
Kalbim teklemişti o cümleyle. Beyazıd tekrardan pencereye doğru yürüdü. Perdeler hafifçe dalgalandı, denizin kokusu yeniden içeri doldu. Bir süre ikimiz de konuşmadık. Sadece rüzgârın uğultusu, uzaktan gelen bir motor sesi ve Zıpır’ın hafifçe gagasını tüneğine vurması vardı odada. O an onun omuzlarının düşüklüğünü fark ettim. Gülümsemesi, dudak kenarına yerleşmiş ama gözlerine uğramamıştı.
“Biliyor musun,” dedi sessizce, “uzun zamandır kimseyi evime almadım. Odama da…” Sesi boğazında düğümlendi sanki. “Hiç. Kimseyi görmek istemedim. Konuşmak bile istemedim. Hatta…” Duraksadı, başını eğdi. “Dokunmak.”
Bir yerlerde, bir şeyler koptu. Kalbimde. Sanki onun kelimeleri değil, çıplak yaraları konuşuyordu. Gözümden kaçan bir detay gibi değil, gözümün içine bakarak gösterdiği bir şeydi bu. Dokunmak… O kelimeyi söylerken sesinde öyle bir titreme vardı ki, içinde bir şeyin hâlâ kırık olduğunu hissetmemek mümkün değildi.
“Neden?” dedim fısıltıyla. O bana dönmedi ama omuzlarının gerilmesinden bir şeylerin kıpırdadığını anladım.
“Çünkü…” diye başladı, derin bir nefes aldı. “İnsanların ne kadar kolay gidebildiğini gördüm. Yıllarca yanında sandığın kişilerin aslında hiç yanında olmadığını… Bazen, yüzüne bakıp gülümsediğin insanların, arkanı döndüğünde seni… paramparça ettiğini.”
Sözleri midemde ağır bir taş gibi yer etti. Bir yanım, “ben biliyorum bu duyguyu” diye bağırmak istedi. Ama sustum. Çünkü burada onun hikâyesi vardı. Onu yarıda kesmek istemedim.
“Bir süre sonra,” dedi devam ederek, “kapıları kapatmayı öğreniyorsun. Dışarıya da… içeriye de. Kimse girmezse, kimse seni yaralayamaz sanıyorsun. Ama…” Bu kez bana baktı. Bakışı, içime dolan loş bir deniz gibiydi. “Ama kimse girmezse… iyileşemezsin de.”
Gözlerimi kaçırdım. Çünkü o an, kendi içimde yıllardır kapalı duran kapılardan biri hafifçe aralandı. Ve o boşluktan hem korku hem umut sızdı. Onunla aynı dili konuşuyorduk belki de. İkimiz de susmayı öğrenmiş insanlardık.
“Peki…” dedim, yutkunarak. “Şimdi neden açtın kapıyı?”
Dudaklarında çok hafif bir gülümseme belirdi. “Bilmiyorum,” dedi. “Belki… sen geldin diye. Belki gözlerinde… başka bir şey gördüm diye. Belki de artık yalnız kalmak istemediğim için. Ama…” Adımlarını yavaşça atarak yanıma geldi. O kadar yakındı ki nefesini hissedebiliyordum. “Ama korkuyorum da. Çünkü…” Sesini alçaltıp, sanki itiraf eder gibi söyledi: “Sana alışmaktan korkuyorum. Seni kaybet...”
O an kalbim, sanki bir yere aitmiş gibi attı. Gözlerimin içine bakıyordu. Dalgalanmış denizden gözleri. Kaçmadım. Belki ben de korkuyordum. Ona alışmaktan değil… Onun bana iyi gelmesinden korkuyordum. Çünkü alışık değildim sevgiye. Abim dışında kimsenin sevgisine.
“Beyazıd,” dedim, sesim titreyerek, “belki de bazen korkarak başlıyoruz her şeye. Ama… korku, her zaman kötü bir şey değil. Bazen… değer verdiğimiz için korkuyoruz. Çok sevdiğimiz için.”
Bir anlık sessizlik… Zıpır hafifçe öttü. Rüzgâr perdeyi bir kez daha dalgalandırdı. Ve biz, kelimelerimizin arasına yerleşen o dinginliğin içinde kaldık. Beyazıd bana hâlâ yakın duruyordu. Sessizlik aramızda ağır bir battaniye gibi seriliydi. İçimden bir ses “Anlat” diyordu. Uzun zamandır söylemediğim şeyler boğazıma düğümlenmişti. Onun gözleri, “seni dinlerim” diyordu.
Derin bir nefes aldım.
“Beyazıd…” dedim, gözlerimi yere indirerek. “Ben… 2023’te Malatya’daydım. Depremde.”
O anda yüzündeki ifade değişti. Sanki tüm dikkati tek bir noktaya kilitlendi. Ama lafımı kesmedi.
“O gün… Her şey saniyeler içinde oldu. Evimiz yıkıldı. Bildiğim, tanıdığım, sevdiklerimin olduğu, güvenli sandığım o şehir… bir anda yabancı oldu bana. Toz, ses, çığlık, insanların kaçışları, benzinlikte su için verilen kaos… O gün su bulamadık biliyor musun? Farklı bir içecek almak zorunda kaldık. O deprem tam saat 04.07'de oldu. Hepimiz uyurken. Gerçi ben o gece hiç uyuyamamıştım. Hissetmişti ruhum belki de. Hâlâ unutamıyorum. Bazen uykumdan fırlamamın sebebi o saatler oluyor.” Boğazımda keskin bir yanma hissettim. Beyazıd hafifçe başını eğdi ama tek kelime etmedi.
“O zaman… Kardeşim gibi gördüğüm bir kız arkadaşım vardı. Ona olan sevgim… Bilmiyorum, kendimden bile çok seviyordum. Onu üzmekten korkardım. Hatta… üzülmesinden ödüm kopardı. Onun mutluluğu, benim mutluluğumdu.”
O an hafifçe gülümsedim, acıyla. “Bir de sevdiği bir çocuk vardı… İçkici. Kızlara alev emojisi atan tiplerden. Onun onu üzeceğini öyle iyi biliyordum ki… Ne yaparsam yapayım ona anlatamadım. Ama yine de yanında durdum. Korumaya çalıştım.”
Gözlerimi Beyazıd’a çevirdim. “Sonra… deprem oldu. Evimiz yıkıldı. Başka bir şehre taşındım. Her şeyimi geride bırakmak zorunda kaldım. Ama… o kız, benim yokluğumda… o çocuğu bana tercih etti. Yedi yıllık arkadaşını… başka kızlara alev emojisi atan birine tercih etti.” Sesim titredi. Gözlerim buğulanıyordu. “O kadar ağrıma gitti ki… Depremin, evimizin yıkılmasının acısını yaşayamadan… kardeşimin acısını yaşadım. Bir insanın böyle kolayca gidişini. Bu kadar değersiz oluşumu. Aslında beni hiç sevmeyişini.”
Bir süre konuşamadım. Gözlerimde biriken yaşlar düşmeden önce yutkundum.
''Ona sarılmayı, kokusunu çok severdim. Hep çiçek gibi kokardı. Ben hep sarıldığımda sallanırdı. Sallanmamasını söylerdim. Ama hiç dinlemezdi beni. Hep sallanırdı. Meğer beni sevmediği, istemediği içinmiş. Son konuşmamızda bana o kadar ağır konuştu ki. Ona iyi gelmediğimi...''
Yaşlar yanağımdan usulca süzüldü.
“Altı ay… Kendime gelemedim. Altı ay boyunca bir şeye gülemedim. Telefon sesinden irkilirdim. Çünkü her mesaj, her bildirim… onun olmayacağını, artık benim ‘kardeşim’ olmadığını hatırlatıyordu. O yüzden… bilirim, Beyazıd. Sevdiğimiz insanların bizi ne kadar kolay, ne kadar acımasızca terk edebileceğini.”
Beyazıd başını eğmiş, ellerini birbirine kenetlemişti. Ses çıkarmadı. Ama bakışında bir yankı vardı; sanki anlattıklarım, kendi içinde sakladığı bir yaraya çarpıyordu. Ben devam ettim, artık sesim daha kısık çıkıyordu. “Neden herkesten uzak durduğunu… Neden dokunmak istemediğini. Biliyorum o duyguyu. Çünkü ben de birine dokunmak, yakınlaşmak… bir daha o acıyı yaşamak demek sandım yıllarca. Hep mesafeli kaldım. Çünkü birine değer verirsem… gidişini kaldıramamaktan korktum. Mahvolmaktan.”
Beyazıd derin bir nefes aldı. Yüzüme baktı. Bakışı öyle yoğundu ki, bir an odada bizden başka hiçbir şey yokmuş gibi hissettim. “Ada…” dedi, sesi neredeyse fısıltı. “Sen… farkında mısın bilmiyorum ama… bana yıllardır kimsenin yapmadığını yapıyorsun. Beni anlıyorsun. Bana iyi geliyorsun.”
Yıllardır böyle bir cümle duymamıştım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ve biz… acılarımızı sessizce birbirimize emanet ettik. Beyazıd’ın gözleri hâlâ üzerimdeydi. Öyle uzun bakıyordu ki, bakışının ağırlığını hem kalbimde hem omuzlarımda hissediyordum. İçimde, “kaç” diyen eski korkularla, “kal” diyen yeni bir cesaret kapışıyordu. Kaçmadım. O, bir adım attı bana doğru. Sonra bir adım daha. Aramızdaki mesafe, söylenmemiş kelimeler kadar daraldı. Nefesinin sıcaklığı, yüzüme usulca değdi.
“Yakına gelmeyi unuttum ben,” dedi alçak bir sesle. “İnsanlara. Kalbine.”
O cümle… Beni yerimden oynattı. Dudaklarım titredi. Elini usulca yüzüme yaklaştırdı ve yüzümdeki ıslaklığı narin bir şekilde sildi.
“Ben de,” dedim. “Yakına gelmenin ne kadar tehlikeli olduğunu öğrendim. Ama…” Sözüm yarıda kaldı. Çünkü gözlerime baktığında, devamı dudaklarımda eridi.
Beyazıd sonra elini uzattı. Önce kararsız, sonra yavaşça. Sanki elime değil, yaralarıma dokunacakmış gibi. Avucunu avucuma koyduğunda, bütün oda sessizleşti. Ellerimizde bir sıcaklık yayıldı lakin bu sıcaklık ateş gibi yakmıyor… aksine, soğuk bir gecede battaniyeye sarılmak gibi hissettiriyordu.
“İzin ver,” dedi. “Yaralarını iyileştirmeme.”
Gözlerim yeniden doldu. Elimi çekmedim.
“Tamam,” dedim fısıltıyla. “Ama ben çok çabuk kırılabilirim, Beyazıd.”
“Ben de,” dedi.
Aramızdaki o ince ip gerildi. O an, sanki ikimiz de çok uzun zamandır ilk defa kendi isteğimizle birine yaklaşıyorduk. Onun parmakları, ellerimi yavaşça sıktı. Sonra… ellerini bırakmadan yanıma oturdu. Omuzlarımız değdi. Bu, öyle küçük bir temas ki, dışarıdan gören biri belki önemsemezdi. Ama benim için… bütün duvarlarımın arasına açılan ilk gedikti. Onun omzuna hafifçe yaslandım.
Denizin uğultusu, Zıpır’ın hafif ötüşü, perdelerin rüzgârla hışırtısı… Her şey o an bize tanık oluyordu. Beyazıd dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. “Korkarsak da… gideceksek de… en azından denemiş oluruz.”
İçimde bir şey, o cümleyle yeniden kırılmak yerine iyileşmeye başladı.
Bu bölümü ağlayarak yazdım çünkü kendi yaşadıklarımı yazdım ='(
Allah kimseyi böyle insanlarla dost edindirmesin. Bir erkeğe karakterini satacak kadar.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.3k Okunma |
3.22k Oy |
0 Takip |
80 Bölümlü Kitap |