
İlay'ın Gözünden;
Uraz’ın arabasına bindiğimde içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Bu sessizlik, alışık olduğum türden değildi. Yol boyunca tek kelime etmemişti. Normalde laf sokmadan duramazken, şimdi direksiyona kenetlenmiş, gözlerini yoldan hiç ayırmıyordu.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Sesimde hem merak hem de hafif bir endişe vardı. Ama hiçbir tepki alamadım. "Uraz, konuşsana. Beni kaçırmıyorsun, değil mi?"
“Sabırlı ol.” dedi sonunda gözlerini yoldan ayırmadan. Sanki planladığı bir şey vardı ve sabırsızlığımın onu bozmasından korkuyordu. Ama sabır özellikle Uraz söz konusuysa benim pek başarabildiğim bir şey değildi. Şehrin ışıkları yavaş yavaş arkamızda kalırken içimdeki huzursuzluk, yerini artan bir meraka bıraktı. Farların aydınlattığı dar ve ıssız yollarda ilerliyorduk. Camdan dışarı baktım, sonra ona döndüm.
"Bak, beni öldüreceksen söyle." dedim ciddiyetle. "Kendimi hazırlamak isterim."
O an kahkaha attı. Kahkahası arabayı doldurduğunda biraz olsun rahatladım ama hâlâ nereye gittiğimizi bilmiyordum.
“İlay, biraz sakin ol. Eğer seni öldürmek isteseydim, önce son dilek hakkını sorardım.”
“Güzel,” dedim, kollarımı göğsümde birleştirerek. “O zaman ıslak kek ve limonata istiyorum.”
“İstekleriniz sıraya alındı küçük hanım.” dedi göz kırparak.
Bir süre sonra arabayı tenha bir sokağın başında durdurdu. Etrafa göz gezdirdim. Burası... Burası fazla sessizdi. Fazla boş. Gözlerimi kocaman açarak ona döndüm.
“Uraz, gerçekten nereye geldik? Bak, şaka yapmıyorum. Seni polise ihbar ederim.”
“Tamam, tamam.” dedi gülerek. “Sakin ol. Birazdan her şeyi anlayacaksın.”
Arabadan inip bagajı açtı. Ne yaptığını göremiyordum ama bir şeyler çıkardığını fark ettim. Heyecanla “Şimdi gözlerini kapat.” dedi.
“Hayır!” dedim. “Bana neler olduğunu anlatmadan gözlerimi kapatmam.”
“İlay, lütfen. Eğer gözlerini kapatmazsan sürpriz bozulur.”
“Ne sürprizi?” diye homurdandım ama sonunda pes ettim. Gözlerimi kapatıp içimdeki seslere kulak verdim. Hafif bir gül kokusu sızmaya başladı havaya.
“Tamam, açabilirsin.”
Gözlerimi açtığımda nefesim kesildi. Karşımda duran arabanın içi baştan aşağı güllerle doldurulmuştu. Dışıysa rengârenk balonlarla süslenmişti. Bazı balonların üzerinde yazılar vardı.
"Bu... Bu ne?" dedim şaşkınlıkla arabanın etrafında dönerken.
“Kaybolan araban,” dedi omuz silkerek. “Ama biraz süslenmeye ihtiyacı vardı.”
“Biraz mı?” diye bağırdım ama dudaklarımın köşesinde bir tebessüm kıpırdanıyordu. “Bütün çiçekçiyi arabaya boşaltmışsın Uraz! Bunu kim temizleyecek?”
Uraz, kollarını göğsünde birleştirip bana baktı. "Seni mutlu etmek için biraz fazla mı abarttım?" dedi ama sesinde hiç pişmanlık yoktu.
"Mutlu mu? Hiç sanmıyorum." dedim. Sinirle ona doğru bir adım attım ve refleksle bacağına bir tekme savurdum.
"Ah!" dedi, bacağını tutarak. "Tamam, tamam! Şiddete gerek yok."
“Şiddet mi? Daha başlamadım bile.” diye homurdandım ama tam o sırada bir balon dikkatimi çekti. Üzerinde şu cümle yazıyordu: "Her kayıp sonunda yolunu bulur."
Bu çılgın jest düşündüğümden daha çok hoşuma gitmişti ama bunu asla ona belli etmeyecektim.
“Bunu sevdim. Pekâlâ, bu bir puan kazandırdı.”
“Kaç puandayım peki?”
“Düşük,” dedim, arabayı incelerken. “Ama ıslak kek meselesini unutmazsan belki bir şansın olur.”
“Peki, küçük hanım. Islak kek yemeye gidiyoruz. Ama kendi arabanla geleceksin.”
“Ah, tabii.” Gözlerimi devirdim. "Sorun şu ki, arabamın içini güllerle doldurduğun için oturacak yer yok. Güllerin arasında yüzerek mi süreyim arabayı?"
Uraz, arabaya ilerleyip şoför kapısını açtı. Koltuktaki gülleri kucaklarken yüzüne yerleşen o muzip ifade gözümden kaçmadı. Çiçekleri itinayla arka koltuğa yerleştirirken bir iki tanesi yere düştü, eğilip onları da topladı. Ardından eliyle koltuğu siler gibi yaptı, sanki en ufak bir toz bile beni rahatsız etmemeliydi.
Kapının önünden çekilip elinin avuç içiyle koltuğu işaret etti. “Buyrun hanımefendi,” dedi hafifçe eğilerek. Gözleri parlıyordu. “Artık oturacak yeriniz var.”
Yavaşça içeri süzüldüm. Koltuğa otururken bir gül yaprağı saçlarıma takıldı, parmak uçlarımla alıp gülümsedim. Arabanın içi bir rüya dekorunu andırıyordu ama artık o ilk şaşkınlık yerini keyifli bir tuhaflığa bırakmıştı.
Uraz kapıyı kapattıktan sonra kendi aracına yürüdü. Bir an şaşkınlıkla ardından baktım. Onun da arabasının kapısını açtığını görünce camı indirip seslendim, sesimi duymasa da dönüp bakacağına emindim.
Ve döndü. Sanki arkasından bakacağımı tahmin etmiş gibi, alnındaki birkaç saçı geri atarken hafifçe gülümsedi. Bu bakışta biraz oyun, biraz sabır, biraz da beni tanımanın garip rahatlığı vardı.
Ona seslendim: “Hangi kafeye gideceğiz Uraz?”
Cevap vermek yerine arabasına doğru ilerlemeye devam etti. Sonra direksiyona geçti. Camını indirip bağırdı: “Sen sadece arabanla beni takip et. Gerisi bende.”
Cevabın arkasına hiçbir açıklama koymaması karakteristikti. Ne çok konuşurdu, ne gereksiz yere susardı. Gizemli olmak için çabalamazdı ama doğasında bu vardı. Onunla bir yere gitmek, hep bir bilinmeze doğru yürümek gibiydi. Belirsiz ama güven veren…
Motoru çalıştırdım. Direksiyonun başında parmaklarımı derin bir nefesle kavradım. Yüzümde hâlâ o bastıramadığım, sinirle karışık gülümseme vardı. Arabanın aynasından göz göze geldiğimizde göz kırptı.
Onun arabası önde, benim balonlarla süslenmiş arabam arkada… İki ayrı direksiyon, aynı rotada ilerleyen iki inatçı kalptik biz.
***
Kafenin önüne vardığımızda arabadan inip etrafa baktım. Sokağın köşesinde küçük, loş ışıklı bir yerdi burası. Ne çok kalabalık, ne de tamamen ıssız.
“Burası mı?” dedim, dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle.
“Evet,” dedi Uraz, arabanın kapısını kilitlerken. “Islak kek burada efsanedir. Denemeden ölme derler.”
“Ne güzel,” dedim alayla. “Demek tatlı koması temalı bir gün bizi bekliyor.”
Uraz sadece güldü. Kapıyı açıp içeri girdiğimizde, sıcak bir ortam karşıladı bizi. Dışarının serinliğini unutturan, kahveyle çikolata iç içe geçmiş bir koku… Duvarlarda eski film afişleri, köşede bir saksafon...
Uraz en köşedeki boş masaya yöneldi. Sandalyemi çekip oturmamı işaret etti; ben yerime otururken o da karşıma geçti.
Garson gülümseyerek yanımıza geldi.
"Uraz Bey, sizi aramızda görmek ne güzel. Artık eskisi gibi uğraşmıyorsunuz buralara."
Uraz dudaklarının kenarını hafifçe kıvırdı. “Kek kokusu burnuma kadar geldi, dayanamadım.” dedi.
“Yine bahaneyi tatlıya bağladınız yani.”
“Başka türlüsü mümkün mü? Bize iki limonata, iki porsiyon ıslak kek. Mümkünse bol çikolatalı olsun.”
Garson başını sallayıp gülerek uzaklaştı.
Uraz kollarını masaya yaslayıp etrafı süzüyordu. O sırada cebimdeki telefon titremeye başladı. Bildirim üzerine bildirim.
Uraz kaşlarını kaldırdı. “Birisi seni taciz ediyor galiba. Mesajlara baksan iyi olur.”
Telefonu cebimden çıkarıp elime aldım, ekranı kaydırdım. Almina’nın adı üst üste yazılıydı.
Almina:
Kızım.
Şu mesajlara baksana mı artık?
“Görev başındayım” dedin kapattın, sonra ortadan yok oldun.
Günlerdir mesajlarıma cevap vermiyorsun.
Kafayı yedim burada.
Meraktan çatladım resmen. 😭
İlay:
Sorma kızım ya…
İstanbul’a geldiğimden beri başıma gelmeyen kalmadı.
Şu an bir date’teyim. 🙃
Almina:
Oha 😳
Gideli daha bir hafta bile olmadı, hemen sevgili mi buldun kendine?!
İlay:
Yok yok, öyle değil.
Çok uzun mesele bu.
Dedim ya, buraya geldiğimden beri başıma gelmeyen kalmadı diye.
Bak şimdi sırayla anlatıyorum hazır mısın?
Almina:
Hazırım 👀🍿
İlay:
İstanbul’a ilk geldiğim gün, park yeri yüzünden bi adamla kavga ettim.
Sinirden arabasının her yerini oje ile boyadım 💅🏻
Sonra öğrendim ki o adam ablamın arkadaşıymış.
Ama dur, bitmedi.
Ablam işten kovuldu.
Arabam çalındı.
Ve arabamı kim buldu dersin?
Almina:
Yok artık, sakın…
İlay:
Evet. O park yeri kavgası yaptığım adam.
Adı Uraz.
Ve şu an o adamla date’teyim.
Almina:
YUH. 😳
Bir haftada bunların hepsi nasıl oldu?!
Sabah ilk uçakla İstanbul’a geliyorum.
Hem biliyor musun…
Benim annemin ilk evliliğinden olan çocuğunun adı da Uraz’mış.
Düşünsene, bir de o çıkıyormuş!
Ne gülerim var ya.
İlay:
Yok artık…
Daha neler.
Dünya üzerinde tek Uraz senin abin mi sanki?🙄
Almina:
Belli mi olur kızım.
Bakışlarımı telefondan kaldırdığımda Uraz ile göz göze geldim. Yüzümü dikkatle izliyordu. “Ciddi bir şey mi?”
“Yok,” dedim, hemen telefonu ters çevirip elimle kapattım. “Arkadaşım yazmış.”
Kaşları hafifçe çatıldı. "Erkek mi?"
O esnada garson elinde koca bir tepsiyle ağır adımlarla yanımıza geldi. Tam vaktinde gelmişti çünkü Uraz'ın sorularıyla başa çıkamazdım.
Masaya dikkatle limonataları ve ıslak kekleri yerleştirip yanımızdan ayrıldı.
Tam kekten bir çatal almıştım ki “Ee, sorumu cevap alamadım.” cümlesine maruz kaldım.
"Ne sorusu?"
Anlamamazlıktan gelerek çatalımdaki keki ağzıma attım. Sanki konuşmayı biraz ertelersem konu da kendiliğinden kapanacakmış gibi. Kek ağzımda dağılırken o yoğun çikolata tadı damağıma yayıldı. Ne çok hafifti, ne çok ağır. Tam olması gereken kıvamdaydı. Uraz gerçekten bu işi biliyordu.
"Arkadaşın erkek mi diye sormuştum."
Çatalımı yavaşça tabağa bıraktım. Anlaşılan bu konu dağılmayacak gibiydi. Aslında Uraz'ın tepkisini ölçmek için bir bana da bir fırsat doğmuştu.
"Evet, erkek."
Uraz’ın yüzü fark edilir biçimde düştü. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti, dudaklarının kenarı gerginleşti.
“Erkek ha?” dedi, sesini gereğinden fazla sakin tutarak. “Erkek.”
Gözlerimi kısmadan edemedim. “Neden bu kadar ilgini çekti anlamadım.”
“Çekmedi.”
Elindeki pipeti bardağın içinde çevirme hızından belli oluyordu, ilgisini fazlasıyla çekmişti.
Kendimi tutamayarak gülümsedim. “Kıskandın mı yoksa?”
Limonata bardağını alıp tek yudumda neredeyse yarısını içti. Bardağı masaya sertçe bırakırken, “Ben kimseyi kıskanmam.” dedi.
“Tabi tabi.” dedim alayla. "O yüzden bardağı masaya kıracak gibi sertçe bıraktın.”
“İnsanı delirtirsin İlay.”
Omuz silkerken çatalıma bir kek parçası daha alıp ağzıma attım. “Bir insanı gerçekten tanımak için o kişiyi delirtmek gerekir Uraz.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 15.95k Okunma |
2.21k Oy |
0 Takip |
29 Bölümlü Kitap |