
Alarmım çalmamıştı. Telefonumun ekranı karanlıktı, titreşmediğini o sıra fark ettim; uyanmaya çalışmak yerine daha derin bir uykuya gömülmüştüm. Gözlerimi açtığımda, yüzüm yastığa yapışmış, saçlarım dağınıktı. Kalkmak için güç toplamaya çalıştım ama hareket ettikçe sanki bedenim ağır bir tuz yığınına dönüşüyordu. Zombi gibi sürünerek yatağımdan ayağa kalktım; duş alacak enerjiyi bile bulamadan, kendimi zorla banyoya attım. Sıcak su derimi yaksa da, uyanmama yeterli olmadı.
Kıyafetlerimi seçmek, düğmelerini iliklemek bile zor geliyordu. Saati takip etmem gerekirdi: Timur’la buluşma saatimiz yaklaşıyordu. Çantamı sırtıma geçirdim, bir de su koydum çantanın yanına; annem yine sessizce göz ucuyla baktı, babam ise kahvesinden başka bir şey düşünmüyordu. Telaşla sofraya yöneldim; oturduğumda masadaki zeytinleri, peynirleri görünce içim burkuldu. “Neden bu kadar sessiziz?” diye sordum kendi kendime yine. Kaçarcasına bir lokma zeytin ağzıma attım. Kimseler ses çıkarmadan, dakikalardır birbirimize bakmadan oturuyor gibiydik. Kahvaltının acayipliğini düşünüp dudaklarımı ısırdım. “Zeytinin tadını ne kadar sevdiğimi söylesem… Ya da günümün nasıl geçtiğini anlatsam… Ya da saçımı kestirdiğimi görecek kadar dikkatli olsalar…” diye düşündüm. Saçlarımı hafifçe elledim; kısa kesimi annemin bile fark etmeyeceğinden emindim. İçimde hem öfke hem de kıpırtılar vardı, ama ses çıkaracak halim yoktu. Nefes alıp sokağa adım attım.
Soğuk hava ciğerlerime doldu. Başımı kaldırdım; yoldan geçenlerin bütün kelimeleri kaybolmuş, sadece soğuk rüzgârla dağılan izdüşümler kalmıştı. Adımlarımı seçemedim. Hiç konuşmadan yürüdüm, sadece ayaklarım otomatik hareket ediyordu. Zihnim, yaşadığım her şeyin altında eziliyordu. O an karşımda bir motor belirdi. Timur’u gördüğümde yüzüne bakmayı erteliyordum. Oysa bakışları her zamanki sıcaklığıyla bana yönelmişti. “3. dünya savaşından mı çıktın?” diye sordu şakayla karışık, neşelendirmeye çalışarak. Dudaklarımı kıvırıp sessizce başımı salladım. Ne diyecektim ki? “Nefes alamıyorum” mu? “Her şey sıkıştırıyor” mu? Bunlar, boğazımda düğüm olan yanlış kelimelerdi.
Timur, ceketinin cebinden bir mendil çıkardı ve yanağıma doğru uzattı. Utanarak geri çekildim. “Ben… Özür dilerim,” diyebildim sonunda. “Hiç rahat değilim. Her şey… çok fazla.”
“Anlıyorum,” dedi, sesi yumuşak, bakışları sabit. “Ne kadar yorgun olduğunu hayal edebiliyorum. Ama paylaşmak istersen, dinlerim.”
İçimden koca bir ağırlık kalktı. Biraz rahatlamak istiyordum ama dudaklarımı açarken boğazımdaki kuruluk tüm kelimeleri çiğniyordu. “Bazen,” dedim, “kimle samimi olursam o gidiyor gibi geliyor hayatımdan. Aniden terk edilmiş hissediyorum. Sanki elimden tutan herkes bir gün bırakıverecek.” Gözlerim doldu. “O acıyı yaşamaktan korkuyordum hep. Yıllarca… gerçek duygularımı, güvenimi en derine gömdüm.”
Timur gözlerime odaklandıç “Biliyor musun,” dedi, “bir zamanlar bende kimse kalıcı olmaz sandım. Her düşkünlüğümde terk edilir, yeniden yalnız kalır diye korkardım. Uykularım kaçardı, sabah gözümü açtığımda bir boşluk hissederdim.”
Bakışlarımı kaldırdım, yüzüne odaklandım. Sonra ekledi: “Ama bir şey değişti. Sen geldikten sonra… Sanki okul bile nefes aldı. Sen gülünce koridorlar canlandı, sen konuşunca ders aralarında sesler yükseldi. İnsanlar farkında değil belki ama ben gördüm.”
Yüzümde istemsiz bir tebessüm oluştu. Bir an, karşımda duran bu adamın bana bakışındaki sıcaklık, o gri dünyamda bir ışık yakmıştı. “Ben boğulurken okul nefes alsa ne yazar?” diye fısıldadım. Sözlerim, sabahki sessizliğin çığlığıydı. “Ben hâlâ dibe çakılıyorum. Herkesin hayatı devam ederken, benimkinde bir çukur var.”
Timur’ın gözleri nemlendi. Elleri cepte durdu. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Sonra kısık bir sesle: “Merak etme. Bundan sonra her şey iyi olacak. Söz veriyorum, hep yanında olacağım.”
“Söz mü?” diye karşılık verdim, sesim titreyerek. Uzattım serçe parmağımı. O, parmağımı nazikçe sardı. Sözün ağırlığı ikimizin omuzlarında asılı kaldı. Göz göze geldik; sessizlik, konuşamayan kelimelerin arasında bir köprü oldu. O an, ne kadar kırılgan olsam da, bu köprü bana güç veren umut tohumları serpti içime.
Bindim motora ve bu sefer çekinmeden sarıldım ona. İstanbul’un sabah ışıkları etrafımızı sarmıştı. Karanlık kalplerimizde şimdi yeni bir günün başlangıcı vardı. Kalbimde varlığına dair derin bir minnet hissettim; eski kayıplarım, kaçışlarım, güvensizliklerim… Hepsi, belki de bu sözle biraz daha sakinleşecekti
Elimi sıkan serçe parmağı, bir zincirin ilk halkası gibiydi; kopması uzak, ama her an güçlenebilecek kadar sağlam. O an anladım ki, yalnızlık yavaşça çekip giderken, yerini güvene bırakacaktı. Ve ben, bu sözü tutacak adımı atacak gücü bulacaktım. Önümüzdeki günler belki yine zorlu olacak, lakin ben savaşacaktım.
Okulun varmıştım. Okul kapısından içeri adım attığım anda, koridorun kenarlarına yayılan fısıltılar kulağıma çalındı. Sınıf kapıları aralık, öğrenci yüzleri merakla dönük. Ayaklarımın altındaki zemin titreşiyordu sanki; kalbim göğsümde sıkıştı. Her gün bu fısıltılar olsa da alışamıyordum. Kim alışabilirdi ki? Kendimi bir an örümcek ağına dolanmış gibi hissettim: Her bakış beni sarmalıyor, daraltıyor, nefesimi kesiyordu. Adımlarımı yavaşlattım, başımı kaldırdım ve uzakta bir köşede, pencerelerin arasından sızan ışığın altında Beyazıd’ı gördüm. Sırtı duvara yaslanmış, bakan gözleri boşluğa dalmıştı. Beni görür görmez gözlerini kaçırdı; yüzündeki çizgiler gerilmiş, kaşları çatılmış gibiydi. Tam o anda, gecenin karanlığında onun mesajı belirdi zihnimde! “İyiyim.” Bir tek kelime… O kadar basit, o kadar yarım… Ona görüldü atmıştım, uyuyakaldığım için! Cevap vermediğim için öfkem kendime yöneldi. Yüzüm ısındı, yanaklarım alev aldı. Durakladım, kalbim bile atmayı unuttu. “Aptal Ada!” diye geçiriyordum içimden.
Sonra Beyazıd, beklemediğim bir anda yerinden kalkıp uzaklaştı. Adımları hızlı, öfkeli… Sanki her adımıyla bende açılan yarayı büyütüyordu. İçimde bir yerlere saplanan acıyla arkasından koştum. Koridorun ortasında durmam lazımdı ama ben duramadım; kalbim istemsizce koşma komutunu verdi.
''Beyazıd!'' diye seslendim, nefesim kesildi. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. O dönünce, gözlerindeki öfke kırıkları gördüm. Dudakları kıpırdıyordu ama ses çıkmıyordu.
''Sen… neden…''
Kelimeler boğazımda düğümlendi. “Açıklama yapmama izin ver,” dedim en sonunda, sesi titreyerek ama ısrarcı. “Lütfen, dinle beni.”
Beyazıd başını geri çevirdi. Omuzları gerilmiş, sırtı hala duvara yaslanmıştı. “İyiyim, Ada,” dedi, sesini zor duyulur kılarak. “Beni adam yerine koymuyorsun. İyiyim bile yazamıyorsun bana''
Kalbime bıçak saplandı. “Ben… uyuyakalmışım,” dedim, gözlerimin dolmasına engel olamadan. Neden gözlerim bu kadar kolay doluyordu iki gündür?
“Gece yolladığın mesajı aldım. Cevap yazacaktım, gerçekten yazacaktım ama…” Cümleyi sürdüremedim. Boğazım düğümlenmişti. Beyazıd yüzünü çevirdi, yaklaştı. Yüzündeki çizgiler yumuşamış gibi oldu ama hâlâ duruyordu birkaç adım uzağımda. “Uyuya mı kaldın?” diye sordu, sesi sertti ama içinde kırılgan bir tını belirmişti.
''Evet.'' dedim, sesim gıcırdayarak çıktı.
“Çok endişelendim. Saatlerce düşündüm, ‘Acaba başına bir şey mi geldi?’ diye. Ama sonra ben de uyuyakalmışım.''
Sözleri boğazımda takıldı. Başımı öne eğdim, saçlarım omuzlarımdan döküldü, gözlerimi bile kaldıramadım. İçimde biriken pişmanlık ve suçluluk beni boğuyordu. Beyazıd’ın bakışları üzerimdeydi, ama ses çıkarmadı. Sadece bekledi, bekledi, bekledi… Tam arkasını dönüştü ki arkadan sardım kollarımı.
''Böyle yapma. Sen benim için değerlisin, Beyazıd. Bunu anlamanı istiyorum.''
Titreyen dudaklarımla, “Özür dilerim dün için,” dedim. “Gerçekten özür dilerim. Seni bekletmek istemedim.”
''Yeter artık,'' diye fısıldadı. Bana doğru döndü. Başımı kaldırdım, gözlerimiz buluştu. Gözlerindeki hala hafif çakmak kıvılcımları, öfkenin sonunda bir umut kıvılcımı taşıyordu.
''Bir daha beni merakta bırakmayacaksın. Tamam mı?'' diye sordu. Dudakları hafifçe kıvrıldı. “Söz mü?”
''Söz,'' dedim ve serçe parmağımı uzattım yine. Bugün bir söz almış bir söz vermiştim. Beyazıd da serçe parmağını kaldırdı, küçük ritüelimizi gerçekleştirmemiz için yanıt verdi. Parmaklarımız buluştu, sıcaklığı ellerimize yayıldı. O anda koridordaki fısıltılar, kapılar, öğrenciler… hepsi bir sis perdesi ardına gizlendi. Sadece ikimiz vardık. Bir süre durduk. Nefesim düzeldi, titremem kesildi. Zihnim berraklaştı. Şimdi yapmamız gereken, derse yetişmekti.
''Dersler başlıyor,'' dedi Beyazıd. Biraz mesafe bırakarak gülümsedi. “Hadi gidelim.''
Sanki koridor aydınlanmıştı; her adımda ayaklarımızın altındaki taşlar benim için daha sağlamdı. Sınıf kapısına yaklaştığımızda, öğrencilerin bakışları üzerimizdeydi. Bazıları hâlâ fısıldıyor, bazıları ise merakla izliyor ama ben artık umursamıyordum. Beyazıd’ın yanında olduğum sürece, o fısıltılar bile bir melodiye dönüşüyordu.
''İyi ki buradasın,'' dedim hafifçe, duymayacağını düşünerek.
Gülümseyerek ''Hep olacağım,'' dedi Beyazıd birden. “Her zaman.”
...
Sınıf kapısını açtığım anda telefonum bir titreşim yolladı. Çantamdan çıkarıp ekrana bakınca, “Sıfır” adlı WhatsApp grubumuzun üzerine iki yeni numara eklendiğini gördüm: Merve ve Nejdet. Hesabımdaki profil fotoğrafına bakarak şu ana kadar adlar gelene kadar ne kadar sessiz kaldığımı düşündüm. Grubumuz “Sıfır” bizim okuldaki dayanışmamızın, bazen de kaosumuzun kodlarıydı. Şimdi, bu koda iki yeni isim, iki yeni ses daha eklenmişti.
Merve’nin adı siyah bir zemin üzerinde belirdi; henüz bir profil fotoğrafı yoktu. Nejdet’in ise renkli bir çizim kaplamıştı avatarını. Derse girerken telefonumu cebime koydum. Öğretmenimiz tahtaya adını yazana kadar zihnim bir türlü matematik sorularına odaklanamadı. Her köşe, her sıraların altı, aklımda bir potansiyel gizem barındırıyordu.
Zil çalar çalmaz telefonum ikinci kez titredi. “Sıfır” grubunda yeni bir mesaj vardı.
Timur: “Akşam saat altıda Sahil Cafe’de görüşürüz.”
Tuşlara uzandım ama bir şey bana dur diyor, gözüm ekranda donup kalmıştı. ‘Ben de geliyorum!’” diye fısıldadı içimdeki ses. Ama telefon elimde kalakaldı. O an aklıma abimin uğurlaması geldi, bugün aile olarak onu uğurlayacaktık.
Siz: “Akşam maalesef gelemeyeceğim. Bugün abimi uğurlayacağım. Yarın görüşürüz.”
...
Eve doğru yürümeye başladım. Ayak seslerim, asfaltın üzerindeki minik taşların arasında yankılanıyordu. Her sokağa dönüşümde, yalnızlığım biraz daha belirginleşiyordu. Neden bu kadar yalnız hissediyordum? Daha bugün Timur’la serçe parmağımızı bağlamış, geleceğe sözler vermiştik. Beyazıd’la da tüm koridorda sessizlikten sıyrılıp birbirimizi anladığımız bir an yaşamıştık. Ama şimdi… şimdi tekrar kendi gölgeme terk edilmiş gibiydim.
Akşam oldu. Ailecek arabaya bindik ve havaalanına doğru yola çıktık. Annenin gözleri camdan dışarı bakarken arada kırılıyor, babam ise sessizce yol tabelalarına bakıyordu. Abim arka koltukta bavullarının yanındaydı; omzundaki sırt çantası, yeni başlangıcın simgesiydi. Onu izledim: Uzun boyu, suratı bir parça yorgun, ama gözlerindeki kararlılık değişmemişti. Derin bir nefes aldım. Havaalanında inip vedalaşma köprüsüne yürüdük. İçimde yıllardan beri bilemediğim bir kıpırtı vardı: Bir yandan gururlandım, bir yandan yokluğunu düşünmek bile istemiyordum. Babam elini omzuma koydu, annem ise üzgündü.
Sarıldım abime, kokusunu içime çektim. İşte yalnızlığın başlangıcı: O, beni geride bırakıyordu. Vedalaştık. Öylece el sallayıp gitti. Taksiye bindiğimizde camdan dışarı baktım. Işıklar, uçağın ardında yükseliyor, geceyi aydınlatıyordu. O an, “Neden bu kadar yalnız hissediyorum?” diye düşündüm. Okuldaki mesaj grubu “Sıfır”da bile var oldum, yeni isimler eklendi, ama ben, hepsinin dışında kaldım. Sorumluluklar, rol dağılımları, planlanmış sohbetler… Her şey bir şema, bir denklem gibiydi; ben ise formülün dışındaki değişkendim.
Eve döndüğümde odama çıktım. Pencerenin önüne geçip dışarı baktım; sokak lambalarının sarı ışıkları, ılık bir battaniye gibi caddeyi sarıyordu. Yastığımı sarstım ve kendime şu soruyu sordum: “Gerçekten yalnız mıyım? Yoksa yalnızlığı ben mi seçiyorum?” Cevap peşinde kaldım, çünkü yalnızlık, içimizde yükselip alçalabilen bir denizdi; bazen sığ, bazen derin.
Gece ilerlerken yatakta dönüp durdum. Gölgeler duvara vuruyor, mindere yansıyan siluetim kendi sessizliğimle konuşuyordu. Bilgisayarımda hâlâ “Sıfır” grubu duruyordu; belki de orada, sadece orada, kendime yer bulabilirdim. Parmaklarımı şarja takıp ekrana uzandım. Birkaç mesaj daha gönderdim.
Siz: “Herkese iyi akşamlar. Abimi uğurladım, biraz zor oldu. Sizinle de gelmek istemiştim bugün.
Merve: Yaa üzülme. Nereye gitti ki abin?
Timur: Görüşürüz dünürüm 😊
Siz: Yurt dışında yaşıyor o.
Nejdet: DÜNÜR MÜ KFHASDKFJHS
Beyazıd: Yarın telafi ederiz yokluğunu, merak etme
Siz: Ne yaptınız bensiz?
Nejdet: Valla iş güç. Bir de bir şeyler yedik.
Timur: Evet. Yarın yeniden buluşmak zorundayız. Yarın büyük gün. Yarın konuşuruz. İyi geceler
Ekranı kapatırken içimde koca bir minnet hissettim. Sesleri fiziksel olarak yanımda olmasa da, kelimeleri aracılığıyla huzur verebiliyorlardı. Yine de yalnızlık hissi hemen kaybolmadı; açık pencerenin ardından içeri giren serin rüzgâr, kalbimdeki boşluğu hatırlattı. Ama bu kez, yalnızlık bir düşman değil, bir öğretmendi. Bana kendimi duyurmanın, sesimi yükseltmenin yollarını gösterebilirdi. Gözlerimi kapatırken, sessizce fısıldadım: “Yalnızlık da geçer. Yeter ki içimdeki ışığı hep canlı tutayım.”
...
Bugün sonunda cuma günüydü. Sınavlar bitiyordu. Öğle arasında Sıfır grubu kantinde toplandık. Ben Timur ile Beyazıd'ın arasında Merve ve Nejdet'in karşısında oturuyordum.
Timur ''Hoş geldiniz tekrardan yeni transferler!'' dedi, arkasına yaslanarak.
''Bugün Hako’nun bize verdiği bir görev var.''
Merve merakla kaşını kaldırdı.
''Ne görevi?''
''Bu gece olan araba yarışını birincilikle bitirip bahse konulan Porsche’yi teslim etmemizi istedi. Ayrıca “güvenilir adamlar topla” dedi bana. Siz de bu noktada benim güvenilir adamlarımsınız. Gece 12'de buluşmamız gerek.''
Beyazıd araya girdi.
''Demek ki biz de Porsche şoförünün denetimini yapacağız, öyle mi?''
''Hayır. Bizzat şoför sen olacaksın.''
Herkes bir anda Beyazıd'a döndü.
''Peki ya kaybedersek?''
''Parayı biz ödüyoruz.''
Merve gözlerini devirdi.
''O kadar parayı nereden bulacağız?''
Beyazıd ''Kazanamayacağımı mı düşünüyorsun?'' dedi. Kendinden emindi.
''Yoo. Yani her ihtimale karşı.''
Ben hemen mırıldandım.
''Evden o saatte çıkmama izin vermezler.''
Timur omuz silkti.
''Gerekirse seni ben kaçırırım.''
Nejdet araya girdi. ''Beni de kaçırır mısın Timur?''
Herkes kahkahayı patlattı; ortam bir anda ısındı.
''Ne zaman istersen bebeğim! Bundan sonra hepimiz bir ekibiz. Gece 12’de parkta olacaksınız. Araba yarışı 1. bitirecek şoförümüz kim olursa, doğrudan Porsche’yi Hako’ya teslim eder.''
Çantalarımızı kaparken ben içimde çarpıntılarla düşündüm: “Gerçekten mi? Gece yarısı parkta Porsche yarışı mı? Anne babama ne diyeceğim?” Ama bu ekip ruhu, bu delilik hevesi, beni heyecanlandırmıştı.
''O zaman anlaştık mı?'' diye sordu Timur.
Herkes onayladı. Çantalarımızı omuzlayıp kantinden çıkarken, Nejdet elime pat diye bir kapaklı çakmak tutuşturdu.
''Yarış sonrası kutlama için lazım.''
''Aaa!'' diye itiraz ettim gülerek. ''Bu ne şimdi, suç delili mi?''
Hepimiz kıkırdadık. Dışarı çıkarken koridorun uzun gölgesinde kendi siluetimize baktım. Gecenin orta yerinde bir Porsche’si için ekip kuracağımızı düşünmek, hem korkutucu hem tutkulu bir macera gibi geliyordu. İçimdeki o çekingen Ada, annesinin sabah uyanmasını bekleyen bir kızdı. Ama arkadaş grubunda, “sıfır” arasında yer almak… İşte o, beni cesaretlendiren şeydi.
Araba yarışlarını çok severimmm
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.3k Okunma |
3.22k Oy |
0 Takip |
80 Bölümlü Kitap |