
Okula gitmeyeli günler olmuştu. Zaman, perdeleri kapalı bir odanın içinde yavaşça çürüyen bir sessizliğe dönüşmüştü. Her sabah, alarm kurmadan uyanıyordum; sanki bedenim okula gitmem gerektiğini biliyordu ama ruhum kalkmak istemiyordu. Elimi uzatsam telefon ekranı yüzümü, kusar gibi geri yansıtıyordu. Çekilen videolar hâlâ dönüyordu internette. Yorumlar hâlâ iğneliyordu beni.
“Bu muymuş karşımıza dikilen?”
“Ezik.”
“Hemen kaçtı.”
“Paniklemesi komikti ama.”
“Gerçekten balık bu.”
Gülünç bulanlar, hak ettiğimi düşünenler…
Bir kişi bile “Bu ne rezalet?” dememişti.
Ben sustukça, onlar çoğaldılar.
Sinirleniyordum. Sinirim gözlerimi yakıyordu. İçimde bir şey taştı. Artık ev bile sığınak değildi. Üstüme üstüme gelen duvarlardan kaçar gibi montumu aldım, kulaklık takmadan çıktım dışarı. Ayaz vardı ama iyi geldi. Yürümeye başladım. Bilinçsizce… Sadece adımlarımı dinleyerek. Ta ki kendimi denize nazır küçük parka atana kadar.
Banklardan birine oturdum. Ayakkabımın ucuyla taşlara çizgiler çizerken yaşlı bir adam yaklaştı. Elinde bastonu, yüzünde kibar bir gülümseme vardı. Hiçbir şey sormadan, yanıma oturdu.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra göz ucuyla bana bakarak konuştu:
“Gençler buraya nadiren gelir. Kalabalıktan mı kaçtın, kendinden mi?”
Şaşırdım ama cevabım hazırdı.
“İkisi de olabilir,” dedim. “İnsan bazen aynaya bile bakmak istemiyor.”
Başını salladı. “Aynalar hakikati göstermez zaten kızım. Hakikat burada olandır,” dedi ve kalbini işaret etti.
Gülümsedim. Söylediği her şey, bir ağırlıkla ama yumuşakça içime yerleşiyordu.
Sonra içimden taşanı tutamadım artık. Döküldüm.
“Beni rezil ettiler,” dedim. “Güldüler, videomu çektiler, dalga geçtiler benimle. Hiçbir şey yapmadılar. Sadece izlediler. Ve ben… elimden hiçbir şey gelmedi.”
Bana dönüp yüzüme baktı. Gözleri, kelimelerden daha derindi.
“Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler. Arif anı seyreyler. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”
Bir süre sadece baktım ona. Dudaklarından dökülenler şifa gibiydi. Ama yine de içimdeki acıyı hafifletmiyordu.
Bakışlarım denize kaydı.
“Peki ya savaşmak?” diye fısıldadım.
“Geri dönüp hepsine cevap vermek istesem… İntikam istesem. Kötü mü olurum?”
Gözlerini kıstı.
“Önemli olan, ne için savaştığın,” dedi. O an, içimde bir şey kıpırdadı. Belki bu kaçış, korkaklık değildi. Belki de bir hazırlıktı. Zümrüdüanka’nın küllerden doğuşuydu. Dönüşümün önsözüydü. Kırılmış ama bilenmiş bir karanlıktı. Ayağa kalktım. Hava soğuktu ama içimde bir şey yanıyordu. Bu, öfke değil; bir kararlılıktı. Temiz, sade, yakıcı.
“Teşekkür ederim,” dedim.
Dede başını hafifçe eğdi. Bastonunu yere bir kez vurdu ve derin, içten sesiyle söyledi.
“Kısasta hayat vardır. Ne yapacaksan... başını eğmeden yap.”
Parktan ayrılırken deniz rüzgârı saçlarımı karıştırdı.
Bu defa önümde değil, ardımda esiyordu.
Ve ben ilk kez, gerçekten yürümeye başladığımı hissettim.
Bu defa daha dik. Daha sessiz ama daha sağlam.
Bu defa kaçmıyordum.
Bu defa hazırlanıyordum.
Hadi bakalım şimdi siz naneyi yemediniz mi?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.3k Okunma |
3.22k Oy |
0 Takip |
80 Bölümlü Kitap |