60. Bölüm

❄️Kıyametin Başlangıcı

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Uzun bir aradan sonra yeniden beraberiz. Beklediğimden birazcık daha geç döndüğüm için iki bölüm atayım dedim. Biri normalden biraz daha uzun bir bölüm, diğeri de birazcık kısa bir bölüm. Umarım beğenirsiniz. Hepinize keyifli okumalar.

Silva

Kendi bedenimin duvarları üstüme üstüme gelirken zaman ruhum için donup kalmıştı. Buzdan bir çölün ortasında öylece duruyordum. Nefes almıyordum, kalbimin atışları yoğun sessizlikte yankılanmıyordu. Sonra… hissetmesem dahi ayaklarımın altında olan o zeminde bir çatlak oluştu. Çatlak büyüdü, buzdan çölde kulak tırmalayan bir sesle yayılmaya devam etti. Dünya başıma yıkılmak üzereyken kirpiğimi dahi oynatmıyordum. Zemin ayaklarımın altında parçalara ayrılırken tamamen hissizdim. Ne olacağı umurumda değildi. Düşmek, boğulmak, donmak… Başıma gelecek hiçbir şeyi umursamıyordum. Göğsümde, ruhumu saran buzdan çölü anında yok edecek bir yangın vardı. Donuyordum, donduğum kadar yanıyor, yandığım kadar buz kesiyordum.

Öylece yok olmak istiyordum. Rüzgârın savurduğu ve akıbeti belirsiz kar tanelerinden biri olmayı arzuluyordum. Yangından geriye kalan küllere karışıp savrulup gitmek istiyordum. Ruhumdan kavurucu ve dondurucu yaşlar dökülürken üzerinde durduğum zemin gürültüyle patladı. Artık ayaklarımı basacağım, nefes alacağım bir dünyam yoktu. Buz gibi suda boğuluyordum. Nefes almak için çabalamıyor, kurtulmayı istemiyordum. Şeytanın ruhuna ev sahipliği yapan o bedeni istemiyordum, onun ruhuyla birlikte yaşayan ruhumu da istemiyordum. Bu kahrolası hayatı istemiyordum. Katlanamıyordum, katlanılacak gibi değildi. Sanki çaresizlik ete kemiğe bürünmüş de ruhumu zincire vurmuştu. O zincirler soluğumu kesip atsın istiyordum. Ben ölmek değil hiç var olmamış olmayı istiyordum. Hiç doğmamış olmayı diliyordum.

Keşke hiç doğmasaydım.

Keşke annem beni doğurmak için onca acıya katlanmamış olsaydı, keşke hiç büyümemiş olsaydım. Keşke Zahel’in sevdiği kadın olmasaydım, keşke lanet olasıca kader onu benimle cezalandırmasaydı. O kadar çok keşke çığlık atıyordu ki kafamın içimde hangi biri için kahrolacağımı şaşıyordum. En çok Zahel benimle tanışma şanssızlığına düştüğü için parçalanıyordu ruhum. Bana hayatımın en mutlu zamanlarını yaşatmışken ona ızdıraptan başka bir şey vermemiştim. Daha doğmadan hayatını cehenneme çevirmiş, aşkını yıllar süren bir işkenceye çevirmiştim. Bedenimin iplerini eline alan Şeytan benim kötülüğümün yanında melek kalıyordu. Ve şimdi kara talih getiren ruhum derinlere çekilmiş yıllardır vaktini bekleyen Şeytan gün yüzüne çıkmıştı. Küçücük ruhumda kıyametler koparken dudaklarımın uğursuz bir sırıtışla kıvrıldığını hissettim. Şeytanın nihayet özgür kalmasından aldığı hazzı hissediyordum ve midem bulanıyordu. Karşı koymalıydım, karşı koymam gerekiyordu fakat öylesine çaresiz ve iğrenç hissediyordum ki yapamıyordum. Bir top gibi kıvrılmış zihnimin derinliklerine, karanlık köşelerine sinmiş sessizce ağlıyordum. Aslında korkuyordum. Korkumdan karşı koyamıyordum. Olur da bedenime hükmedebilirsem yüzlerine, yüzüne nasıl bakardım. Ben kendimden tiksinirken gözlerine nasıl bakardım. Üstelik o gözler her şeye rağmen gözlerime aşkla bakarken.

Hayır, yapamazdım. Bu karanlık köşede kalmaya devam edecektim. Şeytanı salmak kötülüktü lakin ben de zaten kötüydüm. Haneme bir günah daha yazılsa ne çıkardı ki? Gözlerim karşımdaki üçlüyü aşağılayıcı bir tavırla süzerken bir an önce çekip gitmelerini istiyordum. Öyle çok korkuyordum ki bir şey yapacak diye ruhum sindiği yerde zangır zangır titriyordu. Onlara bir şey olacak diye korkuyor fakat karşı koymayacak kadar utanıyordum. Azel’in acıyla kasılan yüzü iyiden iyiye solmaya başlamıştı. Elini kanayan yarasına bastırırken Valeria’nın desteğiyle ayakta durabiliyordu. Şaşkına dönen gözleri abisiyle benim aramda gidip duruyordu. Duyduklarını idrak edebildiğinden emin değildim. Hala üzerimde olan harelerinde şüphe ışıltıları vardı. Baktığı kişinin hala ben olup olmadığımı ve az önce duyduklarının doğru olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Acıdan ve muhtemelen öfkeden çattığı kaşları alnındaki çizgilerin belirginleşmesine neden olmuştu. Öfkeden titreyen dudakları kurumuş, rengi solmuştu. Valeria tek eliyle pelerininin iplerini çözerken Azel epey ağır olacak ki zarif dudaklarını sıkıyordu. Omuzlarından kurtardığı pelerini gelişigüzel avucunda top haline getirip Azel’in yarasına uzattı. İttiği elinin yerine pelerini bastırdığında kısa bir an inleyen Azel kanlı elini Valeria’nın elinin üstüne koydu. Bu halde burada daha fazla durması iyi değildi lakin gitmemekte inat edip duruyordu.

Harelerimin ağır ağır Zahel’e doğru kaydığını hissettiğimde gözlerimi yumabilmek için direndim fakat sindiğim yerde izlemekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Sevdiğim adam gözlerime keder ve öfkeyle bakıyordu. Kederi artık olmayışımdan öfkesi gidişime neden olan Şeytan’ın varlığındandı. Yine de yıldızsız bir göğü andıran gözlerinde başka bir şeylerin emaresi de vardı. Kıyamıyor gibi bakıyordu. Sevdiği ruhun bedeni işgal edilmiş olmasına rağmen kıyamıyor gibi bakıyordu. Bakmasın istedim, bana öyle bakmasın istedim. Hayatını cehenneme çevirmişken ruhumun kabuğuna bile kıyamayışı çok ağırdı. Ben onu hak etkimiyordum, o da benimle lanetlenmeyi hak etmiyordu. Artık bana ait olmayan gözlere benden izler bulabilme umuduyla bakıyordu. Onca şeye rağmen beni umut edebiliyordu. Onun sevgisi, onun umudu, onun bana kıyamayışı beni mahvediyordu.

Dişlerini sıkmaktan çenesi gerilmiş, huzursuzca çattığı kaşları alnında belli belirsiz çizgiler oluşturmuş, dağılan saçları alnına dökülmüştü. Suratımdaki küçümser ifadeyle ona bakarken yüzümden nefret ettim. Kulak tırmalayan sessizlikte tek ses Azel’in hırıltı soluklarıyken ne olacağını kestirmek zordu. Aklımı kaçıracaktım. Nowa ve Jieli’ye ne olduğunu deli gibi merak ediyor, buradakilere zarar vereceğim diye aklım çıkıyordu. Ürpertici sessizliği bozan ben oldum. Sesim bana öylesine yabancı gelmişti ki konuşanın ben olduğunu fark etmem zaman aldı. Naif sesim sanki kötücül bir ton almıştı. “Uzun zaman sonra seni yeniden görmek ne hoş Küçük Tanrı.” Bana bile yabancı gelen sesim artık üçündeki tüm şüpheleri silip atmıştı. Baktıkları kişi ben değildim. Valeria’nın gözleri korkuyla irileşip istemsizce geri adım attığında hareketi Azel’in dudaklarından bir inilti kaçmasına neden oldu. Şaşkın ve ürkmüş vaziyette Azel’e odaklanıp yarasını kontrol ederken ne yapacağını bilmez halde etrafına bakınıyordu. “Bırak onu!” Sert sesine karşılık Şeytan dudaklarımı kıvırdı. Bedenime hükmetmesi midemi bulandırıyordu.

“İnan bana Küçük Tanrı bu kahrolası yaratığın bedeninde olmaktan en az senin kadar rahatsızım fakat biliyorsun ya onun ataları bedenimi yok etti.” Şeytanın da bedenimde olmaktan benim kadar rahatsız olduğunu duyduğuma sevinmeli miydim emin değildim. Onun bedenini atalarım yok etmişti ve ruhu şimdi benim bedenimdeydi. Kaderden de oyunlarından da bir kez daha nefret ettim. Gözlerim sinsi bir ifadeyle yaralı Azel’e kaydı, ardından dudaklarım Şeytanın cümlelerini dökmek için bir kez daha hareketlendi. “Kardeşin merak ediyordur.” dediğinde Azel gözlerini bizden tarafa çevirirken Zahel’in kaşları daha da çatıldı. Azel bir bana bir abisine bakarken neyden bahsedildiğini anlamaya daha doğrusu hatırlamaya çalışıyordu. Öyle kaotik bir durumdaydık ki birkaç dakika önce babasının yaşayıp yaşamadığını sorduğumu hatırlamıyordu. Sessizliğin içinde Azel’in gözleri mekik dokurken hareleri en son abisinde donakaldı. Nihayet hatırlamış olacak ki şaşkınlıktan Valeria’nın elinin üzerindeki eli gevşeyip boşluğa düştü. Gözbebekleri irileşmişti ve titreyen dudakları babasını soracağını ele veriyordu. Zahel’in çatılan kaşları düzelmiş çehresinde endişeli bir ifade belirmişti. Sertçe yutkunduğunda adem elmasının hareket edişini gördüm. Kardeşinden gözlerini kaçırdığında Şeytanın yarattığı kaostan aldığı zevki hissettim.

Azel’in sesi “babam yaşıyor mu?” derken duyacağı cevaptan korkar gibi titremişti. Gözlerini kaçırdı. Dudaklarını cevap vermek istemiyor gibi sıkarken kardeşinin ısrarcı bakışları üzerinden çekilmiyordu. Aslında Zahel sorunun cevabını bana vermişti, Azel de duymuştu fakat inanmam istemiyor gibiydi. Kafasından neler geçtiğini tahmin edemiyordum ama içten içte gerçeği bilmesine rağmen hayır cevabını duymak istiyordu. Hayatı boyunca babasını ölü bilmişken aksinin öğrenmenin yıkımı altında ezilmek istemiyordu. Hareleri nerdeyse yalvarırcasına Zahel’e bakarken sessizlik boğucu bir hal almaya başlamıştı. Herkes gergin ve rahatsızdı. Tüm bu karmaşadan zevk alan sadece Şeytandı ve duyduğu haz bedenimi şekillendiriyor, dudaklarım keyifle kıvrılıyordu. Kim kendi bedeninden nefret ederdi ki? Ben ediyordum, kontrolüm dışında olan bu bedeni yok etmek istiyordum. Azel şimdi korku içinde abisinden gelecek yanıtı bekliyorsa sebebi bendim. İki kardeşin yetim kalmasına sebep olan benden başkası değildi. Üstelik bunda suçlu yalnızca bendim, benim bencilliğim ve aptallığımdı. Kolaya kaçıp intihar etmeseydim Zahel beni geri döndürmek için babasını öldürmek zorunda kalmazdı.

Korkunç… korkunç bir hata yapmıştım. Ölümün çözüm olacağını sanmam aptalcaydı. Her şeyi daha beter hale getirmiştim. Zahel’i yıllar süren bir acıyla yalnız bırakmıştım, ondan ve Azel’den babalarını almıştım. Beklenti dolu sessizliği tok bir ses böldüğünde Zahel başını hızla kardeşine çevirdi. “Hey, hey öleyim deme sakın.” diyen Valeria’nın sesi kulaklarıma ulaştığında başımı sinir bozucu bir yavaşlıkla ona doğru kaydırdım. Yaralı halde dakikalardır ayakta duran Azel külçe gibi yere yığılmış Valeria’nın gücü onu tutmaya yetmemişti. Bilincinin ufak kırıntılarına tutunmaya çabalarken gözkapakları güçlükle açılıp kapanıyordu. Anında kardeşine koşan Zahel dizelerinin üzerine çöküp başını kucağına aldı. Endişeyle yoğunlaşan gözleri kardeşinin solgun yüzünde gezinirken adını fısıldıyor, uyanık kalması için yalvarıyordu. “Sen de gidersen ne yaparım ben?” Titreyen sesini duymak ruhumu mengene gibi sıkıyordu. “Ne kadar da duygusal değil mi Küçük Ruh?” Şeytanın kafamın içindeki uğursuz sesine karşılık vermedim. Sessizliğim onu daha da eğlendirmiş gibi alayla burnunda güldü. “Reyena’yken bu kadar sessiz değildin.” Ruhum başını öne eğdi.

Reyena’yken bu kadar sessiz değildim çünkü sebep olduğum cehennemin farkında değildim. İzole yaşadığım hayatımda bildiğim tek şey Zahel’den hoşnut olmayan insanların olduğuydu ki bu da pek de anormal gelmemişti. Her tanrı herkes tarafından sevilmiyordu. Bazen bazıları nefret besleyebiliyordu. İşaret meselesi de kulağıma çalınmıştı fakat diğerleri gibi önyargıyla yaklaşmamıştım hiçbir zaman. Zaten işaretin neye benzediği hakkında fikrim de yoktu. Uğursuz olduğuna inanıldığı için kimse işareti resmetmiyor ve işarete benzeyen her şeyi de yok ediyordu. Öğrenmek için fazladan çaba sarf etmemiştim hiçbir zaman. Dedikodulara ve saçma safsatalara dayanarak Ölüm Tanrısını yargılamamaya karar vermiştim. Nitekim Zahel karşıma Aren olarak çıktığında da yanılmadığımı anlamıştım. Duyduğum her şeyin yersiz olduğunu ve önyargıdan kaynaklandığını düşünüyordum. İşaret saçmalığıysa tamamen insanların uydurmasıydı. Çünkü Zahel yanıma her gelişinde işareti de mührü de gücüyle gizliyordu. Mührü fark etmediğimi sanıyordu fakat hissedebiliyordum. O yoğun ve farklı enerjiyi hissetmemem mümkün değildi. Şeytanın işaretini ise hiç fark edememiştim çünkü ona aşinaydım zaten. Yadırgayacağım hiçbir şey olmamıştı. Asıl işaretin bende olduğunu öğrendiğimde ise artık her şey için çok geçti.

Asıl gerçek gün yüzüne çıktığında Zahel’in ensesindeki işareti de görmüştüm. Fakat o zamanlar yalnızca benim yüzümden kendi halkının ondan nefret ettiğini sanıyordum. Yaşadığı diğer şeylerden haberim yoktu. O zaman bu kadar büyük değildi utancım ve canla başla savaşmıştım. Bedenimin kontrolünü kaybetmemek için çok direnmiştim. Ne yazık ki çabalarım bir noktada işe yaramaz hale gelmiş Şeytan hiç zorlanmadan bedenime hükmedebilmeye başlamıştı. İntihar benim için son seçenekten de öteydi fakat olmamıştı. Ne yaparsam yapayım bir canavara dönüşmekten kaçamamıştım. Tek başarım Şeytanın müritlerini salacak kadar bedenimi kontrol etmesini önlemekti.

Yine de kontrolün onda olduğu zamanlarda yaptıklarına katlanamıyordum. Bedenim için verdiğimiz mücadele artık katlanamadığım bir noktaya geldiğinde hayatımı bedenimden söküp atmıştım. Gerçeği öğrenmemle geri dönen anılarım küçücük kalan ruhuma ızdırap veriyordu. Hala hatırlamadığım eksik parçalar vardı fakat hatırlamak da istemiyordum. Öğrendiklerimin altından kalkamazken daha fazlasını bilmeyi kaldıramazdım.

Şeytanın iğnelemesine aldırış etmeyip sessiz kalmaya devam ettim. Zahel şuurunu kaybetmek üzere olan kardeşini kucaklamış tereddütlü gözleri bedenime takılmıştı. Valeria endişeli gözlerle bir Azel’e bir bana bakarken onlara tüm bunlardan keyif alıyormuşum gibi bir yüzle bakıyor olmak içimi parçalıyordu. Gitmeleri gerekiyordu. Azel için gitmeleri gerekiyordu fakat Zahel gözlerime beni geride bırakıp gitme fikrine katlanamıyor gibi bakıyordu. Yabancı fakat bir o kadar da tanıdık gelen yoğun bir güç dalgası damarlarımda usulca gezinmeye başladı. Sonraki saniye bedenimi sandalyeye bağlayan ip paramparça halde zemini boylamıştı. Usulca ayağa kalktığımda Zahel ve Valeria bir adım geri çekildi. Benden korkuyorlardı. Korku ruhuma dikenli sarmaşıklar gibi dolanmaya başladığında sindiğim kuytu köşeden çıktım. Olabilecekler ödümü kopartıyordu. Bedenimde gezinen güç çok yoğundu. Öyle ki damlarım patlayabilirmiş gibi geliyordu. Şeytan basit bir hareketiyle üçünü de benden koparır diye aklım çıkıyordu. Ruhum zifiri karanlıkta koşmaya başladı. Çıkmam gerekiyordu, çıkmalıydım. Utanç beni zincire vuruyorsa sevdiklerimi kaybetme korkusu da o zincirleri kırıyordu.

Zifiri karanlıkta görünmez bir bariyere çarptığımda darbenin etkisiyle ruhum sarsıldı. Kalktım, görünmez duvarı yumruklamaya başladım ama ne kadar çabalarsam çabalayayım fayda etmiyordu. Şeytan ruhumu bedenime ulaşamayacağım kadar dibe fırlatıp artmıştı. “Babam yaşıyor mu?” Azel’in hırıltılı sesiyle harelerim ona kaydı. Nerdeyse bayılacak olmasına rağmen hala bir cevap bekliyordu. Dudağımın kenarının alay ve küçümsemeyle kıvrıldığını hissettim. “Kardeşine hesap vermen gerekiyor Küçük Tanrı.” deyip bir adım geriledim ve elimi çıkışa doğru uzattım. “O yüzden bu seferlik gitmenize izin veriyorum. Kıyametin başlangıcından önce hayatın tadını çıkarın.” Zahel son kez gözlerime bakıp arkasına bir kez bile bakmadan mağaranın girişinde gözden kayboldu. Şimdi olduğundan daha soğuk ve ıssız gelen mağarada bedenimi ele geçiren Şeytanla bir başımaydım. Yanımda bu uğursuz varlıktan başka kimse yoktu. Şeytanla bir başıma kalmaktansa bir başıma kalmayı yeğlerdim. Yalnız kalmak istemeyecek kadar korkuyordum fakat yalnız kalmak isteyecek kadar da çaresizdim.

Yanımda zarar verebileceğim kimse olmadığı için sevinmeli mi yoksa yardım edecek kimse olmadığı için korkmalı mıydım bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum. Üzerime binen onca ızdırapla ortada kalakalmıştım. Zahel’e yaşattıklarım, Ragaz ve Jieli’ye yaşattıklarım, Azel’in yetim kalmasına sebep oluşum, boş yere feda ettiğim hayatım ve yaptıklarımın korkunç anılarıyla baş başaydım. Ruhum azap içinde kıvranırken çabalamak öyle zor geliyordu ki boğulduğumu hissediyordum. Nefes almak için çabalamak bile gelmiyordu içimden. Zihnime üşüşen anılar, hançer gibi ruhuma saplanan gerçekler ve neler olacağının belirsizliği patlayacak gibi hissettiriyordu. Azel, Nowa ve Jieli’nin nasıl olduğunu merak ediyordum. İkizimin ne halde olduğunu merak ediyordum ve en önemlisi artık özgür kalan Şeytanın bedenimle ne yapacağını merak ediyordum. Ellerim bir aileyi daha hayattan koparırsa buna dayanabilir miyim bilmiyordum. “Merak etme Küçük Ruh ilk işim öldürmek olmayacak.” Kahrolası yaratığın bir lütuf sunar gibi söyledikleri kahretsin ki bir lütuf gibiydi. Ellerimin kana bulanmasına dayanamazdım ki. “Önce yeraltı kapılarını yok edeceğiz.” Biz demesinden nefret ederek bedenimle arama ördüğü görünmez duvarı tekmeledim. “Memnun olmadın mı Küçük Ruh?” derken halimden aldığı şeytani haz yüzümü buruşturmama neden oldu.

Resmen alay ediyor, küçümsüyordu. Bedenim elinde oyuncağa dönmüştü. “Bu ellerle…” deyip ellerimi göz hizama getirip yeni bir şey inceler gibi alayla inceledi. “Diyarı korumak için çalışan bu ellerle diyara kıyameti getireceğim. İşe de önce mühürlünün yeraltında tuttuğu şeytanlarla başlayacağım.” Gidip ellerimle cinayet işlemeyecekti ama ellerimle onlarca ruhu yok edecek müritlerini, korumak için didindiğim diyarıma salacaktı. Öfke ruhumun her köşesinde fokurdamaya başlarken olağanca kuvvetimle görünmez duvara darbe indirmeye başladım. Her darbemle duvar titreşse de gücünden bir şey kaybetmiyordu. “Seni yok edeceğim! Kahrolası atalarımın yapamadığını ben yapacağım! İğrenç varlığını silip atacağım!” Haykırışım ses tellerimin sızlamasına neden olsa da umursamadım. Öyle öfkeliydim ki bütün diyarı kandıran atalarımın hepsinden nefret ediyordum. Hayatımı feda etmeme rağmen yok olmayan Şeytandan nefret ediyordum, bu uğursuz varlığın ruhunun tutunduğu kişi olduğum için kaderden nefret ediyordum, bir kurtuluş yolu bilmediğim için kendimden de nefret ediyordum. Ve benden gizlediği her şey için Zahel’e de öfke doluydum.

“Nefretin benimki kadar büyük değil İğrenç Ruh!” Şeytani alaycılığı yerini ürpertici bir öfkeye bıraktığında irkilerek bir an duraksasam da kaşlarımı çatmaya, nefretim ve öfkemin ruhuma yansımasına izin verdim. “Beni hapseden iğrenç yaratıklardan birisin ve intihar ederek az kalsın beni de yok ediyordun! Bunu karşılıksız bırakır mıyım sanıyorsun?!” Kalın ve uğursuz sesi hapsolduğum karanlık boşlukta yankılanırken gerildim. Ürktüğümü sezmesiyle yeniden alaycı ve sinsi bir ifade takındı. “Seni ne mahveder Küçük Ruh?” Şu durumda beni her şey mahvediyordu zaten. Öfkeli sükûnetimi korurken sevdiklerimden birinin adını söyleyecek diye aklım çıkıyordu. “Mühürlünü mü öldürsem?” Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Elbette bedenimdeki kalbim değildi korkuya esir düşen, ruhumun kalbiydi. “Sakın!” diye çıkıştım tüm nefretim ve öfkemle. Zahel’e dokunmaya kalkarsa ne yapardım bilmiyorum ama düşüncesine bile katlanamıyordum. Nasıl bir gafa düştüğümü anca bir saniye sonra idrak etmiştim fakat artık çok geçti. Zahel’in benim için önemini biliyordu fakat çıkışımla bunu iyice pekiştirmiş olmuştum. “Merak etme Küçük Ruh, başka bir planım var.” Planı ne bilmiyordum. Zaten Zahel hayatta olduğu sürece bana ne yaptığı umurumda da değildi. Fakat dudaklarımı aralayıp keyifle söyledikleri kanımın çekilmesine neden oldu.

“Bedenini Ateş Tanrısına sunmak daha iyi bir intikam olacaktır Küçük Ruh.” Bu sefer buz ayaklarımın altında değildi. Buza dönen bizzat ruhumdu. Sert bir ayazla buza kesen ruhum alabileceği en büyük darbeyi almıştı. Düşüncesi bile midemi bulandırıyordu… düşüncesi bile midemi bulandırıyordu. Hayır-hayır-hayır. Dehşet içinde duvarı yumruklamaya başladım. “Bırak beni! Bırak-bırak-bırak!” Hüngür hüngür ağlayarak, çığlık atarak duvarı yumrukladım, tekmeledim. “Yardım edin. Lütfen-lütfen biri yardım etsin! Çıkar beni buradan! Çıkarın beni buradan!” Aklımı yitirmiş gibi vuramaya devam ettim. Şeytan halimi kahkaha atarak seyrederken bir an bile durmadım. Kurtarın beni! Yalvarırım… yalvarırım biri beni kurtarsın!” Nafileydi. Kurtulamıyordum ve bana yardım edecek kimse yoktu. Elimi tutup beni buradan çıkaracak kimse yoktu. “Merak etme Küçük Ruh Ateş Tanrısının yatağına girmeden önce yeraltı kapılarına gideceğiz. Hala vaktin var.” Ne için vaktim vardı ki? Bedenim mağaranın çıkışına doğru hareketlenirken bir kez daha hiç var olmamış olmayı tüm kalbimle diledim.

❄️❄️❄️

Yazar

Valeria ve Zahel hala baygın halde olan Azel’i şifa odasına taşırken sarayın duvarları içinde dönen kargaşayı, çalışanların meraklı ve gergin fısıltılarını görmezden geldiler. Zahel yolda şifacılara ulaşmayı bekleyememiş, zaman kaybetmeyi göze almayarak kardeşinin yarasını iyileştirmişti. Fakat Azel hala uyanmış değildi. Kardeşinin yarasını inceleyen Zahel riskli bir durum olmadığını, gücünün sağladığı şifayla kardeşinin iyi olacağını biliyordu. Yine de uyanmıyor oluşu soluklarını kesiyordu. Küçük kardeşini kaybetme fikrine katlanamıyor, böyle bir ihtimali kesinlikle kabul etmiyordu. Doğru olmadığını bilse de Azel’i yeraltına hapsettiği için pişmanlık duymadan edemiyordu. Daha bunu telafi etmesi gerekiyordu. Öylece gidemezdi, bunca yıl sonra abi kardeş olabilmişken.

Gergince Azel’in gözlerine bakan Valeria bugünü idrak etmekte zorlanıyordu. Gerçek olamayacak kadar kötü bir kâbus yaşamışlardı. Bahanesi olmayan, telafisi olmayan şeyler vardı. Ragaz’ın, sevdiği adamın yaptıkları vardı. Bunca zaman hepsini kandırmış, hepsine ihanet emişti. Valeria’nın göğsünde giderek yayılan bir buz tabakası vardı. Kendini aptal ve budala gibi hissediyordu. Nasıl anlamamıştı Ragaz’ın oynadığını oyunu, nasıl sevebilmişti onu? Oysa sarayın duvarları arasında kendi halince geçirdiği yaşantısında en çok yaptığı şey gözlemlemekken asıl Ragaz’ı nasıl görmemişti? Tam bir aptaldı ve aptallığı nerdeyse sevdiklerinin hayatına mal oluyordu. Hatta belki… Hayır, kötü düşünmek istemiyordu. Henüz görmediği Jieli’nin nefes aldığına, Geveze Tavuğun da onun yanı başında olduğunu düşünmek istiyordu. Tanrı Zahel’in taşıdığı Azel ise… Valeria Azel’in gözlerine öyle bir odaklanmıştı ki yollarına çıkan çalışanlar kenara çekilmese birkaçına çarpmış olurdu.

Nowa ve Jieli’yi göremiyordu fakat Ragaz’ın zarar verdiği bir diğer kişi yanındaydı. Gözlerini açmasını, kirpiklerinin hareket etmesini nefesini tutarak bekliyordu. Tanrı Zahel yarasını kapatmış olsa da Yüzsüz Prens gözlerini açmadığı müddetçe içi rahat etmeyecekti. Azel’in onun için özel bir anlamı olmamasına rağmen ölmesini kesinlikle istemiyordu. Yaptıkları korkunç şeylerdi lakin telafi etmenin bir yolunu da bulmuştu. Çabalamıştı ve çabalamaya da devam ediyordu. Valeria buna kendi gözleriyle de şahit olmuştu. Kendi hatası yüzünden ölen askerlerin ailelerine yardım etmek için nasıl çırpındığını kendi gözleriyle uzaktan seyretmişti. Hiçbir açıklama yapmadan yalnızca geri döneceğini söyleyerek saraydan ayrıldığında Valeria gizlice onu takip etmişti. Silva ona, Tanrı Zahel de tanrıçasına güvenmiş olsa da Valeria güvenememişti. Bir işler çevireceğini düşünerek peşine takıldığı Azel’in aslında ne amaçla gittiğini gördüğünde ise utanç yanaklarını kızartmıştı. Hatalı değildi, kim olsa olanlardan sonra şüpheye düşebilirdi ama yine de kendini suçlu hissetmiş ve ona yardım etmeye karar vermişti. Zaman zaman köye uğramaya ve ailelere şifa sağlamak için gücünü son zerresine kadar kullanan Azel’e kendi gücünden parçalar vermişti.

Elbette tanrı kanı taşıyan bedeni için Valeria’nın sunduğu güç yetersizdi. Yine de az bile olsa faydası dokunuyordu. Nerdeyse her gece kaldığı köhne barakaya önceki geceden de beter halde geliyor ve titreyerek uyuyordu ya da belki de kendinden geçiyordu. Valeria yaralarını iyileştirmek için can atsa da Azel’in durumu fark edeceğinden endişe ediyor ve o acıyla yoğrulmuş bir uykuya dalarken öylece onu izliyordu. Biraz da bunların olması gerektiğini düşünüyordu. Yaşadıkları yaptıklarının bedeliydi. Valeria artık yeterli olduğu kanısındaydı. Hatalarının bedelini ödemiş, yeterince acı çekmişti. Üstüne bir de Silva hakkında öğrendiği gerçekler vardı. Tanrı Zahel ona mühürlü olduğu için o işaretle doğmuştu ve kim bilir neler yaşamıştı. Valeria detayları bilmese de geçmişinde Azel ve Tanrı Zahel’in epey acı çektiğini tahmin ediyordu. Bugün hepsi Ragaz’dan bir darbe yemişti fakat Azel bir darbe de abisinden yemişti. Babası yaşıyordu ve Tanrı Zahel bunu kardeşinden asırlarca saklamıştı. Azel kendine geldiğinde neler olacağını tahmin edemiyordu. Onun için her şey yavaş yavaş düzelmeye, abisiyle yavaş yavaş yeniden yakınlaşmaya başlamışken böylesi bir gerçek deprem etkisi yaratabilirdi. Valeria Azel’in çok kızacağını tahmin edebiliyordu.

Duygularına göre hareket eden biriydi Azel Sideras. Manipüle edilmesi sonucu abisine karşı duyduğu nefret bir savaş başlatmasıyla sonuçlanmıştı ve abisine duyduğu sevgi o savaşı sona erdirmişti. Valeria yalnızca öfkesinin kısa sürmesini umuyor ve gözlerini daha fazla inat etmeden açmasını diliyordu.

“Zahel!” Duyduğu yüksek ve telaşlı sesle Zahel duraksadı. Koridorun ucundan Kael onlara doğru koşar adımlarla yaklaşıyordu. Yüzünde bariz gerginlik ve telaş vardı. Bir süredir çattığı kaşları alnındaki çizgilerin epeyce belirginleşmesine neden olmuştu. Soluk soluğaydı, uzun ve beyaz saçları her daim özenli olmasına rağmen şimdi darmadağın olmuş, şakaklarındaki birkaç tel terin etkisiyle yüzüne yapışıp kalmıştı. Üzerinde yine gri fakat farklı tasarıma sahip bir takım vardı. Fakat normalde giysileri konusunda özenli olan Kael’ın üstü başı hiç de özenli değildi. Ceketi ve pantolonu kırışmış, altına giydiği gömleğin düğmeleri açık kalmıştı ya da belki de nefes alabilmek için kendisi açmıştı. Çünkü kız kardeşi kayıptı. Umutsuzca etrafta kendisine haber vermeden giden ve saatlerdir ortalarda olmayan ikizini arayıp durmuştu. “Silva nerde?” diye sordu endişe ve korkuyla. Kael Vellora bir cevap istiyordu, ikizinin nerde olduğunu bilmek istiyordu fakat Zahel’in verebileceği bir cevabı yoktu. Keza o da eşinin nerde olduğunu bilmek istiyordu. “Zahel, kardeşim nerde?” Zahel’in cevap vermeye dili varmıyordu. Nasıl söyleyecekti ki? Nasıl bilmiyorum diyecekti? Bilememekten nefret ediyordu fakat bilmiyordu da işte. “Bilmiyorum.” Dudaklarından bir fısıltı gibi dökülen tek kelime onun için kıyamet gibiydi.

“Ne demek bilmiyorum?! Benim kardeşim nerde?!” Zahel cevap vermeyerek hızlı adımlarla koridorda ilerlemeye devam etti. Kael arkasından geliyor, öfke içinde neler olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Fakat Zahel tek kelime edebilecek halde değildi. Bugün Ay Işığı burada değilse suç biraz da Zahel’deydi. Belki daha başından gerçekleri ona anlatsa şimdi yanında olur, Kael büyük zorluklar sonucu bulduğu kardeşini kaybetme korkusuyla bakmazdı yüzüne. Yine de gerektiği kadar pişman hissetmiyordu. Onu kahreden sadece ufacık ihtimallerdi. Gerçekleri başından anlatsaydı belki de Ay Işığı’nı o lanet yaratıktan kurtarabilirlerdi. Zahel yalnızca bu ufacık ihtimali yok etmiş olabileceği için suçluluk duyuyordu fakat gerçekler taştan bir duvar gibi karşısında dururken ufacık ihtimallere tutunamazdı. Ay Işığı daha önce bedeninde nasıl bir yaratığı taşıdığını öğrenmiş ve hayatına son vermişti. O günden beri o an bir lanet gibi Zahel’in peşini hiç bırakmamıştı. Uyurken, uyanıkken daima sevdiği kadın vardı baktığı yerde, elinden bir hançer, göğsünde bir delik ve kanlar içinde. Zahel onu yeniden kaybetmektense bencillik edip her şeyi saklamıştı herkesten. Ay Işığı, bencil olmadığını söylerken ne kadar da masum bakıyordu gözlerine ve Zahel de her defasında inatla bencil olduğunu savunuyordu. Artık anlamış olmalıydı ne denli bencil olduğunu. Onun için koskoca diyarı nasıl kıyamete mahkûm ettiğini anlamış olmalıydı. Hala anlamdıysa bile anlayacaktı.

Zahel bencil bir adamdı ve Ay Işığı bunu muhakkak anlayacaktı.

Şifa odasının kapısını içinde kaynayan tüm öfkeyle tekme atarak açtığında içerideki herkes irkilerek olduğu yerde donup kaldı. Şifa odasında karışlıklı üçer yatak ve dolaplar olmasına rağmen yatakların arasında geniş bir boşluk vardı. Jieli kapı hizasındaki ortadaki yatakta, Nowa da onun yanındaki yataktaydı. İkisinin de başında yaralarıyla ilgilenen beyaz elbiseli şifacılar vardı. Zahel tek kelime etmeden kardeşini cam kenarında kalan yatağa doğru götürdü. Göz ucuyla sol tarafta, duvara içine girip yok olmak ister gibi yaslanmış duran Ragaz’ı görse de umursamadı. Kardeşini yatağa bırakırken başka bir şifacı çoktan yatağın diğer ucuna geçmiş Azel’in durumunu kontrol ediyordu. Peşlerinden gelen Valeria gergince yataklarda yatan dostlarına bakıyordu. Zahel onun Ragaz’ı fark edip etmediğinden emin değildi. Gözleri sağ tarafta, Nowa, Jieli ve Azel arasında gidip geliyordu. Valeria’nın peşi sıra hışımla içeri giren Kael yatakları ve yaralıları fark ettiğinde afalladı. Nowa’lar saraya ulaştığında Kael dışarda bir yerlerde ikizini arıyor olmalıydı ki onların gelişini ve hallerini görmemiş, durumu ancak şimdi fark edebilmişti. “Neler oldu?” derken sesi az önceki kadar öfkeli değildi. Gergin ve şaşkındı.

Cevap alabilmek için Zahel ve Valeria’ya bakıyordu zira şu durumda ona açıklama yapabilecek bir tek onlar vardı. Valeria savsak adımlarla Jieli’nin yatağına yaklaşıp kenara otururken Kael gergin adımlarla odada ilerledi. Gözleriyle Nowa, Jieli ve Azel’in durumunu süzerken gerginliği daha da artıyordu. Gördükleri zihninin köşelerine uğursuz ihtimaller yerleştiriyor olmalıydı. Burada olanlar bu haldeyse kayıp kardeşi kim bilir ne haldeydi? “Biriniz cevap verin. Neler oldu? Kardeşim nerde?” Aldığı tek şey yine sessizlik oldu. Ay Işığı’nı o canavarın ellerine bıraktığı için öyle utanıyordu ki Kael’e cevap vermeye yüzü yoktu. Valeria ise muhtemelen nerden başlayacağını bile kestiremeyecek haldeydi. Dolu dolu olan gözleri Jieli ve Nowa arasında gidip duruyor kendini tutmak için dudaklarını birbirine bastırıyordu. Kael umutsuzca bir cevap arayışıyla telaşlı gözlerini odada gezdirirken duvara sinmiş Ragaz’ı fark etmesiyle ona koştu. Karşısında dikildiğinde cevap alabilme umuduyla, alçak bir hain olduğunu bilmediği adamın suratına baktı. “Kardeşim nerde?” Zahel kardeşini sorduğu adamın kardeşini öldürmeye çalışan adam olduğunu bilseydi ne yapacağını düşündü. Keza Zahel o haini parçalarına ayırmak istiyordu.

Uğradığı ihanet büyüktü, kıyamet gibiydi, yıkım gibiydi. Zahel dostu bildiği adamın düşmanı ve bir hain olduğunu hatırladıkça göğsü daralıyordu. Koskoca oda dar geliyor, solduğu hava ciğerlerini doldurmuyordu. Ragaz… dostu, kimselere güvenemediği asırlık hayatında güvendiği sayılı insanlardan biriydi. Zahel ona güvenmişti. Koskoca diyarda çok fazla, çok çok fazla kişi Zahel’e nefret besliyordu. Zarar görmesini, yok olmasını isteyen bir diyar dolusu insan varken güven Zahel için imkansıza yakın bir şeydi. O imkansızlardan olmuştu Ragaz. Bir demirhanedeki küçük çırak Ölüm Tanrısı için yaptığı kılıçla Zahel’in dikkatini çekmişti. Kimsesi olmayan genç delikanlı yılların deneyimine sahip çoğu demirciden iyi iş çıkarmıştı. Zahel başarısını ödüllendirmek ve muhafız olmak için cana atan delikanlıyı yanına almıştı. Nerden bilecekti ki o kılıcı intikam ve kinle dövdüğünü, muhafız olmayı intikamını alabilmek için istediğini. Elleriyle evine aldığı delikanlının Ay Işığını ondan koparmaya çalışacağını. En çok da bu gerçek koyuyordu. Zahel Ragaz’a öyle bir güvenmişti ki Ay Işığını onunla göndermek istemişti, kadınını ona emanet etmişti. Düşündükçe delirecek gibi oluyordu. Ya Ragaz Ay Işığıyla birlikte gitseydi? Ay Işığı geri dönebilir miydi? Sevdiği kadını kendi elleriyle düşmanına teslim etmişti. Düşündükçe anlıyordu Ragaz’ın Ay Işığını götürmek yerine neden oyun çevirdiğini. Gitseler alamazdı intikamını. O, dostunun sevdiği kadından ayrı kaldığı için üzülüp üzülmeyeceğini umursamamıştı. Zahel öyle sanmıştı fakat Ragaz’ın derdi alacağı intikamdı.

O gün… o kahrolası gün gitmediklerine şimdi seviniyordu. Ya Ragaz Ay Işığı’na zarar verip yalnız dönseydi? Karşısına geçip senin benden sevdiklerimi aldığın gibi benden senden sevdiğini aldım deseydi? Zahel düşünüyor, düşündükçe bin beter ihtimaller kafasında yılanlar misali kıvrılıp duruyordu. Her düşünce öfkesini, hayal kırıklığını harlıyordu. Ragaz’a güvendiği, onu dostu, kardeşi bildiği için kendine öfkeliydi. Bu kadar alçak olabildiği için Ragaz’a öfkeliydi. Öfkesi öyle yoğundu ki şu an kardeşinin yanında oturabiliyorsa sebebi içini kavuran öfkeydi. Kardeşine, kardeşi gibi gördüğü Nowa’ya, hiç sahip olamadığı kız kardeşi Jieli’ye bunu yaptığı için onu mahvetmek istiyor, bunun için türlü türlü yollar düşünüyor fakat hiçbirinde karar kılamıyordu ve kahrolası göğsü… Kaburgalarının altında yatan kalbi sızlıyordu. İhanetin acısı çok başkaydı da yıllarca kardeş gibi gördüğü adama zarar verme düşüncesinin tarifi de yoktu. Sıktığı yumruklarını suratına peşi sıra indirmeyi hayal ediyor, hayal ederken ağrıyan yüreğine öfkeleniyordu. “Heykelcik”, diyen pek de aşina olmadığı bir ses kulaklarına ulaştığında eşikte nerdeyse kıvırcık saçları olan bir muhafız belirdi. Bal rengi gözlerindeki ışık sıralı haldeki yatakta yatan bedenleri görmesiyle soldu.

İrileşen hareleri ağır ağır şifa odasında dolanırken nihayet muhtemelen aradığı kişi olan Kael’da durdu. Kael onu duymamış olacak ki Ragaz’a bakmaya devam ediyordu. Telaşla geldiği odada ağır adımlarla ilerlemeye başlarken Kael’ın aniden sesi yükseldi. “Biriniz bana kardeşimin nerde olduğunu söylesin!” Şifa odasında mutlak bir sessizlik hakimdi. Şifacılar tüm gerilime rağmen Nowa ve Jieli’yle ilgileniyor, başka bir şifacı da Azel’in durumunu kontrol ediyordu. Zahel derin fakat ciğerlerini zehre boğan bir soluk alıp ayağa kalktı ve “çıkın.” dedi. Şifacılar itiraz etmeden hızlıca odayı terk ettiler. “Sen de.” dediğinde kadın muhafız karşılık olarak memnuniyetsizce kaşlarını çattı. “Mesele tanrıçaysa onu en az sizin kadar ben de merak ediyorum.” O da neler olduğunu, muhtemelen saatlerdir Kael’la birlikte aradığı tanrıçasının nerde olduğunu merak ediyordu. Ne yazık ki merakıyla bir süre daha yaşamaya devam etmesi gerekiyordu. Zira Zahel ona güvenmiyordu. Haksızlık edip etmediği umurunda bile değildi. “Çık dışarı!” Keskin ses tonu inatçı muhafızı yıldırmaya yetmemiş gibi olduğu yerde dikilmeye devam ediyordu. Zahel’in sabrı kalmamıştı. Belli ki Kael’ın da sabrı kalmamış olacak ki “Eckart dışarı çık lütfen.” dedi. Zahel’in aksine sesi sakin ve kontrollü hatta biraz da şefkatli çıkmıştı. Eckart ona hayal kırıklığıyla baksa da kapıyı ardından kapatıp çıktı.

“Söyle artık Silva nerde?” Zahel odaya dinlenme ihtimaline karşı bir kubbe çekip kapıya yakın yatakta yatan Jieli’ye yaklaştı ve yatağın kenarına çöküp gözlerini şifacıların sardığı yarada gezdirdi. “Onu bıraktık.” deyip ellerini yaraya doğru uzattı ve kardeşine yaptığı gibi yarayı gücüyle kapatmaya başladı. Yoğunlaşan gücü parmaklarının arasından sıyrılıp siyah, ışıltılı bir duman gibi Jieli’nin yarasının derinliklerine çekiliyordu. Zahel sargının altındaki yaranın göremese de iyileştiğini hissedebiliyordu. “Bıraktık da ne demek? Nerede bıraktınız? Neden bıraktınız?” Kael engel olamadığı öfkesiyle Zahel’e bakıyor cevaplar almak istiyordu. Bıraktık kelimesi zihninde uğursuzca yankılanıyordu. “Ay Işığı…” dese de devamını getirmek kolay değildi. Sertçe yutkunup dişlerini sıkarken ayağa kalktı. Sırada Nowa vardı fakat Zahel her anlamda tükenmek üzere olduğunu hissediyordu. Şifa sağlamak onun için çok zordu. Önce Azel’e şimdi de Jieli’ye şifa sağlamıştı ve gücü giderek azalıyordu. Elbette bir de düşünmeyi bir an olsun bırakamadığı Ay Işığı vardı. Nowa’nın yatağına oturduğunda ve ellerini yarasına uzattığında kuruyan dudaklarından hiç söylememiş olmayı dilediği sözler döküldü. “Şeytanın ruhunu taşıyor.” Ve derin ağır bir sessizlik oldu. Zahel Nowa’nın yarasıyla işini bitirdiğinde cansız adımlarla gün ışığını cömertçe içeri süzen pencereye yaklaştı.

Hareleri sevdiği kadını görmek ister gibi uzaktaki ormanda, tepelerde gezindi. Kim bilir şimdi neredeydi, ne yapıyordu? O güzel ruhu korkmuştur diye düşündü. Yalnız, çaresiz ve ürkmüş hissediyor olmalıydı. O bunları yaşarken Zahel ne yapıyordu? Burada durmuş beceriksizce manzarayı seyrediyordu. Çaresizlik ellerinde ve ayaklarındaki prangalar gibiydi. Ay Işığı’yla ilgili durumu öğrendiğinden beri araştırıyor, bir çare bulmaya çalışıyordu. Yıllarca uğraşmıştı fakat elinde hiçten başka bir şey yoktu. Her türlü belgeye, kayıtlara bakmıştı. Tanrılar için yasaklı olan belgeleri bile bir şekilde eline geçirmeyi başarmıştı. Hatta Ay Işığı da bir keresinde bu belgelerden birini görmüştü. Hareleri bilmediği bir dille yazılı olan belgede bir süre oyalanmış fakat ne olduğunu çözememişti. Bunca çabasına rağmen buradaydı işte, pencerenin önünde öylece duruyordu. Huzursuz edici sessizlik biraz daha uzadığında Zahel Kael’ın gerçeği idrak edemediğini anladı. “İmkansız.” İlk söylediği bu oldu. “Mümkün değil. Nasıl-nasıl olabilir?” Sesi ve sözleri inkar ediyordu fakat gerçekti işte. Korkunç ve azap verici gerçek buydu. “Sen-sendin. İşaret sendeydi. Nasıl olur? Kardeşim… nasıl?” Zahel daha fazlasını söyleyemedi. Konuşacak hali yoktu ve bu gerçekten nefret ediyordu.

Kadınının Şeytanın ruhunu taşıdığını söylerken dudaklarından, sesinden, dilinden iğrenmişti. Zahel’in karanlığını aydınlatan Ay Işığı’nın yanına yakışmıyordu bu gerçek. Kabullenmesi de dillendirmesi de… zordu. “Kardeşim olamaz. Nasıl olsun ki? O-o benim küçük kardeşim sadece.” Ama o’ydu işte. Annesinin ölümüyle Şeytan özgür kalmış zayıf düşen ruhu o gece zayıf, iradesi olmayan fakat güçlenmesini sağlayacak kadar güçlü olan kız bebeğine tutunmuştu. Kael’a değil de ona tutunmasının sebebi de yalnızca birinin Şeytanın güçlenmesini sağlayacak Koruyucu güçleriyle doğmuş olmasıydı. Koruyucu olarak dünyaya gelen Ay Işığı değil de Kael olsaydı Şeytan belki de ona tutunacaktı. Zahel’in suskunluğu ve vaziyeti Kael’ın yavaş yavaş gerçeği idrak etmesini sağlamış olacak ki dakikalar süren sessizliğin ardından cansız bir sesle “bunu… kardeşim mi yaptı?” diye sordu. Zahel’in öfkesi bir kez daha harlandı. Keskin bir hareketle dönüp kızgın gözlerini Ragaz’a dikti.

Ragaz sindiği duvarda ızdırapla kıvranıyordu. Boğazına oturan koca bir yumru gözlerine dolan tuzlu yaşlar vardı. Harelerini kız kardeşinden çekemiyordu. Kendinden nefret ediyordu. Aptal, işe yaramaz ve ciğeri peş para etmezin tekiydi. Gözleri kördü. Kahrolası gözleri kördü! Öyle olmasaydı Jieli’nin kardeşi olduğunu anlardı. İlk kez tanıştıklarından ve adını öğrendiğinde ölen kız kardeşini hatırlayarak Jieli’ye uzun uzun bakmış fakat tanıyamamıştı. Oysa baktığı gözler kardeşinin yeşil gözleriydi, baktığı yüz değişmiş olsa da kardeşinin yüzüydü. Adı Jieli’ydi, soyadı da kimsesi de yoktu. Zahel’in yanına aldığı bir kızdı. Oysa Ragaz’ın kardeşi ölmüştü ve Ragaz bunu kendi gözleriyle görmüştü. Alması gereken bir intikam da vardı. Gözünü kör eden ve kardeşini tanımasına engel olan intikam. Yıllarca kız kardeşiyle aynı çatı altında yaşamış, çok kez karşılaşmış fakat anlamamıştı. Tanıyamadığı kız kardeşine intikam için yakınlaşmıştı. Tüm ilgisi ve korumacı tavrı yalnızca alacağı intikama hizmet ediyordu. Çünkü bu kız Zahel için küçük kız kardeşi gibiydi. Düşündükçe kendinden daha da tiksiniyordu. Kılıcını çekip kendini deşmek istiyor fakat bunu hak etmediğini biliyordu. Yaptıklarının bedeli çok daha ağır olmalıydı.

O kendi kız kardeşine bir hançer saplamıştı. Kendi parmaklarını doğramak istiyordu. Kötü adamın Zahel olduğunu sanıyordu fakat kötü adam yalnızca kendiydi. Nasıl iğrenç bir adam olduğunu ancak şimdi fark edebiliyordu. Aralarına sinsice girmiş, güvenlerini, onlarla aynı masayı paylaşmış, sırlarına, dertlerine ortak olmuş ve günün sonunda hepsini sırtından vurmuştu. Gözleri Nowa’ya kaydığında utançtan boğulacak gibi hissetti. Ragaz’ın her şeyi sahteydi. En azından öyle olması için çabalamıştı fakat Nowa’yı gerçekten de bir dost olarak görmüştü. Yine de bu onu bu hale getirmesine engel olamamıştı. Kız kardeşinin yanı başında dura Valeria ise… Ragaz ona bakamıyordu bile. Kaburgalarının altındaki kalbi kıvranıyordu. Mağarada söyledikleri… aklından bir türlü çıkaramıyordu. Valeria onu seviyordu ya da en azından sevmişti. Ragaz o sevgiyi kendi elleriyle yok etmişti. Hayal etmeye bile utanıyordu fakat şayet böyle olmasaydı Ragaz Valeria ile bir yuva kurmak isterdi. Karısı olmasını, çocuklarının olmasını… fakat bunlar asla hayalden fazlası olmayacaktı. Zaten Ragaz bu hayalleri de yalnızca şimdi kurabiliyordu. İntikam bugüne dek gözünü kör ettiğinden hayal etmeyi de bağlanmayı da yasaklamıştı kendine.

“O yaptı!” diyen Zahel’in sesi de bakışları da buz gibiydi. Öfkeyle harlanan gözlerini Ragaz’a dikmiş her an üzerine saldıracak gibi duruyordu. Nitekim yapmak da istiyordu fakat ayakları da gitmekte zorlanıyordu işte. Kael başını eğmiş vaziyette duran Ragaz’a baktığında gözlerinde şaşkınlık vardı. “Nasıl?!” diye çıkıştı Zahel. “Nasıl yapabildin lan?!” Zahel’in kükreyişi odada yankılanırken Ragaz eğdiği başını kaldırmadı, cevap vermedi, veremedi. “Jieli”, Kendine gelen Nowa bakışları üzerine toplarken onun hareleri Jieli’deydi. Sevdiği kadının bilinçsizce yattığını görünce önce acıyla yüzü kasıldı. Ardından öfkeyle kaşlarını çattı. Beklenenden daha akıcı hareketlerle doğrulduğunda Zahel’in içi rahatladı. Durumu beklediğinden de iyiydi. Yataktan kalkıp Jieli’nin yanı başına vardı. Elini tutup açılmasını umarak gözlerine uzun uzun baktı. Baktı ve açılmayan gözleri dudaklarını sıkmasına neden oldu. Dakikalar sonra öfkeden kıpkırmızı olmuş vaziyette yerinden kalktı. Hışımla Ragaz’ı hedefine aldığında kimse ona mani olmadı. Hırsla yakasını kavrayıp suratına yumruğunu geçirdiğinde Ragaz’ın bedeni sarsıldı. “Adi herif! Geri zekâlı herif!”

Ağzına geleni sayıp dökerek arda arda yumruklarını Ragaz’a indiren Nowa perişan görünüyordu. Gözlerinden öfkeyle harmanlanmış yaşlar süzülürken “ben seni kardeşim bildim lan! Önüne atladım, sırtımı yasladım lan sana! Nasıl yapabildin?!” dedi. “Lan hadi beni geçtim, Jieli’min ne suçu vardı lan?! Nasıl bir alçaksın lan sen?! Nasıl bir hainsin?!” Nowa hırsla kavradığı yakasını bırakıp suratına tükürdüğünde Ragaz hala başını kaldırıp da yüzüne bakmış değildi. “Nowa”, Nowa heyecanla arkasını dönüp sevdiği gözlerle karşılaştığında yüzünde acıyla karışık bir ferahlama belirdi. Yanı başına koştuğu Jieli’nin doğrulmasına ve su içmesine yardım ederken canını yakmaktan korkar gibi elleri titriyordu. “İyisin değil mi? Ağrın var mı? Bir şey ister misin?” Nowa’nın endişesini yatıştırmak isteyen Jieli başını sallayıp gülümsedi ve Nowa’yı dikkatle inceledi. “Ya sen- sen iyi misin?” Başını aşağı yukarı salladığında yüzlerinde ufak bir tebessüm zuhur buldu fakat Jieli’nin kıvrılan dudakları usulca düzleştiğinde Nowa’nın gülümsemesi de solup gitti.

Yeşil hareleri karşısındaki duvara sinmiş, kan revan içinde kalmış Ragaz’a değdi. Burnu kanıyordu, dudağı patlamıştı ve muhtemelen morluğa dönüşecek kızarıklıklar vardı. Jieli’nin içi burkuldu. Ragaz kaybettiğini sandığı kardeşine bakmayı çok istiyordu fakat yüzü yoktu. Yaptıklarının yenilir yutulur tarafı yoktu ki. Kız kardeşinin intikamını almak isterken az kalsın kız kardeşini öldürüyordu. “Doğru mu?” diyen ses epey zayıftı. Jieli doğru olduğunu biliyordu fakat ondan duymaya ihtiyacı vardı. Tüm bunları yapandan öz abisi olup olmadığını duymalıydı. Ragaz dilini yuvarlayıp dursa da sesi çıkmadı. Sadece başını salladı ve gözlerinden yaşlar yuvarlandı. “Seni tanımıyorum. Abimi de hatırlamıyorum.” diyen sesi Ragaz’ın kırk yerinden bıçaklanmış gibi hissetmesine neden oluyordu. “Ama şunu biliyorum abimin böyle bir şey yapmasını istemezdim. Kendi yolunu çizmesini, mutlu olmasını isterdim. Gerekirse beni unutmasını da sorun etmezdim.” Ragaz’ın üzerine sabitlenen buğulu yeşil gözler tamamen saf ve masumdu fakat Ragaz o masum bakışların altında eziliyordu. Suçluluk mengene gibi yüreğini, ruhu sıkıştırıyordu. Bir kerecik de olsun küçük kardeşine sarılmak isteyen kolları, ona gitmek isteyen dizleri titriyordu. Sakat değildi fakat uzuvlarının tamamını kaybetse bu denli çaresiz hissetmeyeceğini biliyordu.

Yıllardır görmediği kardeşi tam karşısında duruyordu fakat ona gidemiyordu. Kollarının arasına alıp özlediği kokusunu içine çekemiyordu, dolan gözlerindeki yaşları silemiyor, saçlarını okşayamıyordu. Dili lal olmuştu sanki. Anlatmak istiyordu, açıklamak istiyordu fakat kelimeler boğazına dek çıkıyor orda takılıp kalıyordu. Söyleyecek çok şeyi vardı ama bir yandan da edebilecek tek kelimesi yoktu. Ne diyecekti ki zaten? Lanet olası bir aptal olduğu için yanı başındaki kız kardeşini tanıyamadığını, aslında masum olan Zahel’e yanlış anladığı için tuzak kurduğunu mu? Hiçbir sözcük Ragaz’ın yaptıklarını telafi edemezdi. Aslında olan biteni anlatsa Jieli’nin kendisini anlayabileceğini hatta belki bağışlayabileceğini düşünüyordu fakat güzel kalbini istismar etmek istemiyordu. O belki bunların yanlış anlaşılmadan kaynakladığına inanmak isteyecekti lakin o kadar basit değildi işte. Ragaz bir şeyleri anlayabilir, görebilirdi ama anlamak istememiş görmek için uğraşmamıştı. Zahel’i tanımaya başladığı yıllarda onun böyle bir şey yapmayacağı şüphesi aklına hep düşmüş fakat intikam gözüne kara bir perde gibi inmiş tüm şüpheleri yok saymıştı. Mezarlığa çok sık giderdi Zahel. Çünkü kaybettikleri çok fazlaydı. Ragaz çoğu ziyaretinde ona eşlik ederdi. Kaybettikleri muhafızların mezarlarını ziyaret ederlerdi.

Mezar ziyareti diyarda köklü geleneklerdendi. Herkes kaybettikleri için mezarları başında iyi dileklerde bulunurdu fakat Zahel’in bu geleneğe uyması tuhaftı. Ölüm Tanrıları kaybettikleri yakınlarının mezarlarını gelenek doğrultusunda elbette ziyaret ederlerdi fakat dilek dilemez, ruhu için dua etmezlerdi. Bu yalnızca kaybettiklerinin geride bıraktığı bir anıtı ziyaret etmekten ibaretti. Çünkü onlar ruhlara ne olduğunu biliyordu, nereye gittiklerini, nasıl olduklarını. Aynı şey Zahel için de geçerliydi fakat o yakınları dışında muhafızların mezarını da sıkça ziyaret ediyordu. Bu Ragaz’a tuhaf gelse de umursamamaya çalışmıştı. Varlığından nefret ettiği birinin neyi neden yaptığını bilmek istememişti. Fakat şimdi düşünüyor düşündükçe nefes almakta zorlanıyordu. Zahel ailesi ve muhafızların mezarları dışında da çok daha garip mezar ziyaretleri yapıyordu. Her yıl ziyaret ettiği ve bazılarında Ragaz’ın da kendine eşlik ettiği isimsiz iki mezar vardı. Dikili iki taşın üzerinde de tek kelime yazmıyordu. Kim oldukları bilinmiyor gibiydi ama Zahel’in tanımadığı insanların mezarını ziyaret etmesi de tuhaftı. Birkaç kez Nowa mezarların kime ait olduğunu sormuşsa da Zahel cevap vermekten kaçınmıştı. İki isimsiz mezar…

Anbar Köyünde kaybettikleri muhafızları gömdükten sonra Zahel ortalardan kaybolmuştu. O sırada Ragaz onu uzaktan seyrediyordu. Yine o iki ismsiz mezarın başına gitmiş ve bir süre orda öylece durduktan sonra kız kardeşinin mezarına gitmişti. Silva yanına geldiğinde Ragaz onu izlemeyi bırakmıştı. Savaşta kaybettikleri muhafızların cenaze töreninden sonra da Zahel aynı mezarları ziyaret etmiş, Ragaz bu sefer gizlice izlemek yerine onunla gitmişti. Parçalar zihninde birleşip bambaşka bir görüntü yaratırken şaşkına dönen gözlerini Zahel’e çevirdi. O isimsiz mezarlar aslında annesiyle babasına aitti değil mi? Ragaz korkaklık etmiş ve evine dönmemişti fakat Zahel onlara uygun şekilde cenaze töreni gerçekleştirmişti. Mezarların isimsiz olmasının nedeni kim olduklarını kimsenin bilmemesiydi. Onlar oraya yeni taşınan ve henüz kimseyle tanışma fırsatı bulamayan bir aileydi. Ragaz çok sonradan ailesinin mezarlarını bulmaya çalışsa da elleri boş kalmıştı. Zahel cenazeyi gizlice gerçekleştirdiğinden ya da törene kimse katılmadığından kimse onların mezarının yerini bilmiyordu. Ragaz yıllarca farkında olmadan annesiyle babasının mezarını ziyaret etmişti. Yanı başındaki kız kardeşini görememiş, ailesinin mezarlarına gizlemeye çalıştığı bir memnuniyetle bakmıştı her zaman. Çünkü ona göre orda yatan isimsiz kişiler Zahel için çok kıymetliydi ve ölümleri Zahel’e acı veriyordu. Ragaz da bundan memnundu. Öyle ki Zahel iki mezar arasında dizlerinin üzerine çökerken o tepesinde dikiliyor, dudaklarına uğursuz bir gülümseme yerleşiyordu.

Bir keresinde iyi ki diye düşünmüştü. İyi ki burada yatanlar ölmüş demiş Zahel’in acısıyla keyiflenmişti. Düşmanı bildiği adam hiçbir zaman düşmanı olmamıştı. O ailesinin isimsiz de olsa bir mezarları olmasını sağlamış, o mezarları sık sık ziyaret etmişti. Küçük kardeşini kurtarmış, ona iyi bir hayat vermişti. Peki Ragaz ne yapmıştı? Ailesine cenaze töreni yapmamış, mezarlarını dahi öğrenememişti. Farkında olmadan ziyaret ettiği mezarları başında da gülmüştü. Zahel Ragaz’dan ailesini almamıştı. Zahel, ailesi için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ragaz da karşılık olarak onu olabilecek en kötü şekilde cezalandırmıştı. Biliyordu, yıllar içinde Zahel’in en büyük zayıflıklarından birinin güven olduğunu öğrenmiş onu buradan vurmuştu. İndirdiği darbe bir tanrı için bile çok ağırdı. Şimdi baktığı, bakarken utançla boğulduğu gözlerde reçine kadar yoğun bir öfke vardı. Ragaz, Zahel’in Nowa gibi üstüne saldırmamış olmasına hayret ediyordu. Oysa onu çoktan öldürmüş olması gerekirdi. Çünkü Ragaz yapardı, Jieli’ye hançeri saplayan o olsaydı çoktan gırtlağını kesmiş olurdu. Ve anladı. Zahel’in neden onu hala yaşattığını anladı. Çünkü Zahel Ragaz’a sandığından da fazla değer veriyordu. Zahel’in, gırtlağını kesmemiş oluşunun ama Ragaz’ın bunu tereddütsüz yapacak olmasının asıl sebebi birbirlerini verdikleri değerdi. Zahel Ragaz’ı gerçekten dostu olarak görmüştü fakat Ragaz yalnızca düşmanı olarak görmüştü.

Çoğu zaman Zahel’in kendisi için ne kadar önemli olduğunu söylerdi Ragaz. Hatta bir keresinde Silva’ya benim için önemli olan birinin kendi kendini mahvetmesini öylece durup izleyecek değilim demişti. Kelimelerini her zamana seçerek konuşmuştu. Ragaz Zahel için değerliydi fakat Ragaz için Zahel önemliydi. Almak istediği intikam için önemliydi, acı çektiğini görebilmesi için önemliydi. Arada korkunç bir fark vardı fakat kimse anlayamamıştı. Değerli olmakla önemli olmak uçurumun üzerinde bir köprüyle karşılaşmak gibiydi. Değerliyseniz sizin için o köprüyü test edecek biri çıkıyordu fakat önemliyseniz köprüyü test etmek için itekleniyordunuz. Zahel Ragaz için o köprüyü kontrol ederdi fakat Ragaz onu iteklerdi. Şimdi kederle yoğunlaşmış yüzüne bakarken o uçurumdan atlamak istiyordu.

“Git!” Üç harf, tek kelime ve buz gibi bir ses. Ragaz uçurumdan aşağı yuvarlandığını hissediyordu. Üzerine dikilen simsiyah harelerde tüylerini ürperten bir soğukluk vardı. Tüm gözler şimdi onlara dönmüştü. Hepsinin yüzünde donuk bir ifade vardı. Kimse aksini söylemiyor, Zahel’e karşı çıkmıyor, Ragaz’ın kalmasını istemiyordu. Zahel her kelimenin üzerine basa basa “evimden defol git!” dedi. Sözcükler sıktığı dişlerinin arasından tükürürcesine çıkmıştı. Ragaz gözlerini kaçıran kız kardeşine uzun uzun aktı. Yumruklarını sıktı ve tamamen dibe batmış halde arkasını döndü. Artık bu evde, onu ailenin bir parçası gibi gören insanların arasında bir yeri yoktu. Parmakları kapının kolunu kavradı. Metalden yayılan soğuk parmaklarında kısa bir ürpertiye neden oldu. “Diyarımda artık bir yerin olmadığını, tekrar karşıma çıktığın takdirde ölüm fermanını imzalamış olacağını da bil.” Ragaz bir an hareket edemedi. Yalnızca saraydan değil bütün diyardan kovulmuştu. Kapının kolunu indirdi ve eşikten dışarı adım attı. Ragaz Mortwush diyardan sürgün edilmişti.

Bölüm : 08.12.2025 22:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...