19. Bölüm

18. BÖLÜM

Beyza Nur
aquilajk_1903

Vücudumun her yerinde hissettiğim ağrı ile gözlerimi açtım. Küçücük koltuğun üzerinde iki büklüm uyuyakalmıştım. Her yerim ağrıyordu. Belim ve boynum tutulmuştu. Zar zor yerimden kalktım. Gerinme hareketleri yaparken gözüm yatağa çarptı. Bu şeytanla tüm gece aynı odada kalmıştım. Yatağa hayvan gibi yayılmış, yatıyordu. Pardon, bunu hayvana benzeterek hayvana haksızlık ediyordum.

 

Bu çektiğim eziyet ne zaman bitecekti? Allahım, lütfen beni töreye mahkum etme! İntikam alamayacaksam bari sen canımı al!

 

Akşam çıkardığım kıyafetleri aynalığın önünden alarak banyoya girdim. Duş almaya ihtiyacım vardı ama içeride o pislik varken burada duş alamazdım. Elimdekileri dolabın üzerine koydum. Üzerimdeki sabahlığı çıkardıktan sonra elimi yüzümü yıkadım. Soğuk su iyi gelmişti. Bir süre boynumu ovaladıktan sonra üzerimdeki geceliği çıkardım. Eteğimi giyerken birden banyonun kapısı açıldı. O anlık refleksle hızla dolabın üzerine koyduğum sabahlığı alıp üzerime örttüm. Karşımda gördüğüm kişiyle kaşlarım çatıldı. Beynime kan sıçradı.

 

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?!" Beni görünce o da şaşırmıştı. Aptal aptal suratıma baktıktan sonra kapıyı tekrar hızlı bir şekilde kapattı. Hemen kapıyı kilitledim, arkasından bağırarak.

 

"Gerizekalı, sapık!" Akılsızın tekiydim. Ben bu kapıyı niye kilitlememiştim? Kendime söylene söylene giyindim. Derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı açarak odaya girdim.

 

Şeytanın insan versiyonu yatakta oturuyordu. İçimdeki öfke onun üzerine doğru yürümemi istiyordu. Bende öfkeme boyun eğerek ona doğru yürüdüm.

 

"Sapık mısın sen?!" Ses tonumu kontrol edemiyordum. Oturduğu yerden kalktı. Aramızda birkaç adımlık mesafe vardı.

 

"Ben ne bileyim banyoda olduğunu! Odada göremeyince aşağı indin sandım!"

 

"Kapıyı tıklatıp girmek zor mu geldi!" Ya ben duş alsaydım o zaman girseydi? Düşünmek bile istemiyordum bunu!

 

"Kızım anlamıyor musun beni? Aşağı indin sandım!"

 

"Gerçi senin gibi adi birisine kibarlıktan bahsetmemek gerek!" Sıkıca sağ bileğimden tuttu.

 

"Haddini aşma!" Canımı yakıyordu. Bileğimi elinden kurtarmaya çalıştıkça daha çok sıkıyordu.

 

"Bırak bileğimi!"

 

"Eğer bir daha benle insan gibi konuşmazsan canını çok fena yakarım!"

 

"Yak da görelim!" Daha sıkı kavradı, bileğimi. Bu sefer canım çok yanmıştı. Ağzımdan acı dolu ufak bir inleme kaçtı.

 

"Ne bu haller ha? Güçlü görünmeye çalışıyorsun ancak zerre kadar güç yok sende!" Alayla söylediği bu cümle ve acıyan canımla sinirlerim zirveye ulaşmıştı. Kendimi tutamayıp diğer elimle sert bir tokat attım. Neye uğradığına şaşırmıştı. Bileğimi tuttuğu el gevşeyince tam bileğimi çekecektim ki bu sefer iki eliyle de kollarımı tuttu. Gözlerinden öfke saçıyordu etrafa.

 

"Seni öldürmemem için bir sebep söyle bana!" Aynı bakışlarla bende ona baktım.

 

"Azcık cesaretin varsa öldürürsün!"

 

"Sabrımı sınıyorsun!"

 

"Yok değil mi cesaretin? Ah, pardon sende cesaret olsaydı zaten seni öldürmeye çalışan kadını karın olarak kabul etmez, karşı gelirdin!" Alaycı bir şekilde gülerek söylemiştim. Benim gülerek söylemem onu daha fazla kızdırmıştı.

 

"Şuan istesem seni öldürür, törenin bitirmeye çalıştığı kan davasını devam ettiririm. Anlıyor musun?!" Bana daha fazla dokunmasına izin vermeyecektim. Elleri bedenimde kaldıkça mide bulantım artıyordu.

 

"Bırak kollarımı!" Ellerinden kurtulmak için çabalarken dengemi kaybedip yatağa düştüm. Ve maalesef benimle birlikte o da düşmüştü. Şuan tüm bedeniyle üzerimdeydi. Nefesini yüzümde hissediyordum. Tüylerim ürpermişti. Bu anın şokuyla bakışlarımız birbirini bulmuştu. Bakışlarında görebildiğim, hissedebildiğim tek şey ; nefretti. Onun ise benim bakışlarımda bu nefretin kat be kat fazlasını görebildiğine adım gibi emindim. Bakışlarımızla birbirimizden nefret ettiğimizi anlatıyorduk.

 

Bu nefret dolu bakışlara nasıl daldıysak kapının açılma sesini bile duymamıştık. Odaya giren kişinin ayak seslerini duyabilmiştik sadece. Bakışlarımız giren kişiye dönünce gelenin Meryem olduğunu gördük. Şaşkınlık ve utançla bize baktı. Hemen kafasını eğdi. Kahretmesin! Nasıl bir halde görmüştü bizi. Hiddetle hâlâ üzerimde olan Fırat'ı ittirdim. O da kendine gelmişti ki hemen kalktı. Bende ayağa kalktım.

 

"Kusura bakmayın, ağam. Kapıyı çaldığımda ses gelmeyince birden girdim ama Jiyan Ağa sizi kahvaltıya çağırıyor" Cümlesi biter bitmez kaçar gibi odadan çıktı. Utanmamı gerektiren bir durum yoktu. Sonuçta Meryem'in düşündüğü gibi bir şey yoktu, olamazdı da. Yine de bizi böyle bir şekilde görmesi canımı sıkmıştı.

 

"Bir daha bana sakın dokunma!" Dişlerimi sıkarak, arkam dönük konuşmuştum. Eğer dönüp yüzüne baksaydım kendimi tutamaz yine bir tokat atardım.

 

Onun ne söylediğini dinlemeden öfkemi de alıp odadan çıktım. Beni bu hallere düşürenlere sen daha beter acılar yaşat, Allahım!

 

Terasın korkuluklarının yanına geldim. Derin derin nefes aldım. İçime temiz hava çektim. Sabaha kadar havasız bir ortamda kalmıştım. Aşağısı koruma ordusuyla doluydu. Tabi kıymetli Ağa'larını korumak zorundaydılar. Ağa'larına bir şey olursa kim başkasının hayatını mahvederdi? Kim insanları töreye boyun eğdirirdi?

 

"Arjin Hanım" Duyduğum sesle arkamı döndüm. Meryem birkaç metre ilerimde duruyordu. 'Ne var' bakışları attım, kendisine.

 

"Hanımım, Jiyan Ağa bekliyor" Sıkıntıyla nefes verdim. İki dakika temiz hava almak, kendi başıma kalmak bile revaydı bana.

 

"Tamam" Peşinden yemek yenilen odaya gittim. Fırat Şeytan'ı ve Jiyan Ağa yerdeki sofranın etrafında karşılıklı oturuyordu. Yemeye başlamamışlardı. Anlaşılan beni bekliyorlardı. Gelmeseydim de açlıktan geberseydiler.

 

"Rojbaş, Keça min"

 

"Rojbaş" Jiyan Ağa Fırat'ın yanını işaret ederek oturmamı istedi. Omuz silktim. Jiyan Ağa'ya daha yakın yere oturdum. Jiyan Ağa'nın kızgın bakışlar attığını hissediyordum ama umrumda değildi.

 

"De haydi, doyurun karnınızı" Sessiz sedasız bir kahvaltı oldu. Jiyan Ağa kıtlıktan çıkmış gibi yiyordu. Adamın bu yaşta neden hâlâ dinç olduğu belli oluyordu. Ben tek tük bir şeyler yedim. Onu da Jiyan Ağa laf etmesin diye mecburen yedim. Yoksa gram iştahım yoktu.

 

"Elhamdülillah çok şükür" Jiyan Ağa sofradan kalkınca biz de kalktık.

 

"Arjin Keça min, sen bize kahve yap. Oturma odasına getir" Zıkkım için.

 

"Tamam" Onlardan önce yemek odasından çıktım. Mutfağa indim. Meryem ve diğer çalışanlar mutfak masasında oturmuş kahvaltı yapıyordu. Benim mutfağa girdiğimi görünce yerlerinden kalktılar.

 

"Bir şey mi istediniz, hanımım?"

 

"Hayır, kahve yapacağım. Siz devam edin kahvaltınıza" Diğerleri başarıyla onaylayıp yerlerine oturdu. Meryem ise,

 

"Ben size malzemeleri vereyim, hanımım" dedi. Hızlıca cezve ve kahveyi tezgaha çıkardı. Ben kahveleri yaparken onlar kahvaltısına devam etti. İki fincana da kahveyi doldurup üst kata çıktım. Kapıyı açmadan önce iki kahvenin içine de tükürdüm. Daha beterini yapmak isterdim ama imkanlar ancak buna el veriyordu.

 

Önce Jiyan Ağa'ya tepsiyi uzattım. O kahvesini ve suyunu aldıktan sonra ayaklarım istemeye istemeye Fırat'a yönlendi. Akşamki gibi yaparsam biliyorum Jiyan Ağa'nın bu sefer ki tepkisi daha sert olacaktı. Onu çekecek halim yoktu. Ama yine de Fırat'a hizmet edecek de değildim. Tepsiyi önüne bıraktım. O kahvesini alırken bende karşı minderlere oturdum.

 

"Kendine niye yapmadın, Keça min?"

 

"Canım istemiyor" Sizinle keyif kahvesi yapacak değildim. Jiyan Ağa ve Fırat kahvelerini yudumlamaya başladı. İçin, için. İnşallah bu son kahve içişiniz olur.

 

"Eline sağlık, Keça min. Güzel olmuş"

 

"Afiyet olsun" Tükürüğüm tatlı gelmişti, anlaşılan. Ah bir de suratınıza tükürebilseydim nasıl rahatlardım.

 

"Görünen o ki aranız düzelmiş" Jiyan Ağa'nın kurduğu bu cümleyle Fırat da ben de şaşkınca ona baktık. Neresinden uyduruyordu bunu? İki cihan bir araya da gelse bizim aramız iyi olmazdı!

 

"Bu kadar kısa sürede anlaşmanıza, iyi olmanıza sevindim" Kahvesini yudumlamaya devam etti. Şeytan diyordu ki al elinden o fincanı kalan kahveyi suratına fırlat! Hatta bununla yetinme boğazına çök diyordu!

 

İkimiz de birbirimizi öldürecek gibi duruyorduk. Gözleri bunu görmüyor muydu? Yaşından ötürü gözlerinde sıkıntı vardı kesin. Yoksa bunu görmemek imkansızdı.

 

Jiyan Ağa'nın son cümlesinden sonra uzunca bir süre sessiz kaldık. Kahvelerini içmişlerdi. Kalkıp da o fincanları önlerinden almadım. Daha fazla onlara hizmet etmeye katlanamazdım. Jiyan Ağa tespihini çekiyordu. Ben avuçlarımı sıkmış, karşı duvarda asılı olan halının desenlerine bakıyordum sıkıntıdan. Fırat'ın olduğu tarafa bakmamaya çalışıyordum. Ona her baktığımda midem bulanıyordu.

 

"Ağam, izninle şirkete gidebilir miyim?" Uzun süreli bu sessizliği Fırat'ın iğrenç sesi bozdu.

 

"Hayır"

 

"İşler birikti. Malum uzun zamandır yoktum şirkette. Bir an önce işlerin başına dönmem lazım, Ağam"

 

"İşler beklesin. Burada kaldığınız sürece konağın kapısının dışına çıkamazsınız!" Hele şu Ağa'ya bakın! Bizi resmen kölesi gibi kullanıyordu.

 

"Peki, Ağam. Nasıl istersen" İşte yalakaydı. İtiraz etmeye karşı çıkmaya gram cesareti yoktu. Bir de erkeğim diye geçiniyordu, Allah'ın cezası.

 

"Hem misafirlerim gelecek" Madem misafirlerin gelecek ne diye bizi yanında tutuyorsun?!

 

"Kim gelecek, Ağam?"

 

"Zirikan Aşireti'nin Ağası Şiyar ve karısı Hevin gelecek" Bunlar niye geliyordu? Ne işleri vardı? Bir de bunlarla mı vakit geçirecektim? Nelerle uğraşıyordum, Yarabbim!

 

Şiyar Ağa'yı tanıyordum. Azat Abi'min arkadaşıydı. Birkaç defa bizim konağa gelmişti. En son evlendiğini duymuştum. Yanlış hatırlamıyorsam zorla istemediği bir kızla evlendirilmişti. İyi de Jiyan Ağa biz varken onları niye misafir olarak kabul ediyordu? Madem onları kabul ediyorsun bizi bari gönder. Gerçi göndereceği yer de belliydi. Oraya gitmektense bir ömür burada yaşarım daha iyi.

 

Meryem gelip kirli fincanları ve tepsiyi alarak çıktı. Jiyan Ağa ona öğle yemeğine misafir geleceğini hazırlık yapmalarını söyledi. Bir an kalkıp yardım etmek istedim. Burada bunlarla oturmak istemiyordum. Daralıyordum, ters bir şeyler söylememek yapmamak için kendimi zor tutuyordum. Fakat bir yandan da hizmet etmek istemiyordum. Özellikle gurur yoksunu Fırat için kılımı kıpırdatamazdım. Bu yüzden mecburen oturduğum yerde kaldım.

 

Öğlene kadar Diyarbakır'ın belki de dünyanın en rezil iki insanıyla bu odada oturmuştum. Ara ara ikisinin gereksiz sohbetleri oldu. Ben ağzımı açıp tek kelime etmedim. Saat on ikiye çok az bir vakit kalmıştı ki odanın kapısı tıkladı.

 

"Gel!" Bir koruma kapıyı açtı. İçeriye sadece bir adım attı ve konuştu.

 

"Ağam, Şiyar Ağa ve karısı geldi"

 

"Gelsinler"

 

"Tamam, Ağam" Koruma çıktıktan hemen sonra odaya Şiyar Ağa ve karısı girdi. Onlar girince ben ve Fırat ayağa kalktık. Jiyan Ağa yerinden kalkmamıştı.

 

"Bi xêr hatî" Şiyar Ağa Jiyan Ağa'nın yanına ilerledi. Eğilip elini öptü,

 

"Hoş bulduk, Ağam" dedi. Ardından karısı da Jiyan Ağa'nın elini öptü. Fırat ve Şiyar Ağa tokalaşırken bende istemsizce Şiyar Ağa'nın karısıyla sarıldım. Daha doğrusu ben selamlaşmak için elimi uzatmıştım ki o bunu umursamadı. Gülümseyerek sarıldı bana. Nefret ediyordum, samimiyetten. Ayrıca daha tanışmıyoruz bile ne bu samimi haller? Şiyar Ağa dönüp bana da selam verdi. Başımla selamladım, onu da.

 

Fırat ve Şiyar Ağa minderlerin üzerine bağdaş kurarak oturdular. Bizim hâlâ ayakta beklediğimizi gören Jiyan Ağa,

 

"Oturun, Buke mîn" Ya sabır, ya sabır. Nereden senin gelinin oluyordum ben?

 

Şiyar Ağa'nın karısı çekinerek oturdu. Ben onun aksine umursamazca oturdum. Çekineceğim adam yerine koyduğum kimse yoktu, burada. Başka zaman olsa Şiyar Ağa'dan çekinirdim ama şuan iki şeytan da bu ortamdayken çekinmezdim. Onların benim zayıf hiçbir halimi görmesine izin vermeyecektim.

 

"Nasılsınız, iyisiniz inşallah?"

 

"Hamdolsun, Ağam. Sağlığınıza duacıyız" Bunlar niye bu ağanın bir taraflarını kaldırıyordu? Yalakalığa ne lüzum vardı?

 

"Çok şükür, çok şükür" Yanımdaki kadın utancından kafasını eğmiş, yere bakıyordu. İsmi neydi bunun? Jiyan Ağa söylemişti. Aklıma gelmiyordu. Neyse, benim için bir önemi yoktu zaten.

 

"Halit Ağa nasıldır? En son hasta diye duydum. Ziyaretine gelmek bir türlü nasip olmadı" Nasip olmaz tabi ya. Sen insanların hayatına burnunu sokmaya devam edersen yemek yiyecek vaktin bile olmaz.

 

"Ufak bir rahatsızlık geçirdi babam ama şimdi iyi şükür. Jiyan Ağa'ma çok selam söyleyin dedi"

 

"Aleyküm selam, eksik olmasın" Jiyan Ağa bakışlarını yanımdaki çekingen kadına çevirdi.

 

"Sen nasılsın, Hevin Keça min" Hevin'miş ismi. Hevin kafasını kaldırmadan çekinerek cevap verdi.

 

"Hamdolsun, Ağam" Şükür birisi 'sağlığınıza duacıyım, ağam" demedi.

 

Erkekler kendi aralarında sohbete daldı. Biz de sessiz sessiz oturup onların konuşmalarını dinledik. Meryem ve yanındaki kadının odaya girmesiyle sohbetleri bölündü.

 

"Ağam, sofra hazırdır" Meryem'in yanındaki orta yaşlı kadın konuşmuştu.

 

"Tamam, Nuran. Gelinlerime de buraya sofra kurun"

 

"Tamam, Ağam" Nuran ve Meryem odadan çıktıktan sonra Jiyan Ağa ayağa kalktı. Mecbur bizde kalktık.

 

"Biz yemek odasına geçelim. Siz de burada yiyin yemeğinizi" Kimse konuşmadı. Jiyan Ağa bastonuyla önden, diğerleri de arkasından çıktı. Odada Hevin'le baş başa kalmıştık. İkimizde konuşmadan oturuyorduk.

 

Meryem elinde sofra bezi ve tahta sofra ayağı ile odaya girdi. Odanın ortasına sofra örtüsünü serdi, üzerine de sofra ayağını koyup gitti. Çok geçmeden Nuran da elinde yemek tepsisi ile geldi. Tepsiyi sofra ayağının üzerine koyduktan sonra bize döndü,

 

"Başka bir isteğiniz var mıdır?"

 

"Yok" İkimiz de aynı anda söylemiştik. Nuran başıyla onaylayıp çıktı, odadan. Ben aç değildim. O yüzden yerimden kalkmadım. Benim kalkmadığı gören Hevin de hâlâ oturuyordu.

 

"Aç değilim ben. Sen ye" Kafasını kaldırıp, bana baktı. Kumral bir kızdı. Kahverengi hafif bukle saçları şalının kenarlarından belli oluyordu. Gözleri de kahverengiydi. Güzel bir kızdı.

 

"Yok, olmaz öyle şey. Bende yemem"

 

"Olur, geç otur hadi"

 

"Bende aç değilim zaten" Off, ne nazlı çıktı bu da.

 

"Jiyan Ağa'dan laf yemeye gerek yok bence. Gel hadi" Mecburen bende yerimden kalkıp sofraya oturdum. O da peşimden oturdu. Ben zoraki çorbadan içmeye başladım. Eskiden de çok yemek yemezdim ancak artık olan iştahım da kaybolmuştu. Hevin yemeklerden yemeye başlamıştı. Madem yiyecektin niye naz yaptın da beni de oturttun şu sofraya?

 

"Geçmiş olsun bu arada"

 

"Ne için?"

 

"Başına bir takım kötü şeyler gelmiş de onun için" Bir an dalgınlığıma geldiği için neden söylediğini anlamamıştım. Açıklamasını da ses tonundan anladığım kadarıyla utanarak ve korkarak yapmıştı. Niye korkuyorsa artık? Sanki onu da vuracaktım böyle söylediği için.

 

"Sağ ol" Buz gibi çıkan sesimden sonra bir daha ikimizde bir daha konuşmadık.

 

Yemeği yedikten sonra Hevin ve ben sofrayı topladık. Biz kendi soframızı götürürken Meryem ve Nuran da erkeklerin sofrasını getiriyordu. Mutfaktan çıkıp tekrar oturma odasına gittik. Bizden hemen sonra erkeklerde yanımıza geldi. Onlar havadan sudan sohbet ederken Meryem elinde kahve tepsisiyle geldi. Kahveleri erkeklere ikram ettikten sonra gitti.

 

"Fırat ve Arjin, siz Şiyar ve Hevin'in evlenme hikayesini biliyor musunuz?" Sadece Şiyar Ağa'nın istemeyerek evlendiğini biliyordum. Bunu da söyleme gereğinde bulunmadım. Ben tepkisiz kalırken, Fırat'ın,

 

"Hayır, Ağam" dediğini duydum. Jiyan Ağa kahvesinden içti. Elindeki fincanı yanına bıraktı.

 

"Onlar da sizin gibi istemeyerek evlendi" Biz zorla evlendirildik. Bunu niye söylemiyordu?

 

"Hevin, Keça min iznin olursa anlatmak isterim" Hevin'in başı yine eğikti. Hiç sevmediğim bir şeydi bu. Bu insanlar niye kendini yüceltmiş insan maskesi altındaki şeytanlardan çekiniyordu? Bunlar böyle yaptıkça bu şeytanlar kendilerini daha da yüceltiyordu.

 

"Haşa, Ağam. Ne izni? Buyurun anlatın" Sesinin titrediğini hissetmiştim. Sanki anlatmasını istemiyordu. Jiyan Ağa kafasını salladı. Yine kahvesinden içti. Konuşmasına devam etti,

 

"Hevin bir aşiret kızı değildi. Durumu olmayan bir ailenin kızıydı. Babası ayyaşın tekiydi. Evlerini annesi temizliğe giderek geçindirirdi. Bir gün babası olacak adam Halit Ağa'dan yüklü bir borç aldı. Bununla yetinmeyip tarlalarında işçilerinin topladığı sebzeleri de satıp parasını kendine aldı" Konuşmasına ara verip kahvesini içti. Hevin'in bu sözlerle yerin dibine girdiğini hissediyordum. Göz ucuyla yüzüne baktım. Kızarmıştı, kız. Utanmıştı, normal olarak. Bu kızın bu durumdan utandığını bile bile ne demeye anlatıyordu?

 

"Halit Ağa haliyle bu duruma çok sinirlendi. Ona olan borcunu istedi ama adamın verecek bir TL'si bile yoktu. Sattığı sebzelerin parasını da kumara, içkiye vermiş. Eğer duruma ben el atmasaydım Halit Ağa öldürecekti. Töremizin de emriyle bu borca karşılık Hevin'i Şiyar'a vermesini istedik. O da el mecbur kabul etti" Yine sözlerine kahve içerek ara verdi. Kadınları resmen mal olarak görüyorlardı. Ya kan davası bitsin diye bir kadını zorla evlendirirlerdi ya borca karşılık mal gibi satarlardı. Daha nice iğrençliklere karşı kadınları kullanıyorlardı.

 

"Şiyar da Hevin de bu evliliği istemiyordu. Birbirlerinden tahmin edilemeyecek kadar nefret ediyorlardı. Hatta evlendikleri ilk zamanlar Hevin kaç defa babasının evine kaçtı, gitti. Bir defa da Şiyar tüm Diyarbakır'ın önünde dövüp babasını evine bırakmıştı" Burada kendimi tutamayıp sözünü kestim.

 

" Töre töre diyorsunuz. Her şeyi töreye bağlıyorsunuz ancak töre size kadınlara el kalkmaz demiyor mu? O el kadına kalkacaksa bile toplum içinde kalkıp o kadını küçük düşürmek mi gerekiyor?!" Canım sıkılmıştı bu duruma. Bir kadını el alemin içinde dövmek adamlığa sığar mıydı? Bu sözlerimle Şiyar Ağa kıpkırmızı kesildi, kafasını eğdi. Fırat da ters ters bana bakınca kafamı çevirdim. Meymenetsiz suratını görüp de canımın daha fazla sıkılmasını istemiyordum. Bakışlarımı bir an Hevin'e çevirdim. Bana minnetle bakıyordu. Jiyan Ağa ise fazlasıyla bozulmuştu böyle konuşmama.

 

"Ne olursa olsun aralarındaki bu nefret, kin son buldu. Birbirine yıllar boyu aşık olan çiftlerden bir farkları yok artık. Şimdi aşklarının üçüncü meyvesini Hevin karnında taşıyor" Benim söylediklerimin bir önemi yoktu nasılsa. Daha doğrusu verecek bir cevabı yoktu. Haklı olduğumu biliyordu.

 

Jiyan Ağa susunca Hevin ve Şiyar Ağa birbirine baktı. Ben aşk nedir yaşamamıştım. Aşık insanlar nasıl bakar bilmiyordum. Fakat şuan ikisinin bakışları kitaplarda okuduğum aşkın tanımına birebir uyuyordu. Hevin'in adına sevinmiştim. Babasının borcuna karşılık onu sevmeyen bir adamın karısı olmuştu. Belki hayat ona zindan olacaktı. Her günü birbirinden kötü geçecekti. İlk başlarda ne kadar kötü geçse de ikisi de birbirini sevmişti. Zindan gibi geçecek hayatlarını cennete çevirmişlerdi.

 

"Demem o ki, bu iki genç bile her türlü zorluğa karşı birbirini sevdiyse mutlu olduysa siz de birbirinizi seveceksiniz. Zamanla birbirinize alışacaksınız. Çocuklarınız olacak, siz onlara şimdi yaşadığınız kötü olaylara rağmen birbirinizi sevdiğinizi anlatacaksınız. Bu yüzden birbirinizi daha fazla kırmayın. Elbet bir gün duvarlarınızı yıkacak birbirinizi kabul edeceksiniz!"

 

Fırat'la göz göze geldik. Bizim birbirimize olan bakışlarımızda nefret, kin ve öfke olduğu apaçık ortadaydı. Bu bakışlar ne olursa olsun değişmezdi. Yerini hiçbir iyi duygu almazdı, alamazdı. Ben ne severdim, ne de onun sevmesine izin verirdim.

 

Sevmeyecektim, ölsemde sevmeyecektim, varlığına alışmayacaktım. Onunla bir ömür geçirmeyecektim. Ettiğim yeminleri yutmayacaktım. Ben düşmanım olan bu adamı Allah için bile sevmeyecektim.

 

Arjin'in içerisi sadece nefret ve intikamla dolu buz tutmuş kalbi; Fırat'ın yaralı, töre kurbanı olan kalbi... Birbirine karşı nefretten başka duygu beslemeyecek iki kalpti, onların ki...

 

Bölüm : 11.09.2024 20:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...