
Beden hissizliğinin dezavantajları olsa da ruhun hissizleşmesi muazzamdı. Kırılmıyorsun, umursamıyorsun, ağlamıyorsun... En iyisi de ruhun eskisi kadar yıpranmıyor.
Yıllar önce ruhumun yarısını ele geçiren hissizlik, şimdi tamamını geri bırakmamak üzere esir almıştı...
Solgun ve hissizdim, katlanılacak yanım dahi yoktu. Tepkisiz, her şeye karşı isteksiz birisi olmuştum. Düştüğüm boşluk beni daha çok hissizleştiriyordu. Şikayetçi değildim, hissiz olmaktan. Sadece kısa zamanda ayağa kalkıp, hayatıma dert katan bu şehirden gitmek istiyordum.
Gitmek... İki heceli, beş harfli sözcüğün altında yatan asıl anlamı anlayabilmeye en çok yaşanmışlıklar ilham kaynağı olurdu.
Aradan geçen yirmi dört saati düşünerek ve uyuyarak geçirmiştim. Uyku, düşüncelerden uzaklaşmak için en iyi çözümdü. Tabi size nankörlük yapmaz, kabuslarla dolu uyku geçirtmezse...
Uykunun yine sergilediği en acımasız kabuslardan kurtulmak için gözlerimi açmıştım. Oda aydınlığa kavuşmuş, gece gökyüzünü terk ederek yerini gündüze teslim etmişti. Yataktan çıkıp camı açmak, Diyarbakır'ın kasvetli havasını içime çekmek istesem de mümkün değildi. Uzandığım yatakta doğrulacak imkanım bile yoktu.
Gece boyunca odaya loş ışık saçan abajur, şimdi komodinin belli kısmına hafif ışık saçıyordu. Kolumu uzatabildiğim kadar uzattım, zar zor abajuru kapattım. Abajurdan elimi çekerken sessizliğe gömülmüş odada telefonumun sesi duyulmaya başladı. Telefon abajurun yanında olduğu için şanslıydım. Yetişemeyeceğim, alamayacağım yerde olsaydı sadece çalan zil sesini dinlemekle yetinecektim. Elime aldığım telefonun ekranında "Nursel Yengem" yazıyordu. Kimseye tek kelime edecek halim olmamasına rağmen parmaklarım aramayı çoktan yanıtlamıştı.
"Arjin'cim, günaydın canım"
"Günaydın, yenge"
"Uyuyor muydun, canım?"
"Yeni uyanmıştım"
"İyi bari uykundan etmemişim. Nasılsın canım bir sıkıntı yok demi?" Gülesim gelmişti. Okyanusun ortasında boğulan bir insan gibi sıkıntıların içinde boğuluyordum. Yengem sanki hiçbir şeye tanık olmamış, hiçbir şeyi bilmiyormuş gibi soruyordu.
"Yok" Tersleyecek gücüm yoktu.
"Sana müjdem var canım"
"Ne oldu?" Ruhsuzca sormuştum. Müjde alacak hevesim bile kalmamıştı.
"Üçüncü yeğeninde doğdu"
"Rahşan Yengem mi doğum yaptı?"
"Evet canım, gece sancısı başladı. Abinler hastaneye götürdü, az önce de aradılar. Ailemize bir erkek daha katıldı" Az önceki ruhsuz halimin yerini gülümseme almıştı. Aldığım müjde beni dertlerimden koparmış kısa süreli de olsa mutlulukla baş başa bırakmıştı. Sevinmiştim, bir yeğenim daha olmuştu. Bana 'hala' diyecek bir beden daha dünyaya gelmişti. En çok sevindiğim şeyse; dünyaya gelen bu minik beden babamın adını taşıyacaktı. Mehdi Asaf Doğanlı, dedesi Mehdi Doğanlı'nın adını taşıyacak ve yaşatacaktı. Miniğim, umarım huyun suyun dedene benzer ama kaderin benzemez...
Kapı sesi duyunca bakışlarım kapıyı buldu. Gelen Fırat'tı. Onu görünce yüzümdeki gülümsemeyi sildim. Ruhsuz halime tekrar bürünerek telefonun diğer ucunda bekleyen yengeme cevap verdim.
"Gözünüz aydın"
"Hepimizin gözü aydın canım"
"Kapatıyorum ben, görüşürüz"
"Görüşürüz canım, Allah'a emanetsin" Ben telefonu kapatıp başucuma koyarken Fırat çoktan yatağın ayak ucundaki koltuğa oturmuştu. Mavi ve gri rengi karışımı olan gözlerini bana dikmiş bakıyordu.
