61. Bölüm

❄️Kaybolan Işık

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Yazar

“Baba”, Zahel gözlerini kapanan kapıdan çekip kardeşine koştu. Nihayet kendine gelen Azel’in doğrulması ve nerde, ne halde olduğunu algılayabilmesi dakikalar sürdü. Nihayet kendine geldiğinde ise sorduğu ilk şey “babam yaşıyor mu?” oldu. Bayılmadan önce de kendine geldiğinde de sorduğu şey aynıydı. Beklentiyle abisine bakıyor bir cevap vermesini istiyordu. Yarası nerdeyse hiç var olmamış gibi olduğundan gözleri capcanlıydı, tüm o solgunluğu da gitmişti. Zahel ayağa kalkıp pencereye doğru yürürken nasıl cevap vereceğini düşünüyordu. “Cevap ver abi. Babam yaşıyor mu?” Kardeşine döndü fakat gözlerine bakamadı. Başını bir kez salladı ve “yaşıyor.” dedi. Azel’in solukları hızlanmaya başladı. Yutkunuşu adem elmasını hareket ettirirken şiddetle aldığı soluklar burun deliklerinin genişlemesine neden oluyordu. “Yaşıyor!” dedi kaşlarını çatarak. “Yaşıyor ve sen bunu benden sakladın!” Hışımla ayağa kalkıp abisinin karşısına dikildiğinde sanki hiç yaralanmamış gibiydi ya da yoğun öfkesinden dolayı hiçbir şey hissetmiyordu. “Yaşıyor!” diye bağırdı suratına doğru sanki idrak etmeye çalışır gibi. “Benim babam yaşıyor ve sen bunu benden sakladın!” deyip abisinin yakasını sertçe kavradı.

Mesele buydu işte; o adam yalnızca Azel’in babasıydı, Zahel’e baba olmayı hiç istememişti. Şimdi oğlu abisinden babasının hesabını soruyordu. “Nasıl yaparsın?! Nasıl söylemezsin?! Onca yıl bunu benden nasıl saklarsın?!” Azel abisini yakasından sarsıp dursa da Zahel karşı koymuyor, tepki dahi vermiyordu. Azel babasını seviyordu. Öldüğünü sandığı yıllarda çok acı çekmiş, çok özlemişti. Öfkesinde haklıydı ve Zahel bunu anlıyordu fakat pişman da değildi. Yine olsa yine aynısı yapardı. “Cevap versene!” diye bağırdı hınçla. “Babam seni sevmiyorsa bile beni seviyordu, sen onu sevmiyorsan bile ben onu seviyordum bunu bana nasıl yaptın?!” Öfkesine yenik düşüp söyledikleri Zahel’i afallattı. Donup kalan hareleri kardeşinde takılı kaldı. Babası Zahel’i sevmiyordu. Zahel bunu biliyordu. Çünkü babası bizzat kendi ağzıyla onu sevmediğini dillendirip duruyordu. Annesi de dillendirirdi sevgisizliğini, baban da ben de seni sevmiyoruz derdi fakat kardeşi… O hiçbir zaman bu korkunç gerçeği abisinin suratına çarpmamıştı… bugüne kadar. Kardeşinin yarattığı enkazın altında kalmıştı Zahel fakat o bunun farkında değildi. Ne öfkesi diniyordu ne de abisinin yakasını bırakmaya niyeti vardı.

“Hadi ona acımadın bana da mı acımadın! Yetim olmama nasıl göz yumabildin?” Yetim… iki kardeşten yetim olan her zaman Zahel olmuştu. Azel babasını öldü bildiği için kendini yetim sanıyordu fakat Zahel yaşadığını bilmesine rağmen yetim hissediyordu. Sanmak ve hissetmek… Acaba kardeşi aradaki farkı anlayabiliyor muydu? Söylediklerine bakılırsa anlamıyordu. İtekleyerek yakasından çektiği ellerini hırsla saçlarının arasından geçirdi. İler geri hırsla yürürken “nerde?!” dedi. Sesini kısmaya niyeti yok gibiydi ya da bağırdığının farkında bile değildi. Koskoca odada gür ve öfkeli sesi rahatsız edici biçimde yankılanıp duruyordu. Nowa, Jieli, Valeria ve Kael iki kardeş arasındaki tartışmayı öylece seyrediyordu. Kael onları izlemesine rağmen görmekten uzak gibiydi. Dalgın harelerinden aklının burada olmadığı anlaşılıyordu. Nowa ise kıstığı gözlerini Azel’den çekmiyor, fırsatı olsa birkaç yumruk da onun suratına indirmek ister gibi bakıyordu. “Babam nerde?!” Zahel düşündü. Bunun için doğru zaman olup olmadığından emin değildi fakat kardeşi de sakinleşecek gibi durmuyordu. Alamadığı her cevapla öfkesi daha da büyüyordu. Bu gidişle olay çıkaracaktı ve Zahel’in bu sefer ona ayıracak vakti yoktu. Aslında… uğraşmak da istemiyordu. Bu kadar anlayışsız oluşu, abisini hiç tanımamış gibi herkesin içinde hesap soruşu, yakasına yapışması canını sıkmıştı.

Azel bir anda yakasına yapışıp sırtını duvara yapıştırdığında Nowa hareketlense de Zahel eliyle durmasını işaret etti ve üzerine karabulut gibi çöken kardeşin karnına yumruğunu geçirdi. Karnını tutarak geri çekildiğinde dudaklarından iniltiler dökülse de acı fazla yoğun değildi. Zira Zahel yarasına vurmamaya dikkat etmişti. “Gel!” bıçak kadar keskin bir tonda. “Seni babana götüreyim!” Azel afallamıştı. Ne olmasını beklediğini bilmiyordu fakat afallamıştı işte. Yine de doğruldu ve geniş adımlarla kapıya giden abisinin peşine takıldı. Zahel kapıyı açmadan önce “hazır olun.” dedi. “Karımı almaya gideceğiz.” Nerdeyse kırarcasına açtığı kapıdan çıktığında Azel de peşinden geliyordu. Koridorları aşarak dakikalarca ilerlediler. Bu sırada onları gören çalışanlar irkilerek sağa sola kaçışıyordu çünkü ifadeleri kırmızı görmüş boğadan farksızdı. Zindanlara inen merdivenlerin başına geldiklerinde “babamı zindana mı kapattın?” dedi Azel suçlayıcı bir tonda. Babasını zindana kapattığı için suratında suçlayıcı ve kınar bir ifade vardı. Sanki yaptığı yanlışmış gibi, sanki aslında kendisini zindana köpek gibi zincirleyip işkence eden babasını sarayın en şatafatlı odalarında ağırlaması gerekiyormuş gibi.

Zahel kardeşinin ifadesi karşısında yumruklarını sıktı. Cevap vermeyecekti. Kardeşi onu anlamıyorsa, anlamayı denemiyorsa vereceği cevapları da hak etmiyordu. Görmezden gelip hışımla merdivenleri inmeye devam etti. Loş ve ürkütücü koridorları hızla geçerken görevde olan muhafızlar onları selamlıyor, ruh halleri karşısında arkalarından kısa bir an olsa da bakıyorlardı. Sonunda demir bir kapının önünde durdular. Önünde herhangi bir nöbetçi yoktu. Azel kapıyı baştan aşağı süzdü ve öfkesinin etkisiyle yumruklarını sıktı. “Gerçekten yaptın mı?” dedi. “Babamı illetli bir yaratıkmış gibi buraya mı tıktın?!” Zahel derin bir soluk aldı çünkü kardeşine zarar vermek istemiyordu ve zehirli sözcükleri karşısında sakin kalmanın bir yolunu bulmalıydı. Azel bir kez daha baktı kapıya ve “parmaklık bile değil.” dedi inanamıyor gibi. “Kapı lan bu kapı! Hava geçirmez, ışık geçirmez kahrolası bir kapı bu!” Azel’in sözleri birer mızrağa dönüşüp Zahel’i vuruyordu fakat Zahel onun ne düşündüğünü bilmek istemiyordu. Kelimeleri bile bu denli zehirliyken kim bilir kafasının için nasıldı. Onu görmezden gelip avucunu kapının üzerine yerleştirdi ve gücünden bir parçayı oraya yönlendirdi. Kapıyı gücüyle mühürlemişti. Bu sayede yalnızca Zahel’e ve onun müsaadesi olanlara açılıyordu. Aksi halde onca yıl içinde meraklı gözler kapının ardını çoktan keşfetmiş olurdu.

Azel hayretler içerisinde abisinin kapıyı açmasını seyrederken “bir de mühürledin mi?!” diye çıkıştı. “Kapının ardında ne bulacağım?! Ölmemiş ama ölmekten de beter hale getirilmiş bir adam mı?!” Mühür kırıldı ve Zahel kapının soğuk, metal kolunu kavradı. “İnan”, dedi Zahel kapıyı açmadan kardeşine dönüp. “Babanın bana yaptıkları benim ona yaptığımın yanında bir hiç.” Kardeşinin sertçe yutkunduğunu ve irislerine korkunun yerleştiğini gördü. Karşılık olarak tek kelime daha etmeye cesaret edemedi. Kapı aralandı ve Azel titreyerek abisinin ardına geçti. Az önce işittiklerinden sonra ne bulacağını hayal bile edemiyordu. Babasının abisine yaptıklarını düşünüyor ve daha beterinin ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Daha beteri nasıl olabilirdi ki? Abisi babasına ne yapmış olabilirdi ki? Aralanan kapıdan sızan turuncumsu ışık huzmelerini gördüğünde göğsü sıkışmaya başladı. Nihayet kapı açılıp da abisi de içeri girdiğinde peşinden gidemedi. Kısa bir an hareket dahi edemedi ama sonunda elleri titremesin diye yumruk haline getirip içeri adım attı. Şimdi abisinin yanında durmuş kapının ardındaki yere bakıyordu.

İlk an gördüklerine inanamadı. Bayılıp kaldığını ve gördüklerinin rüya olduğunu sandı. Bir cehennem beklerken cennetle karşılaşmasının başka bir açıklaması olamazdı. Azel’in zihninde küçücük, pislik içinde, karanlık bir zindan canlanmıştı. Hiç ışığın olmadığı, kapkara duvarların çevrelediği, nemli, küflü ve zemini kan lekeleriyle kaplı bir yer hayal etmişti. Fakat girdikleri yerin bunlarla zerre alakası yoktu. Koskocaman bir odadaydılar. Sağ taraftaki duvarın nerdeyse tamamını kaplayan bir kitaplık vardı. Her raf tıka basa kitaplarla, parşömenlerle, defterlerle doluydu. Kitaplığın bittiği noktada başka bir kapı vardı ve muhtemelen banyo gibi bir yere açılıyordu. Tam karşılarında iki kişi için bile geniş sayılabilecek bir yatak vardı. Üzerindeki lacivert örtüler tertemiz görünüyordu. Yatağın sağında ve solunda komodinler, ön tarafında ise büyük, altın rengi, yuvarlak bir halı seriliydi. Girdikleri kapının solunda kalan duvarda gri renkte, geniş bir gardırop, gardıropla halı arasındaki alanda da yuvarlak bir masa ve etrafında dört sandalye vardı. Masanın üzerinde birkaç kitap, parşömen ve bir de tepsi duruyordu. Tepside de koca bir kase sütlaç duruyordu. Üzerindeki tarçının kokusu burunlarına çalınıyordu. Sütlaç babasının en sevdiği tatlıydı. Küçük dikdörtgen bir masa da sol taraftaki duvara sıfırlanmış halde duruyordu. Önünde tek sandalye vardı. Zindan olmaktan çok uzak olan bu yer belki de saraydaki odalardan bile daha güzeldi.

Azel henüz gördüklerini sindirememişken duyduğu sesle kaskatı kesildi. “Bu sefer çok daha uzun sürdü.” Bu tok ses babasına aitti. Hareleri sesin geldiği tarafa kaydığında babasının küçük çalışma masasından birkaç adım ötede ellerini arkasına bağlamış vaziyette durduğunu gördü. Arkası dönük olduğu için o Azel’i göremiyordu fakat Azel onu görüyor, hatırladığı gibi dimdik duran omuzlarına bakıyordu. Babası zincirlere vurulmamıştı, görünürde yarası yoktu, üstü başı da tertemizdi. Öyel ki bir mahkûma göre duruşu fazlasıyla dik, görünüşü fazlasıyla iyiydi. “Dışarı çıkabildiğin için şükretmelisin.” dedi abisi ve Azel hayretle ona baktı. Babasının dışarı çıkmasına izin veriyor muydu? Meşaleler ve mumlarla aydınlatılan bu yer ne kadar konforlu olursa olsun bir penceresi, pencereyi geçtim en ufacık deliği bile yoktu. Bu yer ne kadar konforlu ve gösterişli olursa olsun güneşi göremedikten sonra korkunç bir yere dönüşebilirdi fakat abisi… abisi babasının çıkmasına müsaade ediyordu. “Senin gibi bir canavara şükretmek mi?” dedi babası üstten bir tonlamayla. “Sonsuza dek işkence görmeyi yeğlerim.” Bu nefret tıpkı Azel’in hatırladığı gibiydi. Hiç azalmamıştı. “Güneşi görmek için bile olsa sana katlanmayı reddediyorum!” dedi ve devam etti. “Bu yerde çürüyecek olsam bile öleceğin günü iple çekiyorum. Fırsatım varken canını almak yerine işkence etmeyi seçtiğim için ne kadar pişman olduğumu bilemezsin.”

Arkasında birleştirdiği elleri yumruk halini aldı. Sırtı öfkesi ve nefretinin etkisiyle gerilmişti ve inatla arkasını dönmeyi reddediyordu. “Şu tatlıyı da göndermeyi bırak artık. Senden gelen hiçbir şeyi istemiyorum.” Azel’in gözleri masadaki tatlıya kaydı. Abisi hissiz bir ifadeyle kendisine nefret kusan babasına bakıyordu. Azel ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi. Yine ve yine aptallık etmişti. Onu anlamaya, oturup düşünmeye çalışmadan yakasına yapışmış, onu suçlamış, olmayacak laflar etmişti ve şimdi peşine hiç bırakmayan suçluluk bir kez daha yakasına yapışmıştı. “Bir gün buradan kurtulabileceğim ve seni kendi ellerimle öldürebileceğimi umut ettiğim için yemek yiyorum. Aksi halde asla ağzıma sürmezdim.” Abisi önce Azel’e ardından tekrar babasına baktı ve söyledikleri Azel’e büyük bir darbe indirdi. “Sana tıpkı senin gibi beni hiç anlamayan birini getirdim.” Babasının omuzları gerildi. Dönecekmiş gibi hareketlenirken Azel buz kesmişti. Abisi bakışlarını babasından usulca çekip kardeşine çevirdiğinde “oğlunu getirdim.” dedi ve arkasına bakmadan çıkıp gitti.

Demir kapı rafları titreten bir darbeyle kapandığında babası nihayet arkasını dönmüştü. Azel babasının nerdeyse hatırladığı gibi olan yüzüne bakarken ağlamak üzereydi. Hayır, babasını gördüğü için değil abisinin söyledikleri yüzünden. O sözler içine öyle bir oturmuştu ki ne nefes aldığını ne de kalbinin attığını hissediyordu. “Oğlum.” Eski Ölüm Tanrısı geniş adımlarla oğluna doğru yürürken Azel ona doğru bir adım atmadı. Olduğu yere çivilenmişti. Babasının kolları etrafını sardığında ancak dakikalar sonra o da babasına sarılabildi. Babası uzun zaman sonra gördüğü oğluna sıkı sıkı sarılıp alnından öperken ve özlemini dillendirirken Azel’in boğazına koca bir yumru oturmuştu. “Gel, gel şöyle oturalım.” Sabun kokusu hala yayılan çarşafların üzerine kendilerini bıraktılar. Azel babasının yüzüne bakarken beklediğinden çok daha iyi durumda olduğunu anladı. Siyah gözleri hala canlıydı, alnında ve göz çevresindeki birkaç kırışıklık dışında pek değişmemişti. Yüzü hala hatırladığı gibi sertti. “Nasıl oldu?” diye sordu babası kalın sesiyle. “O canavar seni bana nasıl getirdi?” Ne yazık ki Azel babasının sevincini paylaşamıyordu. Bakışları donuk, gözleri buğuluydu. Canavar kelimesi zihninde defalarca yankılanırken babasına, kaldığı yere ve az önce sertçe kapanan kapıya baktı.

“Baba”, sesi boğuk ve hırıltılı çıkmıştı. “Na-nasıl hayatta kaldın?” Eski ölüm tanrısının gülüşü huzuru kaçmış gibi soldu. Gözlerini oğlundan çekip demir kapıya dikti. “Ölmek üzereydim, artık tanrı değildim ve güçlerimin nerdeyse tamamı beni terk etmişti. Gece yarısına kadar hayatta kalmayı başarsam da kaçışım yok gibiydi. Öleceğimden emindim fakat sonra o canavar gelip tepeme dikildi. Sanki bir lütufmuş gibi benden aldığı güçlerle hayatta kalmamı sağladı. Sonra da beni buraya tıkıp yanıma bir yığın erzak bıraktı. Sonra da aylarca uğramadı. Ne yaptığını bilmiyordum fakat o canavarın diyarımda tanrı olarak yaşamasından nefret ediyordum. O zamandan beri buradayım.” Ayalarca babasının yanına uğramamıştı çünkü o zamanlar diyarı eski haline getirmeye uğraşmıştı. Azel’se ona destek olmak yerine mızmızlanıp durmuştu. “O canavar beni buraya tıktı! Ve evcil köpeğiymişim gibi keyfi isteyince dışarı çıkmamı sağlıyor.” deyip oğluna döndü. Ellerini omuzlarına yerleştirip “ondan kurtulmalıyız.” dediğinde Azel şaşkına döndü. Babası heyecan ve umutla yüzüne bakıyordu. “Sen yapabilirsin, onu öldürebilirsin. Bak-bak şu halime. Babana resmen köpek muamelesi yapıyor. Yaşamasına izin veremeyiz oğlum. Bir şekilde-bir şekilde onu yok etmelisin.”

Hızlı hızlı söyledikleri Azel’in kanının çekilmesine neden olmuştu. Kulaklarına inanamıyordu. Hışımla omuzlarındaki ellerinden kurtulup ayağa kalktığında abisinin girmeden önce ne demeye çalıştığını anladı ve kızgınlıkla kendisine afallamış gözlerle bakan babasına baktı. “Bu kadar mı körsün?!” dediğinde sesi duvarların arasında yankılandı. Ölüm Tanrısı kaşlarını merak ve şaşkınlıkla çatarak oğluna bakarken ne demeye çalıştığını anlamış görünmüyordu. “Bir canavar böyle olabilir mi?! Köpek muamelesiymiş.” deyip yüzünü buruşturdu. “Gayet rahat yaşamışsın burada hem de hiç hak etmemene rağmen!” Babası ayağa kalktı. Aradaki boy farkı yüzünden Azel’e üstten bakıyordu fakat bunu umursamadı. “Ne saçmalıyorsun?” “Abime yaptıklarından sonra gerçekten bir canavar olsaydı sana tüm bu lüksü sağlar mıydı?” Şimdi babasının da kaşları çatılmış öfke ona da sıçramıştı. “Lüks mü? Sen buna, lanet olasıca bir odaya tıkılıp kalmaya lüks mü diyorsun?! Kapana kısılmak nasıl bir şey sen biliyor musun?!” Biliyordu aslında çünkü bir hapishaneye o da tıkılmıştı zamanında. Yaptığı korkunç şeylerin bedeli olarak abisi onu yeraltına hapsetmek zorunda kalmıştı çünkü Azel tatlı dilden anlamıyordu. Abisi ne kadar anlatsa da o anlamamıştı. Ne var ki yeraltında da durum değişmemiş aksine Azel kinini bileyip durmuştu.

Abisinin onu canavarların olduğu bir yere tıktığını düşünerek nefretini daima canlı tutmuştu. Oysa kaldığı yerde işkence görmemiş, acı çekmemiş, canavarlardan uzakta olmuştu. Her türlü ihtiyacı gideriliyordu, yalnızca dışarı çıkmasına müsaade edilmiyordu. Çıktığı takdirde aynı hatalarını tekrar edeceğinden endişe ediyordu abisi. Nitekim endişesinde de haklı çıkmıştı. Azel oradan kurtulduğu anda abisini öldürmeye kalkmış, diyarı savaşa sürüklemişti. Şimdi babası özgür değilse, özgür olamıyorsa suçlu kendinden başkası değildi. Abisi buradan çıkmasına izin verse kim bilir neler yapardı. Oğlunu öldürmediği için pişman olduğunu söyleyen adamın özgür kaldığı takdirde rahat durması hiç olası değildi. “Kapana kısıldıysan bunun tek suçlusu sensin.” Ölüm tanrısı kaşlarını öyle bir çattı ki Azel bir anlığına ürperdiğini hissetti. Oğlundan bir adım uzaklaşan Ölüm Tanrısı ayıplar gibi başını ağı ağır sağa sola salladı. “O canavar beynini yıkadı demek.” “Sakın!” diye çıkıştı Azel parmağını babasına doğrultarak. “Benim abime bir daha sakın öyle söyleme.” Ölüm Tanrısı oğluna inanmaz gözlerle baktı. Sanki karşısındaki hatırladığı oğlu değilmiş gibi. “Ben neyse onu söylüyorum ama belli ki senin gözlerin kör olmuş. Hala… hala o canavara abi diyorsun.”

“Diyorum çünkü o benim abim canavar olsun ya da olmasın. Kör olan da ben değilim sensin.” Babası iğrenç bir şeye bakar gibi yüzünü buruşturdu. Tek oğlu o canavarı abisi olarak gördüğü için öfkeliydi ve öfkeyle aldığı soluklar burun deliklerini genişletiyordu. “Bedenindeki o işaret yüzünden abimi Şeytan ilan ederken ne düşünüyordun?” Babası cevap vermedi. Zaten Azel de bir cevap beklemiyordu. “Ya sonra? Oğlun Şeytan olmaktan çok uzak olmasına rağmen ne düşünüyordun?” Azel duraksayıp babasının suratına suçlayıcı bir ifadeyle baktı ve sorularına cevabı yine kendisi verdi. “Hiçbir şey! Hiçbir şey düşünmüyordun çünkü aptalın ve körün tekiydin. Sorgulama gereği duymadın, umurunda olmadı. Görebildiğin tek şey o işaret, duyabildiğin tek şey diğerlerinin neler söyledikleriydi. Hakkında suçlayıcı söylentiler dolandığı için Şeytanı cezalandırma adı altında abime eziyet etmeyi seçtin. İnsanların dediklerine kulak verdin ama abimin çığlıklarını duymazdan geldin, ne halde olduğunu görmek istemedin.” Azel’in boğazı düğümlenmişti. Maziyi hatırladıkça canı yanıyordu ve kendine daha çok kızıyordu. Abisine kıyamayan o çocuğa ne olduğunu merak ediyordu. Nasıl oldu da abisine gizlice portakal suyu götüren o çocuktan en ufak kırılmada abisine cephe alan bu adama dönüştüğünü anlamıyordu.

“Ama en kötüsü de ne biliyor musun? Bir baba olmana rağmen oğlunu görememiş olman. Nasıl olup da abimin masum olduğunu hissedemedin aklım almıyor.” Karşısında dikilen adamın yüzünde en ufak duygu belirtisi yoktu. Azel her an hüngür hüngür ağlayacak hale gelmişti fakat babasının katı yüreğinde hiçbir kıpırtı yok gibiydi. Azel ufak da olsa bir pişmanlık zerresi görmek istiyordu fakat babası yalnızca öfkeliydi. Oğlu hiç kabullenmediği diğer oğlunu savunduğu için kızgındı. “Şeytanın ruhunu saklayan bir kabuğa babalık edecek değildim. Benim kanımdan olduğunu düşünmek bile midemi bulandırırken…” “Değil işte!” diye bağırdı Azel ve bağırışı babasını afallattı. “Şeytanın kabuğu falan değil! Şeytanın hiçbir şeyi değil! Kör müsün?! Aptal mısın?! Nesin sen?!” Çıkışına karşılık babası “kes sesini!” diyerek kükrese de Azel’in umurunda değildi. “Abim neden o işarete sahip biliyor musun?” Ağlamamak için yutkunuyordu. Şimdi sırası değildi, sonra bir yerlere gidip istediği kadar ağlayabilirdi. Şimdi ise güçlü durmalı ve abisini savunmalıydı. Babasından cevap gelmedi. Zaten vereceği tek cevap da Şeytanın kabuğu olduğunu düşünmesi olacaktı çünkü başka bir neden aramamıştı hiçbir zaman. Azel’in en büyük öfkesi de bunaydı, hiç sorgulamadan en basit nedene öylece inanmışlardı.

“Çünkü o aslında mühürlüsünden taşıdığı bir iz.” Babasının şaşıracağını beklese de öyle olmadı. Gözlerini devirip dişlerini sıkarken “seni böyle mi kandırdı?” dedi. “Kimse beni kandırmadı. Ben her şeyi kendi gözlerimle gördüm. Şeytan gerçekten de yok edilmemişti ama ruhu abimin değil mühürlüsünün bedenindeydi. Saatler önce Şeytan abimin eşinin bedenini kontrolü altına aldı. Şu an hayattaysak bu mucizeden başka bir şey değil.” Bu sefer babasının gözlerinde şaşkınlık pırıltıları belirmişti. Yutkunuşu adem elmasını hareket ettirirken sırtını döndü. “İmkansız. Saçmalıktan başka bir şey değil bu.” İnanmak istemiyordu çünkü inanırsa üzerine binecek pişmanlığın altından kurtulamayacağını biliyordu. Keskin bir hamleyle oğluna döndü ve parmağını kapıya doğrultup “çık git!” dedi. “Abim masumdu. Ona yaptığın hiçbir şeyi hak etmiyordu, tıpkı senin bu refahı hak etmediğin gibi.” Keskin adımlarla kapının yolunu tuttuğunda babasının ardından kafa karışıklığı ve korkuyla baktığını biliyordu. Söylediklerinin gerçek olmasından ölesiye korkuyordu. Kapıya varmadan aniden durduğundan babasının gözlerine bakarak masada duran sütlaç kasesini aldı.

Çaldığı kapı dakikalar sonra açıldığında abisinin beklemek yerine uzaklaştığını anladı. Gözleri elinde tuttuğu sütlaç kasesine kaydığında “hak etmiyordu, senin yaşadıklarını hak etmediğin gibi.” dedi fakat abisi tepki vermedi.

❄️❄️❄️

Nowa’yla birlikte silah odasına gelen Kael gerginlikten yerinde duramıyordu. Kardeşinin nerde ve nasıl olduğunu merak ediyordu. En çok da onu bulduklarında ne olacağını. Ellerinde kayda değer hiçbir şey yoktu. Şeytanı bedeninden nasıl atacaklarını bilmiyorlardı, onu bulduğunda nasıl zapt edeceklerini bilmiyorlardı. Kael’ın kalbi korkudan saatlerdir deli gibi çarpıyordu. Kardeşini bu kadar zor bulmuşken bu kadar kolay kaybetmeyi reddediyordu. Nowa üzerine zırh geçirip kılıç ve hançerleri kuşanırken Kael yalnızca bir kılıç ve bir hançer almıştı yanına fakat eli öyle zor gitmişti ki… Ne yapacaktı bu silahlarla? Kardeşine mi zarar verecekti? Bunu yapabileceğini sanmıyordu yine de mantıklı olan yanı alması için onu zorlamıştı. Mecbur kalırsa kardeşini durdurmak zorunda kalacaktı. Ölümcül bir darbe indirmek söz konusu bile olamazdı ama en azından hareketlerini kısıtlaması gerekirse bunu yapacaktı. Ayaklı bir cephaneliğe dönüşen Nowa’ya bakarken tedirgin oluyordu. Üzerine aldığı onca silah gözüne epey uğursuz geliyordu. Onun da kendisi gibi düşündüğünü bilse de endişe duymadan edemiyordu.

Bakışlarını Nowa’dan çekip tepesinde sıkıca topladığı saçlarına bir toka daha geçirdi. O sırada gıcırdayarak açılan kapıya kaydı hareleri. Eşikte beliren Eckart’ın gözleri direkt Kael’ı buldu. Nowa’yı eğilerek selamladıktan sonra Kael’ın karşısına dikilen kadın hiç de neşeli görünmüyordu. “Seni arıyorum ve en umulmadık yerde ortaya çıkıyorsun heykelcik.” Ses tonundaki hoşnutsuzluktan epeydir Kael’ı aradığı anlaşılıyordu. “Üzgünüm.” “Olur mu?” dedi Eckart iğneleyici bir ifadeyle ve devam etti. “Asıl ben üzgünüm. Bir koruma olarak işimi doğru dürüst yapamadım. Bana güvenmediğin ve nereye gittiğini söylemediğin için suç bende.” Suçlulukla dolan Kael ne diyeceğini bilmiyordu. İkisine kısa bir bakış atan Nowa konuyu yalnız tartışmalarına izin vererek dışarı çıktığında Kael ne diyeceğini düşünüyordu. “Gerçekten üzgünüm Eckart, bağışla beni.” Eckart Kael’ı şöyle bir süzüp “nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Ne yazık ki Kael buna cevap vermezdi. “Söyleyemem.” Aldığı cevap Eckart’ın yüzünde şaşkınlık belirmesine neden. Hayal kırıklığına uğramıştı. Bir adım geri kaçtı.

“Yani bana güvenmiyorsun. Aylardır dip dibe yaşmış olmamıza rağmen hala bana güvenmiyorsun.” Sesindeki suçlama Kael’ı berbat hissettirse de yapabileceği bir şey yoktu. Meseleyi başkalarının öğrenmesi riskini göze alamazdı. Olanlar tapınağın kulağına ulaşırsa Silva’yı öldürmek için harekete geçerlerdi. “Mesele güven değil Eckart. Bu risk alamayacağım kadar önemli bir mesele.” “Burada risk ben oluyorum sanırım. Oradan bakınca haine ya da ispiyoncuya mı benziyorum? Sır tutmayı beceremez miyim sence?” Kael kesinlikle böyle düşünmüyordu fakat durum Eckart’ın böyle düşündüğünü sanmasına neden oluyordu. Kael ne yapacağını bilemeyerek dudaklarını birbirine bastırdı. Anlatmasa ona güvenmediğini düşünecekti fakat anlatırsa da risk almış olacaktı. Birileri onları dinleyebilirdi, Eckart meseleyi öğrendiğinde onlarla gelmek için inatlaşabilirdi. Hayatını tehlikeye atmasını istemiyordu. “Öyle düşünmediğimi biliyorsun.” Eckart ikna olacak gibi değildi. Tüm inatçılığıyla karşısında dikilmeye devam ediyordu ve ifadesinden cevaplar almadan tek bir adım atmayacağı anlaşılıyordu.

“O zaman neler olduğunu anlat.” dedi ısrarcı bir tonda. “Yapamam Eckart. İnan bana bu hepimizin iyiliği için.” Eckart kaşlarını çattı. Kıstığı bal rengi gözleriyle Kael’a bakarken tamamen hoşnutsuzca “başımın çaresine bakabilirim.” dedi. Kael bunu da biliyordu. Eckart’ın güçlü ve tuttuğunu koparan dik başlı yapısını gayet iyi biliyordu. Yine de kaburgalarının altındaki organ onu her an kırılacakmış gibi görmekten vazgeçmiyordu. Yaralanmak ya da birkaç darbe almak Eckart’ı sarsmazdı lakin Kael’ı altüst ederdi. “Biliyorum fakat tehlikeye girmeni göze alamam.” Yaptığı itiraf Kael’ı bir an afallatsa da dile getirdiği için memnundu. Onu anlamasını istiyordu, onun için değerli olduğunu, bu yüzden de anlatamayacağını anlasın istiyordu. Eckart bu sefer direkt karşılık veremedi. Ne diyeceğini önceden hazırlamış fakat duymayı beklediğinden bambaşka bir şey duymuş gibi kelimeler boğazında takılı kalmıştı. Sonunda biraz tereddütle ve kaşlarını merakla bükerek “benim için endişeleniyor musun?” diye sordu. Kael ise hiç düşünmeden “elbette endişeleniyorum.” dediğinde Eckart çenesini kaldırıp derin bir soluk aldı ve “peki benim de seni, senin beni düşündüğün kadar düşündüğümü biliyor musun?” dedi. Sesi bu sefer daha hassas çıkmış, inadı yerini Kael’ın idrak etmekte zorlandığı bir şeye bırakmıştı.

