“Zeldaaaa!” diye seslendiğini duydum Mel’in. En heyecanlı olan oydu. Onun aksine Elda “biz burda napıyok?” havası veriyordu.
Ne mi yapıyoruz? Gösteriye hazırlanıyoruz tabi ki.
Aylardan Haziran, günlerden tiyatro, başrol Ava Melissa Storm, kötü karakter Zelda Halloran ve başrolün koruması Elda Bellanger. Lise son sınıf öğrencileri.
Tüm Rothnia’nın hatta tüm Wiranlea’nın beklediği gündü bugün. Tigris Merkezi Koleji tiyatroları düşman ülke Lendorr da bile büyük ilgi görürdü. Ve bu seneki tiyatroda biz “Üç Cadı” başrolleri oynayacağız.
“Geldim.” diye cevap verdim Mel’e. Kızların yanına gittiğimde kaşlarım istemsizce kalktı. Kahverengi saçları özenle şekillendirilmiş ve mor bir elbise içine sokulmuş ha bir de gözlüğü yerine lens taktırılmış Ava Melissa Storm bir prensesten farksızdı. Yanındaki Elda ise üzerindeki zırhı, atkuyruğu yapılmış kahverengi saçları ile bir şövalyeydi. Gözlüğü ona bir bilge havası veriyordu.
“Çok yakışmış.” dedi Melissa. Elda ise tepki vermemiş beni süzüyordu. Üzerimde sırt kısmı açık, göğüs kısmı hafif dekolteli ve rahat hareket etmemi sağlayan bir yırtmacı olan siyah bir elbise vardı. Herkesin sarı dediği ama benim kumral diye direttiğim saçlarım dalgalı bir şekilde omuzumdan aşağı dökülüyor ve kalçamın bir karış üzerinde bitiyordu. Gözlüğüm biraz parladığından nereye baktığım tam olarak görülmüyordu. Mel ne kadar prensese, Eli ne kadar şövalyeye benziyorsa ben de o kadar kötü karaktere benziyordum.
“Kızlar, makyaj zamanı!” dedi Kylie. Tigris Merkezi Koleji Üniversitesi’nde makyaj okuyordu ve her türlü gösteride makyözlük yapıyordu. Yaptığı makyajlar asla yapmacık durmazdı ve oyuncuları oynayacakları karakter ile bütünleştirirdi.
Kylie sırayla hepimize makyaj yaptı. Hepimiz derken sahneye çıkacak herkesten bahsediyorum. Figüranlar dâhil. Evet, işi çok zor. Ve asla yardım kabul etmez.
Herkes sahneye çıkmaya hazır bir şekilde kuliste bekliyordu. “Pek saygıdeğer” müdiremiz Eumie Cassidy gelince başlayacaktı tiyatro. Koca kralları ve kraliçeleri bile bekletiyordu Yürüyen Kibir Abidesi.
Nihayet tiyatro başladı. Üç perdeden oluşuyordu ve ben ilk perdede ismen vardım sadece. O yüzden köşeye geçip ikinci perdeyi beklemeye başladım. Bu tiyatroya katılmamın sebebi olacak kişi de “Zelda Halloran’dan nefret ediyorum!” diye bağıran yüz ifadesiyle yanıma geliyordu.
“Hey, Halloran. Eğer sen kötü oynarsan ve azarı işiten ben olursam seni gerçekten gebertirim.”
Marilyn Darrington. Bu kadar özgüvenli olmasının tek sebebi sevgilisi Vesper. Vesper müdirenin oğlu olduğu ve Marilyn’i de pek sevdiği için Marilyn kendini kraliçe zannediyor. Ne derler bilirsiniz, TOP TOPU ÇEKER!1
“Peki.” dedim Top1’e. Marilyn bu hayatta umurumda olan son şey bile olamazdı açıkçası. O kadar kendini beğenmişti ki… Kızıl saçlarını bir kraliçe edasıyla savurur, büyük yeşil gözlerini sanki tatlıymış gibi daha da açardı. Güzel olmasına güzeldi ama kalbi lağım kuyusundan farksızdı. Bu hayatta umursamasam da “sevmediğim insan” diyebileceğim biri olan dört kişiden biriydi Marilyn Darrington. Sadece ben değil Melissa ve Elda da ellerinde fırsat olsa Marilyn’i bir kaşık suda boğarlardı.
