
Odamın kapısını sessizce kapattığımda, koridorun uğultusu arkada kalmıştı. Ayaklarım beni neredeyse sürükleyerek yatağımın yanındaki aynaya götürdü. Yüzümde hâlâ abimin sarılışıyla ısınan sıcacık bir iz vardı, şimdi ise bunun önemi kalmamıştı. Aynada gördüğüm yorgun benliğe odakladım. Saçlarım… Ne kadar da tuhaf duruyordu bu kısa uçlarıyla. Bir zamanlar her sabah uzun saçlarımı nasıl şekillendireceğimi hayal ederek uyandırırdım kendimi. Şimdi, bir çözüm arayışının ortasında, o dalgalar kesilip gitmişti. Parmaklarımla uçlarını yokladım. Yaralarımdan bile daha taze gibiydiler. Kaybettiğim parça, benlik parçam, orada değildi artık. Sevdiğim o uzun saçlarım...
Gözlerim doldu. İlk önce ağır ağır, göz kapaklarım titreyerek, sonra kontrolsüzce… Ağladım. Her damla yüreğimin yükünü çekip alıyordu. Karar veremediğim sorular, suskunluğumun yüklediği suçluluk, her sabah okula girerken hissettiğim baskı, her adımda kulaklarımı yakan fısıltılar… Hepsi birden aklıma üşüştü.
“Çok yoruldum Allah'ım.” diye fısıldadım kendi kendime. Her sabah kalkmak, tıpkı zırhı kuşanıp savaşa gitmekti: Zorbalıklara karşı korunaklı, aynı anda ağırlığı beni yere bastıran bir zırh. Niye kimse dur demiyordu? Niye bu kadar acımasızlardı? Gediklerimi görmüyorlar mıydı?
Ucuz acılar değildi bunlar. Eline kalkan alıp sana zarar veren arkadaş sözleri, bir yanlış anlaşılmanın gölgesi, sınıfın üç karış ilerisindeki dalga geçmeler… Ama asıl yaralayan, evdeki duvarların suskunluğu oldu. Annemin masaya bıraktığı çayın soğuması gibi, babamın akşamları televizyon karşısında unutulmuş bakışları… Hepsi birer ihmal damgasıydı. Abimin hayatında ne kadar önemli olduğumu sandıysam da, o da gidişiyle gösterdi ki benim çaresizliğimden bihaberdi.
Sirküsi bir oyundu bu: Sabah sahte bir şekilde gülümsemek, öğle arası ayak üstü esprilere katılmak, akşam eve dönüp yastığını ıslatmak.
İçimdeki kırılma noktası her defasında başka bir parçaya taşıyordu acıyı. Yüreğimde çarpan bin parçalı bir kalbim vardı sanki. Her hatıra, her hayal, her umut yanımda ağırlıktı.
“Neden böyleler? Nasıl bu kadar umursamazlar? Bu odada ölsem bilmezler!” diye feryat ettim. Nasıl bu kadar duyarsız olabilirlerdi? Nasıl kanımın kaldığını, ruhumun titrediğini fark etmeden… Nasıl o minik çığlıklarımı görmeden aynı evde kalmaya devam edebiliyorlardı? Bir annenin kokusunu, bir babanın sözünü, bir abinin sırtını hiç aramamışım gibi davranmak… Bu kadar acımasız bir ihmal nasıl mümkün olabilirdi?
Aynada bana bakan gözler artık sadece yorgun değildi; boşluğa saplanmıştı bakışlar. Anladım ki, en çok beni benliksizleştiren bu sessizlikti. Dünyanın en yalnız insanı da olabilirdim. Kalabalıklar arasında. Kimseler duymuyordu beni; ben de kimseleri duymak istemiyordum. Ama aklımın bir köşesinde, abimin sarıldığı o huzurlu an vardı. “Yanındayım,” demişti. Ve bu, kara günlerimin arasında açan çiçekti. Karanlığın tam ortasında o kelime… Sudan değerliydi. İçimdeki tüm kırılmaları, yaraları iyileştirecek bir meşale gibiydi.
Gözyaşlarımın ardından derin bir nefes çektim. Aynanın karşısında ellerimi yumruk yaptım. Belki sabah başka bir çığlıkla uyanacağım belki yine korkup kaçacaktım bu aynanın karşısından. Ama o “ben buradayım” fısıltısını kulağıma kazıdım. Kendime söz verdim: Ne kadar ağırlaşsam da, bu taşı tek başıma omuzlayacaktım. Ve bir gün, bu aynaya dolu gözlerle değil, gülümseyerek bakacaktım.
Yatağa yürümek bile bir savaştı bu gece. Parmak uçlarım karıncalanıyor, boğazımdaki düğüm bir türlü çözülmüyordu. Odamın loş ışığı duvarlara yorgun bir sarılık yayarken, sanki her gölge içimde bir acıyı yankılıyordu. Yorganı üzerime çekerken bile utanır gibiydim. Kendi kendime bu kadar kırılgan olduğumu itiraf etmek zordu. Bir yanım güçlü olmayı bekliyordu hâlâ kendinden, bir yanım ise sadece birinin “ağlayabilirsin, sorun değil,” demesine muhtaçtı. Yastığa başımı koyduğumda, saçlarım kısa uçlarıyla yanaklarıma değdi. Elimle onları düzelttim. İçimden, “Sen de gittin,” dedim. “Sen de bir zamanlar benliğimin uzantısıydın… Şimdi sen bile yok oldun.”
Gözlerim yeniden doldu. Ama bu sefer gözyaşlarım sessizdi. Direnmeden, kavga etmeden… Sadece akıyorlardı. Yastığım ıslandıkça içim hafifliyordu sanki. Ağlamak, acının diliydi ve ben o dili artık susarak konuşuyordum. İçimden parçalar geçiyordu, tek tek. Timur’un kaskı, Beyazıd’ın sessizliği, Gül’ün hâlâ açıklanamayan hayaleti… Abimin gidişi, babamın suskunluğu, annemin her şeyi sanki hiç fark etmemiş gibi yapışı… Her biri zihnimde ağır adımlarla geçip gidiyordu.
“Dayanamıyorum artık,” diye fısıldadım yastığa.
Ama kimse duymuyordu. Ve ben de artık kimse duysun istemiyordum. Sessizlik, acının battaniyesi gibiydi. Üşüyen kalbimi sarmaya başlamıştı bile.
Telefonumun titreşimiyle irkildim. Buğulu gözlerimden ekranı görmeye çalışarak açtım.
Beyazıd kişisinden 1 yeni mesaj.
Her şey yolunda mı?
...
Ya çok arada kalıyorum yemin ederim
Sanki gerçekte varlar da aralarında seçim yapıyorum ağğğ
Kimle olsun istersiniz Ada?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.3k Okunma |
3.22k Oy |
0 Takip |
80 Bölümlü Kitap |