret dolu bakışları eşliğinde karşılamaya çalışıyordum. Varlığımı kabullenmeleri epey uzun sürmüştü. Yine de hala bana karşı duydukları nefretle taşlandığım, bayılana dek dövüldüğüm, suratıma tükürüldüğü anlar oluyordu. Hiçbirine karşılık vermiyordum. Çünkü hak ediyordum. Kalacak yerim olmadığından köyün biraz dışında kalan harabelerde kalıyordum. Kışı o derme çatma yerde geçirmek hiç kolay değildi ama ben o derme çatma yeri bile hak etmiyordum. Bay Hector’un nefret dolu bakışlarını kürek kemiklerimin arasında hissederken göz ucuyla baktığımda dik durabildiğini fark ettim. Birkaç gündür yanlış da olsa geceleri gizlice evine girmiş gücümle sırt ağrılarını tedavi etmek için uğraşmıştım. Gücümü şifaya dönüştürmek hiç kolay olmasa da elimden geleni yapmaya uğraşıyordum ve Bay Hector’un duruşundan işe yaradığı belli oluyordu.

Yalnız Bay Hector değil köyde rahatsızlığı olan herkesi tedavi etmeye çalışmıştım. Gücümün yettiklerini iyileştirmiş yetmedikleri içinse şehirdeki en iyi şifacıları getirmiştim. Elbette kimse şifacıları benim getirdiğimi bilmiyordu. Şifacıya Tanrı Zahel’in tüm köylere kontrol için şifacılar gönderdiğini söyletmiştim. Küreği bir kez daha hayvan pisliğine sapladığımda sırtımda hissettiğim darbeyle yere yığıldım. Üzerim hayvan pisliğine bulanırken Bay Hector’un “defol git.” diyen sesini işittim. Kaldırdığı küreği bir kez daha indirdiğinde darbe bu kez karnıma denk geldi. İnleyerek yüzümü buruştursam da karışılık vermedim. Elim istemsizce karnıma giderken Bay Hector aynı noktaya ikinci kez vurdu. Oğlunun ölümüne neden olmama rağmen bana merhamet gösteriyordu. İstese küreğin ince kenarıyla vurabilirdi fakat o yassı yüzüyle vuruyordu. Küreği bir kez daha kaldırdı fakat bu sefer vurmadı. Bakışları elimle tuttuğum karnıma düşerken kapıdan Ezra’nın “baba.” diyen sesi duyuldu. Başımı zorlukla kaldırdığımda parmaklarıma bulaşan kanı gördüm. Başta beyaz olan ama zamanla koyu griye dönüşen ve pisliğe bulanmış gömleğimde koyu kırmızı bir leke vardı ve giderek yayılıyordu. Ezra bize doğru gelirken Bay Hector’un elindeki kürek yere düştü.

Babasının yanına geçen Ezra nefretle halime bakarken elimi karnımdaki yaraya bastırarak güç bela ayağa kalktım. Bay Hector şaşkınlıkla bana bakarken birkaç kürek darbesiyle nasıl böyle bir şeye yol açtığını sorguluyordu. Tek kelime etmeden arabanın kollarını kavrayıp dışarı doğru sürdüm. Bay Hector şaşkınlıktan Ezra ise umursamadığından tepki vermedi. Ahıra girmek için bekleyen ve bu arada su içen hayvanların arasından geçip arabayı boşaltacağım yere geldim. Boşalttığım arabayı ahıra doğru sürerken karşıdan Bay Hector hızlı adımlarla üzerime geliyordu. Başımı öne eğdim. Bu köyde kimsenin yüzüne bakmaya yüzüm yoktu. Arabanın önüne geçtiğinde durmak zorunda kaldım. Keskin adımlarla yanıma geldiğinde kollarımı tutup zorla arabayı bıraktırdı. Yaşlılığın getirisiyle kırışan eli gömleğime uzandığında irkilerek geri çekildim. Umursamayıp sertçe gömleği kavradı. Düğmeleri çözmeyi es geçerek gömleği çekiştirdiğinde zaten parçalanmaya müsait olan kumaş yırtıldı. Karnımdaki üç bıçak yarasına batan güneşin son ışıkları vururken Ezra da ahırdan çıkıp yanımıza geldi. “Sizin hatanız değil.” derken sesim fısıltı gibi çıkmıştı.

Bir adım geri kaçtım. “Kalan işi yarın hallederim.” deyip arkamı döndüm. “Kimin hatasıydı?” Olduğum yerde durdum. Açılan yaramdan ayaklarımın dibine kan damlıyordu. Canım yanıyordu ve şiddetli acı şimdiden ter içinde kalmama neden olmuştu. “Benim.” dedim utanç içinde. Gitmek için adım attığımda “ben yaptım.” diyen sesle donup kaldım. Arkamı döndüğümde on altı yaşındaki Ezra’yı tereddütsüz gözlerle bana bakarken gördüm. Dün gece uykumda Ezra kaldığım harbeyi ziyaret etmiş, yanında getirdiği bıçağı defalarca karnıma saplamıştı. İlk darbeyle uyandığımda karmakarışık gözleriyle karşılaşmıştım. Bıçağı tutan eli zangır zangır titremesine rağmen iki kez daha saplayacak gücü kendinde bulmuş sonra titreyen elinden bıçak düşmüş, o da kaçıp gitmişti. Köydeki insanları iyileştirmeye çalıştığım için gücüm tehlikeli derecede zayıflamıştı. Kendimi iyileştirmeyi densem de kanamayı dahi durduramamıştım. Gecenin bir yarısı kan revan içinde güç bela bulduğum iğne, iplikle kendimi dikmiştim. Bay Hector’un kürekle vurmasıyla beceriksizce atılan tüm dikişlerim patlamıştı. Bir tokat sesi kulaklarımızı doldurduğunda eş zamanlı olarak Bayan Dora’nın “Hector.” diyen sesi duyuldu. Bay Hector oğluna tokat atmıştı ve bunu gören eşi şimdi koşar adımlarla yanımıza geliyordu.

Bayan Dora kollarını babasından tokat yiyen oğluna dolayıp hoşnutsuzlukla kocasına baktı. “Ne yapıyorsun sen? Tek oğlumu da sen mi alacaksın?” Lafının bana olduğunu bildiğim için başımı eğip arkamı döndüm. Yardım etmek istersen aile içinde tartışmaya neden olmak istemiyordum. Benim yüzümden bir de huzurları kaçsın istemiyordum. “Olduğun yerde dur.” Bay Hector’un sesi yaşına rağmen gür çıkıyordu. Dediğini yapıp durdum ve onlara döndüm fakat başımı kaldırmadım. “Bak!” diye gürledi Bay Hector. “Oğlun ne yapmış?” Bayan Dora’nın gözleri karnımı bulduğunda gömleğin kenarlarını kavrayıp yaralarımı gizledim. Bayan Dora oğluna doladığı kollarını hayretle geri çekti. “Sen mi yaptın?” Ezra başıyla onayladığında annesinin gözlerinde inanmaz bir ifade belirdi. “Neden?” derken sesi titremişti. Ezra’nın öfkeli gözleri beni buldu. “Çünkü köyden birkaç kişi onu geceleri evlerinden gizlice çıkarken görmüş. Geçen gece ben de gördüm.” Fark edilmediği sanırken işittiklerimle hayrete düştüm. Oysa kimseye görünmediğimi sanıyordum. Şimdi üçünün gözleri de benim üzerimdeydi. Bay Hector ve karısı hoşnutsuz gözlerle bana bakıyordu. Neden evlerine girdiğimi sormamalarını umdum.

“Sizin odanızdaydı. Babamın başına dikilmiş duruyordu. Ellerinden siyah bir duman çıkıyordu. Kim bilir nasıl bir kara büyü yaptı? Abimi öldürdüğü yetmiyormuş gibi bir de bize musallat oldu.” Çiftin gözleri bana dönerken “doğru, evlere gizlice girdim.” dedim ve daha fazlasını sormalarına fırsat vermeden arkamı dönüp uzaklaştım. Ardımdan şaşkın gözlerle beni izlediklerini fakat ne diyeceklerini bilemediklerini biliyordum. Suyu kuyusunun olduğu meydana ulaştığımda adım atmakta giderek zorlanır hale gelmiştim. Üzerimde hissettiğim beklenmedik bakışları fark ettiğimde başımı çevirip etrafa baktım. Köyden birkaç kişi kuyunun orda toplanmış bana bakıyordu. Ellerinde taşlar vardı. Gitmemi ve acılarını çıkarmak istiyorlardı. Yaptıkları her şeyi hak ediyordum. Kalabalıktan “Azel amca.” diye bağıran bir ses üzerime doğru koşup bacağıma yapıştığında afallayıp kaldım. Lena ölen muhafızlardan Artuhur’un henüz beş yaşında olan kızıydı. Köyde bana nefretle bakmayan tek kişi oydu. Çünkü gerçeği anlamayacak kadar küçüktü. Işıl ışıl gözleriyle başını kaldırıp kocaman gülümsemesiyle yüzüme baktı. Gülüşü tombul yanaklarını daha da ortaya çıkarıyor, daha da sevimli hale geliyordu. Güç bela ayakta durmama rağmen ona gülümseyip dizlerimi bükerek onunla aynı hizaya geldim. Bu esnada bizi seyreden kalabalığın hoşnutsuz bakışları üzerimizdeydi.

“Bunu senin için yaptım.” deyip kapalı avucunu bana doğru uzatıp açtı. Minicik elinde rengarenk iplerle ördüğü bir bileklik duruyordu. “Annemi iyileştirdiğin için teşekkür ederim.” Bir tek Lena’nın evine gündüz vakti girmiştim. Zira annesi hastalığı yüzünden pek fazla ayık olamıyordu. Bir tek Lena’ya niçin geldiğimi söylemiştim. Birine söylese de henüz küçük olduğu için kimse ona inanmazdı. Hele de söz konusu benken. Annesinin iyileşmesi için elimden geleni yapmış yetmediğim kısmı köye getirdiğim şifacıya bırakmıştım. Demek sonunda annesi iyileşmişti. “Bağlayayım mı?” O böyle çipil çipil gözlerle bakarken hayır demek zordu. Başımı salladım. Minik parmaklarıyla bilekliği bileğime bağlayıp “çok yakıştı.” diye şakıdı. Yaralarım beni öldürmezse sızlayan vicdanım kesinlikle öldürecekti. Lena babasını ondan aldığımı bilse bileğime bağladığı ipi boğazıma dolamak isterdi. “Azel amca karnına ne oldu?” Telaşla gömleğimle karnımı örtsem de fayda etmiyordu. Ayaklarımın dibinde ufak bir kan gölü oluşmuştu ve gömleğim zaten kan içindeydi. “Düştüm sadece. Hadi sen eve git. Annen seni bekliyordur.” “Kimin bu çocuk? Alın şuradan!” Kalabalıktan gelen hoşnutsuz sesle birlikte “kızım.” diyen bir ses daha yükseldi.

Lena’nın annesi kalabalığı yararak yanımıza geldiğinde kızını hızlıca benden uzaklaştırdı. Sanki onun için bir tehditmişim gibi. Aslında annesine göre öyleydim. Kızını kucağına aldığında “sana ondan uzak dur demedim mi?!” dedi kızgın bir tonla. Lena anında dudağını büzdü. “Baban onun yüzünden geri gelmiyor.” Annesinin yüksek sesi yüzünden dudağı titremeye başlamıştı. Her an ağlayacak gibiydi. “Ama anne o seni iyileştirdi.” dese de annesi ona inanmadı. Kalabalıktan “çekilin oradan.” sesleri yükselirken annesi bana tiksinti dolu bir bakış atıp hızlı adımlarla uzaklaştı. İlk taş şakağıma çarptığında göz ucuyla Bay Hector ve ailesinin de geldiğini gördüm. Taşlamıyor uzaktan sessizce izliyorlardı. Havada uçuşan onlarca taş bedenimde farklı noktalara çarparken başımı eğip benim için uygun gördükleri cezayı kabullendim. Beş aydır haftanın en az iki günü meydanda taşlanmaya alışmıştım. Tüm köy ortak hareket edip kıstırdıkları her yerde öfke ve nefrete buladıkları taşları üzerime yağdırıyorlardı. Bazıları kenarda köşede sıkıştırıp öldüresiye döverken kimse ses çıkarmıyordu. Ben de karşı koymuyor ya da kendimi savunmuyordum. Bir tanrının kanını taşıdığım için henüz ölmemiştim. Hepsini hatta daha fazlasını hak ediyordum. Aylardır burada tüm köyün ihtiyaçları için koşturuyordum. Hayvanlara bakıyor, evlere su çekiyor, çamaşır-bulaşık yıkıyor, her türlü tamir-tadilat işine yardım ediyordum. Kış boyu kapanan köy yollarını her gün açmıştım. Başta hiçbir işe el sürmeme izin vermemiş, el uzattığım anda şiddetle karşı çıkmışlardı. Bir tek bu konularda onlarla inatlaşıp müsaade etmeseler de işleri bir şekilde yapmıştım. Yine de yeterli gelmiyordu. Yaptıklarım ettiğim kötülükle boy ölçüşemezdi. Ne ölüm ne dirim yaptıklarımı telafi edemezdi.

Bedenimin farklı noktalarında hissettiğim keskin sızıları bir süre sonra hissetmemeye başladım. Bir tek karnımdaki yaralara isabet edenleri hissedebiliyordum. Ölmeye niyetim yoktu. En azından burada, bu şekilde ölmeyecektim. Zira olur da biri ölümüm yüzünden suçluluk hissederse bunu kaldıramazdım. Sadece hırslarını alana dek dayanmam gerekiyordu. “Durun!” Aşina olmadığım sesin kimden geldiğine bakamadım. Başımı kaldırmaya halim yoktu. Ses kime aitse üzerime atılan taşların ardı bir anda kesilivermiş yerini uğultulu fısıldaşmalar almıştı. Biri önümde diz çöküp omuzlarımı kavradığında desteğiyle ayağa kalkarken başımı güçlükle kaldırdım. Karşımdaki muhafızlardan Dalinar’dı. “Efendim iyi…” devamını getiremeden karnımdaki açık yaraları fark etti. Kolumu omzuna atarak ayakta durabilmem için destek verirken “Tanrı Zahel saraya dönmenizi emretmiş. Beni tanrıça gönderdi.” diyerek neden burada olduğunu açıkladı. Sözleri kalabalıkta yeniden bir uğultunun başlamasına neden oldu. Çoğu neden saraya çağrıldığımı merak ediyordu. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” Gür sesi kalabalığın suspus olmasına neden oldu. Üzerindeki zırhtan saray muhafızlarından olduğunu anlamışlardı.

Sabit tutamadığım başımı çevirip sessiz olmasını istemek istedim fakat kan dolu dudaklarımı aralayamadım. Ağzım kanla dolmuştu fakat birbirine kenetlenen dişlerim tükürmeme müsaade etmiyordu. Boğazım tahriş olmuş, dudağım farklı yerlerden patlamıştı. “O canavar neden saraya çağrılıyor?” İsyan dolu sesin kimden geldiğini seçemedim. Canavar dediği bendim. Konuşmak için aralayamadığım dudaklarım kederli bir gülümsemeyle kıvrıldı. Abime canavar demişlerdi fakat o bunu hiç hak etmemişti. Bana canavar demişlerdi ve ben bunu hak etmiştim. Tüm hayatım bir anda gözlerimin önünden geçti. Abim köhne bir zindanın köşesinde çürürken ben sarayın ihtişamlı duvarları arasında pohpohlanarak büyümüştüm. Bir canavarı zincire vurduklarını söylüyorlardı. Oysa asıl canavarı sarayın ihtişamlı duvarları arasında büyütmüşlerdi. “Çünkü o Tanrı Zahel’in kardeşi.” Dalinar’a sus diyememiştim ve aylardır köyden sakladığım gerçeği bir anda ortaya dökmüştü. Bu sefer kalabalıktan bir uğultu yükselmedi. Herkes sustu ve bana baktı. Yüzlerine bakmak istemdim. Konumumdan dolayı korktuklarını görmek istemedim. “Gidelim.” Uzunca bir süre için söyleyebildiğim tek şey bu oldu.

Gerçek canavarın saraya dönme vakti gelmişti.

❄️❄️❄️

Koskoca beş ay geçmişti. Azel’in ne zaman döneceği belirsizdi ve dönmek istiyor gibi de durmuyordu. Söz verdiğim için yanına da gidemiyordum. Neyse ki Zahel iki gün önce dönmesini istemiş ben de Dalinar’ı onu alması için yollamıştım. Ne halde olduğunu çok merak ediyordum ve benden çok Zahel’in merak ettiğini biliyordum. Geceleri doğru dürüst uyumuyor, uykuları huzursuz oluyordu. Birkaç kez onu Azel’in odasında görmüştüm. Kardeşini çok merak ediyor ama sözüme güvenerek tek kelime etmiyordu. Azel’in gidişinden bu yana değişen pek bir şey olmamıştı. Beş ayımı güçlerim üzerinde çalışarak ve tapınağa gidip gelerek geçirmiştim. Kılıç meselesini dört ay kadar önce halletmiştim ve konseydeki varlığım artık yadsınmaz hale gelmişti. Vala ve Aşin bana karşı tutumlarını değiştirmeye hala yanaşmıyor her fırsatta açığımı yakalamaya uğraşıyorlardı. Tapınağın idaresini büyük ölçüde ele almış Koruyucuların -sadece ben- geri döndüğünü duyurmak için önce saraylara ziyarette bulunmuş ardından diyarın birçok şehir ve kasabasını gitmiştim. Varlığım bir süredir insanların dilinde dolanan yegane şeydi. Tapınak ve saray arasında sürekli gidip gelmek epey yorucuydu. Üstüne bir de güçlerim üzerinde çalışınca geri kalan şeylere pek vaktim olmuyordu. Neyse ki ikizim ve Elianther sayesinde oldukça hızlı ilerleme kaydediyordum.

Beş aydır benim kadar Zahel de kendi işleriyle meşguldü. Yine de her fırsatta bana da yardımcı olmayı ihmal etmiyordu. Koruyuculuğumun benim kadar yorduğu biri daha doğrusu birileri daha varsa o da Valeria, Kael ve Eckart’tı. Ziyaretlerde kara yolunu kullanmak fazla uzun süreceğinden bu konuda Valeria’nın portallarına başvuruyordum. Usanmadan memnuniyetle bana yardım ettiği için ona minnettardım. İkizim bana yardımcı olmak için gelirken beş aydır koruması olan Eckart’ı da peşinden sürüklüyordu. Eckart bu geziler konusunda pek hevesli değildi. Korumalık görevi ve ikizimin düzgün bir koruma gittiği her yerde koruduğu kişiye eşlik eder dırdırlarına katlanmamak için geliyordu. İkisi arasındaki ilişkide pek bir ilerleme yoktu. Eckart inatçı tavırlarından ikizim de özür ve nezaket talebinden vazgeçmiyordu.

İlişkilerinde gelişme olan tek çift Nowa ve Jieli’ydi. Nowa beş aydır Ragaz’ı süründürüyordu resmen. Antrenmanlardan, görevlerden, devriyelerden firar edip Jieli’nin yanında bitiyor Ragaz’dan bir ton laf ve ceza işitiyordu. Ragaz’a göreve bu davranışları astlarına kötü örnek oluyordu. Haksız olduğunu söylemek zordu ama bu halleri öyle tatlıydı ki hiç kızasım gelmiyordu. Tabi Ragaz için durum aynı değildi. Artık sabrının her an taşabileceğini düşünüyordum. Sarayın mutfağında beş aydır her gün kek pişip duruyordu. Görevine bu kadar özen göstermeyen Nowa tek bir günü bile atlamadan kek yapıp duruyordu. Jieli bir keresinde bu kadar çok yerse cevizli kekten bıkabileceğini söylemiş Nowa da cevizliden bıkarsan üzümlü yaparım, ondan da bıkarsan havuçlu yaparım demişti ve gerçekten de yapmıştı. Jeili doğal olarak bir noktadan sonra cevizli kek yiyemez hale gelmiş Nowa da başka çeşitlerde kekler yapmaya başlamıştı. Üzümlü, havuçlu, kremalı…

Nowa’nın aşık halleri ve Jieli’nin utangaç tavırları görülesi bir manzara olmasının yanında tamamen mutlu da değillerdi. Bay Fenir o günden sonra saraydan ayrılmıştı ve Nowa ile arasında buz dağları vardı. Bu durum en çok Jieli’yi üzüyor, ne dersek diyelim kendini suçlu hissetmekten alamıyordu. Her şey yolunda görünüyordu fakat kapalı kapılar ardında haini bulmaya uğraşıyorduk. Hepimizin en büyük dertlerinden biri de buydu. Aylardır bir ipucuna ulaşmaya çalışsak da elimiz boş kalıyordu. Tabi şüpheli listemiz de epey genişlemişti. Artık çadırın dinlenmediğin emin değildik ve o gün orada olan herkes şüpheliydi. Bunun iyi mi kötü mü olduğuna karar vermek zordu. “Silva.” Artık işitmeye aşina olduğum Elianther’in ruhani tınılara sahip sesini işittiğimde elimi enseme atmaktan kendimi alamadım. Parmak uçlarımla saç diplerime masaj yaparken “merhaba Koruyucu Elianther.” diyerek nazikçe karşılık verdim. “Bugün güçlerin üzerinde çalışmayacak mıyız?” Elianther sabırla beş ay boyunca güçlerim üzerinde çalışmama yardımcı olsa da bu gün çalışmak niyetinde değildim. Keyfi olarak tembellik yaptığım yoktu. Sadece… gücümü bu kadar yoğun kullanmaya başlamanın beni tükettiğini hissediyordum.

Başlarda durum farklıydı. Gücümü kullanmak tazelenmiş ve canlı hissetmemi sağlıyordu fakat son birkaç aydır gücümü kullanmak ruhumu yoruyordu. Fiziksel olarak iyi hissetmeme rağmen ruhumda kaldırmakta zorlandığım bir yorgunluk baş gösteriyordu. Tek çare olarak uykuya başvuruyordum aylardır. Haddinden fazlaca uyumam şimdilik kimsenin dikkatini çekmiyordu. Tapınaktaki işlerle, diyarın sorunlarıyla ve saraydaki işlerle ilgilendiğim için yorulduğumu düşünüyorlardı. Bir tek Zahel işin aslını sezmiş, iyi olup olmadığımı defalarca sormuştu. İşlerden dolayı yorulduğumu söylesem de inandığından şüpheliydim. Yine de üzerime gelmemeyi seçiyordu. “Sorun olmayacaksa bugün biraz dinlenmek istiyorum.” Uyumaya ihtiyacım vardı. Bir tek uyuyunca ruhumdaki yorgunluktan ve boynumdaki ağrıdan kurtulabiliyordum. Aylardır ensemde tuhaf bir sızı baş göstermişti. Kaç kez şifacıya görünmeme rağmen nedenini öğrenebilmiş değildim. Şifacılar ağrıya neden olacak bir sorun bulamıyorlardı. Sadece fazla çalıştığım için kaslarımda ağılar olabileceğini söylüyorlardı. Hangi kas ağrısının aylarca sürdüğünü anlamış değildim. Çok da istekli olmayarak geçen hafta meseleyi Zahel’e anlatmıştım ve bir şekilde ağrımı dindirmeyi başarmıştı.

Ben gücümle dindirememişken o başarmıştı. Tabi etkisi sonsuza dek sürmemişti. Bugün yine ağrım vardı fakat Zahel’e söylemek istemiyordum. Onca şeyin arasında bir de ağrılarımla uğraşsın istemiyordum. “Bir sorun mu var?” “Aslında… gücümü kullanmak beni yormaya başladı.” Sesim mahcup çıkmıştı. Diyarın tek koruyucusu olarak yorulmak gibi bir lüksüm olmamalıydı fakat daha fazlasını kaldıracağımdan şüpheliydim. En azından bugün dinlenmek bana iyi gelecekti. “Sen diğer Koruyuculardan farklısın Silva.” diyen sesi yoğun tınılar barındırıyordu. “Diğer koruyucular çocukluktan itibaren eğitim almaya başlamışlardı fakat senin gücün yakın zamana kadar bastırılmış haldeydi. O yüzden yorgun hissetmen normal. Dilediğin kadar dinlenebilirsin. Artık daha fazla çalışmaya da gerek kalmadı.” Son sözleriyle birlikte kaşlarım çatıldı. Ne demek gerek kalmamıştı? Bu beş ayda güçlerim konusunda ilerlediğim kadar ruhsal olarak gerilemiştim. Üzerimde bir dengesizlik vardı. Pek önemli olmasa da ruhumdaki yorgunluğun zaman zaman kontrolümü kaybetmeme neden olduğu anlar olmuştu.

Nedenini soracağım esnada çalan kapı ve ardından eşikte beliren Jieli susmama neden oldu. “Hanımım Efendi Azel döndü.” Rahat bir soluk verip Jieli’nin peşinden aşağı indim. Ana salona ulaştığımda Azel ve Dalinar yeni içeri giriyordu. Aramızdaki mesafeyi yavaşça küçültürlerken bize doğru attığı her adımla doğru görüp görmediğimi anlamaya çalışıyordum. Nihayet aramızdaki mesafe küçüldüğünde iri iri gözlerle Azel’e bakıyordum. Üzerinde kahverengi bir pantolon ve gömlek olan Azel onu son gördüğüm halinden fark edilir derecede zayıflamıştı. Yüzü çökmüş, göz altlarından koyu halkalar oluşmuştu. Dudağında yeni yeni iyileşmeye yüz tutmuş yaralar vardı. Sadece dudağı değil tüm yüzü yara bere içindeydi. Alnındaki sargının altında ne boyutta bir yara olduğunu düşünemiyordum. “Bu ne hal yengecim? Beni gördüğüne sevinmediğini düşüneceğim.” Sesindeki alaycılığa rağmen konuşurken suratı kasılıyordu. Patlamış dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleştirmeye uğraşsa da beceremiyordu. “Ne oldu?” diyebildim şaşkınlıkla araladığım dudaklarımın arasından. Omuzlarını silkerek “düştüm.” dedi. “Saçmalamayı kes de ne olduğunu anlat.” diyen talepkâr ses Valeria’ya aitti. Azel bakışlarını usulca ona kaydırdığında yüzündeki alaycılığı sildi.

Bakışları kederle öne düşerken “önemli bir şey değil.” diyerek mırldandı. Keskin bakışlarımı onu alması için gönderdiğim Dalinar’a çevirdim. “Neler olduğunu anlat.” Azel anlatma der gibi başını belli belirsiz sallasa da neticede Dalinar benim isteğimi kabul etti. “Efendi Azel’i bulduğumda köy meydanın ortasındaydı. Köylüler meydana toplamış onu taşlıyorlardı. Efendi Azel karşılık vermiyordu ve nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde karnından bıçaklanmıştı.” Endişeli bakışlarım anında gömleğinin gizlediği karnına düştü. “Nasıl oldu?” diye soran Valeria oldu. “Önemi yok.” derken alaycılığı tamamen kaybolmuştu. Dalinar bana bakmaya devam ederken “efendim, Efendi Azel ben varmadan bir ya da iki gün önce bıçaklanmış olmalı. Kendisi anlatmayı reddetti ama tahminimce kendini dikmiş. Köylüler onu taşlarken de dikişleri açılmış olmalı. Saraya dönmeden evvel bir şifacıya uğradık fakat yeniden bir şifacıya görünmesinde fayda var.” Gözerimi Azel’den çekemedim. Hatlarını telafi etmek üzere gittiği köyde hiç hoş karşılanmayacağını biliyordum fakat kendini dikmek zorunda kalabileceğine hiç ihtimal vermemiştim. Hem neden kendini dikmesi gerekmişti ki? “Bu halin ne Azel? Neden yaraların iyileşmiyor?” Mühürlediği dudaklarından tek kelime çıkmadı. O esnada Zahel de ağır adımlarla yanımıza gelmiş gözlerini perişan haldeki kardeşine çevirmişti.

Afallamış adımlarla yanımdan geçip kardeşine yaklaşırken Azel kaçacak yer arıyor gibi bir vaziyete bürünmüştü. Eğdiği başını kaldırmıyordu. Zahel beş aydır görmediği kardeşinin omuzlarını kavrarken kavuşmanın heyecanı kardeşinin halini görünce kursağında düğümlenip kalmış gibiydi. “Azel.” diyen sesi titremişti. “Ne oldu?” Başını kaldırmıyor cevap da vermiyordu. Yaptıklarından dolayı utanç içinde boğulduğunu biliyordum. Zahel ne kadar sorsa da ağzını açmayacaktı. “Savaşta kaybettiğimiz muhafızların köyüne gitmişti.” “Silva!” Susmam için uyaran sesine rağmen susmadım. Gitmek istediğini ve abisini ikna etmemi istediğinde karşı çıkmamıştım fakat işlerin bu şekilde sonuçlanacağını hiç tahmin etmemiştim. Zahel kardeşinin omuzlarını bırakmadan başını bana çevirdi. Dalinar’ın bize anlattıklarını ona anlatırken suratı kasıldı. Kardeşiyle birlikte onun da canı yanıyor gibiydi. Ellerini yarasının durumunu görmek için gömleğine kaydırdığında Azel çevik bir hareketle geri çekildi. “Ben iyiyim.” dedi ve kimsenin tek kelime etmesine müsaade etmeden çekip gitti.

❄️❄️❄️

“Sessizlik yemini mi ettin yengecim? Söylesene nereye gidiyoruz.” Sarayın açık giriş kapısına vardığımızda cevap vermeme gerek kalmamıştı. Zahel merdivenin ortasına dururken Nowa ve Ragaz da onun sağı ve solunda duruyordu. Azel’in sorgulayan bakışları eşliğinde Zahel’in yanına vardığımızda merdivenlerin bitiminde duran kalabalığı gördük. Azel’in gözleri anında irileşti. Şaşkın bakışlarına rağmen utançla kaşlarını büküp başını eğdi. Zahel kardeşine kısa bir bakış attıktan sonra kalabalığa döndü. “Kardeşim Azel’in kim olduğunu ve nelere sebep olduğunu biliyorsunuz. Bizzat yapmasa da değer verdiğiniz insanların sizden koparılmasına neden oldu.” Kalabalık sessizce Zahel’i dinlese de yoğun bakışları Azel’in üzerindeydi. “Beş ay önce cezalandırılması gerekiyordu fakat ben onun gitmesine müsaade ettim.” Ağır ağır basamakları inmeye başladığında ne yaptığını kestiremiyordum. Son basamağı da inmesiyle kalabalık da ne yapacağını şaşırmış vaziyette birkaç adım geri kaçtı. Zahel her birini tek tek süzdükten sonra “bunun için hepinizden özür diliyorum.” deyip dizlerinin üzerine çöktü. Herkes ruhu bedeninden çekilmiş gibi Zahel’e bakarken yanımda duran Azel sendeleyerek kolumu kavradı.

Dizlerinin üzerinde olan abisine bakan gözleri dolu dolu olmuştu. Giderken döndüğünde böyle bir manzarayla karşılaşacağını tahmin etmemişti. Onun kadar ben de şaşkındım. Ölüm Tanrısı kardeşi için dizlerinin üzerine çökmüştü. Belki de hayatlarının en büyük şokunu yaşayan insanlar telaşla “kalkın efendim, lütfen kalkın.” demeye başladılar. Zahel sakinliğini koruyarak ayağa kalktığında “kardeşim olması yaptıklarının cezası olmayacağı manasına gelmiyor. Bugün siz hangi cezayı uygun görürseniz o cezayı vereceğim.” dedi ve kısa bir an duraksayıp devam etti. “Kardeşim olduğunu düşünerek çekinceye düşmeyin.” Kalabalıktan uğultular yükselirken soluğumu tutmuş işin nasıl sonuçlanacağını bekliyordum. Köylüler Zahel’in isteğiyle saraya geldiğinde ve Zahel Azel’i getirmemi istediğinde bunların olacağından habersizdim. Dakikalar geçti. Göğsümde rahatsız bir düğüm oluşmuştu. Azel’in masum olduğunu söyleyemezdim fakat korkunç bir ceza alabileceği ihtimali hoşuma gitmiyordu. O kötü biri değildi. Yalnızca başakları tarafından aklı bulandırılmış küçük bir çocuktu. Kalabalıktan orta yaşlarını biraz geçmiş bir adam öne çıktığında herkes sessizleşti. “Efendim biz onun cezasını çektiğini düşünüyoruz. Şimdi başka bir cezanın lüzumu yok. Tek istediğimiz bir daha karşımıza çıkmaması.”

“Kardeşim olduğu için çekiniyorsanız çekinmeyin.” Adam başını olumsuz manada sallarken yanımda duran Azel olanları utanç ve pişmanlık dolu bir ifadeyle izliyordu. Hala kolumu tuttuğunun farkında değildi ve bıraksa yere yığılacak gibiydi hali. “Hayır efendim. Muhafızlarınızdan biri gelip kardeşinizi götürürken köyümüze bir şifacı geldi. Beş aydır düzenli olarak köyümüzü ziyaret ediyor, hasatlarımızı tedavi ediyor ve kendisini sizin görevlendirdiğini söylüyordu. O gün meydanda olanlara uzaktan şahit olmuş ve kardeşiniz gittikten sonra bize işin aslını anlattı.” Adamın gözleri bir anlığına Azel’e kaydı fakat Azel başını kaldırmadığı için bunu görmedi. “Meğer kardeşiniz sahip olduğu gücü hastalarımızı tedavi etmek için kullanıyormuş. Şifacıyı da kendisi görevlendirmiş.” Hayret dolu bakışlarımı soluma kaydırdım. Şimdi Azel’in saraya neden o vaziyette döndüğünü anlıyordum. Beş ay boyunca tüm gücünü şifa sağlamak için harcamış kendini dikecek noktaya gelmişti. “Kardeşiniz beş aydır köyümüzdeydi. Taşladık, hakaretler ettik, yüzüne tükürdük, bayılana dek dövdük yine de bir kez bile karşılık vermedi. Kaçıp gitmedi, tüm itirazlarımıza rağmen köyün her ihtiyacına koştu. Küçük oğlum…” Kısa bir an kalabalığa muhtemelen söz ettiği küçük oğluna baktı. “Uykusunda onu bıçaklamasına rağmen ertesi gün evime su taşıdı, ahırımı temizledi.”

Gözlerim titreyen ve nasıl ayakta durduğuna anlama veremediğim Azel’e kaydı. Her an yere yığılacak gibi bir hali vardı. “Biz kardeşinize hak ettiği cezayı beş aydır bizzat verdiğimizi düşünüyoruz. Başka bir cezaya gerek yok. Tek arzumuz bize kaybımızı hatırlatan yüzünü bir daha görmemek.” Zahel “Nasıl istiyorsanız öyle olsun.” dediği anda Azel kolumu bırakıp kendini içeri attı. Bir an peşinden gitmek için hareketlensem de yalnız kalmaya ihtiyacı olabileceğini düşünerek yerimde kaldım. Kalabalık saygılarını sunup ayrılırken sessizce izledim. Sarayın önü ıssızlaştığında Zahel indiği basamakları çıkarak yanıma ulaştı. “Birkaç gün sarayda olmayacağım.” derken gözlerinde olanların ağırlığı vardı. “Nereye gidiyorsun?” “Ragaz yakındaki bazı kasabalarda sorunlar olduğunu rapor etti. Gidip ilgilenmem gerekiyor.” Yüzümün düşmesine engel olamadım. “Bizzat gitmen mi gerekiyor?” Sıcak ve geniş avuçlarını yanağıma yerleştirdiğinde sıcaklığı içimi yumuşattı. “Olanlardan sonra bizzat gitmem daha iyi olur.” Haksız sayılmazdı. Zahel’ın suikastçı olması aylar geçmesine rağmen hala tüm diyarın dilinde geziyordu.

Zaten önyargısı olan insanlar bunu öğrendikten sonra daha çok sorun çıkarır olmuştu. Elbette bizzat gitmesi daha iyi olurdu fakat ben gitmemesini tercih ederdim. Son zamanlarda güçlü hissetmekten epey uzaktım ve koruyuculuk görevleri de beni epey yoruyordu. Tüm bunları içinde bir tek Zahel sayesinde yaşadığımı hissedebiliyordum. “Anlıyorum.” diye mırıldandım. Dudaklarını alnıma nazikçe bastırırken gitme dememek için dudaklarımı sıktım. “Kiminle gideceksin?” “Nowa ve birkaç muhafızla.” Çoktan gözden kaybolan Ragaz ve Nowa’yı aradı gözlerim bir an. O kalamıyorsa ben onunla gitmek isterdim fakat ilgilenmem gereken işler vardı. Yarından sonra yine tapınağa gitmem, raporları incelemem, diyarının sorunlarını öğrenmem ve çözmem gerekiyordu. Tabi bir de tanrılarla rutin olarak yaptığımız toplantı da yaklaşıyordu. Gitme ya da ben de geleyim diyemedim. Onun yerine “dikkatli ol.” deyip gülümsemeye çalıştım. Boynumdaki ağrı yeniden baş gösterirken elimi enseme atmamak için kendimi sıktım.

❄️❄️❄️

“Yani Efendi Azel bunca zamandır o köyde miydi?” Jieli’nin sorusuna başımı sallayarak yanıt verdim. Zahel dün gitmiş, ben de odama çıkıp kendimi yatağa zor bırakmıştım. Üzerime çöken ağırlık dün dizginlenemez bir boyuta ulaşmıştı. O kadar yorgundum ki nerdeyse öğle vaktine kadar uyumuş kızların beni merak edip odama gelmesiyle güç bela uyanmıştım. Onlar gelmese uyanır mıydım emin değildim. Jieli’nin hazırladığı kahvaltı tepsisini kenara bırakırken Azel’le ilgili meseleyi üstün körü anlatmayı bitirdim. Çok detaya girmek istemiyordum. Zaten çok fazla şey bildiğim de yoktu. Azel dünden beri odasından çıkmayı reddediyordu. Kapı tıklatıldığında üçümüzün de başı o yana döndü. Eşikte beliren Azel’i beklemediğimiz için şaşkın gözlerle ona bakıyorduk. O da kızları görmeyi beklemiyor olacak ki benzer bir şaşkınlıkla bakıyordu. “Konuşabilir miyiz diyecektim ama uygun değilsen sonra geleyim.” “Biz gidiyorduk zaten.” diyen Valeria Jieli’yle birlikte ayaklandı. Azel içeri girerken onlar kapıya yönelmişti fakat eşikte başka birinin de belirmesiyle hepsi olduğu yerde durdu.

Ragaz nefes nefes ve telaşlı halde içeri daldığında onu bu halde görmeyi beklemediğimden afallayarak yerimden kalktım. Karşıma geçtiğinde söyledikleriyle donup kaldım. “Sanırım haini bulduk.” Şimdi tüm gözler Ragaz’ın üzerindeydi. İrileşen gözlerle ona bakarken gerçekliğin hızına yetişemiyordum. “Kim? Nerde?” Azel gergince Ragaz’ın karşısına geçmiş cevap bekliyordu. “Bir süredir kıdemli muhafızlardan birinden şüpheleniyordum. Bugün onu eşyalarıyla saraydan ayrılırken görmüşler. Soğuk Mağaralara kadar takip etmişler. Haber az önce geldi.” “Valeria portal açabilir misi?” Oyalanmadan portalı açmaya koyuldu. Hepimiz gergin ve talaşlıydık. Aynı zamanda öfkeliydik de. Açılan portaldan sırayla geçtiğimizde kendimi tepesi sisle çevirili bir dağın yukarı doğru kıvrılarak uzayan patikasında buldum. Yerden metrelerce yüksekte olsak da tepede değildik. “Bu taraftan.” Ragaz’ın yönlendirmesiyle patikada ilerlemeye koyulduk. Dar patikada tek sıra halinde yürürken hiç yeri olmamasına rağmen elimi ağrıyan ensemden çekemiyordum. İçinden buz gibi bir esinti gelen mağara ağzının önüne geldiğimizde duraksadık. “Bu mağaralar güçleri emen taşlarla kaplı. Seninkini bile. Dışarıda beklesen iyi olur.” Azel2e attığım tek bakış susmasına yetti.

“Dikkatli olun.” Ragaz’ın uyarısıyla birlikte mağarada ilerlemeye başladık. En önde Ragaz arkasında Azel onun arkasında da ben vardım. “Tuhaf.” diye mırıldandı Azel önümde sessizce ilerlerken. “Tuhaf olan ne?” “Hain buraya neden gelsin ki?” Nedeni umurumda değildi. Sadece onu bulmak istiyordum. “Hanımım burası çok soğuk.” Afallayarak arakamı döndüm. “Jieli sen neden geldin?” Ansızın gelen habere öylesine odaklanmıştım ki onun da peşimizden geldiğini fark etmemiştim. Gözlerini kaçırıp dururken verecek bir cevap bulamadı. Muhtemelen o da neden geldiğini bilmiyordu. Haberin telaşıyla farkında olmadan peşimizden gelmişti. “Bekleyin.” Hepimiz durduk. Azel ve Ragaz önlerindeki dönemeçten öteye bakıyordu. “Biraz ilerde mağara sonlanıyor. Gidip kontrol edeceğim.” Azel elini Ragaz’a uzattığında Ragaz portaldan geçtiği anda çektiği kılıcını avucuna bırakıp kınından bir hançer çekti. İkisi hareketlendiğinde Azel Ragaz’a dönüp “sen hanımlarla kal.” dedi. Ragaz kısa bir an düşünüp başını salladığında Azel gözden kayboldu. Peşinden gitme arzusuyla dolsam da aptallık edip hazırlıksız gelmiştim. Gücümü kullanamıyordum ve boşluk yüzüğüm de yanımda değildi.

Sessiz adımlarla Ragaz’ın yanına geçip karanlık mağaranın sonunu görmeye çalıştım. “Zahel ne zaman dönecek biliyor musun?” Bir an önce dönsün istiyordum. Üstelik haine dair ilk defa bir ip ucuna rastlamışken. Ragaz gözünü ileriden ayırmadan fısıltıyla yanıt verdi. “Emin değilim.” İç çekerek “Keşke burada olsaydı.” diye mırıldandım. “Burada kimse yok.” Azel nefes nefese yanımıza döndüğünde tüm gözler kısa süreliğine üstünde toplandı. Ardından hepimiz Ragaz’a baktık. “Hain burada değil.” dedi Azel. “Yanılıyorsun. Hain tam da burada.” diyen Ragaz çevik bir hareketle elindeki hançeri fırlattı. Havayı yararak ilerleyen keskin metalin ete saplandığı anda çıkan ses kulaklarımıza çalınırken aynı anda bir inilti koptu. Karnına hançer saplanan Azel dizlerinin üzerine yığıldı. Jieli çığlık atarken karşımda dikilen Ragaz “aradığınız adam benim.” dedi. Daha ne olduğunu idrak edemeden gözümün önü karardı.

Hatırladığım son şey Ragaz’ın sırtımıza sapladığı ihanet hançeriydi.

 

Bölüm : 22.09.2025 22:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...