“Ya ben de senin tehlikeye girmeni göze alamıyorsam.” Kael’ın kalbi kaburgalarına şiddet uyguluyordu. Baktığı bal rengi gözler onu içine çekip duruyordu. Solukları düzensizleşirken kalbi ve mantığının girdiği savaşı mantığı kazandı ve ciddiyetini korumaya çalışarak “inan ilgin beni çok mutlu etti ama dediğim gibi riske girmene izin veremem.” dedi. Eckart’ın artık ikna olmasını istiyordu. Beklediği gibi de oldu. Kabullenmeyle omuzlarını düşüren Eckart “madem öyle gitmeden önce…” deyip Kael’a yaklaştı. Bal rengi gözlerinde yoğun bir ifadeyle suratını suratına yaklaştırırken Kael’ın hareleri irileşti. Anın gerçekliğini sorgularken Eckart’ın ılık nefesini dudaklarında hissettiğinde memnuniyetle gözlerini kapadı. Bir an sonra bileğinde hissettiği soğuklukla telaşla gözlerini açtı. Kendi bileğinden Eckart’ın bileğine uzanan kelepçeye şaşkın gözlerle bakarken tek kelime edemedi. Az önce bu kurnaz kadın onu oyuna getirmişti ve Kael’in bile emin olamadığı gerçeği ifşalamıştı. Dudaklarına zafer kazanmışçasına bir gülümseme yerleştiren Eckart “artık ya anlatırsın ya da nereye gidiyorsan beraber gideriz.” Kael’ın mantığının devreye girmesi zaman aldı. Az önceki anın büyüsünden çıkması pek kolay olmamıştı. Tabi aynısı Eckart için söylenemezdi. O gayet rahat görünüyordu.

“Ya da gücümü kullanarak kelepçeyi kırabilirim.” Eckart’ın yüzünde bu ihtimali düşünmemiş olacak ki kısa bir telaş belirdi fakat hemen sonra omuzlarını dikleştirip “ya kelepçeyi parçalayayım derken bileğime zarar verirsen?” dedi. Kael’ın zaafına oynuyordu. Acaba kendisinin Kael’ın zaafına dönüştüğünün farkında olarak mı yapıyordu bunu? Bir süre düşünen Kael riske girmemeye karar verdi ve gücünü etraflarına bir kubbe örmek için kullandıktan sonra olanları Eckart’a anlattı. Bal rengi gözlerinde beliren her duyguyu dikkatle incelerken anlatmayı bitirdiğinde Eckart kelepçeyi çıkardı. “Ben de geliyorum.” Kael bir an karşı çıkmayı düşündü fakat işe yaramayacağının farkındaydı artık. Eckart muhakkak bir yolunu bulup peşlerine takılırdı. “Teşekkür ederim bana güvendiğin için.” dediğinde Kael’ın gözlerinde hayret belirdi. Teşekkür ve özür Eckart’tan duymaya alışık olmadığı sözlerdi. Tam bir şey söylemek için dudaklarını araladığı sırada Eckart’ın uzanıp yanağını öpmesiyle tüm sözcükler aklından uçup gitti. Geri çekilen ve harelerinde alışılmadık bir ışıltı olan Eckart “bu da seni kandırdığım için özür gibi bir şey olsun.” dedi. Teşekkür etmişti fakat hiçbir zaman özür dilerim demeyecekti anlaşılan. Kael yanağında hala dudaklarının sıcaklığını hissederken gülümsedi.

❄️❄️❄️

Yer altı kapısının önünde duran Şeytan memnuniyetle gülümsedi. Açık, toprak alanda mutlak bir sessizlik hakimdi. Kapıların olduğu yakın çevrede tek bir ot dahi bitmiyordu. Somut olmaktan çok uzak olan kapı açıklığın tam ortasında duruyordu. Kemer şeklindeki, kapkara bir girdaptan ibaretti kapı. Ona doğru adım atanı kara delik gibi içine çekebilecek gibi duruyordu fakat öyle değildi. Ölüm Tanrısının mührü giriş ve çıkışları engelliyordu. Biraz sonra parçalara ayrılacak olan mührü. Şeytan gülümsedi ve Küçük Ruhun çığlıklarını görmezden gelerek müritlerini serbest bırakmak üzere kapıya yaklaştı.

 

 

 

Bölüm : 08.12.2025 23:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...