"Kime gözün aydın diyordun?" Sorgulanmaktan nefret ettiğimi bilmesine rağmen inadıma soru soruyordu.
"Seni ilgilendirmez" Surat ifadesinden bozulduğu belli olsa da belli etmemeye çalışarak,
"Ne zaman düzeleceksin çok merak ediyorum" dedi.
"Öldüğünde"
"İnşallah görürsün o günleri" Sessiz söylediğimi sandığım kelimeyi duymuştu. En ufak utanma duygusu barındırmamıştım. İstesem bağırarak da söylerdim.
"Senden önce ölmesi gereken-" Cümlem bitmeden kapı açıldı. Dicle elinde yemek tepsisiyle gelmişti.
"Günaydın, yenge" Gülümseyerek söylediği kelime sinirlenmeme sebep olmuştu. Dicle'yi terslemek, kırmak istemedikçe sabrımı zorluyordu.
"Günaydın" Ters cevap vermemek için kendimi sıkıyordum. Yemek tepsisini komodinin üzerine bıraktı, abisine döndü.
"Abi yukarı gelmezsin diye iki kişilik sofra hazırladım. Yengemle kahvaltını burada yaparsın" Normal evliler gibi odamız da mı kahvaltı yapacaktık? Bu kız neden bu kadar saftı? Ağzımı açmış, cevap verecekken Fırat ayağa kalktı, fırsat vermeden kendisi konuştu.
"Şirkete gitmem gerekiyor. Sen yengenle yap kahvaltını" Yengenle... Aklıma mukayyet ol, Allah'ım. Abi-kardeş yeterince delirmemişim gibi daha fazla delirtmeye çalışıyorlardı beni.
"Sende yeseydin bir şeyler"
"Canım istemiyor" Bana dönüp, "Bir şey olursa haber verirsiniz" dedi. Ben omuz silkerken, Dicle;
"Tamam, abi" dedi. Fırat kapıyı açıp çıkacağı sırada aklına bir şey gelmiş gibi tekrar bize döndü.
"İlaçlarını getirmiş miydin?" Sorunun bana sorulduğunu anlamayacak kadar saf değildim. Yüzüne bakmadan, "Evet" cevabını verdim.
"İyi, aksatmadan iç" dedikten sonra gitti.
"Karısını düşünmeden edemiyor" Dicle'nin kurduğu cümleyle ölümcül bakışlarımı üzerine diktim. Korkmuş olmalı ki kafasını eğdi. Fırat kimdi ki beni düşünecek? Ayrıca sadece resmiyette karısıydım. Kağıt üzerinde yazanlar yüzünden kimsenin bize karı-koca demesini istemiyordum.
Dicle'nin yardımıyla mahkumiyetimin sembolü olan tekerlekli sandalyeye oturduktan sonra banyoya girip elimi yüzümü yıkadım. Buz gibi su iyi gelmişti. Banyodan çıktıktan sonra tekrar yatağa oturmuştum. Dicle ile sessiz sedasız kahvaltı etmeye başladık. İştahım olmasa da ilaç içeceğim için zoraki birkaç lokma yedim. Midemin fazlasını almayacağını anladığımda çatalı tepsiye bıraktım. Kafamı yatağın başlığına yasladım.
"Yesene, yenge"
"Doydum"
"İki lokma yedin sadece"
"Midem almıyor"
"Bir an önce toparlanman için kendine iyi bakman lazım" derken ekmeğe tereyağı ve bal sürmüş, bana uzatıyordu. Elimle ittirdim.
"İstemiyorum, zorlama"
"Abim seni bana emanet etti. İyi bakmam lazım sana" Ne demişti, ne demişti? Yüz ifademin sert hal aldığını hissetmiştim.
"Beni kimseye emanet edecek hakkı yok!" Kafasını hafiften yana eğdi, yüzünde ufak bir tebessüm oluştu.
"Yengecim, yaşadıklarını anlayamasam da görüyorum. Tepkilerine de hak veriyorum. Ama abime böyle davranman doğru mu?"
"Hak edene hak ettiği gibi davranıyorum"
"Abimin hak ettiğini düşünmüyorum. Bak onca şeye rağmen sen bu hale geldiğin günden beri iyice soldu. Aklı sende, iyi ol diye çabalıyor. Hatta çok sevineceğin bir sürpriz yapacak sana" Söylediklerinin sadece son cümlesine odaklanmıştım.
"Ne sürprizi?" Hemen ayağa kalktı, muzipçe sırıttı.
"Sürpriz söylenmez" Üsteleyip de meraklı görünmek istemediğim için omuz silktim.
