
Nejdet yani yoyocu çocuğu ekledimm yukarıdaki videoya. Benim favorim o, timurla beyazıd halt etmiş gdlgdsgdgd -videodaki değil gerçekteki- hfkdshakfsfs
Sınav kâğıdını teslim ederken kalemim elimde titredi. Sorulara gerçekten odaklandım mı, bilmiyordum. Kafamda o kadar çok şey vardı ki… Zil çaldığında koridordaki uğultu birden bire başka bir titreşime büründü. Öğle arasıydı. Ama sıradan bir öğle arası değildi bu. Spor salonuna doğru yürürken kapının önündeki uzun kuyruk dikkatimi çekti. Öğrenciler sırayla bir kutuya telefonlarını, akıllı saatlerini bırakıyorlardı. Gözlerim kısıldı. Bu neydi şimdi? Neden telefonlar toplanıyordu? Timur'un bir planı vardı muhtemelen. Çünkü bu organize bir şeye benziyordu. Ben de telefonumu çıkardım, kutuya koymak için uzattım. Ama tam o sırada bir çocuk önüme geçti. Siyah bir kapüşon giymişti, yüzü gölgede kaldı.
“Sizin vermenize gerek yok, geçebilirsiniz,” dedi kısık bir sesle. Gözlerim büyüdü. Sizin? Neden? Neden ben farklıydım? Ama sorgulamadım. Sadece başımı salladım ve geçtim. Spor salonunun kapısından içeri adım attığım anda, bambaşka bir atmosferle karşılaştım. Salonun ışıkları loştu. Herkes belli bir düzene göre yerleşmişti. Siyahlar bir tarafta, Beyazlar diğer. Orta noktada ise, o tanıdık iki silüet: Timur ve Beyazıd. Adımlarımı yavaşça onlara doğru attım. Timur'un gözleri bana kilitlenmişti. Gülümsedi alaycı ama içinde sıcaklık barındıran o bildik ifadeyle.
“Hoş geldin, son kitap bükücü,” dedi.
İstem dışı gülümsedim. O sırada gözlerim Beyazıd’a kaydı… ama o yine bakmadı bana. Bir kerecik bile. Omuzları dimdik, gözleri boşluğa sabitlenmişti. Sanki ben orada yokmuşum gibi. İçim paramparça oldu. Gözlerim yanmaya başladı ama ağlamayacaktım. Artık değil. Bunca şeyden sonra, güçlü kalmalıydım. Sadece biraz… biraz göz temasına ihtiyacım vardı. “hoş geldin,” demesine. Ama o susuyordu.
Kalabalığın içindeki fısıltılar kulaklarımı doldurmaya başladı.
“Neden buradayız ya?”
“Biri bir şey mi yaptı?”
“Gizli kamera mı?”
“Timur’la Beyazıd bile yan yana durmuş, ciddi bir şey olmalı.”
İçim daraldı. Spor salonu tıklım tıklım dolmuştu. Siyahlar’ın ön sırasında Sena, Umut ve Bilge vardı. Sena'nın yüzü hâlâ o tanıdık kibirle gergindi. Umut sessiz, ama tetikteydi. Bilge, göz ucuyla her hareketi kaydediyor gibiydi.
Beyazlar’ın ön sırasındaysa Efe ve Elfin vardı. Efe dik duruyordu, gözleri bir noktaya sabitlenmişti, sanki bir şeyleri bastırmaya çalışıyordu. Elfin… Gözlerim Elfin’e kilitlendiği anda, içimdeki nefes sanki içeri çekildi ve orada asılı kaldı. Zaman yavaşladı. Kalbim boğazıma tırmandı. Çünkü o an… o video… gözümün önüne geldi. Elfin'in Beyazıd’ın babasıyla olduğu o an. Gözümün önünden, silinmiyor. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, o görüntü gitmiyor. Elfin’in dudakları, gözleri, sesi. Her şeyi o videoda vardı. İğrençti. Midem bulandı. Ama daha beter olan, Beyazıd’ın hiçbir şeyden haberi olmamasıydı. Kendime sinirlendim. Neden ona sesimi yükseltmiştim ki? O bana dokunup sarılmışken... O gerçekten bana dokunmuştu. Gözlerim Beyazıd'a sonra yeniden Elfin'e kaydı. Elfin orada, ön sırada, dimdik duruyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Göz göze geldiğimizde bir anlık duraksadı. Ama sonra dudak kenarına o tanıdık gülümsemeyi kondurdu.
O gülümseme ne anlama geliyordu bilmiyordum. Bakışlarımı çektim. Sadece bildiğim şey şuy: Kimse göründüğü gibi değildi.
Salonun ortasındaki o üçlü çizginin hemen gerisinde duruyorduk. Ben bir adım arkalarındaydım; Timur ve Beyazıd yan yana, ama aralarında görünmez bir duvar vardı. Sessizlik anbean kırılmaya başlıyordu. Fısıltılar, meraklı bakışmalar, tahminler, korkular... Timur, başını yavaşça çevirdi ve kalabalığı süzmeye başladı. Herkesi tek tek, gözlerinin içine bakarak. Siyahlar'ın en arkasındaki çocuklardan, Beyazlar'ın en ön sırasındaki Elfin'e kadar. O an… kalabalık yavaşça sustu. Çünkü Timur’un bakışı, sus demesinden daha tesirliydi. Sonra derin bir nefes aldı. Hani bazı insanlar konuşmadan önce havayı yırtar gibi bir soluk çeker ya… Timur da onlardan biri. Ve sonunda sesi yankılandı salonda:
“Biliyorum...” dedi.
Kısacık ama öyle bir “biliyorum” dedi ki, herkes biraz daha yaklaştı. Kalabalık dev bir organizma gibi Timur’a doğru eğildi sanki.
“Biliyorum… Hepiniz şu an neden burada olduğunuzu merak ediyorsunuz. Sınavların ardından bir araya toplanmak, telefonlarınızı vermek, Siyahlar bir kenarda, Beyazlar öteki köşede... Belirsizlik içinizi kemiriyor.”
Bakışları bir an bana kaydı. Ama çaktırmadan. Sonra yine kalabalığa döndü.
“Şimdi size bir sır vereceğim,” dedi. “Ama bu sır, kimin elinde olursa olsun, onu ya özgür kılar ya da mahveder.”
Hitabeti çok kuvvetliydi. Kendi bedenimden çıkıp Timur’a odaklandım.
“Bu okul… sizin sandığınız gibi bir okul değil,” diye devam etti. “Ve biz, düşündüğünüz kadar ayrı değiliz.”
Fısıltılar artmaya başlamıştı.
“Okuldaki çoğu öğrencinin kişisel bilgileri, banka hesapları, aile geçmişleri, özel görüntüleri, hatta yasa dışı işlerle olan bağlantıları… Hako denen adamın elinde.”
Kalabalıktan cılız bir 'ne?' sesi yükseldi. Sonra başka biri daha “Nasıl yani?” dedi.
Timur başıyla Beyazıd’a döndü. Hafifçe eğildi. Bu defa onun sesi yükseldi.
“Bu sadece bir söylenti değil,” dedi Beyazıd. “Hako, okulun içine casuslarını yerleştirmiş. Hocalar arasında bile adamları olabilir. Bize ait her bilgiyi dijital bir dosyada topluyorlar. Bir çeşit... kontrol mekanizması. Sanmayın ki bu sadece bizim okula özel. Hako herkes için bir tehdit.”
Sesi tok ve netti. Ama hâlâ bana bakmıyordu. Sanki ben göz göze geldiğimizde onun geçmişini hatırlatıyordum. Ya da suçunu. Timur kaldığı yerden devam etti.
“Ve artık buna bir dur demek zorundayız. Bu sadece bizim savaşımız değil. Siyahlar, Beyazlar… Bu işte renkler yok. Birlik var. Çünkü tehlike, hepimize dokunuyor. Bugün onun, bilgileri kime karşı kullanacağını bilmiyoruz. Belki de yarın senin annenin babanın dosyası ortaya dökülecek belki de en özel anların ifşa edilecek.”
Bir anlık sessizlik oldu. O an… o kadar derin bir sessizlikti ki... kalbimin atışlarını duyabiliyordum.
Timur sesini alçalttı ama vurgularını keskinleştirdi.
“Biz bu sisteme boyun eğmeyeceğiz. Artık oyun kurucular biziz. Ve oyunun kurallarını biz yazacağız.”
Havayı bıçak gibi kesen bir cümleydi bu. Kalabalık hareketlendi. Kimi homurdandı, kimi alkışladı, kimiyse hâlâ donuk bakıyordu. Çünkü her cümlesi, bir tehlikenin habercisiydi. Timur konuşmasına devam etti.
“Bu yüzden burada toplandık. Birlikte hareket etmek için. Geçici bir ateşkes. Siyahlar, Beyazlar fark etmez. Bilgi veren, bilgi alır. Ama saklayan... risk altına girer.”
Beyazıd, Timur’un hemen ardından bir adım öne çıktı. Yavaşça ellerini ceketinin ceplerine soktu ve gözlerini kalabalığa gezdirdi.
“Bugünden itibaren bütün kurallar rafa kaldırılmış sayılacak.”
Cümle salona yayıldığında bir anda homurtular yükseldi. Özellikle Beyazlar tarafından. Birkaç kişi itiraz etmek ister gibi oldu ama Beyazıd sadece elini kaldırdı ve herkes sustu.
“Kim kiminle konuşamazmış, kim kiminle yan yana gelmezmiş… Bitti. Artık herkes, herkesle iş birliği yapacak. Bu oyun, yalnız kazanılmaz.”
Sözleri öyle netti ki, kalabalık bir anda sessizleşti. Göz ucuyla Beyazıd’a baktım. Gözleri hâlâ bana dönmemişti ama sesindeki kararlılık, içimdeki karmaşaya birkaç saniyeliğine de olsa denge getirmişti. Derken Timur, Beyazıd’ın omzuna hafifçe vurdu. Sıra ona geçmişti.
“Bu iş birliği güzel. Ama…” dedi Timur, sanki bir şey daha varmış gibi. “Bu işte bize iki kişi daha lazım.”
“Kendine güvenen, dövüşte beni yenebileceğine inanan kim varsa, öne çıksın.”
Sesindeki meydan okuma öyle keskindi ki salonun içindeki hava bile kesildi sanki. Bir uğultu, bir mırıldanma… ama kimse hareket etmedi. Göz göze gelenler oldu ama hepsi sonra kafasını çevirdi. Timur meydanda tek başına dimdik duruyordu. Kollarını göğsünde birleştirdi.
Ve sonra... bir ses.
“Bunda benim çıkarım ne olacak?”
Sanki ses, salonun her köşesinden aynı anda geldi. Dönüp baktım. Kalabalık aralandı.
Ve o çocuk...
O tanımadığımız ama aslında çok şey söyleyen çocuk, salondan ağır adımlarla Timur’un karşısına çıktı. Ellerini cebinden çıkarmamıştı. Bordo hırkası ve kendinden emin tavrıyla oradaydı. O yürüyüşünde bir meydan okuma, bir dans, bir oyun vardı yine. Bütün salonun dikkati bir anda ona çevrilmişti.
Benim gözlerimse... donmuştu. Çünkü bu çocuk bana yardım etmişti. O yapışkan saç, o kanlı kol… Herkes susarken o konuşmuştu. Herkes dururken o harekete geçmişti. Bana döndü. Gülümsedi. “Merhaba. Seni tekrardan görmek güzel.” dedi.
Bir an şaşırmıştım. Kendime geldiğimde ben de hafifçe başımı eğdim.
“Selam,” dedim, dudaklarımda beliren zayıf ama samimi bir tebessümle. Timur ona baktı, sonra bana. Beyazıd da aynı şekilde. O an, üçünün ortasında kalmak... çok garipti. Ama çocuk hiç istifini bozmadı.
Timur’un gözleri daraldı.
“Ne istersen,” dedi kararlı bir sesle. “Ama önce... marifetlerini görelim.”
Çocuk başını eğdi. Hafifçe güldü.
“Emin misin?”
Timur ileri doğru bir adım attı.
“Her zaman.”
O an çocuk, ellerini cebinden çıkardı. Kalabalık nefesini tuttu. Parmakları ceplerden iki parça çıkardı. Kırmızı. Parlak.
Yoyo.
Timur kaşlarını kaldırdı.
“Bu ne lan?” dedi yarı şaşkın, yarı alaycı bir tonla.
Ben gözlerimi kıstım. Yoyo? Ama aynı zamanda da düşündüm. “Kaç tane yoyosu var bu çocuğun?”
Çocuk ellerini havaya kaldırdı, kırmızı yoyoları başının üstünde bir daire çizer gibi çevirdi. Gökyüzünde dönen iki alev gibiydi neredeyse. Sonra... Rekabet başladı. İlk atılım, yıldırım gibi hızlıydı. Yoyolardan biri fırladı, Timur eğildi ama tam o anda ikinci yoyo sağdan geldi. Timur, onu elinin tersiyle savuşturdu ama çocuk hamleye devam etti. Dönerken yere eğildi, yoyoları bir kırbaç gibi kullanmaya başladı. Her bir vuruş, yere temas ettiğinde küçük toz bulutları yükseliyordu.
Yoyolar sadece oyuncak değildi. Onlar silahtı, onun ellerinde. Denge unsuru, savunma, hız ve saldırı… hepsi bir arada!
Timur, çocuğa doğru atıldı. Yumruk salladı, ama çocuk geriye sıçradı. Yoyo havada döndü, bir iple Timur’un bileğini yakaladı. Kalabalık “ooo” diye bağırdı. Ama Timur, elini sertçe geriye çekti ve ipin gerginliğini kırdı. Bir tekmeyle ileri atıldı. Çocuk yere düştü. Ama düşerken öyle zarif bir dönüş yaptı ki, o bile estetikti. Tek dizinin üstünde durdu, başını kaldırdı. Gülümsüyordu.
“Güzel hareketti,” dedi.
Timur da ilk kez sırıttı.
“Sen de çabuk öğreniyorsun.”
Yine atıldılar. Bu sefer çarpışma daha hızlıydı. Yoyo kordonları, Timur’un etrafında dolandı. Ama o hızla dönerek kurtuldu.
Çocuk, boynunun arkasından bir yoyo daha çıkardı. Bu sefer siyah renkliydi.
Üç yoyo. Nefesimi tuttum. Dövüş devam etti. Her hareketleri bir dans gibiydi. Timur’un gücü, çocuğun zekâsıyla çarpışıyordu.
Sonunda... İkisi de aynı anda havaya zıpladı. İkisi de aynı anda yere indi. Ve durdular. Soluklar hızlandı. Alınlarından ter damlıyordu. Ama gülüyorlardı.
Beraberelerdi.
Çocuk elini uzattı.
“Ben Nejdet,” dedi hâlâ nefes nefeseyken.
Timur bir an durdu, sonra elini sıktı.
“Timur. Hoş geldin, birliğe.”
Salon alkışlarla yankılandı. Kimisi tezahürat yaptı kimisi ıslık çaldı kimisi de sadece şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben mi? Ben sadece orada, onların bir adım gerisinde duruyordum. Gözüm hâlâ Nejdet’teydi. Çünkü bana bunca zamandır “Merhaba” diyen tek kişiydi. Bana o havuzda “Yalnız değilsin,” diyenin kim olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Ve şimdi… Artık o da bu oyunun içindeydi.
Timur, Nejdet’in elini sıktıktan sonra birkaç adım ileri çıktı. Kalabalığı süzdü. Göğsü hala hafif inip kalkıyordu ama içinde devam etmek isteyen bir enerji vardı. O bildiğim amansız savaşçı hâli... Sanki hep bir adım daha öteye gitmek zorundaydı.
“Ee...” dedi, sesi daha yüksekti bu sefer.
“Sadece bir kişi mi? Başka kimse yok mu?”
Bir süre sessizlik oldu. Birkaç kişi başını çevirdi, kımıldandı, ama kimse öne çıkmadı. Yine o tanıdık duraksama. Kalabalığın içindeki cesaret hep görünmezdi.
Sonra… o ses geldi.
Zarif ama kendinden emin bir tonda.
“Ben varım.”
Bütün salon bir anda o yöne döndü. Kafalar çevrildi, adımlar durdu, konuşmalar kesildi. O sesin sahibi kalabalığın içinden süzülerek çıktı. Siyah bir deri ceket, bordo ruj, hafif topuklu dizine kadar uzanan botlar. Ayaklarını yere değdirmiyormuş gibi yürüyordu. Tüm salonun havası bir anda değişti.
Kıza, güzel demek yetersizdi, gösterişliydi. Gözüm parmaklarındaki o yüzüklere takıldı. Ama beni asıl donduran şey yüzüydü. Bu kızı daha önce hiç görmemiştim. Hiç. Ama sanki onun varlığı hep buradaymış da ben yeni fark ediyormuşum gibiydi.
Bir uğultu yayıldı salona.
“Ooo Merve! Merve!”
Siyahlar, coşmuştu. Timur, kaşlarını çattı. Gözleri büyüdü.
“Sen...?” dedi şaşkın bir sesle.
“Sen benden misin?”
Kız -artık adının Merve olduğunu bildiğimiz- gözlerini devirdi, hafifçe güldü.
“Kaç aydır grubundaki kızları fark etmemen büyük başarı,” dedi alayla. Sonra bana baktı, gözlerimizi kilitledi. Bir şey vardı bakışlarında. Dostça... ama aynı zamanda ölçen.
“İki şartım var,” dedi sonra yeniden Timur’a dönerek.
Bir anlık sessizlik. Sonra devam etti.
“İlki, seninle değil…”
Elini kaldırıp Nejdet’i gösterdi.
“Şu çocukla dövüşeceğim.”
Salon bir anda kıpırdandı. Siyahlar yeniden uğultuya başladı. Beyazlar başlarını çevirdi. Timur ise bir an sustu… sonra kahkaha attı.
“Pekâlâ. Devam et,” dedi, merakı iyice artmıştı belli. Merve bir adım daha atarak ikinci şartını söyledi.
“İkincisi de…”
Sesini hafifçe yavaşlattı, vurguladı.
“Artık sağ kolun ben olurum.”
Sanki salonun havası bir anda boşaldı. Bir uğultu yükseldi. Bazı çocuklar şaşkınlıktan dudaklarını ısırdı, bazıları kahkahaya boğuldu. Ama en önemlisi, Timur’un yüzünde bir gülümseme belirdi.
“Kabul.”
Durdu, sonra yanındaki gruba döndü.
“Yanımdaki aptalların bir faydası yok zaten,” dedi buz gibi bir tonla.
Gözleri Sena’ya kaydı. O bakış... her şeyi anlatıyordu. Sena’nın yüzü bembeyaz kesildi. Çene kasları gerildi. Önce bir adım geri attı, sonra kalabalığın içinden hızla çıkıp gitti. Peşinden Umut ve Bilge de yürüdü. Hiçbir şey söylemeden.
Fısıltılar patladı. “Sena gitti…”, “Timur onu harcadı…”, “Kız ne ara bu kadar güçlendi?”
O an salondaki bütün düzen değişti. Bir satranç tahtasında piyonlar devriliyor gibiydi.
Timur döndü, Nejdet’e baktı.
“Senlik bir problem var mı?”
Nejdet, kendine has o gülümsemesiyle başını hafif eğdi.
“Problem mi? Yani...”
Ellerini açtı.
“Güzel bir kızla dövüşeceğim, gözlerim bayram edecek, bir de ortalık karışacak… Daha ne isterim?”
Kısa bir kahkaha attı. Timur gülümsememek için çenesini sıktı.
“Yalaka...” diye mırıldandı ama sesi duyulmayacak kadar kısıktı. O sırada Merve, üzerindeki kısa ceketini çıkardı. Bir an bedenine dökülen ışık, salonun ışık oyunlarıyla birleşince neredeyse sahne gibi parladı. Ceketi usulca bana uzattı.
“Saçlarına bayıldım,” dedi yumuşak ama içten bir sesle.
Bir an gözlerimi kaçırdım, sonra hafifçe gülümsedim.
“Teşekkür ederim.”
Sesim biraz kısıktı ama içimden gelen bir buruklukla doluydu. Bu kız bir anda parlamıştı. Güçlüydü, güzeldi, özgüvenliydi. Benim ise daha birkaç saat önce saçlarım yapış yapış, gözlerim dolu doluydu. Ama onun bana verdiği o ceketi alırken… belki de küçük bir dostluk tohumu vardı içinde. Ve sonra... Salonun ortası açıldı. Öğrenciler kenara çekildi.
Merve ve Nejdet, birbirlerinin tam karşısına geçti. Biri sanki geceden kopup gelmişti. Diğeri... bunca kalabalıkta parlayan bir yıldızdı adeta. Merve ayaklarını sağlam basıyordu. Ellerini hafifçe esnetti. Nejdet, yoyolarını yavaşça ceplerinden çıkardı. Kırmızı ipleri ışıkta parladı. İlk hamle Merve’den geldi. Koşmadı. Yürürken hızlandı ve sağdan bir tekme savurdu. Nejdet eğildi ama Merve sol dizini çekip kaldırarak tam omzuna vurdu. Nejdet sendeledi ama yere düşmedi.
“Acele ediyorsun,” dedi Nejdet, gülümseyerek. Sonra yoyoları fırlattı. Merve geriye doğru sıçradı, yoyo yere çarptıktan sonra sekerek sağa döndü. Merve, ayağıyla yoyoyu bastırarak durdurdu.
“Tatlısın ama dikkatli ol,” dedi.
Nejdet hafif eğildi, göz kırptı.
“Senin için dikkatli olurum.”
Salon kıkırdadı. Sanki dövüşmüyor da flörtleşiyorlardı. Dövüş birkaç dakika daha sürdü. Merve inanılmazdı. Hızlıydı, kıvraktı, güçlüydü. Bir tekmeyle Nejdet’in yoyolarını fırlattı, sonra yere düşmesini beklemeden dizini Nejdet’in göğsüne dayadı. Nejdet yere serildi. Yana doğru yuvarlandı ama gülüyordu.
Gerçekten... gülüyordu.
Yavaşça ayağa kalktı. Elleriyle dalgalı saçlarını geriye itti. Birkaç saniye soluklandı. Sonra gözlerini Merve’ye dikti.
“Sanırım... aşık oldum,” dedi sırıtarak. Gözlerinde hafif bir buğu vardı ama içinde samimi bir hayranlık da vardı.
Merve kaşlarını kaldırdı.
“Bu kadar kolay mı?”
“Güzellik karşısında direnç göstermek bazen aptallık olur,” dedi Nejdet.
Salon kahkaha doldu. Merve ilk kez gülümsedi. Gülümsemesi de kendisi kadar güzeldi. Derin bir nefes aldım. Bu insanların arasında, bir şekilde yer edinmeye çalışıyordum. Ama bir yandan da gözlerim arada Beyazıd’a kayıyordu. Bana bakmıyordu. Ama fark etmiştim... artık bana sırtını da dönemiyordu.
Ve birliğin içinde artık yeni bir denge vardı. Merve ve Nejdet.
Bu bölümü yazarken çok eğlendim dasnfasfs çünkü ben yani yazarınız Merve ve sevgilim de Nejdet sdfdsagsa bizi de kitaba ekledim
Sizde eğlendiniz mi? Bölüm güzel miydi gsdfgsdfhd
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.3k Okunma |
3.22k Oy |
0 Takip |
80 Bölümlü Kitap |