Ve evet, tiyatroya Marilyn katıldığı için katılmıştım. Marilyn bu sene oynanacak oyundaki kötü karakterin kölesinin tasvirini pek uyuyordu ve kader olsa gerek kötü karakter Ansel de tıpkı bendi. Marilyn’i sadece aptal bir tiyatroda da olsa ayaklarımın altına alacak olmak mükemmel hissettireceğini düşündüğümden katılmıştım seçmelere. Ve tam da umduğum gibi Marilyn ya da oyundaki adıyla Karina benim yani Ansel ’in kölesi olmuştu.
Marilyn beni daha fazla rahatsız etmemeye karar vermiş olsa gerek arkasını dönüp gitmeye başlamıştı ki durdu. “Al işte!” dedim içimden, çattık yine Top1’e!
“Üzerinde o aptal çöpler yokken insana benzemişsin, Halloran.” dedi ve bu sefer gitti.
Üzerimdeki aptal çöpler… Ben tarzı toplumdan “birazcık” farklı olan bir kızım. Benim giymeyi sevdiğim tarzlara insanlar “Gotik” ve “Rock” tarzı diyorlar. Kimse görünürde bir şey demiyor – Top ekibini saymazsak- ama gözlerinden anlıyorum beni deli yerine koyduklarını. Ve çoğu şeyde olduğu gibi açıkçası bu durum zerre umurumda değil.
“Zelda, Marilyn ve diğer ikinci perde oyuncuları hazır olun lütfen sıranız geldi!” diye seslendi Maudei. Kylie’nin arkadaşı ve tiyatronun suflörüydü. Maudei ’in seslenmesiyle perdenin önünde sanki ilkokullu çocukmuşuz da yılsonu gösterisi yapacakmışız gibi dizildik. Ve sahne açıldığında artık dönüşü olmayan bir oyunun içindeydik.
“BEN ANSEL! ÖLÜMÜN CADISIYIM!”
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Oyun bitip de sonunda serbest kaldığımızda Elda kahkahasını daha fazla tutamadı. Onun güldüğü ve Mel’in boş durduğu hiç bir zaman dilimi olmadığından Mel de gülmeye başladı. O kadar sesli gülüyorlardı ki Rothnia kraliçesi Evanlyn Williams bize bakmıştı. Evet, kraliçenin gözüne girmek herkesin hayaliydi ama kesinlikle bu şekilde değil.2
“Kızım bi sussanıza!” dedim aceleyle. Ama ben kimim ki? Daha şiddetli gülmeye başladılar. Sonra Melissa bir anda durdu. İki saniye sonra Elda’nın da durması üzerine Mel derdini – derdin de böylesi-anlatmaya başladı.
Bu sefer de ben gülmeye başladım. Ama benim gülüşüm iki saniye sonra kesildi.
Ashley Morris. Marilyn’in arkadaşı. Ve arkasında da makyajını tazelemekle uğraşan bir Marilyn Darrington ve Aptallar Kralı Vesper Cassidy. “Tigris Koleji Soyluları”
Ashley, neden Marilyn ile takıldığını asla anlamadığımız ve Marilyn’e çok bağlı bir kraliyet üyesi. Rothnia prenseslerinden Pamela Williams’ın kızı. Zeki, güzel ve yetenekli olduğundan herkes ona saygı duyar, biz hariç. Şahsen ben Ashley’nin bir çöp yığınından farksız olduğunu düşünüyorum.
Ben genelde insanlara cevap vermezdim, o Elda’nın işiydi. Ve işini oldukça iyi yapardı.2
“ Kargaların bülbülleri anlayabildiğini bilmiyordum, Morris. Hem sen daha kuşdillerini kendi arasında ayıramıyorsun, ne diye Zelda’yı geçip okul birinci olma hayali kuruyorsun?”
Anlık Ashley’nin beyni: EROR! CODE 404! LÜTFEN SAYFAYI YENİLEYİN!
Gülerek masadan kalktık ve onları öylece bırakıp kulise, Melissa’nın çantasını almaya döndük. Melissa biz beklerken kulise girdi ve Elda ile ben de yeni çıkacak film hakkında konuşmaya başladık.