İlaçlarımı içince Dicle yanıma okumam için kitap bıraktı. Ardından kahvaltı tepsisini alarak gitti. Kaç dakika ya da saat geçti bilmiyordum. Kitabı bitirmiş, uykuya dalmıştım ki tıkırtı sesleriyle uyandım. Karşımda duvara televizyon takan iki adam, hemen yatağımın yanında Dicle ve kapının önünde bekleyen koruma vardı. Kaşlarımı çatarak Dicle'ye 'neler oluyor' der gibi baktım. Bakışlarımdan ne sorduğumu anlamıştı.
"Abim sıkılırsın diye odaya Televizyon takmaları için yollamış" Kısık sesle söylediği şey tuhaf hissetmeme sebep olmuştu. Ne kadar kabul etmek istemesem de Fırat iyi olmam için çabalıyordu.
"Sürprizi bu muydu?" Dicle gibi kısık sesle konuşmuştum.
"Hayır" Gülerek söylediği cevabı sadece hayır olmuştu. Merak etmiştim, ne sürprizi yapacaktı? Acaba babasını mı öldürecekti ya da öldürtecekti? Bana yapılacak en büyük ve en güzel sürpriz bu olurdu. Ama biliyordum ki imkansızdı. Babasına sıkacak veya öldürtecek kadar acımasız değildi.
Tam karşımdaki duvara televizyon takılmıştı. Görevliler işleri bitince gitmişti. Dicle televizyonu açmış, kumandayı da yanıma bırakmıştı. Hemen sonrasındaysa meyve tabağı hazırlayıp getirmişti. Gereğinden fazla ilgi göstermesi rahatsız etse de sesimi çıkarmıyordum. Neden bilmiyorum ama Dicle'yi kırmak istemiyordum. Saf ve masum olduğu her halinden belliydi.
Aklımda Fırat'ın ne sürpriz yapacağı düşüncesiyle televizyondan rastgele bir kanal açmış seyrediyordum. Saçma sapan programlardan başka adam akıllı bir şey yoktu. İzleyecek bir şey bulamayınca belgesel açmıştım. Ceylanın aslanlardan kaçmak için çabalarını konu alan bir belgeseldi. Kendimi belgeseldeki ceylana, töre diye tutturan insanları aslanlara benzetmiştim. Bende tıpkı ceylan gibi kaçmak için çabalarken, aslanların pençesine yakalanmış çırpınıyordum.
"Yenge" Televizyona bakarak daldığım düşüncelerden Dicle uzaklaştırdı. Kafamı çevirdiğimde kapıyı yarı açmış, gülümseyerek bana baktığını gördüm.
"Efendim?"
"Sürprizi görmeye hazır mısın?" Deli gibi merak etsem de,
"Umrumda değil" diyerek kafamı tekrar televizyona çevirdim. Kapının sonuna kadar açılma sesinin ardından gelen tanıdık sesle bakışlarım tekrar orayı buldu.
"Arjin'im" Elif Abla gelmişti. Dicle sürpriz demişti ama Elif Abla'nın sürprizle alakası neydi? Elif Abla kollarını açmış bana doğru gelirken odaya Adem dedikleri koruma elinde bavulla girdi.
"Buraya mı koyayım, Dicle Hanım?" Elif Abla'yla sarılırken onlara bakıyordum.
"Şimdilik burada dursun, Adem Abi" Adem bavulu bırakıp gidince Dicle kapıyı kapattı. Elif Abla yanıma otururken Dicle koltuğa oturdu. Benim bakışlarımsa duvarın dibine konulan bavuldaydı. Bakışlarımı bavuldan, Elif Abla'ya çektim.
"Abla bavul senin mi?" Gülümsedi.
"Evet, canım"
"Nereye gidiyorsun?" Ağzımdan cevabını duymaya korktuğum soru çıkmıştı.
"Yanına geldim" Bir an ne dediğini anlamamış, afallamıştım.
"Ne?"
"Abimin sürprizi buydu. Elif Abla artık bizimle kalacak" Dicle'nin açıklamasıyla şaşkınlığım artmıştı.
"Ciddi misiniz?"
"Evet" İkiside gülümseyerek aynı cevabı vermişti. Şaşkınlığımı üzerimden atınca dudağım tebessümle yana kıvrıldı. Şuan içimdeki duygunun tanımı sevinmekse, evet sevinmiştim. Hatta mutlu olmuştum. Yine kendimi boşluğa bırakmışken Elif Abla'm kurtarıcı meleğim gibi gelmişti.
Fırat'tan nefret etsem de yaptığı jest beni mutlu etmişti. Elif Abla'ya sahip çıkacağına dair söz vermiş, "Bu ev seninde evin, dilediğin kadar kalabilirsin." demiş. Bunu duymak ayrı sevindirmişti beni. Neden iyilik yapıyordu? Ve neden yaptığı iyilikleri benim için yapıyordu? Mecbur olmadığı şeyi yapmasının amacı neydi merak etmiştim.
Elif Abla'mla kısa süren ayrılığımızın hasretini gidermiştik. Varlığı huzur vermişti. Ben buraya geldikten sonra abimlerin konağında neler olduğunu tek tek anlatmıştı. Devran Abim şaşırmadığım gibi sinir krizi geçirmiş, kırıp dökmüş, ağzına geleni saydırmış. Annem ağlamış, babaannem her zamanki soğukkanlılığı ile köşesine geçip sessiz sakin oturmuş. Cüneyt Abim ve Azat Abim de Devran Abim kadar olmasa da çok sinirlilermiş. Beni en çok şaşırtan Azat Abim olmuştu. Karşı gelmez "Töre ne diyorsa onu yapmak boynumuzun borcudur." der, buraya gelmeme müsaade eder diye beklemiştim. Verdiği tepkiler, özellikle Fırat'la birbirine girmeleri çok şaşırtmıştı.
Öğleden sonra doktor gelmişti. Dünden sonra gelmez sanıyordum. Fırat'ın öküzlüğüne bozulduğunu anlamıştım, bundan dolayı gelmeyeceğini düşünmüştüm. Gelmişti ama bana sanki mesafeli davranıyordu. Çokta umurumda değildi. Aksine işime geliyordu, samimiyetten hoşlanmıyordum. Doktor işi bitince Dicle'nin kahve ikramını geri çevirmemiş "Arjin dinlensin, mutfakta içerim" diyerek gitmişti.
Bugün yine tedavinin faydasını görmediğim, en ufak bir şey dahi hissetmediğim bir gün olmuştu. Bir ara Rojda yanıma uğramıştı. Elif Abla'yla tanışıp, benimde halimi hatırımı sormuştu. Normalde yılanlıktan başka bir şey yapmayan kadın, bana karşı iyilik meleği olmuştu. Garipsemiştim, halini. Kara Yılan kayınvalidesi gibi canımı sıkar diye beklemiştim, o ise gayet normal halde karşıma oturup kısa bir sohbet edip gitmişti. Kesin onun ve Fırat'ın kafasına taş düşmüştü. Yoksa iyilik yapmaları normal değildi.
Gündüz yerini geceye bırakmış, dinlenmeye çekilmişti. Akşam yemeğini Elif Abla'yla odamda yemiştik. Elif Abla, Kara Yılan'la tanışmak için yukarı çıkmıştı, bir ara. Engel olmaya çalışsam da "Kadının evinde yaşayacağım, ayıp olur" demişti. Engel olma nedenim; densizlik yapar, Elif Abla'mın canını sıkardı. Dicle ile beraber Kara Yılan'ın yanına gitmişti. Yanında Dicle'nin olması az da olsa içimi rahatlatmıştı. Dicle ters bir laf söylenmesine izin vermezdi.
Dicle'nin getirdiği kahveleri içerken Elif Abla'mla sohbet ediyorduk. Yüzüne çok yakışan gülümsemesiyle bana bakıyordu.
"Fırat iyi çocukmuş, kızım" Söylediğine güldüm.
"Hıh, iyi görmesem inanacağım"
"Öyle deme, kuzum. Baksana iyi olman için nasıl çabalıyor"
"Ben mi çabala diyorum, abla?"
"İşte en güzeli de bu değil mi? Başkasının zoruyla değil, kendi kalbinin isteğiyle yapıyor"
"Yapmasın, istemiyorum"
"Arjin'im, en azından bir teşekkür et, çocuğa"
"Asla"
"Kuzum, ben şimdi burada yanında oturuyorsam onun sayesinde. Bunun için teşekkür etsen olmaz mı?" Teşekkür edip bir taraflarını kaldırmaya gerek yoktu. Kapının tıklatılıp açılmasıyla gelenin Fırat olduğunu gördük. Lafının üstüne şıp diye gelmişti.
"İyi akşamlar" Elif Abla ayağa kalkarak,
"İyi akşamlar, hoş geldiniz Fırat Bey" dedi. İkisi de birbirine gülümsemişti.
"Hoş buldum da, bana Fırat Bey demenize gerek yok"
"Bencede" Ağzımdan birden çıkan kelimeyle bana dönmüşlerdi. İçimden söylediğimi sanmıştım. Neyse, önemi yoktu. Fırat aldırış etmeyerek sözlerine devam etti;
"Sizli bizli konuşmanıza da gerek yok"
"O zaman sende öyle konuşma, evladım" Elif Abla'm ince düşünceli, kibar bir insandı.
"Peki, Elif Abla" Fırat'a ters bakışlarımı yolladım. O da 'ne var' der gibi bakmıştı. Benim ablama, abla demesi içimde kıskançlığa benzer duygular oluşturmuştu. Elif Abla'ysa benim aksime Fırat'a gülümseyerek bakıyordu. Evet, bu daha çok kıskanmama sebep olmuştu.
"Ben çıkayım artık. Size iyi geceler" Elif Abla'ya gözlerimi büyüterek bakmıştım. Nereye gidiyordu ya?
"Odanı hazırladılar, değil mi?" Fırat'ın sorusuna,
"Evet, Rabbim razı olsun senden" diyerek cevap vermişti, Elif Abla. Ben sanmıştım ki Elif Abla benimle beraber uyuyacak. Hayallerim suya düşmüştü. Elif Abla beni öpüp, göz kırptıktan sonra gitmişti. Göz kırpmasından ne demeye çalıştığını anlamamıştım. Arkasından hayal kırıklığı ve hüzünle bakakalmıştım.
"Sadece yukarıya uyumaya gidiyor, üzülerek bakmanı gerektiren bir durum yok" Bakışlarım sertliğe büründü.
"Üzülmüyorum"
"Az önce ki bakışların öyle demiyordu"
"Sen ne anlarsın" Yan tarafımda duran kumandayı alarak televizyonu açtım. Ondan cevap gelmeyince göz ucuyla ne yaptığına baktım. Gardıroptan kıyafet alıyordu. Bir an dudaklarım beynimin inadına harekete geçmiş, beni şaşırtacak ve kendime kızacak kelimeleri ağzımdan dökmüştü.
"Teşekkür ederim"
"Ne için?" Yüzüne tam olarak bakmasamda elindeki eşofmanla olduğu yerde durmuş halde bana baktığını fark edebiliyordum.
"Elif Abla'nın burada kalmasını istediğin için"
"Önemli değil" dedikten sonra mırıldanarak bir şey daha söylemişti ama duymamıştım. Konu uzamasın diye sormak da istememiştim. Eşofmanlarını alıp banyoya girdi. Birkaç saniye geçmemişti ki kapıyı açıp yanıma geldi. Ben anlamsızca bakarken,
"Bir şey sorabilir miyim?" dedi.
"Sor" Dudaklarım yine beynimi dinlememiş, kendi kendine hareket etmişti.
"Neden gelmek istedin?" Neyi sorduğunu anlamıştım.
"Gelmek istemesem fikrimi önemseyecekler miydi?"
"Hayır ama diretmeden gelmen şaşırttı. Aklında ne tür tilkiler dönüyor?" Koltuğun kenarına oturdu, kollarını birbirine dolayarak benden gelecek cevabı bekledi. Gözlerimi kısarak, sinsice baktım.
"Seni öldüreceğim" Dudakları yana yay gibi kıvrıldı.
"Bekleme o zaman. Silahı getireyim, sık"
"Ölmeye fazla meraklısın"
"Bu hayat karşısında kim meraklı olmaz?" İstemesem de hak vermiştim. Bende istemiyor muydum bu hayata gözlerimi sonsuza dek yummayı?
"Seni vurma gibi bir planım yok, rahat olabilirsin"
"Öyle bir planın olmadığını biliyorum zaten"
"Nereden biliyorsun?"
"Beklemez, geldiğinde direkt sıkardın"
"Doğru tahmin"
"Neden diretmeden geldiğini söyleyecek misin?"
"Diretsem de diretmesem de buraya getireceğinizi biliyordum. Ayrıca anlaşmaya göre boşanmamıza bir ay kaldı. O yüzden olay çıkarmadan geldim. Bir ay katlanacağım ve kurtulacağım" Yüzünde ilk başta anlayamadığım bir ifade belirdi, kısa sürede eski haline büründü.
"Haklısın" Tek söylediği bu olmuş, tekrar banyoya girmişti. "Senden kurtulmama az kaldı." demesini beklemiştim. Neyse, önemi yoktu. Az kalmıştı birbirimizin cehenneminden kurtulmaya.
Televizyona boş boş bakarken Fırat banyodan çıkmıştı. Göz ucuyla bakıyordum, ıslak saçlarını havluyla kuruladı. Gardırobun üst kapağını açarak yastık ve battaniye aldı. Battaniyenin birisini yere serdi, üstüne yastığı bıraktı. Dün gece gelmeyince başka odada kalacak sanmıştım. Yanılmıştım, yine aynı odanın aynı havasını soluyacaktık. Havanın soğukluğu buzdan farksızdı. Yatağın içinde bile kollarım ve boynumun üşüdüğünü hissediyordum. Zaten diğer yerlerimi hissedemiyordum, onlar üşür mü yanar mı bilemeyecektim...
"Işığı kapatayım mı?"
"Olur" Fırat ışığı kapatıp yere serdiği battaniyenin üzerine uzandı. Diğer ince battaniyeyi de üstüne örttü. Ona baktığımı fark edince,
"Ne oldu? Niye bakıyorsun?" diye sordu.
"Orada mı uyuyacaksın?"
"Nerede uyuyayım?"
"Koskoca konakta illa ki fazla oda vardır"
"Var, evet ama başka odada yatmam sıkıntı olur"
"Neden?"
"Hatırlatırım, hani karı-kocayız ya Arjin. Buraların kurallarına göre aynı odada kalmak zorundayız" Haklıydı. Ayrı odalarda kalmamızı ne olursa olsun doğru karşılamaz, başımızı daha çok ağrıtırlardı.
"Ama... Hava soğuk, yerde yatarsan hasta olursun"
"Başka çare yok. Sen yerde yatacak değilsin ya" Dudaklarım, dikmek isteyip de bir daha konuşmak istemediğim dudaklarım yine söylemek istemediğim şeyleri dışarı çıkarmıştı.
"Gel, burada yat" Fırat da dudaklarımın söylediğine şaşırmıştı ki uzandığı yerden doğruldu.
"Yanında mı?" Ses tonu şaşırdığını apaçık belli ediyordu.
"Bir köşede ben yatarım araya yastık koyarız diğer köşede sen yatarsın"
"Yok, rahat edemezsin"
"Rahat edemeyeceğim bir durum yok. Zaten dönemiyorum, sabit yatıyorum"
"Emin misin?"
"Fikrimi değiştirmeden geç yat istersen"
"Peki o halde" Ayağa kalktı, yerdeki yastık ve battaniyeleri alarak yatağa geldi. Kenara kaymaya çalışsam da başarılı olamadım.
"Yardım etmemi ister misin?" Sorusuna karşılık sadece burnumdan nefes verdim. Halimden anlamış olmalıydı ki; bir kolunu boynumun altından geçirdi, diğer kolunu hissetmesem de bacaklarımın altına koyarak tuttuğunu görmüştüm. Hafif ve naif hareketlerle beni yavaşça biraz yana kaydırdı.
Kafamı çevirdiğim an burunlarımızın uçları birbirine değdi, karanlık odayı aydınlatan televizyon ışığının altında bakışlarımız birbirini buldu. Nefeslerimizi yüzümüzde hissediyorduk. Bu durum hissedebildiğim tüylerimi ürpertmiş, tuhaf hale getirmişti beni. Görebildiğim bakışlarının derinlerinde sadece boşluk görebilmiştim. Benim gibi o da boşluğun içine düşmüştü. Kurtarılmaktan umudumuzu kesmiş halde boşluğun içinde bekliyorduk.
Boşluklarımıza dalıp baktığımız halimizi sonlandıran ben olmuştum. Nefesini daha fazla yüzümde hissetmek istememiş, kafamı yan tarafa çevirmiştim. Fırat yavaşça kolunu boynumun altından çekti. Aramıza yastıklar koyarak bir duvar ördükten sonra kendi alanına sırt üstü yattı.
Uyumuyorduk, gözlerimizi kırpmadan tavana bakıyorduk. Sanki o tavanda dertlerimizin kurtuluşu için bir yol görmeye çalışıyorduk. Törenin yazdığı kaderden kurtuluş yolu bulmak istercesine bir saniye bile gözlerimizi kırpmadan bakıyorduk.
Fırat'tan ;
Günler geçmişti. Beynimin içi dolmuş, taşıyordu. Kurtulmak istediğim birçok şey vardı. Yaşadığım ev, yaşadığım şehir, hüküm vererek hayatıma karışan insanlar... Kısacası bana yazılmış kaderden, hayattan kurtulmak istiyordum. Hayat beni yıpratan acımasız bir oyundan başka hiçbir şey değildi.
Arjin'le eskisi kadar tartışmıyorduk. Sanki değişime uğramıştı. Eskiden hep tersleyen insan şimdi pek laf etmiyordu. Elif Abla'nın da etkisi vardı ama tek etki o değildi. Ruh hali değişmiş gibi hissediyordum. Bu halini sevmedim desem yalan olurdu. En azından boğuştuğum dertleri katlanılmaz kılmıyordu.
Uğraştığım en önemli dert, Arjin'in sağlık durumuydu. Batuhan'a Türkiye'deki hatta dünyadaki en iyi doktorları araştırmasını söylemiştim. Kısa zamanda Arjin'in sağlığına kavuşmasını istiyordum. Anlaşmaya göre boşanmamıza üç hafta kalmıştı. Ancak Arjin'i abileri kendi konağına götürdükleri gün bu iş bitti sanıp anlaşmayı yırtmıştım. Arjin'e söylememiştim, tepkisinden korkmuştum. Laf yemeye gerek yoktu, hele bi iyileşsin gerisi hallolurdu.
Ben doktor arayışına girmişken Jiyan Ağa yanına çağırmıştı. Arjin'in sağlık durumu hakkında konuşacağını söyleyince koşa koşa gitmiştim. Adıyaman'da şifacı bir kadın olduğunu, ona gitmemizi söylemişti. Herkesin derdine derman oluyormuş söylediğine göre. Sağlık konusunda her zaman bilimsel yöntemlerin taraftarı olsam da çaresizliğimize belki iyi gelir diye Arjin'i Adıyaman'a götürmek istemiştim. Denemekten zarar gelmezdi.
Jiyan Ağa şifacının kimlerden olduğunu ve adresini bilmediğini söylemişti. Araştırıp gidin, demişti. Adıyaman diyince aklıma tertibim Mehmet Kayabey gelmişti. Mehmet can yoldaşımdı. Antep'in önde gelen aşiretlerinden birinin gözde evladıydı. Okumuş, doktor olmuştu. İzmir'de intörnlük yaparken kör kütük bir sevdaya tutulmuş, iki yılın sonunda sevdiğine kavuşmuştu. İletişimimizi kesmesek de düğününe gidememiştim. Malum yaşadığım olaylardan dolayı Diyarbakır il sınırlarına çıkamamıştım.
Mehmet'in eşi Deniz'in dedesi bildiğim kadarıyla Adıyaman'lı Adar Ağa'ydı. Ona sorarsak şifacının kim olduğunu bilir, bize de yardımcı olurdu. Hem Mehmet'in abisi de töreye az daha kurban gidiyordu, başlarına gelmeyen kalmamıştı. Geçmiş olsun der, ne durumda olduklarını da sorardım. Bu düşünceyle masamdaki telefonu alıp kişilere girdim. "Tertibim Mehmet" e tıklayarak aramayı başlattım. İlk çalışta açtı.
"Buyurasın tertip" Sıkıntıyla nefes verdikten sonra konuşmaya başladım.
"Geçmiş olsun, tertip. Duydum ki töre denen canavar kana susamış, bu defa Hazar Ağabey'in kanını dökmüş" Sözlerim karşısında yüzünde oluşan acı az çok gözümde canlanmış, üzülmeme sebep olmuştu.
"Öyle oldu, tertip. Senin kanın yetmemiş. Az Ağabey'imin kanını aldı ama iyi şükür şimdi" Hazar Abi'nin iyi olduğunu duymak yüzümde tebessüm oluşturmuştu.
"Oğlum, duyduğuma göre senin elinde rahat durmamış" Törenin hükmünü vermeye çalışan aşiret liderlerinden birine sıkmıştı. Mehmet'in sıkıntılı nefesleri kulağıma doldu.
"Olması gereken oldu, tertip. Beni boşver, sen nasılsın? Arjin Yenge'nin durumu nasıl?"
"Bende seni bunun için aramıştım. Adıyaman'da bir şifacı var dediler. Duydum ki Deniz Yenge, Adıyaman'lı Adar Ağa'nın torunuymuş. Belki bilginiz vardır, bu konuda yardımın lazımdı"
"Bakar, araştırır sana haber ederim kardeşim. Hatta hanımla birlikte geliriz yanınıza. Yeter ki yengemiz iyi olsun, eksisi gibi ayağa kalksın" Yüzümde beliren tebessümle,
"Allah razı olsun, kardeşim. Eksik olma" dedim.
"Sende, kardeşim" Telefonu kapatıp masanın üstüne bıraktım. İçim rahattı, Mehmet ne yapar eder bana yardımcı olurdu. Eminimki birkaç gün geçmeden arayıp şifacının kim olduğunu bulduğunu söylerdi.
"Derdimizi dermanını tez zamanda ver, Allah'ım" Dua ederek şirketten çıktım. Konağa doğru yol aldım. Kısa süren yolun ardından konağa varmıştım. Konağın önünde duran arabayı görünce doktorun hâlâ burada olduğunu anladım. Gün geçtikçe adama ayar oluyordum. Neden bilmiyorum ama davranışları itici geliyor, canımı sıkıyordu.
Kapıda bekleyen Adem ve Mustafa'ya 'İyi akşamlar' dedikten sonra konağa girdim. Ses seda yoktu, konakta. Adımlarım beni Arjin'in yanına götürdü. Kapının kolunu hafifçe indirmiştim ki doktorunun sesiyle yerimde kaldım.
"Fırat'la ikiniz normal evli çiftler gibi görünmüyorsunuz"
"Nasıl görünüyormuşuz?"
"Sanki sizin evliliğiniz zoraki evlilik gibi geliyor bana" Puşta bak hele, burnunu her halta sokuyordu.
"Bunun sizi ilgilendirdiğini düşünmüyorum" Helal be, Arjin. Ver şu itin ağzının payını. Yoksa ben fena benzeteceğim.
"Beni yanlış anlamanı istemem. Demem o ki, güzel kızsın her şeyin iyisini hak ediyorsun. Sevmediğin insanla zoraki evliliğe mecbur olmamalısın" Şerefsiz! Onun ne haddine böyle konuşmak! Yumruğumu delicesine sıktım, Arjin'in vereceği cevabı bekliyordum. Ona göre içeriye girip doktoru anasından doğduğuna pişman edecektim.
"Lütfen elinizi çeker misiniz?" Arjin'in ağzından dökülen kelimeleri duyar duymaz kapıyı tekmemle açtım. Şerefsiz doktor eliyle Arjin'in saçlarına dokunuyordu, Arjin ise ittirip kurtulmaya çalışıyordu. Doktorun söylediklerinden sonra bu manzarayı görmek gözümün dönmesine neden olmuştu.
"Senin gelmişini geçmişini sikerim, lan puşt!" diyerek yakasından tutup, yüzünün ortasına yumruğumu sertçe indirdim. Neye uğradığına şaşırmış, bir yumruğumla yere düşmüştü.
"Fırat!"
"Ne yapıyorsun be?" Bir hışımla eğilip yakasından tutarak ayağa kaldırdım, bu sefer de suratına kafa atmıştım. Kendime hakim olamıyordum, vurdukça vuruyordum. Savurduğum yumruklar, tekmeler sayısızdı.
"Fırat! Yapma!" Öfkemden Arjin'in çığlıklarını bile duyamamıştım. Dicle, Rojda ve Elif Abla'nın da ne ara geldiğini beni tuttuklarını fark edememiştim.
"Manyak mısın sen!?" Yüzü gözü kan içinde kalmış, yerden kalkmaya çalışırken hâlâ pişkin pişkin konuşuyordu. Kollarımı tuttukları için yumruk atamamıştım. Karnına tekmeyi attım, yine yere yığıldı.
"Asıl sen sapık mısın, adi köpek!?"
"Abi, dur lütfen!" Kollarımdan tutan Rojda ve Dicle'den kurtularak doktorun yakasından tuttum. Sürükleyerek dışarı çıkardım. Kapıya geldiğimizde tekmeyi savurarak dışarı attım, puştu.
"Bir daha bu konağa gelirsen bununla kalmaz, alnının ortasına sıkarım, sapık puşt!" Öfkeyle odaya geri döndüm. Kadınların hepsi korkuyla bana bakıyordu. Burnumdan soluyordum, öfkemi tam olarak atamamıştım.
"Sen ne yaptığını sanıyorsun?!" Arjin'in korku dolu yüz ifadesinin yerini öfke almıştı. Sorusu daha çok sinirlenmeme sebep olmuştu.
"Sapıklık yapan şerefsize haddini bildirdim!" Ses tonuma hakim olamıyordum.
"Adamı az daha öldürüyordun!"
"Yaptığı itlik karşısında ne yapmamı bekliyorsun, Arjin? Benim namusum olana yavşaklık yaparsa ölümden beter ederim!"
Son sözümü de söyleyip çıkmıştım. Deliye dönmüştüm. Yavşağın teki gelmiş, kendisine asılıyor. O daha bana kızıyordu. Ne yapmamı bekliyordu? Bunu yapan puşta "hayırlı işler" mi dememi bekliyordu? Arjin beni delirterek öldürmeden rahat etmeyecekti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.82k Okunma |
2.99k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |