54. Bölüm

❄️İlk Koruyucu

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Hepinize keyifli okumalar. Oy verip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın. Hepinizi kocaman öpüyorum

Silva

Kalbim bir anlığına atmayı bıraktı. Dün gece yaşananları ve şimdi söylediklerini bir arya getiren beynime lanetler yağdırıyordum.

Bir gün diyarla bizim aramızda bir seçim yapmak zorunda kalırsan hangisini seçersin?

Konseyin elindeki Kadim Kılıcı alıp buraya getirmeni istiyorum Ay Işığı.

Kulaklarımda sesi yankılanıyor, aklım gerçeklik payı olmayan bir şeyi yapboz parçalarıymış gibi inatla birleştiriyordu. Düşünmek istemiyordum. Bunun olmasına imkân yoktu lakin kendime engel olamıyordum. Dün gece sorduğu o soru, kılıcı istemesi, Kurak Topraklara hapsedilen şeytanların onun önünde diz çökmesi… Hayır, bunların bir anlamı yoktu, olmamalıydı. Şeytan yok edilmişti. Apaçık olan tek gerçek buydu ve tüm bunlar sadece benim saçma kuruntularımdan ibaretti. Öyle olmalıydı. Başka bir ihtimali düşünmek istemiyordum. “Neden?” diye sorduğumda sesim beni ele vermek istercesine titremişti. Cevap vermeden öne başını omzunun üzerine yatırıp gözlerimin içine baktı. Sanki derinlerde ona dair içimde yeşeren lanet olası şüpheleri görmeye çalışıyor gibiydi. Bakışları altında ezildiğimi hissettim. Yaşadığımız onca şeyden sonra tüm bu ihtimallerin zihnime düşmesi yanlış hissettiriyordu. Sessizlik biraz daha uzadığında artık Zahel’in aklımdan geçenleri sezdiğini düşünmeye başlamıştım. Siyah hareleri beni, çözmediğim bir ifadeyle süzüyordu. Sanki arzu ettiği sorgulamadan dediğini yapmamdı ama ben sorgulamıştım.

“Çünkü Konsey seni otoritelerine el koyan bir tehdit olarak görüyor ve kılıç seni ortadan kaldırmanın tek ve kesin yolu.” Çok makuldü. Hatta fazlasıyla makuldü. Öyleyse neden içim tam olarak rahat etmiş değildi? Konseyin daha doğrusu Aşin’in beni ortadan kaldırmak istemesi olağan bir durumdu. Kılıcı kullanarak benden kurtulabilirdi. Kadim Kılıç tanrılar ve Koruyucular da dahil herkesi öldürebilecek güce sahip nadir silahlardandı. Elbette bizleri öldürmenin başka yolları da yok değildi ama Kutsal silahlar kesin çözümdü. Bazı zehirler de vardı. Silahlar dışında kutsal olanları öldürebilecek türden zehirler. Oldukça nadirlerdi ve nasıl hazırlandığını nerdeyse kimse bilmiyordu. Anbar Köyünde Zahel’i öldürmek için çaya güçlü biz zehir katmışlardı. Zehir gerçekten de Zahel’i öldürebilirdi ama işte mesele de buydu. Ortada ihtimaller vardı. Zehir öldürmeyebilirdi de. O zehri Rhea’ya Azel vermişti. İçimden bir ses zehri Zahel’i öldürmeyeceğini bilerek verdiğini söylüyordu. Çünkü ne kadar abisine düşman olsa da o zamanlarda bile içten içe bunu yapmak istemediğini biliyordu. Belki de zehir sırdan bir zehirdi. Zahel yerine ben içtiğim için o ölümcül zehirlerden olup olmadığını bilmiyorduk.

“Buna kalkışabilirler mi?” Sesim yine tereddütlü çıkmıştı. Biraz daha böyle devam edersem bu konuşma olmaması gereken yerlere doğru sürüklenecekti. “Kalkışmazlarsa beni şaşırtırlar.” diyen sesi şüphe barındırmıyordu. Aşin’in beni ortadan kaldırmak isteyeceğinden emindi. “Güçlerini yeni kazandın. Bu senin en zayıf olduğun anlar ve bundan faydalanmak isteyeceklerdir. Bu riske giremeyiz.” Haklıydı. Söylediği her söz tamamen mantıklıydı ama içimde rahat etmeyen bir nokta vardı. Beni tehdit eden şeyi düşmanın elinden almak istiyordu. Peki kılıcın tehdit ettiği gerçekten ben miydim ya da sadece ben miydim? Bir cevabım vardı. Aklımda kahrolası bir cevap ışıldıyordu. Gözlerimi yumup ondan kurtulmak istiyordum lakin ışığı öyle parlaktı ki göz kapaklarımın ardını dahi aydınlatıyordu. “Yapabilir miyim?” Neyse ki bu sefer sesimin titremesine engel olabilmiştim. Konseyden kılıcı alabileceğime dair benim şüphelerim vardı ama Zahel zerre şüphe duymayan bir ifadeyle gözlerime bakıyordu. “Tabi ki. Sen Koruyucusun, taleplerine karşı koymaya cüret edemezler. Kaldı ki kılıç Koruyuculara ait bir silah.”

 

“Yani istediğimde öylece bana verecekler?”

“Aksi söz konusu bile olamaz.”

Yani bunu yapabilirdim. Kılıcı rahatlıkla alıp buraya getirebilirdim. Kendi güvenliğim için bunu yapmam gerekliydi ama… Bir ama vardı işte ve ben devamını getirmeye cesaret edemiyordum. Aklımdan geçenleri sezmesin diye kaçırıp durduğum gözlerimi üzerine çevirdim. Sevdiğim adamı, bedeninin ötesini görmeye çalışarak dikkatle süzdüm. Kılıç çok önemli bir silahtı. Şayet diyarın başına bir felaket gelirse belki de kılıç bizim tek kurtuluşumuz olabilirdi. Hayır, hayır buna ihtimal vermek istemiyordum. Lanet olsun. Kahrolasıca iç sesim susmak bilmiyordu. Sanki her haltı düşünmeye hakkı varmış gibi aklımı bulandırıp duruyordu. Seni tereddütte düşüren Zahel’in Şeytan olabileceği ihtimali. Lanet iç sesim bana bunları fısıldıyor, susmak bilmiyordu. Tam da bu yüzden kılıcı bu saraya getirmek istemiyorsun. İç sesime lanetler yağdırıp “kılıcı alsam bile tapınaktan çıkarmama müsaade etmeyeceklerdir.” dedim ve bunun içimi rahatlattığı gerçeğini görmezden gelmeye çalıştım. Hayır, kılıç tapınakta kalacağını için rahatlamıyordum. Bunu kabul etmeyecektim.

 

“Tapınaktan çıktığını bilmeyecekler.” Ensemden başlayan buz gibi bir ürperti omurgamdan aşağı doğru inerken tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. İçimi sarmalayan bir huzursuzluk ensemden başıma doğru iğnelere batırılıyormuş gibi hissettirirken elimle ensemi ovuşturdum. Elbette Zahel’in bir planı vardı. Kılıcı oradan çıkarmaya kararlıydı. Bense onun kadar istekli değildim ama sessiz kalıp dinlemeye devam ettim. “Kılıcı onlardan alıp tapınakta istediğin bir yere koyacak ve orayı gücünle mühürleyeceksin. Kılıç kısa bir süre orda kalacak. Sonra yerine sahtesini koyup gerçeğini buraya getireceksin. Konseyin haberi olmayacak.” Ürpertim bir üst kademeye tırmandı. Basit bir plan gibi görünse de aslında kusursuzdu. Kılıç içinde barındırdığı güç dolayısıyla etrafına enerji yayıyordu. Kendi gücümle onu mühürlediğimde Konsey mühürden geçmediği takdirde kılıcın enerjisini hissedemeyecek dolayısıyla gittiğini de anlamayacaklardı. Konsey istediği takdirde mührü geçmeden kılıcı görebileceklerdi lakin mühür kılıcın gerçek mi yoksa sahte mi olduğunu anlamalarına müsaade etmeyecekti. Evet, nerdeyse kusursuz bir plandı. Nerdeyse çünkü bahsettiği gibi bir mühür yapabilmek için gücümde ustalaşmam gerekiyordu.

 

“Mühür yapabilecek güçte olduğumu sanmıyorum.” dedim açıkça ve lanet olsun ki bu da içimi rahatlatıyordu. Böyle olmaması gerekirdi. Aşin’i düşününce tam da dediği gibi kılıcı tapınaktan çıkarmak benim için en iyisi olurdu ama öyle gelmiyordu işte. “Biliyorum.” dedi kararlı tavrını koruyarak. Bu sorunu önceden düşünmüş ve çözüm bulmuştu demek ki. “Konsey sinsi planlar yapmaya başlamadan önce mühür yapabilmek için kendini geliştirmen gerekiyor. Zamanımız çok yok ama yapabileceğini biliyorum. Daha önce de güçlü mühürler yaptığını görmüştüm.” Reyena olduğum zamanlarda gücümü istediğim gibi kullanamasam da güçlü mühürler yapabiliyordum. Göğsüme o hançeri sapladığımda Zahel’in bana engel olamamasının nedeni de onla arama ördüğüm duvardı. Dolayısıyla kısa bir çalışmayla kılıç için gerekli olan duvar mührünü yapabilirdim. Eğer başarırsam -ki başaramama ihtimalim yok denecek kadar azdı- bu durumda var olan iki kutsal silah Zahel’in elinin altında olacaktı. Kara Hançer’in hala onda olduğunu tahmin ediyordum. Düşünmek istemiyordum, düşünmek istemiyordum, düşünmek istemiyordum. Ama bu sanki tüm tehditleri ortadan kaldırmak gibiydi.

 

Düşmanın, ona karşı kullanabileceğiniz tüm silahları elinizden alması gibiydi.

 

Lanet olsun neler saçmalıyordum ki böyle? Kesinlikle aklımı kaçırmış olmalıydım. O benim güvenliğim için endişe ederken ben ondan şüphe duyuyordum. Son sözlerinin ardından üzerimize çöken sessizlik giderek rahatsız edici bir hal almaya başladığında gözlerimi yüzü dışında odanın her köşesinde gezdirmeye başladım. Benden bir cevap bekliyordu ama kahrolasıca zihnim çamurlu bir su gibi bulanıktı. Ensemi ovuşturmaya devam ederken masanın üzerindeki kağıtlarda oyaladım gözlerimi. Rulo şeklindeki saman sarısı parşömenler masada pek de düzenli gözükmeyen halde dağılmıştı. Açık olan kağıtlardan birinde harita olduğunu seçebildim. Bir bölgenin ya da diyar üzerindeki bir yerin haritası değildi. Bir yapının kuş bakışı çizimi vardı kâğıtta. Benzer kağıtlara sıkça rastladığımdan umursamayıp göz gezdirmeye devam ettim. Masanın en ucunda siyah, deri kaplama bir kitap duruyordu. Sayfa kenarları haddinden fazla sararmış olan kitap oldukça yaşlı olduğunu ele veriyordu. Kapağında yazanı tersten okumak kolay olmasa da kendimi zorlayıp okuduğumda da benim için bir anlam ifade etmemişti.

 

Vareth Et Khael yazıyordu ve bunun ne demek olduğuna dair hiç fikrim yoktu. Reyena olduğum zamanlarda öğrendiğim tüm dilleri anılarımla birlikte kazanmış olsam da bildiğim hiçbir dilde bu kelimelerin karşılığı yoktu. Bilmediğim antik dillerinden biri olduğunu tahmin ettim. Bir an Zahel’e kitabı sormaya niyetlensem de içinde bulunduğumuz durumu hatırlayarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Zahel hala bir şeyler söylememi bekliyordu. “Tamam.” dedim sesime yansıtmamayı başardığım tereddütlümle. “Konseyden kılıcı isteyeceğim.” Çehresinden rahatlamış bir ifade geçti. Karşı çıkmadığım için mutluydu. Bense o kadar rahat hissetmiyordum. Gözlerimi gözlerine kenetlemiş, rahatsızlığımı gidermek adına ensemi ovuşturuyordum. Transa girmiş gibi gözlerimi dahi kırpmadan ona bakmaya devam ediyor üzerime çöreklenen kasvetten kurtulmak istiyordum. Boğuluyor gibi hissediyordum. Nedensizce artan vücut ısım inanılmaz rahatsız edici bir boyuta ulaşmıştı. Karanlık, kasvetli bir şey üzerime akın ediyordu sanki. Ve ben sebebinin Zahel olduğunu düşünmemek için kendimle müthiş bir savaş veriyordum.

 

“Ama kılıcı buraya getirmek yerine mühürlediğim yerde tutsak daha güvenli olmaz mı?” Kuruyan boğazım sesimin çatallaşmasına neden olmuştu. Kaşları kasvetli düşüncelere dalmış gibi çatılırken onaylamasını tüm kalbimle istiyordum. Reddederse… Reddederse kafamdaki aptal düşünceler pekişecekti. Üzerime çullanan kasvet dudaklarından çıkacak birkaç söze bağlı gibi hissediyordum. Siyah hareleri uzunca bir süre gözlerime baktıktan sonra bedenimi incelemeye başladı. Gözleri usul usul her noktamı dikkatle incelerken kendi düşüncelerine dalmıştı. Geçen her saniyeyle reddedeceğine dair inancım kuvvetleniyordu. Bedenimi incelemeyi bırakıp yeniden gözlerime odaklandığında ifadesinde kötücül bir şeyler vardı ya da pencereden sızan akşam güneşi bana hiç de komik olmayan oyunlar oynuyordu. Sevdiğim adam bana böyle bir ifadeyle bakmazdı. Tabi karşımda duran Zahel’se… İşte yine saçmalıyordum ve her saçma düşünceyle başımdaki ağrı artıyordu. Gerginliğimi fark etmesin diye elimi usulca bir kez daha enseme atıp parmak uçlarımla saç diplerime masaj yaptım.

 

“Sen nasıl diyorsan öyle olsun Ay Işığı.” dediğinde bir an duyduğuma inanamadım. Gizleyemediğim bir şaşkınlıkla yüzüne bakarken dudaklarım istemsizce yukarı doğru kıvrıldı. Oysa reddedeceğinden çok emindim. Kelimenin tam anlamıyla rahatlamıştım. Tuttuğumu bile fark etmediğim nefesimi bırakırken omuzlarımdan yük kalkmış gibi hissediyordum. “O halde yarından itibaren çalışmaya başlasam iyi olur.” dedim rahatlamanın getirdiği neşeyle. Bir an şaşkınlıktan ciddi misin diye sormak istesem de aptal düşüncelerimi kendime saklayıp yok etmek için kendimi tutmuştum. Tüm o aptal düşünceler saçmalıktan ibaretti ve tamamen haksızlıktı. Şayet inat edip kılıcı isteseydi şüphelerim büyümeye devam edecekti ama o inatlaşmamıştı. Gerçekten tek istediği beni korumaktı, başka bir niyeti yoktu. Uzanıp alnıma içimi kıpır kıpır eden bir öpücük bıraktıktan sonra usulca geri çekildi. “Peki ya hançer? Hala sende mi?” Geçmişte hançeri bana veren Zahel’di. Bulduğunu söylemişti ve bana -gerçek sahibine- teslim ettiği için nasıl bulduğunu fazla sorgulamamıştım. Şimdi daha iyi anlıyordum. Zahel hançeri tesadüfen bulmamıştı. Aramıştı, belki de diyarda kaldırmadık taş bırakmamıştı zira alması gereken bir intikamı vardı. Özellikle hançeri değil ikiz kılıçlardan kayıp olanı da aradığını tahmin ediyordum ama yalnızca hançeri bulabilmişti. Kılıç öyle bir kayıplara karışmıştı ki sanki hiç var olmamış ya da tamamen yok olmuş gibiydi. Ben gittikten sonra hançeri aldığına emindim. Çünkü beş yıl kadar önce eski Ateş Tanrısını öldürmüştü.

 

“Evet.” Soru sormadım ama soran gözlerle baktım. “Hançeri Kehanet Kitabını tuttuğum odada tutuyorum.” Gözlerim ancak fark ettiğim şeyle ışıldadı. Hançeri odanın başka gizli bir kısmında tuttuğu için görememiştim büyük ihtimalle ama asıl mühim olan kitaptı. Koruyuculara ait olan Kehanet Kitabı Zahel’deydi ve bana vermişti. “Kitap…” diye mırıldandım şaşkınca. “Sen gittikten sonra…” derken maziyi hatırlamak hoşuna gitmemiş gibi kaşları hafifçe çatıldı. “Kitabı tapınaktan aldım. Sana ait olması gerekenin Konseyde kalması fikri hoşuma gitmemişti. İmkânsız gibiydi ama bir gün seni yeniden görebilirim umuduyla kitabı sakladım.” İri iri gözlerle ona bakarken karmakarışık hisler içindeydim. Geri döneceğimi umut ederek kitabı saklaması saf pişmanlık duymama neden oluyordu ve artık keşke demenin manası yoktu. “Nasıl alabildin?” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. “Kolay olmadı ama başardım. Konsey kendine fazla güveniyor olacak ki güvenlik önlemleri beni durdurmayı başaramadı. Kitabı kimin aldığını hiç öğrenemediler ve olayı gizli tutup güvenlik önlemlerini yeniden düzenlediler.”

 

“Ölmüştüm.” dedim kırılgan sesimle. “Ölmüştüm ben Zahel. Ölülerin arkasından yas tutulur, ölüler unutulur. Sen nasıl beni bekleyebildin?” Vicdanımdaki sızı kalbimde oyuklar açıyordu. Onu bırakmıştım ve o dönmemi beklemişti, bana verebilmek için Kehanet Kitabını almıştı. Dönemeyeceğimi Ölümün Tanrısı olarak en iyi o bilirken beni beklemişti. “Umudum vardı.” Neye tutunduğunu, neyin ona umut verdiğini bilmiyordum. “Sen gitmiştin ama mührüm duruyordu. O yüzden hep bir gün bana döneceğini umut ettim.” O bana böyle bakarken dokunsalar ağlayacak haldeydim. “Ne zamandır umut ediyorsun?” Sesim ağlamaklı geliyordu kulağa. Dudaklarımı sıkıyor kendime hakim olmayı umuyordum. “Yüz yıl.” dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. İntihar etmemin üzerinden yüz yıl geçmişti ve Zahel yüz yıl boyunca geri dönmemi beklemişti. “Özür dilerim.” Sesim bir fısıltından farksızdı. Gözlerim dolu dolu olmuştu. Ne diyebileceğimi bilmiyordum. Hatırlamadığım anılarım yüzünden elimden ancak bu kadarı geliyordu. “Dileme.” dedi gözlerimin derinliklerine bakarken. Kızgın ya da içerlemiş değildi bakışları. Sevgiyle bakıyordu, içimi ısıtan büyük bir merhametle. “Ben sana dair her şeyi seviyorum. Bana bıraktığın umudu da sevdim ama en çok da bana dönmeni sevdim.”

 

Başımı omzuna yaslayıp sessizce birkaç damla yaş akıttım. Ağladığımın farkındaydı ama ses etmiyordu. İçim rahatlayana dek omzunu bana sunmuş hislerimi sükûnet içinde paylaşıyordu. Dakikalar geçti. Gözyaşlarım dindi ama kalbimin sızısı geçmedi. Başımı kaldırdığımda kısa bir an tereddüt ettikten sonra “neden yaptığımı biliyor musun?” diyebildim. Neyden bahsettiğimi anlamış ve gözlerine mazinin kederi çökmüştü. Kutsal yanım bilmediğini söylese de sormadan edememiştim. “Hayır.” dediğinde hayal kırıklığı yaşamadım. Bilmediğine nerdeyse emindim. O günü yeniden hatırlamış gibi bakışları önüne düşerken devam etti. “O gün yanına geleceğimi söz vermiştim ama saraydaki işlerim uzamıştı. Geç de olsa gelmiştim ama sen evde değildin. Meşe ağacına gittim belki ordasındır diye ama orda da yoktun. Baktığım hiçbir yerde yoktun. Sonra seni o uçurumun kenarında göğsüne hançer yaslamış halde buldum. Aradan yıllar geçti ama hala neden yaptığını bilmiyorum.” Birkaç kez yutkundum boğazıma oturan yumruyu gidermek için. Sevdiğim adamın gözleri önünde intihar etmem yeterince korkunç değilmiş gibi onu bir bilinmezle yalnız bırakmıştım. Belki de yıllarca nefes aldığı her an bunu neden yaptığımı düşünüp durmuştu. Belki de kendini suçladığı anlar olmuştu. Aklımı kaçıracaktım. Nerdeyse tüm anılarım geri gelmişken o günü neden hatırlamıyordum ki? O kahrolası günde ne yaşamış olabilirdim ki?

 

“Nasıl yeniden doğabildim?” Aslında duyacağım cevabı biliyordum ama sormadan edememiştim işte. Neden intihar ettiğim ve nasıl yeniden doğduğum soruları içimi tahta kuruları misali kemirip duruyordu. Cevapları asla bulmayacakmış gibi hissetmek göğsümü ağrıtıyordu. “Bilmiyorum.” Şaşırmadım, sadece belli belirsiz başımı sallamakla yetindim. “Geri döndüğün sürece benim için nasıl döndüğünün bir önemi yok.” “Öyleyse ilk geldiğimde neden gitmemi istedin?” O günü unutamıyordum. Nowa’dan beni götürmesini istediğinde yaşadığım hayal kırıklığının bir tarifi yoktu. Üstelik nedenini de anlamış değildim. Tanımadığım biri tarafından istenmemek göğsümü sızlatmıştı. Şimdi daha iyi anlıyordum. Yabancı sandığım adam aslında benim eşimdi. Dönmemi yüz yıl boyunca beklemiş olmasına rağmen gitmemi istemesi anlaşılmazdı. “Yıllarca bana geri dönemini beklemiştim. O gün seni gördüğümde ayaklarımın üzerinde zar zor durdum. Eşim bana geri dönmüştü. Sarılmak ve seni bir daha hiç bırakmamak geçti içimden ama gözlerine baktığımda kendimi dizginledim. Bir yabancıya bakar gibi bakıyordun. Bunu fark ettiğimde belki de benden uzak olmanın en iyisi olacağını düşündüm. Neden… gittiğini bilmiyordum ve kabullenmek istemsem de benim yüzümden olabileceğini düşündüm. O yüzden gitmeni istedim. Beni bir kez daha terk etmendense benden uzakta yaşamaya devam etmeni istedim.”

Tüm sözleri koca bir balyoz gibi yüreğime oturmuştu. Sıktığım dudaklarımı aralayıp bir şeyler söylemek, onu bu düşüncelerinden kurtarmak istiyordum. “Senin yüzünden olmadığına eminim.” diyebildim sadece titreyen sesimle. Herhangi bir karşılık vermedi ve ikna olmuş gibi de değildi. Daha fazlasını söylemek istesem de neden intihar ettiğimi ben de bilmiyordum. “Ve sen gittin. Bir başına çekip gittiğini öğrendiğimde ne kadar yanlış bir karar verdiğimi anladım. Belki güvenliğin için gitmen en doğrusuydu ama yapamadım. Dönmeni onlarca yıl sabırla beklemiştim ama dönüp de tekrar gittiğinde sabrım da beni terk etti. Yokluğuna katlanamıyordum. Peşinden geldim ve seni aldım, aynı şeylerin tekrarlanabileceği ihtimaline rağmen aldım seni. Bencil bir adamım ve o gün de en büyük bencilliğimi yaptım.” Sustuğunda keder ve mutluluğu bir arada yaşıyordum. Zahel’se bakışlarını yere dikmişti. Sanki yaptığı yanlışmış gibi bana bakmaktan kaçınıyordu.

 

Elimi yanağına yerleştirip bana doğru dönmesini sağlarken gülümsedim. “Hiçbir şey için kendini suçlama.” dedim nazikçe. “Ölmüştüm Zahel ama geri döndüm. Bize ikinci bir şans verilmişken beni kendinden uzaklaştırsaydın asıl bu bencillik olurdu. Birbirimizden uzakta nefes alabilir miydik? Alsak bile buna yaşamak denir miydi?” Duraksayıp gözlerinin içine bakarak devam ettim. “Ben nefes almak değil yaşamak istiyorum.” “Söz veriyor musun?” derken üzerine çöken tüm kasvetten sıyrılmış tamamen ciddi bir ifadeye bürünüştü. Ne demek istediğini anlıyordum. Aynı şeyi yeniden yapmamı istemiyordu. Yine de hemen cevap veremedim. Geçmişte bunu neden yaptığımı bilmemek ortada bir boşluk bırakıyordu. Bir yapbozun eksik ve en önemli parçası gibiydi. Sanki o son parça tüm resmi değiştirebilirmiş gibi geliyordu. “Söz.” Kararlılıkla söylemiştim. Bu sefer ne olursa olsun aynı şeyleri tekrarlamaya niyetim yoktu lakin Zahel tatmin olamamış gibi “ne yaşanırsa yaşansın yaşamaya devam edeceğine söz veriyor musun?” diye sordu. Öyle bir sormuştu ki sanki söz versem dahi tam anlamıyla ikna olmayacakmış gibiydi. Bir kez daha “söz.” dedim.

 

“Ne yaşanırsa yaşansın verdiğin bu sözü hatırla Ay Işığı.” Sanki bir şeyler daha söylemek istiyordu ama sustu. Ben de onaylamak için başımı salladım. Yine de zihnimi kurcalayan bir şeyler vardı. Zahel aynı şeyleri yeniden yaşayacağımızdan sandığımdan çok endişe duyuyor ve bunun olmasını istemiyordu. Nedenini anlayamıyordum. Geçmiş yüzünden korkularının olması anlaşılırdı ama sanki farklı şeyler vardı. Sanki tarihin tekerrür edeceğinden nerdeyse emindi, nerdeyse… Uğursuz düşünceleri kafamdan kışkışlayıp merak ettiklerimi kafamın içinde sırladıktan sonra “festivalden sonra da gitmemi istemiştin. Neden?” diye sordum. Aslında nedenini az çok biliyordum. Yaklaşan felaketlerden az çok haberdar olduğu için güvenliğimden endişe etmişti. Yine de onun ağzından duymak istiyordum. “Konsey toplantı talebinde bulunduğunda aslında ne için geldiklerini anlamıştım. Azel sırrımı biliyordu ve beni ele vermişti. Gitmeni istedim çünkü olacakları görebiliyordum. Başta kabullenmek istemedim. Kardeşim ne kadar bana düşmanlık gütse de bir savaş başlatacağına inanmak istemedim. Bana karşı ne hissederse hissetsin sonuçta bu onun da halkı, onun da diyarıydı. Zarar verebileceğini düşünmek istemedim ama beni yanılttı. Beni Konseye vererek açacağı savaşta karşısına çıkacak en büyük engeli kaldırmış oldu. Seni bu savaşın ortasında bırakamazdım. İnat edip yardım etmeye çalışacağını biliyordum ve bunu istemedim. Savaş ölüm getirir Ay Işığı ve ben bir kez daha güzel ruhunu himayeme alamazdım. Diyarın Tanrıçası bile olsan geride durmanı istedim.”

 

Himayesine girmek. Bunu daha önce düşünmemiştim. Ölümü tadan her ruh Ölüler Diyarına gidiyordu ve orası tamamen Zahel’in hükmü altındaydı. Demek ki daha önce oraya gitmiş ama belirsiz bir şekilde çıkmayı başarmıştım. Acaba ne kadar süre orda kalmıştı ruhum? Zahel, terk edene kadar orda kaç kez ruhumu ziyaret etmişti? Düşündükçe bunun ne kadar acı verici olabileceğini idrak ediyordum. Geri dönmeyeceğini bilerek bir ruha tutunmak… Merak etsem de buna dair soru sormamaya karar verdim. Yaralarını deşip canını yakmak istemiyordum. “Yine yanlış bir karar.” dedim bilmiş bir tonlamayla. Niyetim etrafımızı saran kasvetli havadan kurtulmaktı. “Bunu diyen sen bile olsan diyarımı yüz üstü bırakacak değilim. Bırakmadım da ve görüyorsun ya…” dedim imalı imalı. “Hem savaşa son verdim hem de dengesiz kardeşinin aklını başına getirdim.” Kıkırdadığımda o da gülümsedi. “Sen olmasan ne yapardım?” deyip dudaklarını yanağıma bastırdığında kıvılcım etkisi yaratan öpücüğünün bedenimi alev alev yaktığını görmezden gelmeye çalıştım. Edepsiz düşüncelerimi kovalarken “bana neden anlatmadın?” diye sordum.

 

En başından beri neler yaşadığımızı bilmesine rağmen bana anlatmamıştı. Anlatsa her şey daha mı iyi olurdu bilmesem de neden anlatmadığını bilmek istiyordum. “Çünkü hiçbir şey hatırlamıyordun ve her şey sana yabancıydı. Daha bu dünyaya adapte olamamışken sana anlatsam sadece kafan karışırdı. Mühürlüm olduğunu öğrendikten sonra anlatmak istedim ama ne faydası vardı. Anlatsam pişmanlık duyup kendini kahredecektin. Üzülmendense hiçbir şeyi öğrenmemeni tercih ettim. Belki bencilce ama zaten ben bencil bir adamım.” Bencilliği kendiyle bu denli özdeşleştiren adam bir kez olsun kendini düşünmüş değildi. Yüz yıllık bir hasret çektikten sonra bile benim ne hissedeceğimi düşünmüştü. İntiharım yüzünden kendini suçladığı anlar olmasına, suçluluk içini kemirmesine rağmen gelip de neden yaptın diye sormamıştı. “Kendini buna nasıl inandırdın bilmiyorum ama bencil değilsin.” Bir şey demeyip sessiz kaldı. “Başka ne merak ediyorsun?” diye sordu ılımlı sesiyle. Sesi, yüzü, bakışları bir anlığına dalıp gitmeme neden olduğundan ne dediğini başta anlayamadım. Yıldızsız bir göğü andıran gözlerine bakarken ona duyduğum aşk göğsümden taşacakmış gibi hissediyordum.

 

Duygularım öyle yoğundu ki ne söylersem söyleyeyim ne yaparsam yapayım yeterince ifade edemezmişim gibi geliyordu. “Sen şeyi nerden biliyordun… ailemle olanları?” Tereddüt etsem de aklımın bir köşesine kanca gibi takılan soruyu sormuştum. O günün hatırları zihnimde hala tazeydi. Kimsenin bilmesini istemediğim uğursuz bir anıydı ama Zahel bir şekilde biliyordu. Yaptığım şey yüzünden beni yargılayacağından endişe etmiştim. Kimselere anlatmamamın sebebi de buydu ama Zahel düşündüğüm gibi beni yargılamamıştı. O yüzden böyle rahat sorabiliyordum. “Cevap vermeden önce sen de benim bir soruma cevap verir misin?” Düşünmeden başımı salladım. Benim art arda sıraladığım soruları düşünürsek Zahel’in soru sormaya hakkı vardı. Merak ettikleri olmalıydı.

 

“Sana ne yaptılar?” dediğinde kaskatı kesildiğimi hissettim. Soluklarım boğazımda takılı kaldı. Bozguna uğramıştım. Gözlerim ellerime kayarken suratım ifadesiz bir hal aldı. Diyara geri dönmeden önceki hayatım o kadar uzak değildi ama bana çok uzakmış gibi geliyordu. Reyena olduğum zamanlar bile daha yakındı bana. Yine de unutmuş değildim. Unutmam mümkün değildi. Yıllarımın geçtiği evi ateşe verecek raddeye geldiğim bir hayat yaşamıştım. Döktüğüm gözyaşlarını, korkuyla çarpan kalbimi, sevgisizliğe mahkûm olan çocukluğumu hatırlıyordum. Boğazım düğümlendi, göğsüm sıkıştı. Diyara adım attığım anda geçmişimi öyle bir geride bırakmıştım ki bir an bile özlem duymamıştım. Ne yaşamış olursam olayım burada -gerçek evimde- hiç olmadığım kadar mutlu olabiliyordum.

 

Sana ne yaptılar? Üç kelime, tek cümle ve bir anda üzerime yığılan koskoca mazi. Ateşler içindeki o ev bir kez daha gözlerimin önündeydi. İçeriden annemle babam çıkartılıyordu. Onlara nefret besleyememiştim, sevgi de. Sadece kendime üzülüyordum, yaşadıklarıma. Hiçbirini hak etmezken berbat koşullarda yaşamıştım. Ruhumu istila eden anılardan sıyrılmaya çalışarak gözlerimi kırpıştırdım. Zahel hala gözlerimin içine bakıyor, bir cevap vermemi bekliyordu. “Aileler…” dedim mırıldanır gibi. “İkimizin de talihsizliği.” Sanki yaşadığım her şeyi kendi gözleriyle görmüş gibi çehresi acıyla kasıldı. Artık mor olan gözlerime beni gerçekten anladığını belli eden bir ifadeyle bakarken dizinin üzerindeki eli yumruk halini almıştı. Ben geçmişte yaşadıklarını gördüğümde nasıl öfkelendiysem o da şimdi öfkelenmişti. “Arafı bilir misin?” diye sordu bıçak kadar keskin bir ifadeyle boşluğa bakarken. Bildiğim bir araf vardı ama bu dünyada nasıl bir karşılığı olduğundan emin değildim. Sessiz kaldığımda ifadesini bozmadan nerdeyse sıktığı dişlerinin arsından açıklamaya başladı.

 

“Ruhlar Ölüler Diyarına geçmeden önce araftan geçer ve hiçbir ruh arafta haddinden fazla kalmaz. Gerekenden fazla arafta kalan bir ruh hayal bile edilemeyecek bir ızdıraba mahsur kalır. Bir ruh arafta kalmaktansa cehenneme gitmeyi yeğler. Çünkü cehennemde bile acının bir amacı vardır: günahın bedelini ödemek, pişman olmak, arınmak ama arafta hiçbir amaç yoktur. Ne bedel ödeme ne de son. Sadece varoluşun giderek anlamını yitirdiği bir boşluk. Cehennemde zaman akar, günler ve çağlar geçer. Ama arafta zaman kavramı yoktur. Ruhlar sonsuz bir “şimdi”ye sıkışmıştır. Bu, deliliğin bile mümkün olmadığı bir bilinç durumudur. Ölümün Tanrısı olarak tüm ruhların araftan sorunsuz şekilde geçmesi de benim sorumluluğumda. Hiçbir ruhun arafta kalmasına müsaade etme yetkim yok.” Anlamıştım ama bunu neden anlattığına dair fikrim yoktu. Bakışlarını diktiği boşluktan bana çevirdiğinde yüzünde bir gülümseme vardı. Şefkatli ya da sevgi dolu olmaktan ziyade tehlike sinyalleri veren bir gülümsemeydi.

 

“Festivalde söylemiştin.” diyerek konuyu tamamen değiştirdi. Etraflıca düşünsem de festivalde ona yaşadıklarımı anlattığımı hatırlayamadım. Kaşlarım çatılırken “öyle bir şey hatırlamıyorum.” dedim. “Sarhoştun.” Şimdi taşlar yerine oturmuştu. Sarhoş olduğum o süre bolca gevezelik ettiğimi anımsıyordum ama tam olarak neler anlattığım muğlaktı. Demek geçmişte olanlardan bahsetmiştim. “Eh en azından kötü bir şey yapmamışım.” dedim tatlı talı gülümseyerek. Tek kaşı havaya kalkarken “emin misin?” diye sordu. Yüzündeki ifadeye bakılırsa bir haltlar yemiştim. Ne yaptığımı bile hatırlamıyordum ama yanaklarım utançtan ısınmaya başlamıştı bile. “Ne yaptım ki?” diye sordum tamamen masumane bir tavırla. Kafamın içinde türlü türlü sahne oynuyordu ve hepsi birbirinden korkunçtu. Ah lütfen saçma sapan bir şey yapmamış olayım. Hemen cevap vermek yerine o gün olanları anımsamış gibi düşünceli bir hale büründü gözleri. Dudakları biraz daha kıvrılmıştı. “Soyunmaya çalıştın.” Gözlerim fal taşı gibi açılıp kaldı ve onun gülüşü biraz daha büyüdü. Bunu kesinlikle hatırlamıyordum. Ah, hayır. Şimdi hatırlamıştım. O gün de soyunmaya kalktığımı ve hatta ondan da soyunmasını istediğimi söylemişti. Tabi kafam tam olarak ayık olmadığından bunu nerdeyse unutmuştum.

 

“Sen beni reddetmeseydin yapmazdım öyle şeyler.” dedim üste çıkmaya çalışarak. Aksi halde utançtan yerin dibine girecektim. İfadesi manalı bir hal aldı. “Seni reddetmeme o kadar mı içerledin?” Üste çıkma çabam buraya kadarmış. Yine yanaklarım ısınıyordu ve işin gerçeği evet, o kadar içerlemiştim. Utancı tamamen bir kenara bırakarak başımı kaldırıp duruşumu düzelttim. “Evet, içerledim.” deyip kollarımı göğsümün altında kavuşturdum. “Beni reddettiğine hala inanamıyorum. Bence aklını başından alabilecek kadar güzelim. Ayrıca mühürlünüm de.” Çok azıcık kibirli konuşmuş olabilirdim. Güzellik kişiye göre değişebileceğinden belki biraz abartmıştım ama kendimden de ödün vermek niyetinde değildim. Zahel keyifle gülerken ben alınganlık rolümü korumaya devam ediyordum ama o böyle gülerken kıvrılmaya çabalayan dudaklarıma engel olmak çok zordu. “Aklımı başımdan almadığını sana düşündüren ne?” Dudaklarım usul usul kıvrılırken karnımda kelebekler uçuşmaya başladı. Bunu duymayı beklemiyordum. Elini yanağıma yerleştirip baş parmağıyla tenimi okşamaya başladığında nefesi dudaklarıma çarpıyordu. “İnan aklımı nasıl başımdan aldığına dair henüz bir fikrin yok.” Sözleri ruhuma nakış işler gibi mutluluk ve huzur işliyordu. Yanımdayken, gözlerime böyle bakıp aklını nasıl başından aldığımı dillendirirken gülümsememek elde değildi. Yanaklarım ağrımış olsa bile sırıtışım yerli yerinde durmaya devam ediyordu.

 

“Böyle diyorsun ama o zaman beni reddetmiştin. Mühürlünü nasıl reddedebilirsin ki? Biliyorsun mühür canını yaka…” Cümlemi tamamlayamadım. Kalbim atmayı bıraktı. Dehşet ve şaşkınlık karşımı gözlerle bakarken Su Sarayından döndüğümde yaşadığımız tartışmada söyledikleri aklıma geldi. Gitmemi istediğinde mühre ne olacağını sormuştum. Dayanabileceğini söylediğinde test edip etmediğini sormuştum ve ettim demişti. “Sen- sen mühre yüz yıl dayandın mı?” Bu aklıma bile gelmemişti. Mühür uzak kaldığımız tüm o yıllar boyunca Zahel’e işkence etmiş olmalıydı. Onu terk ettiğim yetmezmiş gibi yıllar süren bir ızdıraba mahkûm etmiştim. “Sandığın kadar kötü değildi. Sakın kendini suçlama.” dese de elimde değildi. “Resmen hayatını mahvetmişim. Beni hala nasıl sevebiliyorsun?” diyerek geçmişi hatırladığımdan beri içime oturan o soruyu sordum. Gidersen senden nefret ederim demişti ama nefret etmek şöyle dursun yüz yıl boyunca acı içinde dönmemi beklemişti. Şimdi düşünüyordum da Zahel’in çok canını yakmıştım ben. Sevdiği kadını ölümünü izlemesine, yıllarca kendini suçlamasına, yüz yıl bir umuda tutunmasına, mühür yüzünden işkence görmesine neden olmuştum. Gözlerimden süzülen birer damla yaşı uzanıp nazikçe sildiğinde daha çok ağlamak istedim. Öyle berbat hissediyordum ki tırnaklarımla göğsümü yarabilmeyi arzuluyordum.

 

“Asıl sen seni sevmeyeceğimi nasıl düşünebiliyorsun?” diye sordu sevgi dolu sesiyle. “Sana ait olan her şeyi seviyorum ben. Dünyayı yerle bir etsen bile sana olan hislerim değişmeyecek. Tekrar söylüyorum kendini suçlama. Bunu sakın yapma.” Çok zordu. Suçlu hissetmemek mümkün değildi. Yine de rahatlaması için başımı sallayıp gülümsemeye çalıştım. Boğazımdaki kuruluğu gidermek için birkaç kez öksürdükten sonra konuyu değiştirmek için “zindana atılmama sebep olan zehir de senin bir planın mıydı?” diye sordum. O meseleye ne olduğuna dair zerre fikrim yoktu. Sadece bunu Zahel’in okları üzerinden çekmek için bilerek yaptığını düşünmüştüm. “Zehri hizmetçiye verenin kim olduğunu bulamadık.” Aldığım cevapla gözlerim irileşti. Oysa bunu Zahel’in planladığına nerdeyse emindim. “Yani biri gerçekten seni zehirlemeye mi çalıştı??” Düşünceli bir ifadeyle geriye yaslanırken kaşları çatılmış alnında birkaç kırışık oluşmuştu. “Evet. Kızın evine gittik ve ailesini baygın vaziyette bulduk. Onları kaçıran her kimse gözlerini daima bağlı tuttuklarından hiçbir şey bilmiyorlardı.” “Kim yapmış olabilir?” Aklıma Azel geliyordu. O zamanlar hala Zahel’e kin güttüğünden oldukça mantıklı görünüyordu.

 

Zahel tek kaşını kaldırıp sence dercesine yüzüme baktığında hayretle kaşlarımı büktüm. “Hain mi?” Başını onayla salladı. Kafam karışmış vaziyette “Azel sanmıştım.” dedim. “Azel’in saraya girmesi mümkün değildi. Kız izin günleri dışında sarayda kalıyor. Ona ulaşmak için saraya girebilmesi gerekiyordu. Bunu yapabilse Anbar Köyünde o kadar zahmete girmezdi.” Hain sandığımdan da uzun süredir bizi sırtımızdan bıçaklamaya çalışıyordu. Bunları da hesaba katarak kim olabileceğini düşünsem de bir sonuca varamadığım gibi şüpheli listemiz de daralmamıştı. “Ya zehir? Gerçekten tehlikeli miydi?” Tanrıları öldürebilecek zehirleri bilmek ve yapabilmek imkansız gibi bir şeydi. Tapınaktan kılıcı çalmak bile daha kolay olabilirdi. Yine de hainin bu türde bir zehir bilgisi olup olmadığını merak ediyor, olmamasını umuyordum. “Çok güçlü bir zehirdi ama beni öldüremezdi. Tahminimce niyeti zehrin beni öldürüp öldürmeyeceğini test etmekti.” Evet, hiç yolunda giden bir şeyler olmuyordu zaten.

 

Merak ettiğim başka bir şey olmadığından ve öğrendiklerimi sindirmek adına bir süre sessiz kaldık. Öğrendiğim onca şeyden sonra hem ruhsal hem fiziksel olarak tükenmiş hissediyordum. Zahel kendini suçlama dese de suçluluk içimi kemirip duruyordu. Kalbim Zahel’e yaşattıklarım yüzünden ağrıyordu. “Azel ve Kael için birer oda hazırlatmamız gerekiyor.” dedim sessizliğin yeterli olduğunu düşündüğüm noktada. “Geldiğimizde Kael için bir oda hazırlamalarını söyledim ama Azel’in biraz daha beklemesi gerekiyor.” “Neden?” Kaşlarım telaşla çatılmıştı. Huzursuzlanan kalbim hemen Zahel’in Azel’i kabullenmediğini düşündürmeye başlamıştı. “Çünkü benim odam aslında onun odasıydı. O gittikten sonra…” deyip duraksadı. “Odasında kalmaya başladım. Varlığının her köşesine sindiği odada olmak elimdeki tek çareydi.” Harelerine oturan hüzün dalgalarını gördüğümde “o halde taşınman gerekiyor.” diyerek düştüğü karamsar ruh halinden çıkarmaya çalıştım. “Ben de bunu düşünüyordum.” İmalı gözlerle bakıyordu bana. “Sanırım eşimin yanına taşınmamın vakti geldi.” Yanaklarım kızarmaya kalbim heyecanla kaburgalarımı dövmeye başlamıştı. Aynı odayı paylaşmak, her geceyi birlikte geçirmek… “Ne düşünüyorsun?” Kesinlikle çok fena şeyler düşünüyordum ama bunu söylemeyecektim. “Evet, yani yanıma taşınman çok iyi olur.”

 

Of fazla hevesli konuşmuştum. İmalı ve arzu dolu gözlerle bakmasının başka açıklaması olmazdı. Kıvrılan dudaklarıyla yüzünü yüzüme yaklaştırdığında sertçe yutkundum. Dudaklarını tatma arzusuyla gözlerimi kapattım. Nefeslerimiz birbirine karışırken kapının bir anda açılmasıyla kendimi hızlıca geri çektim. Zahel’se sabır dilenir gibi bir an duraksadıktan sonra sırtını dikleştirdi. Başımı çevirdiğimde eşikte duran kişiye elbette şaşırmış değildim. Başka kim özel anımızda kapıyı çalmadan içeri dalardı ki zaten? “Kapı çalmak nedir bilmez misin sen?” diye hafif bir sitemle sordu Zahel. “Kusura bakmayın dalgınlığıma denk geldi.” Zahel’le bir an birbirimize baktık. Bizim tanıdığımız Nowa bu durumlarda birkaç alaycı söz etmeden duramazdım. Suratında sinsi bir sırıtış olurdu ama şimdi fazlasıyla ciddi ve sıkkın görünüyordu. Kıvrılmak için bahaneler üreten dudakları şimdi düz bir çizgi halindeydi. “Bir şey mi vardı?” Zahel temkinle sormuştu. Gözleri sorunun ne olduğunu çözmek istercesine baş muhafızın üzerinde dolaşıyordu. Benim birkaç tahminim vardı. Geldiğimizde Jieli’yle olanlar ve hain meselesi bu karamsar ruh halinin başlıca sebepleri olabilirdi. “Babamı saray çağırdım.” Bir kez daha birbirimize baktık. “Hain bulunana dek sarayda kalmasını ve göz önünde olmasını istiyorum.” “Nowa.” dedim yatıştırıcı bir tonda. “Kimse babandan şüphelenmiyor.” En azından şüphelendiklerini sanmıyordum. Öylesine bir kördüğümdü ki bir suçlu olmasına rağmen kimse kimseden şüphe edemiyordu. Çıkmaz sokaktaki koca duvara toslamış gibiydik.

 

“Bundan emin olmazsın Silva. O yüzden göz önünde olsun ki kimse şüphe duymaya cüret edemesin.” Babasını pek tanımıyordum. İyi biri mi kötü biri mi tam fikrim yoktu ama Nowa ona hainlik sıfatını hiçbir koşulda yakıştırmıyordu. Mesele başka olsa babasını bu denli savunur muydu emin değildim. “İlla ki şüphe edenler olacaktır.” dedi kısa sessizliği bozup. Bunu hoşnutsuzlukla dile getirmişti. Şüphelere bile tahammülü yokmuş gibi. “Siz bir anlığına da olsa şüphe etmediğinizi söyleyebilir misiniz?” Sorusu beni gafil avlamıştı ama Zahel tereddütsüz “bir anlığına bile şüphe etmedim.” dedi. Kaya gibi sert ifadesi söylediklerini doğrular nitelikteydi. Nowa’nın gözleri aydınlanırken dudakları dostunun desteğini almanın verdiği güvenle belli belirsiz kıvrıldı. Zahel’in neye dayanarak bu kadar kesin bir yargıya vardığını bilmiyordum. Bilmem de pek mümkün değildi. Onun aksine ben bir cevap vermeyip sessiz kaldım. Şüphe etmediğimi söylemem mümkün değildi. Babasını Zahel gibi uzun zamandır tanımıyordum. Benim için nerdeyse yabancı olan birinden şüphe etmem kaçınılmazdı. Nowa da bunun farkında olacak ki ne düşündüğümü söylemem için ısrarcı olmadı. Yine de Zahel koşuluz desteğini sunarken sessiz kalmak iğneler üzerinde oturuyormuşum gibi hissetmeme neden oldu.

 

“Şey… siz konuşun. Ben de birkaç işim vardı onlarla ilgileneyim.” diyerek ayaklandım. Kaçtığımı ve neden kaçtığımı az çok anladıklarından itiraz etmediler. Nowa içeri girerken ben kendimi dışarı attım. Koridora çıkar çıkmaz uzun bir soluk verdim. Yalnız kalır kalmaz tüm o kasvetli düşünceler sanki bu anı kolluyormuş gibi zihnime üşüştü. Dört bir yanımı saran düşüncelerim boğuluyor gibi hissetmeme neden oluyordu. Sanki kafamın içi ucu kaçmış bir yumak gibiydi. Neresinden tutsam elimde kalıyordu. Hain meselesi, Nowa’nın babasını koruma çabası, Zahel’in tapınakta söyledikleri ve kılıcı istemesi… Hepsi çok fazla geliyordu ama bir tek Zahel soluklarımı kesiyordu. Söyledikleri kafamın içinde kasırga misali dönüp duruyordu. Kilit vurduğumu sandığım tüm ihtimaller şimdi yeniden boğazıma yapışmıştı. Onlardan kurtulamıyordum. Düşünmemeye çalışmak imkânsızdı. Belki… belki bir kez düşünürsem bir daha düşünmezdim. Kafamın içinde de olsa bir kez dile getirirsem rahatlardım. Adımlarımı bıçak gibi kestim. Çalışma odasından bir hayli uzaklaşmıştım. Kapalı kapıya gerginlikle bakarken elimle ensemi ovuşturdum. Göğsüme çöken ağrı her solukta şiddetini arttırırken o kahrolası ihtimali zihnimde dile getirdim.

 

Zahel gerçekten de Şeytanın ruhunu taşıyor ve kılıcı istemesinin nedeni kendine yönelik tehdidi ortadan kaldırmak.

 

Yanaklarımdan birer damla yaş süzüldü. Delirmiş olmalıydım. Bunu düşünebildiğime inanmak istemiyordum. Kendime lanetler yağdıra yağdıra arkamı döndüm ama gidemedim. Şuracıkta ölsem yeriydi. Kahrolası zihnime yerleşen lanet düşünceden de buna engel olmadığım için kendimden de nefret ediyordum. Buğulu gözlerimin ardından bir kez daha kapalı kapıya baktım. Kesik ama uzun bir solukla ciğerlerimi doldurup çenemi dikleştirdim. Zahel’in şeytanla alakası olmadığını biliyordum ve eğer varsa bile umurumda değildi. Her halükârda onu korurdum. Bunun için kılıcı almam gerekiyorsa alır hatta yok etmekten çekinmezdim. “Merhaba Küçük Ruh.” İrkilerek arkamı döndüğümde boşlukla karşılaşmak gerilmeme neden oldu. Gözlerimle dört bir yanı kolaçan etsem de etrafta kimse yoktu. “Beni görmen mümkün değil.” dedi aynı kalın ses. Bir erkeğe aitti ve sesinin tonundan yaşlı biri olduğunu anlaşılıyordu. Tekrar her yeri kontrol etsem de sonuç değişmedi. “Kimsin?” diye sordum boşluğa kaşlarım çatılmış vaziyette. Ses her kime aitse onu bir tehdit olarak algılamıştım. Kalbim tedirgince çarparken “öncelikle düşmanın olmadığımı bilmelisin.” dedi. Kesinlikle ikna olmuş değildim. “Kimsin ve neredesin?” Sesim tamamen düşmanca çıkarken her an bir yerden saldırabilirmiş gibi tetikte bekliyordum.

 

“Ben ilk Koruyuculardan Elianthar.” Oldukça tandık gelen bu ismi nerden duyduğumu hatırlamak için birkaç saniye düşündüm. Kütüphanede Koruyucularla ilgili olan bir kitapta geçiyordu bu isim. Dediği gibi Elianthar’ın ilk Koruyuculardan olduğundan söz ediyordu. “Ama nasıl olur?” diye mırıldandım kendi kendime. Dışardan biri görse delirdiğimi düşünebilirdi. Duyduğum ama göremediğim birine karşı boşlukla konuşur gibiydim. “Ölmüş olmanız gerekirdi.” Yüzlerce yıl yaşayabilsek de Koruyucular da ölüyordu. Elianthar’ın ilk Koruyuculardan olduğu düşünülürse yaşaması imkansızdı. Ruhu öteki diyardan kaçmış da olmazdı. Tek mantıklı açıklama delirdiğimdi. “Elbette her canlı gibi ben de ölümü tattım ama ruhumun bir parçası hala bu dünyada.” “Nasıl?” “İstersen anlatmaya başlamadan önce bir yere otur.” Sesin sahibini görebilirmişim gibi etrafıma bakınarak kütüphanenin yolunu tuttum. Vardığımda Elianthar isminin geçtiği kitabı alıp masalarda birine oturdum. Sayfaları kısaca karıştırıp ismin yazdığı sayfayı buldum. İlk Koruyucuların isimleri listelenmişti ve aralarında Elianthar da vardı.

 

İsmin geçtiği satıra bakmaya devam ederken göremeyeceğimi bile bile etrafıma bakınıp “orda mısınız?” diye mırıldandım. “Elbette buradayım. Hazır mısın?” Başımı salladım ama sonra beni görüp görmediğini bilmediğimden sesli cevap vermeye yeltendim. Ben bir şey demeden konuşmaya başladığında gördüğü için mi yoksa sessiz kaldığım için mi konuşmaya başladığını kestiremedim. “Başlangıçta evrene kaos hakimdi. Bizler yaşamımız boyunca düzeni sağlamak için elimizden geleni yaptık ve bu süreçte her türlü zorlukla karşılaştık. Bizden sonraki nesil sağladığımız düzenin içine doğduklarından bizim bildiklerimizi ve gördüklerimizi görme şansları olmadı. Bildiğimiz her şeyi yeni nesle aktarmaya çalışsak da bu tamamen mümkün değildi. Düzenle birlikte gelmiş olmalarına rağmen bu düzen sonsuza dek süremezdi. Vakti geldiğinde düzen de denge de bozulmaya mahkumdu. Nelerle karşı karşıya kalacaklarını kimse bilemezdi. Bu yüzden ilk koruyucular olarak ruhlarımızdan küçük bir parçayı koparıp bu dünyada bıraktık. Böylelikle geride kalan ruhlarımız Koruyucularla iletişime geçip onlara rehberlik edebilecekti. Sana rehberlik etmek için de ben geldim.” Anlattıklarını kafamda ölçüp tartsam da pek bir yere varamıyordum. “Bunu bilmiyordum?” dedim sorar bir tonlamayla. Reyena olduğum zamanlarda da böyle bir şeye dair bilgim yoktu. “Koruyuculara dair çoğu şeyi kimseler bilmez. Bu da o sırlardan biri.” Koruyucuların oldukça gizemli olduğunu biliyordum. Hiçbir kaynakta bize dair çok fazla bilgi bulunmuyordu. Tüm bilgiler yüzeysel düzeydeydi.

 

“Neden bir sır?” derken sesimin sorgular bir tonlamayla çıkmasına engel olamamıştım. Bir ruhla konuşmak yeni bir deneyimdi ve doğal olarak şüphe ediyordum. İçimde bir yerlerde doğru söylediğini hissetsem de tedbiri elden bırakmak istemiyordum. Ne kadar çok konuşursa kendini ele verme ihtimali o kadar artardı. Tabi beni kandırmaya çalışıyorsa. “Çünkü bu Koruyucular arasında kıskançlığa yol açabilirdi. İletişime geçtiğimiz Koruyucular kendilerini diğerlerinden üstün sanabilirdi. Koruyucuların doğası ve iradesi diğer canlılarınkinden daha kuvvetli olsa da onların da hisleri var. Bu yüzden iletişime geçtiğimiz tüm Koruyucuların bunu bir sır olarak saklamasını istedik. Neyse ki korktuğumuz olmadı ve bu sır şimdiye dek güvenle saklanabildi.” Şüphe etmeme neden olacak tek bir kelime yoktu. Söyledikleri akla yatıyordu. Göremediğim biriyle konuşmak hala garip hissettirdiğinden gözlerimi yüksek raflarda, raflardaki çeşit çeşit kitapta öylesine gezdiriyordum. Ahşap ve yoğun kağıt kokusu ciğerlerimi tamamen sarmıştı. “Benim de bu sırrı saklamam gerekiyor mu?” diye sordum gözlerim sağ taraftaki rafta duran isimsiz kitaba takılırken. Gözlerimin değdiği her kitabı omurgasında ismi yazarken bunda yazmıyordu. Koyu kahve olan kitabın omurgası yıpranmış göründüğünden belki de yazıların silindiğini düşündüm.

 

“Bunu istemem gerekiyor.” Parmaklarımla masada ritim tutarken bu sırrı saklamayı kafamda tartıp düşünüyordum. “Şu anda tek Koruyucu benim. Bahsettiğiniz gibi bir durumun yaşanması mümkün değil.” Şu zamana kadar sorun çıkmamıştı ve ben var olan tek Koruyucuydum. Elianthar’dan birine bahsetsem bile bu sorun yaratmazdı. En azından öyle sanıyordum. “Şu anda tek Koruyucu sensin lakin bu durum değişecek. Çocukların olacak ve Koruyucuların soyu yeniden canlanacak.” Ritim tuttuğum parmaklarım donup kaldı. Mor irislerim irileşirken göğsümü saran baskı soluklarımı kesti. “Çocuklar mı?” Sesimde beklemediğim neşe tınıları vardı. O kadar çok şey yaşanmıştı ki çocuk yapmak aklımın ucundan bile geçmemişti ve şimdi Elianthar söyleyince zihnimde canlanan hayallere engel olamamıştım. Kulaklarımda gülüşen çocuk sesleri yankılanıyordu. “Kesin olarak bilmekten ziyade bir tahmin olarak söyledim. Koruyucuların soyunu canlandırmak için çocukların olması gerek.” Çocuk sesleri yok olup gitti. Hayallerim beyaz bir perdenin arkasına çekildi. Bir anlığına Elianthar’ın geleceği bildiğini sanmıştım. “Doğru.” Elbette soyumun canlanmasını istiyordum ama bunun için damızlık gibi kullanılmak kulağa hiç de hoş gelmiyordu. Neyse ki çocuklarım olacaksa bile Zahel’den olacaktı ve ondan bir düzine çocuk yapabilirdim. Tabi bir düzine lafın gelişiydi. Acaba Zahel bu konuda ne düşünüyordu? Baba olmak istiyor muydu?

 

“Eğer bu sırrı kendine saklamazsan kulaktan kulağa yayılabilir. Gelecekteki Koruyucular bundan haberdar olur.” Sesiyle daldığım hülyalardan sıyırılıp nasıl kıvrıldığını bilmediğim dudaklarımı düzelttim. “En azından Zahel’e söylesem? O bu sırrı saklayacaktır.” Zahel’in sır saklama konusunda ne denli başarılı olduğu kanıtlanmıştı. “Ölüm Tanrısının bunu bilmesi ona yarar sağlamayacaktır. Aynı şekilde bilmemesi de zarar getirmeyecektir.” Görüp görmediğini hala bilmesem de belli belirsiz başımı sallayıp sessiz kaldım. Ondan bir şeyler saklama fikri hiç hoşuma gitmemişti. “Yine de eşinden sır saklamak istemiyorsan ona Koruyuculuğunla ilgili gizlemen gereken bir şey olduğunu söyleyebilirsin. Ölüm Tanrısının sana anlayış göstereceğine eminim.” Bu fikri sevmiştim. Başımı salladım ve artık ben onu göremesem de Elianthar’ın beni gördüğü kanısına vardım. “Peki neden şimdi? Biliyor musunuz bilmiyorum ama benim Silva olmadan önce de bir hayatım oldu.” O zamanlar Elianthar’ın ya da başka bir Koruyucunun neden benimle iletişim kurmadığını merak ediyordum. Şayet o zaman bana ulaşsaydılar her şey farklı olabilirdi. Koruyucu olarak kendimi geliştirir, görevimin başına geçerdim.

 

“Biliyorum, seni o zamanlar da görmüştüm. Koruyucuların teker teker yok olmasıyla bizim de ruh parçalarımız zayıf düşmeye başladı. Benim durumum diğerlerine nazaran daha iyiydi. Seninle iletişim kurmayı denedim ama sen kendi doğanı baskılıyordun. Gücünü çok az kullanıyordun. Bu yüzden sana sesimi duyuramadım. Şimdi ise kendini baskılamıyorsun. Gücün hala zayıf ama kutsal yanın tamamen özgür. Bu sayede sana sesimi duyurabildim.” Başımı salladım ve bir an tereddüt ederek merak ettiklerimi sıraladım. “Neden intihar ettiğimi ve nasıl yeniden doğduğumu biliyor musunuz?” Sesini yeniden duyana kadar geçen sürede kalbim kasılmıştı. Ne duyacağım konusunda hiç fikrim yoktu ve belirsizlik gerilmeme neden oluyordu. Bilmemem daha mı iyi diye düşünsem de öğrenmem gerektiğini hissediyordum. “Ne yazık ki bilmiyorum. Sadece bir tahminim var.” “Nedir?” diye sordum merakla. “Seninle birlikte Koruyucular da tamamen yok olmuştu. Belki de doğal düzen Koruyucuların yok olmasını doğru bulmadığı için bir kez daha doğmana müsaade etmiştir.” Mantıklı olduğu kadar uzak geliyordu. Yine de elimdeki tek mantıklı açıklama buydu.

 

Dalgın vaziyette oturmaya devam ederken parmaklarımın arasındaki minik ışık topunu diğerlerinin arasına gönderdim. Kütüphaneye alacakaranlık çökmüştü. Yarattığımız birkaç düzine ışık topu tüm kütüphaneye yayılmış tavanı adeta yıldızlı gökyüzüne çevirmişti. Elianthar anlatacaklarını anlattıktan sonra sessizliğe bürünmüştü. Gidip gitmediğinden emin değildim. Ciğerlerimdeki havayı dudaklarımın arasından verirken “Elianthar burada mısınız?” diye seslendim. “Değildim ama bana seslendiğin an yanına geliyorum.” Merak ettiğim başka bir konuyu aydınlatmıştı ama asıl sormak istediğim başkaydı. “Zahel Kadim Kılıcı Konseyden almamı istiyor.” dedim. Birkaç saniye düşünüyormuş gibi sessiz kalırken biraz daha detay vermeye karar verdim. “Konsey Koruyucuları yok etti. Şimdi ben en zayıf halimdeyken kılıçla beni de yok etmeye çalışacaklarını düşünüyor.” “Konseydeki herkes değil ve Ölüm Tanrısı endişelerinde haklı. Kılıç en başından Koruyuculara aitti. Yani onu almak senin hakkın ve almalısın ama asıl mesele bu değil değil mi?” Değildi. Mesele sadece kılıcı alıp almamaktan ibaret olsaydı keşke. “Değil.” desem de devamını getirmeye dilim varmadı ve sustuklarımı Elianthar dile getirdi. “Ölüm Tanrısının teninde taşıdığı işaret yüzünden endişe duyduğun noktalar var. Kılıcı gerçekten senin güvenliğini mi düşünerek almanı istediğinden emin olamıyorsun.”

 

Başımı sallamakla yetindim. Bunu sesli olarak kabul etmek sanki gerçek olabilirmiş gibi hissettiriyordu, Zahel’e ihanet etmişim gibi hissettiriyordu. “Neden o işaretle doğduğunu bilmiyorum ama Şeytan yok edildi. Ölüm Tanrısı bedeninde Şeytanın ruhunu taşıyor olamaz. Kesin olarak emin olduğum bir şey varsa o da kılıcı sadece senin güvenliğin için almanı istiyor. Bundan hiç şüphen olmasın.” Bu duymak omuzlarımdan koca bir yük almıştı adeta. Ruhum şimdi çiçek bahçelerinde dolaşır gibi ferahtı. “Teşekkür ederim. Bunu duymaya ihtiyacım vardı.” “Gerçekler teşekkür gerektirmez. O herkesin hakkıdır.” Bilgece sözlerini zarif bir tebessümle kabul ettim. “Bir an önce güçlerim üzerinde çalışmaya başlamam gerekiyor.” “Bu konuda elimden geldiğince yardım edeceğim.” “O halde yarından itibaren çalışmaya başlayabiliriz.” Uzun süredir oturduğum sandalyeyi nihayet özgür bırakıp kapıya yöneldim. Çıkmadan önce bir kez daha Elianthar’e seslendim. “Konsey konusunda ne yapmalıyım?” Koruyuculara yaptıklarının bir bedeli olması gerekiyordu. “Hepsi suçlu değil ve suçlu olanların suçunu kanıtlayamadan bir şey yapamazsın. Kanıtlanamayan suça ceza kesilmez.” “O halde açık verecekleri anı kollamam gerek.” “Öyle.” Konuşmamızı sonlandırdığımızda kütüphanenin koridorunda yürümeye başladım. Akşam yemeği vakti yaklaşıyordu ama ondan önce Fenir’e hoş geldin demek ve Jieli’yi tehdit etmesiyle ilgili küçük bir konuşma yapmak istiyordum.

 

İç balkona doğru yürürken bir uçtan Jieli bir uçtan Nowa girdi görüş alanıma. Bense uzaktan onları izliyordum. Karşı karşıya geldiklerinde ikisi de birbirine yol vermek için yana doğru kaydılar ama yine karşı karşıya kaldılar. Birkaç kez daha deneseler de gidebilen olmadı. Karşı karşıya öylece kaldılar. Jieli gözlerini yerden ayırmadan öylece dururken Nowa hislerini belli etmemek için kendini tutuyordu. Yüzünde rahatsız ve kırgın bir ifade vardı. “Müsaade eder misin?” derken sesinde gizlemeye çalıştığı bir acı vardı. “Tabi. Affedersiniz efendim.” Kenara geçip kısa bir an Nowa’nın gitmesi için bekledi ancak Nowa yerinden kıpırdamayınca yürümeye başladı. Attığı ilk adımda Nowa kolunu yakalayınca durmak zorunda kaldı. Şimdi ikisi omuz hizasından birbirlerine bakıyordu. Nowa buz mavisi irislerini yüzünden ayırmazken Jieli bakışlarını yere indirmiş, bakmamak için özellikle çaba sarf ediyordu. “Senin efendin değilim. Bana böyle hitap etmemeni söylemiştim.” Jilei bakışlarını yerden çekmeden “üzgünüm.” diye mırıldandı. Bir an önce gitmek istiyordu, Nowa’ysa konuşmak istiyordu. “Müsaade ederseniz gitmem gerekiyor.” derken kolunu tutan elini ima ediyordu. Nowa umursamadan “neden?” dedi. “Neden bize bunu yapıyorsun?” İfadesi adeta canı yanıyormuş gibi bir hal almış, kaşları bükülmüştü.

 

Jieli nihayet başını kaldırdığında o nahif sesiyle “biz diye bir şey yok, hiç de olmadı.” dedi. Bunları duymayı beklemeyen Nowa’nın gözleri şaşkınlıkla irileşti. Ardından dişlerinin arasında “yalan söylüyorsun. Gözlerimin içine baka baka yalan söyleyebiliyorsun.” dedi. İfadesi öyle bir hal almıştı ki yaralı olup olmadığını görmek için kontrol etme isteği duyuyordum. Yaralıydı ama ne var ki kalp yarasına şifa yoktu. Jieli ayak direyip “size karşı hislerim olmadığını kabullenmek istemediğiniz için böyle diyorsunuz.” dedi. İnat ediyordu. Sevdiği adama karşı hisleri olmadığını öyle bir dile getiriyordu ki işin aslını bilmesem ona inanabilirdim. İnadı can yakıyordu. Kendinin de üzüldüğünü biliyordum ama bu durumda Nowa’nın neler hissettiğini tahmin bile edemiyordum. “Gerçekten yok mu?” Yüzündeki hayal kırıklığı nerdeyse somutlaşacaktı. Jieli inadından vazgeçmeyip keskin bir dille “yok.” dediğinde kolunu tutan parmaklar geri çekildi. Titreşen gözkapaklarını bir anlığına yuman Nowa açtığında buz mavisi irisleri acı ve hayal kırıklığıyla harmanlanmıştı. Yine de son bir umutla titreyen sesiyle “inanmıyorum.” dedi. Sesi cılız çıkmıştı. “İkna olmanız için ne yapmam gerekiyor?” Jieli’yi ilk defa bu denli inatçı görüyordum ve görmemiş olmayı dilerdim. Nowa yarım adım geri çekilip az önce sevdiği kadının tenine değen avcunu ona doğru uzattı.

 

Jieli kendisine uzatılan ele tereddütle bakarken Nowa tereddütsüz bir tonda konuştu. “Sana elimi son kez uzatıyorum. Eğer tutmazsan seni daha fazla rahatsız etmeyeceğim. Bugünden sonra da sen bana gelsen bile ben seni kabul etmeyeceğim.” Harelerim şaşkınlıkla irileşti. Tam olarak göremesem de Jieli’de de benzer bir ifade olduğuna emindim. Nowa’nın eline öylece bakakalmıştı. Ne yapacağını kestiremiyordum ama ne yapması gerektiğini biliyordum. O eli tutması gerekiyordu. Aksi halde Nowa dediğini yapmaya oldukça kararlı görünüyordu. Elini tutmazsa daha fazla ısrar etmeyeceği gibi Jieli’nin yollarını da tamamen tıkıyordu. Jieli ya o eli tutacak ya da her şeyi bitirecekti. İkimiz de beklentiyle ona bakıyorduk. Her geçen saniye Nowa’nın göğsü biraz daha hızlı alçalıp yükseliyordu.

 

Tutmadı.

 

Jieli sevdiği adamın elini tutmayıp arkasını dönüp gitti.

 

Nowa bomboş eliyle orda öylece kaldı. Kırgın gözlerle boş kalan avcuna bakarken kolu yana düştü. Gözlerini acısını dindirmek istercesine yumarken Jieli’nin tutmadığı elini yumruk yapıp göğsüne bastırdı. Gözlerini araladığında gözlerimiz buluştu. “Nowa.” Seslensem de aldırış etmeyip geniş adımlarla uzaklaştı. Bu iki aşığın sonu gibiydi. Öyle olmamasını umsam da Jieli o eli tutmamıştı ve Nowa sözünden dönecek gibi değildi.

Bölüm : 09.08.2025 22:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...