“Başrolde Dylan var, inanabiliyor musun Zels!” dedi Elda. Dylan Rogers’ın büyük hayranıydı ve onun ideal tipi olduğunu söyleyip dururdu. Sırf Dylan’a benzemiyor diye o kadar çok erkeği reddetmişti ki…
Tam “ Kadın başrolde de Nyx Taylor var!” diyecekken Melissa bizi çağırdı. “KIZLAR, SANIRIM DUVARI KIRDIM!”1
Kısa bir şaşkınlık, duraksama ve kırılan duvarın fiyatını hesaplama sonrası gelen “biz bittik!” hissiyle soluğu Mel’in yanında aldık. Ve rahatlama tüm vücuduma yayıldı, diyeceğim sandınız dimi. Aslında duvarı kırmış sayılmaz sadece duvardaki örtüyü indirmiş ama duvarda koca bir yarık var!
“Mel, bunu nasıl becerdiğinle ilgili röportaj vermek ister misin hayatım?” dedi Elda. Mel’in tek yapabildiği omuz silkmek oldu, bense “kapının” yanına gitmiş ve ne alakaysa incelemeye başlamıştım.3
“Hava geliyor.” dedim. Hafif hafifti belki ama “kapının” ardından biraz hava sızıyordu.
“Ay, action time!” dedi Elda ve beni kapıya itti.” Git ve kontrol et Zels.”
“Niye ben?” dedim. Harbi ya, niye hep ben?1
“Biz korkağız bebeğim, sen gir ben de arkandan telefonun ışığını açıp geleceğim.”
Normalde ışığın önde gidende olması gerektiğini çok iyi bildiğinden emindim ama sesimi çıkarmadan amaçsızca “kapıdan” girdim. Beş-altı adım kadar ilerlemiştim ki ayağıma bir şey takıldı. “ Elda, ışık.” dedim sakince. Ayağımın altındakini görmemle kaşlarım arşa çıktı. Ağaç kökü mü?
Çok umursamadan ilerlemeye devam ettim. İlerledikçe Elda daha da dibime girmeye başladı. Artık biraz rahatsız edici bir şekilde duruyorduk. Biraz daha ilerlemiştik ki Mel –daha sonra çok pişman olacaktı “dönün” yerine bunu dediğine- “Beni de bekleyin, bırakmayın beni burda!” diye bağırdı ve yaklaşık beş saniye sonra Elda’nın arkasında bitti. Dip dibe ne kadar yürüdük bilmiyorum ama sonunda ışığa ulaştığımızda okuldan çok uzaklaştığımızı fark etmiştim. Ya hemen geri dönmeli ya da birini bizi alması için çağırmalıydık ama ararsak ulaşabileceğimiz kimse yoktu, hem de yüksek ihtimal azar işitirdik.
Sanki kızlar da benim düşündüğümü düşünmüş gibi durdu ve ilk konuşan normal olarak Elda oldu.
“Gidelim ya, torunlara anlatacak hikâye çıkar.”
Niye bilmiyorum Elda’yı sorgulamadan devam ettik. Artık biraz genişlemiş yolda yan yana yürüyorduk ve ilerledikçe beynimin uyuştuğunu hissediyordum.
“Alkol almadığımıza emin miyiz, çünkü sarhoş olmuş gibi hissediyorum.”
Yol, yağmurlu bir havadaki orman yolunu andırıyordu. Sis ve nem oldukça fazlaydı ve etrafta uzun süredir budanmadığı belli olan kocaman ve eğri büğrü ağaçlar vardı. Ağaçların yaprakları kıpkırmızıydı.
Bir süre hiç konuşmadan devam ettik. Devamı görünmediğinden yolun sonu olduğunu tahmin ettiğim yerde ağaç gövdelerinden oluşmuş bir “geçit” vardı. Önünde duran ve aklım bulandığı için ne olduğunu seçemediğim karartı yavaşça bize yaklaştı. “Sen kimsin?” diye sordum kalan son gücümle. Yanımdaki Elda ve Melissa bayılmıştı. İnsana benzeyen ama bir o kadar da farklı olan kişi cevap verdi.
“Ben Ayza, kapının muhafızıyım. Ve siz küçük insanlar buraya gelmek yasaktır.”
Bayılmadan önce görebildiğim son şey Ayza’nın neon yeşili gözleri olmuştu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |