79. Bölüm

79. BÖLÜM - İTİRAF

🔥
artemiral

Hafta sonuydu. Hava, gri bir battaniye gibi şehrin üstüne serilmişti. O battaniyenin altında nefes almak zorlaşıyor, zaman yavaşlıyordu. Telefonumu elime aldım.
İlk aradığım Beyazıd oldu. Çaldı… çaldı… Sonra meşgule düştü. Tekrar aradım. Yine meşgul. Üçüncü, dördüncü… Aynı. Bir noktadan sonra “belki bilerek açmıyordur” düşüncesi midemde düğüm oldu.

Derin bir nefes aldım, bu kez Timur’un numarasına bastım.
“Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor…”
O mekanik, duygusuz ses sanki bana “yalnızsın” demenin bir başka yoluydu. Telefonu yavaşça masanın üzerine bıraktım. Sessizlik… Bütün ev sessizlikten yapılmış gibiydi. Anne ve babamın odasına göz attım, kapıları kapalı, içerisi bomboş. Evde ayak sesimden başka ses yoktu.

O an çalan telefon, bütün bu sessizliği yırttı. Ekranda tek kelime: Baba.

Boğazım istemsizce kurudu. Telefonu açmadan önce boğazımı temizledim. Sesimin titremesini istemedim.
“Efendim baba?” dedim, sanki konuşmak yerine bir resmi rapor sunuyormuşçasına.

Sesi her zamanki gibi mesafeli, hatta biraz aceleciydi.
“Memlekete gittik biz. Gelmeyeceğiz birkaç gün. Sen zaten gelmezdin, o yüzden sormadık.”

İçimden bir şey koptu. O “zaten” kelimesi… Sanki yokluğumun artık sıradan, o kadar normal bir şey olduğunu ilan ediyordu. Beni hayatının merkezine koymayı geçtim… hayatının kenarına bile iliştirmediğini hissettim.

“Evet,” dedim kısa bir nefesle. Daha fazla konuşmak istemedim çünkü kelimelerim boğazımda birer taş gibiydi. Oysa gitmek isteyebilirdim. Gitmesem bile gelip gelmeyeceklerini, nasıl olduklarına, ne zaman döneceklerini sorardım. Ama yıllar boyunca aldığım cevaplar hep aynıydı: Kısa, aceleci, ilgisiz. Bir süre sonra insan sormamayı öğreniyor. Çünkü cevabın sıcaklığını değil, soğukluğunu tahmin edebiliyor. Telefon kapandı.
Ben, hâlâ elimde kararan o siyah ekrana bakıyordum. Bir oyuk daha eklenmişti içime. Bir insanın en çok ihtiyacı olan şey, en doğal hakkı olan şey… ailesinin ilgisi… yoktu işte. Yokluk, alışılabilen bir şey değildi.

Camın önüne geçtim, dışarıya baktım. Sokakta bir baba, çocuğunun elinden tutmuş yürüyordu. Çocuğun yüzünde gülümseme, babasının adımlarına yetişmeye çalışırken saçları rüzgârda uçuşuyordu. O görüntü içime saplandı. 40 yerimden bıçakladı beni. Bazen, ne kadar güçlü görünürsen görün… en ufak bir sahne, çocukluğunda beklediğin ama hiç alamadığın o sevgiyi yüzüne tokat gibi vuruyordu.
Ve ben, o tokadın acısına hâlâ alışamamıştım.

O an anladım ki… Beyazıd’la Timur’un yokluğu, babamın yokluğuna göre çok daha hafifti. Çünkü onlar, beni seçebilirdi. Babam ise, beni zaten hiç seçmemişti.

Bir süre öylece pencerede durdum. Gözlerim uzak bir noktaya takılıydı.
Sadece düşündüm.
Yalnızlığımı, yok sayılmışlığımı, sesimi duymayan bütün insanları.
Ve kendi kendime fısıldadım:

''Ben varım. Siz fark etmeseniz de, ben varım.''

...

Mutfağa geçtim. Saat yediye geliyordu ama evde ne yemek kokusu vardı ne de ses. Dolaptan kalan makarnayı çıkardım. Soğumuştu. Tencereyi ocağa koyup altını yaktım.
Kapağın altından yükselen hafif buhar bile “yalnızsın” diye fısıldıyordu sanki. Tabak aldım, makarnayı koydum, üstüne biraz ketçap sıktık. Masaya oturdum.
Çatal elimdeydi ama ilk lokmayı almadan önce, masanın karşısına baktım. Boş sandalye. Yanımdaki sandalye de boş.
Annemin koyduğu salata yok, babamın “Tuzu ver” deyişi yok. Sadece ben.

Bir lokma aldım. Çiğnedim… ama boğazımda bir düğüm vardı.
Yutmaya çalıştım.
Olmadı.
Su içtim, yine olmadı.

Boğazım yanmaya başladı. O yanma, sadece makarnanın sıcaklığı değildi.
O yanma, içimde birikmiş bütün kırgınlıkların, bütün yalnızlıkların ateşiydi.

Çatalı tabağa bıraktım. Metalin porselenle buluştuğunda çıkardığı o tiz ses, bu evde duyduğum tek gerçek sesti belki de.
Ellerim titredi.
Gözlerimden yaşlar kendiliğinden akmaya başladı. Sessizce.
Önce bir damla düştü tabağıma. Sonra bir damla daha.

Ben ağlarken makarna soğuyordu.
Ama artık ısısı umurumda değildi.
Çünkü asıl soğukluk, masanın etrafında oturmayan insanlardan geliyordu.

Her zaman derler ya: “Aile sofrada toplanır, günün yorgunluğunu paylaşır.”
Bizim evde sofralar hep tek kişilikti.
Kendi annemle, babamla aynı çatı altında ama farklı dünyalarda yaşadık hep.
Onlar vardı ama bana yoklardı.
Sadece nefes alıyorduk yan yana.
Sevgi, ilgi, şefkat, merak, küçücük bir tebessüm… hiçbiri yoktu.

Elimi gözlerime götürdüm. Silmeye çalıştım yaşlarımı ama akmaya devam ettiler.

Kendi kendime sordum: “Bu kadar mı değersizim? Neden kimse bana ‘Nasılsın?’ diye sormuyor? Neden ben bu masada hep tek başımayım?”

Boğazımdaki düğüm iyice sıkıldı. Nefes almak bile zorlaştı.
Başımı ellerimin arasına aldım. Babamla o telefon konuşmasını, annemin sessizliğini, Beyazıd’ın meşgule düşen çağrılarını, Timur’un ulaşılamayan numarasını düşündüm…
Hepsi aynı noktada birleşiyordu: Yalnızlık.

O kadar çok sustum ki bugüne kadar…
Belki de bu yüzden kimse duymuyordu içimde kopan fırtınaları. Hep güçlü durmaya çalıştım. Acılarımı gizledim. Saçlarımı kestikten sonra bile gıkım çıkmadı. Diğer gün hiçbir şey olmamış gibi devam ettim hayatıma. Ama güçlü olmak, bazen insanın kendi kalbine ihanet etmesi demekmiş. Masadan kalkmadım. Orada, o boş sandalyelerle, soğuyan makarnayla ve ıslanan masa örtüsüyle kaldım.
Ağlamaktan gözlerim yanmaya başladı. Ama kalkamadım. Çünkü o masa, benim hayatımın fotoğrafı gibiydi: Hazırlanmış ama paylaşılmamış. Varlıklı ama sevgisiz.

Bir noktadan sonra tabaktaki makarnaya bakmak bile istemedim. Çatala uzandım, bir kez daha yemeğe çalıştım… ama boğazım izin vermedi.
Çatalı yeniden bıraktım.
O an anladım ki açlık, yemek yememek değilmiş.
Asıl açlık, sevginin açlığıymış.

Başımı kaldırdım, mutfağın duvarına baktım.
Hiç ses yoktu.
Ve ben, o sessizliğin içinde, içimden ''Bir gün… bir gün bu masa dolacak. O zaman kimse beni yok sayamayacak.'' dedim.

...

 

O sabah gözlerim çalar saatten önce açıldı. Perdelerden sızan solgun ışık odamın içine yavaşça yayılıyordu. Normalde yataktan kalkmak için dakikalarca oyalanırdım ama bugün bacaklarım kendiliğinden hareket etti. Tek isteğim bu evden çıkmak, bu sessizliğin gırtlağıma çöken yükünden kurtulmaktı. Mutfağa indiğimde yine kimse yoktu. Annemin çay demlediği, babamın gazeteyi masaya bıraktığı o eski anlar, hatırlanmak istemeyen birer anı haline gelmişti çoktan. Sessizlik artık sadece duvarlarda değil, midemde de duruyordu.

Telefonumun ekranı, sehpanın üzerinde ışıldıyordu. Elime aldığımda tek bildirimin "Sıfır" grubundan geldiğini gördüm. Kalbim hızlandı! Mesaj Timur’dan gelmişti.
"Okulu boşverin. Çok önemli. 7-7.30’da mekânda olun."
Altına bakınca gece 05.03’te gönderildiğini fark ettim. Saatin o sessiz karanlığında neden böyle bir mesaj atmış olabilirdi? Bir yandan merakım artarken diğer yandan tedirginlik içimi kemiriyordu. Timur’un cümleleri sıradan değildi. Hele o saatte hiç değildi.

Derin bir nefes aldım. Bu mesajı yok sayamazdım. Okula gitmeyi planlamıştım ama Timur’un varlığı bu planı bozmuştu. İçimde, cevabını bilmediğim onlarca soru kıpırdanıyordu. Bir şey olmuş olmalıydı. Onun için, bu saatte yazmak boş bir heves değildi. Koşar adımlarla odama gittim. Dolabın kapağını açtım. Formalar orada, ütülü ve tertemizdi. Elim onlara uzanmadı. Onun yerine rafın üstündeki siyah İspanyol paça pantolonumu çektim. Üzerine bordo kazak giydim, yumuşak dokusu tenime sıcaklık verdi. Siyah montumu alırken, onun sert kumaşını ellerimde hissettim. Sıradan bir seçim değildi; mont, kendimi daha güçlü hissetmemi sağlıyordu. Bugün buna ihtiyacım vardı.

Aynanın karşısına geçtim. Yüzümdeki yara tamamen iyileşmişti. Haftalardır bana acının ve kavganın hatırasını taşıyan leke, sonunda yok olmuştu. Yerini pürüzsüz bir beyazlık almıştı. Parmağımı hafifçe dokundurdum, ne acı ne sızı vardı. Kısa kahverengi saçlarımı elimle düzelttim. Hafifçe yana taradım, alnımdaki perçemleri geriye ittim. Yorgun bakışlarımı fark ettim ama gözlerimin içinde hâlâ bir kıvılcım vardı. Timur’un mesajı o kıvılcımı uyandırmıştı.

Odamın kapısını kapatırken evin soğukluğu tenime dokundu. Hava değil, hissiyat. Koridordan geçerken ayak seslerim yankılandı. Alt katta hâlâ kimse yoktu. Mutfağa uğramadım. Ne kahvaltı hazırlayacak ne de çay demleyecek ruh halindeydim. Kapının yanında duran botlarımı giydim. Bağcıklarını sıkıca bağladım; bu, kontrol edebildiğim tek şeymiş gibi hissettiriyordu.

Kapıdan çıktığım anda yüzüme çarpan serin hava beni kendime getirdi. Sokak, yeni uyanmıştı. Uzakta bir bakkal kepenklerini açıyor, kaldırımdan bir kedi geçiyordu. Ayaklarım beni otomatik olarak durağa götürmeye başlamıştı ama bu kez okula değil, Timur’un söylediği mekâna gideceğimi bilerek yürüyordum. Her adımda içimde farklı duygular birbirine çarpıyordu. Merak, endişe, hafif bir öfke…

Timur’un ne diyeceğini kestiremiyordum. Onun kelimeleri, hep beklenmedik bir bıçak gibi inerdi. Dostluğu da düşmanlığı da keskin olurdu. Bu yüzden mesajının arkasında ne olduğunu tahmin etmeye çalışmak boşunaydı. Onun dünyasında mantık, herkesinkinden farklı çalışırdı. Yolda yürürken ellerim montumun ceplerindeydi. Parmağım cebin içinde boş bir çiklet paketine dokundu. Dün okul çıkışında alıp unuttuğum bir şeydi. Böyle küçük detaylar, beynimin dağınıklığını gösteriyordu. Aklım tamamen sabahın 05.00’inde yazılmış o kısa cümledeydi.
“Okulu boşverin. Çok önemli.”
O saatte uykusuz ve belki de öfkeli bir halde yazılmıştı. Belki de üzgün. Timur’un sesini, yüzünü görmeden anlayamazdım. Durakta beklerken telefonumu tekrar açtım. Mesajın altındaki saat gözlerimi sabitledi. 05.03… Uyandığında dünyanın geri kalanı hâlâ karanlıktaydı. Belki de hiç uyumamıştı. Böyle bir anda kim çağrılırdı? O... Bizi çağırmıştı. Bu, onun hesaplı bir hamlesi de olabilirdi. Otobüsün gürültüsü yaklaşırken montumun fermuarını çektim. Soğuğun göğsüme girmesine izin vermek istemedim. Binmeden önce son kez aynadaki halim aklıma geldi. Yüzümdeki yara geçmişti ama içimde yenileri vardı. Yine de o yaraları gizlemeyi öğrenmiştim.

Otobüse adım atarken, bu günün nasıl biteceğini bilmiyordum. Bildiğim tek şey, evde kalmamın beni daha çok yaralayacağıydı. Timur’un mesajı, belki de bizi hem tehlikeye hem cevaba götürecekti. Ben bu cevabı bilmek istiyordum.

...

Kapının önünde bir an durdum. Elim zile gitmeden önce kalbim göğsümde sert sert çarptı. Parmaklarım kapı ziline değdiğinde çıkan ince ses, evin içindeki sessizliği deldi. Ardından gelen ayak sesleri… yavaş, ağır…

Kapı aralandığında Timur’un yüzü göründü. Gözleri bomboştu. Ne kızgın ne üzgün; sadece taş gibi donmuş bir ifade. Kapıyı ardına kadar açmadı. Bir şey söylemeden arkasını dönüp yürüdü. Girmem için beklemedi bile. Bu, beni her zamankinden daha çok huzursuz etti. Adımımı eşiğin üzerinden attığım an, içime yoğun bir sıkıntı yerleşti. Bir şeylerin ters gittiğini artık kesin olarak biliyordum. O sessizlik… o ağır hava… midemde düğümlenen his… Nereye gidersem gideyim kurtulamadığım bu şeyler...

Peşinden salona geçtiğimde önce yanan şömineyi sonra masanın üzerinde duran dosyaları gördüm. Düzenli ama tehditkâr bir şekilde üst üste yığılmışlardı. Kenarlarında sararmış kâğıtlar, köşeleri kıvrılmış fotoğraflar vardı. Dosyaların arasında yarısı kapanmamış bir klasörün içinde siyah-beyaz bir fotoğraf parlıyordu.

Ama dikkatimi asıl çeken masanın diğer ucundaki bitmiş içki şişesiydi. Şeffaf camın dibinde bir damla bile kalmamıştı. Yanında, yerde yuvarlanmış boş bardak duruyordu. Boğazım kurudu.
“Timur… sarhoş mu?” diye geçirdim içimden. Onun gözlerinin bu kadar donuk, adımlarının bu kadar ağır olmasının sebebi bu muydu? Yoksa bu şişe, sadece gecenin tanığı mıydı?

Kafamın içinde cevaplanmamış sorular dolaşırken, o hâlâ bana dönmüyordu. Omuzları gergin, elleri cebinde, pencereye bakıyordu. Sanki ben orada değilmişim gibi. Onun bu hâli, normalde üzerimde kurduğu o sert ama tanıdık hakimiyetten bile daha yabancı hissettiriyordu. O an, başımı masaya biraz daha yaklaştırdım. Dosyaların arasında bir zarf gördüm, üzerine bir isim yazılmıştı ama sadece yarısı görünüyordu. Elim istemsizce ona uzandı, ama daha dokunamadan Timur’un sesi havayı yardı.
“Hiçbir şeye dokunma, Ada.”

Sesi soğuktu. Öyle soğuk ki, sanki duvarlardan bile yankılanmadı.

Zil sesiyle bir anlığına irkildim. İçimde istemsiz bir umut kıpırdadı. Ya Beyazıd’dıysa? Ya kapıdan girdiğinde, bana o buz mavisi gözleriyle güven veren bakışını atarsa? Buna şu an o kadar ihtiyacım vardı ki... Ayaklarım kapıya yöneldi ama benden önce Timur yürüdü. Dengesiz adımlarla...

Kapı açıldığında karşımda Merve ve Nejdet vardı. Gözlerim refleksle ikisinin arkasına kaydı ama Beyazıd yoktu. İçimdeki o minik umut, sessizce öldü.

“Selam,” dedi Merve, göz ucuyla Timur'u sonra beni süzerek. Nejdet ise içeri adım atar atmaz burnunu hafifçe kaldırdı, sanki havayı kokluyormuş gibi. Birkaç adım attıktan sonra gözleri masadaki şişeye kaydı.

“İçtin mi lan sen?” dedi, kaşları çatılarak. Sesi ne öfkeliydi ne de alaycı… ama şaşkınlık vardı. Timur başını onlara çevirmeden kapıyı kapattı. “Sana ne?” dedi. Tonu sertti, kestirip atar gibiydi.

“Sana ne mi?” diye sordu Nejdet, ellerini iki yana açarak. “Biz buraya boşuna mı geldik? Sabahın köründe mesaj atıyorsun, ‘okula gelmeyin, buluşalım’ diye. Geldik, bakıyoruz ki sen kafayı bulmuşsun. Ne oluyor?”

Timur o an döndü. Adımlarını yavaş attı ama bakışları bıçak gibi keskinleşmişti. “Dedim ya… sana ne. Her şeyi bilmek zorunda değilsin.”

Merve araya girdi. “Timur, ne oluyor gerçekten? Sen böyle olmazdın.” Sesi yumuşaktı ama içinde hafif bir kırgınlık vardı.

Timur’un yüzü kasıldı. “Olmazdım, evet. Ama her şey değişti, Merve. Siz de farkındasınız.”

Ben kenarda, konuşmaları sessizce izliyordum. İçimdeki huzursuzluk dalgası kabarıyordu. Sanki bu evde, bu odada, görünmeyen bir şey vardı. Bizi sessizce izleyen bir gölge.

Nejdet sesini biraz alçalttı. “Bak kardeşim, hepimiz aynı taraftayız. Bir şey varsa, söyle. Ne oldu, anlat.”

Timur’un gülüşü acı bir gülüştü. “Aynı tarafta mıyız? Emin misin, Nejdet?” dedi. Sonra gözleri bir an bana kaydı. O bakışta, bana söylenmeyen binlerce kelime vardı. Elim masadaki dosyaların kenarına istemsizce dokundu. Soğuk kâğıt parmak uçlarımı titretti.

Nejdet ise hâlâ sorguluyordu. “Bir şey saklıyorsan, bu hepimizin başını yakabilir, farkındasın değil mi?”

Timur derin bir nefes aldı, başını tekrar pencereye çevirdi. “Farkındayım ama bazı şeyleri bilmek istemezsin.”

Huzursuzluğum korkuya dönüştü. Timur’un sakladığı şey… bizim düşündüğümüzden çok daha büyük olmalıydı. Ve Beyazıd hâlâ ortada yoktu! Timur birden, sanki kendi kendine konuşur gibi ama hepimize duyuracak kadar net bir sesle, “Boyumuzu aşan bir işe kalkıştık,” dedi. Gözleri hâlâ pencerenin karanlığında bir yere takılıydı. “Beş tane gerizekâlı… bir mafyayı yeneceğine inandı.”

O an boğazımda düğümlenen sessizlik o kadar ağırdı ki, nefes almak bile zorlaştı. Merve ile Nejdet kısa bir an bakıştılar ama ikisi de cevap vermedi.

“Timur…” dedim istemsizce. Sesim titremişti. “Bunu neden böyle söylüyorsun? Ne oldu?”

Bana döndü. Yüzünde alaycı bir gülüşle, “Çünkü gerçek bu, Ada,” dedi. “Biz, bu şehirde Hako’nun adını fısıldamaya bile korkar insanlar. Ama biz kalkıp onu bitireceğiz diye bir masalın içine girdik!”

Merve’nin sabrı taşmış gibiydi. “Peki ne öneriyorsun? Şimdi pes mi edelim?” dedi.

Timur başını iki yana salladı. Bize döndü. “Ben sadece…” Derin bir nefes aldı. “Gerçekleri görün istiyorum. Her şey bu kadar basit değil. Bu işte kaybedecek çok şeyimiz var.”

Nejdet sinirle, “Kaybedecek neyimiz var lan? Zaten Hako’yu durdurmazsak hepimiz biteceğiz!” dedi.

O an masadaki dosyalar gözüme yeniden takıldı. Kenarları aşınmış, üzerinde isimler, tarihler, fotoğraflar vardı. İçimde, bu dosyaların içinde bizim bilmediğimiz bir felaketin kanıtları olduğu hissi yayıldı. Timur tekrar pencereye döndü. “Siz hâlâ anlamıyorsunuz…” dedi fısıltıya yakın bir sesle. “Bu, bizim hikâyemiz değil. Biz sadece başka birinin satranç tahtasındaki piyonlarıyız! Ulan biz daha on sekiz yaşındayız!”

Ne oluyordu anlayamıyordum! Anlamak istemiyordum ama durum çok kötüydü. Beyazıd’ın nerede olduğunu bilmemek, onun bu konuşmanın neresinde durduğunu görememek… içimi kemiriyordu. Timur’un her kelimesi, sanki bizi bir adım daha karanlığın içine çekiyordu. Kapının kilidi çevrildi. O an nefesim durdu. Kapı açıldı. Ve… Beyazıd. Gözlerim anında parladı, kalbim deli gibi çarptı. Günlerdir görmediğim, sesini bile özlediğim o çocuk… karşımdaydı. Ama yüzünde tek bir kırıntı bile gülümseme yoktu. O eski, buzdan duvar örülü haliyle, ağır adımlarla yanımıza geldi.

“Önemli olan neymiş?” dedi, gözlerini hiç üzerimize çevirmeden. Sadece Timur’a bakıyordu. Timur’un dudaklarının kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Oo, paşam hoş geldin.”

Beyazıd, sesi buz gibi, “Uzatma ve anlat Timur. Suratını görmeye bile tahammülüm yok,” dedi. Bu ikisi… artık sadece fikir ayrılığı yaşayan arkadaşlar gibi değillerdi. Aralarında başka bir savaş vardı. Timur derin bir kahkaha attı. O kahkaha neşeden değil, düpedüz sinirden ve inattan geliyordu. “Tabii… sen ne istersen paşam,” dedi, sesine bilerek bir alay yükleyerek. Sonra bir adım attı, masaya yaklaştı. Ve… Tek hamlede masadaki her şeyi savurdu.

Şişe, dosyalar, kâğıtlar, fotoğraflar… hepsi havada uçuştu. Hepimiz bir an irkildik. Merve’nin dudaklarından kısa bir “Ne yapıyorsun?!” fısıltısı döküldü. Nejdet dişlerini sıktı. Ben ise gözlerimi yere düşen kâğıtlardan ayıramadım. Elim, farkında bile olmadan, yere saçılanlardan birini aldı. Kağıt, eski, biraz buruşuk… ama üzerindeki fotoğraf netti. Siyah-beyaz bir kız fotoğrafı. Henüz on sekizini yeni geçmiş, ince yüz hatları, omuzlarına dökülen saçları… Fotoğrafın altında bir dosya numarası ve sağlık bilgileri yazılıydı. Kalbim sıkıştı. Bu kız kimdi? Neden Timur bunları getirmişti?

Elim titredi. “Bu… kim?” diye fısıldadım. Kimse cevap vermedi. Beyazıd’ın bakışları fotoğrafa mıhlanmıştı. Yüzündeki o donuk maske bir an için çatlar oldu. Gözlerinde öfke ve… başka bir şey. Belki acı... Timur, yavaşça bana doğru yürüdü. “O kıza ne yapmışlar biliyor musunuz?” dedi. Sesi yumuşak değildi. Sertti. Keskin. İlk defa bu kadar sert duyuyordum. “Ne?” dedim, elim hâlâ kağıdı sımsıkı tutarken.

Timur başını yana eğdi. “Bu kıza...”

Beyazıd öne çıktı. “Anlat Timur.” Sesi boğuk, derinden gelen bir öfkeyle doluydu.

“Biri ne olduğunu anlatacak mı artık?” dedi Merve, sesini istemsizce yükselerek. “Bu kız kim? Bu dosya ne?”

Timur kısaca güldü, o keskin ve kırıcı kahkahasından bir tane daha. Kıyıya vuran dalgaların sesi bile o an ağırlaşmıştı. Hava, sanki birden birkaç derece soğumuş gibiydi. Kimse nefesini bile tam alamıyordu. Timur’un elleri titriyordu. Önce başını eğdi, dudakları kımıldadı ama kelimeler bir türlü çıkmadı. Sonra aniden çöktü yere.

''Onlara… onlar… tecavüz ederek…''

Sesi boğuldu. Boğazından çıkan her hece sanki dikenliydi. Gözyaşları yanaklarından sessizce değil, hızla, aceleyle indi. Timur ağlıyordu!

''Timur, dur… bir nefes al,'' diye fısıldadım. Yanına çömeldim hemen. Ama elim bile havada dondu. Yaklaşmaya korktum. Oysa o durmuyordu.

''Hamile bırakıyorlar.'' dedi, sesi çatlayarak. ''O hormon… salgılanan o… şeyi… satıyorlar!''

Yutkundu. Dudakları beyazladı. Gözlerinde hem iğrenme hem korku vardı.

''Bu… bu…''

Kekeliyordu! Konuşurken acı çekiyordu. Sonra birden yumruklarını yere vurdu.

''Basit bir mafya değiller!'' diye bağırdı. ''Bizim gücümüz yetmez!''

Alevlerin gölgesinde, yüzündeki kırmızı-mor ışıklar dehşetini daha da belirgin kılıyordu. Omuzları titriyordu.

''O piçler çok tehlikeli!'' dedi, neredeyse hırlayarak. Hepimizin damarlarından kan çekildi. Ruhumuz dahi yanmaya başlamıştı bu gerçeğin vahşetiyle! Sessizlik, karabasandan farksızdı o an. Sadece Timur’un hıçkırıkları vardı.

Timur tekrar konuştu ama artık sesi kırılmış bir çocuk gibiydi:

''Bizim elimizden hiçbir şey gelmez! Bizi öldürürler!''

Bu söz, diğerlerinden daha ağır vurdu. Kimse ona “saçmalama” diyemedi. Çünkü o an, hepimiz bunun doğru olabileceğini biliyorduk. Arkamdaki sandalye gıcırdadı; biri oturdu ya da yere çöktü. Yanımda Merve'nin nefesini duydum, hızlı, kısa kısa. Ellerini ovuşturuyordu. Üşüyor muydu yoksa titriyordu mu?

Kafamın içinde uğultu başladı. Ateşin çıtırtısı bile o uğultunun arkasında kayboluyordu. Ne yapacağız? Nereye kaçacağız? Hangi devlet, hangi polis, bu kadar derin bir pisliğe elini sokar? Bu kadarına hazır değildik. Bunu duymamamız gerekirdi. Birileri, bu dünyada, böylesine korkunç şeyleri gerçekten yapıyorsa… Biz kimiz ki, buna karşı duralım?

Timur başını iki elinin arasına aldı. Saçlarının arasından gözyaşı damlaları toprağa düşüyordu.

''Ben… Antalya'da… hiçbir şey… Yapamadım!'' dedi. Sonra Timur elleriyle başına vurmaya başladı. Beyazıd bir anda atılıp ellerini tutmaya çalıştı. Nejdet dudaklarını ısırdı, bakamadı bile ona.

''Hamile bırakıp… satmak… Bu… bu artık insanlık değil…''

Kelimeyi tamamlayamadı. Bir an hepimiz, içimizden aynı şeyi düşündük: İnsan değil. Ama bu cümleyi yüksek sesle kurmak bile korkutucuydu.

Ben gözlerimi ateşe diktim. Alevler kıvrılıyor, rüzgârla dans ediyordu. Bir an için, o alevlerin içinde yüzler gördüm. Çığlık atan, yardım isteyen… belki de hayal gücüm beni sabote ediyordu.

Timur, yavaşça doğruldu. Beyazıd'ın ellerinden kurtuldu. Ama gözleri hâlâ kızarmıştı.

''Bitti her şey!''

Bu cümle içimi buz gibi etti. Acizliğin altında ezilmiştim.

Merve, ellerini dizlerinin üzerine koydu. ''Peki… ya polise gidersek?'' dedi. Ama sesi bile inançsızdı.

Timur acı acı güldü. ''Polis mi? Onlar polisten büyük. Polis bile onlardan korkuyor.''

Sanki ateş biraz daha küçüldü, ışık azaldı. Hiçbir yer güvenli değil.

''Peki…'' dediğimde sesim çok hafif çıkmıştı. ''Peki ne yapacağız?''

Timur bana baktı, gözlerinde cevap yoktu. Sadece tükenmişlik vardı.

''Ne yapacağız biliyor musun? Hiçbir şey!'' dedi. ''Hiçbir şey yapamayız. Sizi tehlikeye atamam!''

O an, bunu kabul etmek istemedim. Ama içimde bir ses “doğru” dedi. Sessizlik evde büyüdü. Büyüdü... O sessizlik, hepimizi boğdu.

Birden Beyazıd konuştu. Sesi, alıştığım sertliğin çok uzağındaydı.

''Sakinleş, Timur… Buradayız biz!''

Bu tonda onu ilk defa duyuyordum. Merhamet, sesine sinmişti; gözleri ise yorgun ama yumuşaktı. Sanki bir anda yılların kavgası unutulmuş, yerini eski günlerin dostluğuna teslim etmişti. Nejdet yavaşça yaklaştı, tereddütle. Elini uzatıp Timur’u yerden kaldırmak istedi. Timur, ayağa kalktıktan sonra omuzuyla sertçe itti onu! Nejdet geriye sendeledi, ayağı halıya takıldı, neredeyse düşüyordu.

''Ne bu lan?'' dedi Timur, sesi zehir gibi. ''Arkadaşmışız gibi konuşmalar, tavırlar! Bana acıyacak hâliniz yok! Siz kim oluyorsunuz da bana el uzatıyorsunuz?

Sözler kurduğumuz bütün o bağı parçalara ayırmıştı! Çıplak, filtresizdi. Benim boğazım düğümlendi. Onun öfkesi, sadece bize değil; kendi içine de patlıyordu. Beyazıd, ayağa kalktı. Omuzları dikti, bakışlarını Timur’a kilitledi.

''Arkadaşız lan! Sen benim en yakın dostumdun!''

Timur’un gözleri kısılırken, Beyazıd devam etti.

''Şimdi nasıl böyle olduk? Gül gitti. Ve biz… hâlâ onun hayaletiyle kavga ediyoruz!''

Gül… O ismi duymak, içimde eski bir kapıyı gıcırdatarak araladı. Sesinin yankısı, gecenin ortasında bir çan gibi vurdu. Şok olmuştum. Ne duyduğumu anlamam zaman aldı. Sanki Beyazıd, yıllardır sakladığı bir yarayı aniden açmıştı. Timur, bakışlarını yere dikti. Elleri, yumruk olmuştu. Beyazıd ona doğru bir adım daha attı. Yüzünde öfke değil; hasret, kırgınlık ve hâlâ sönmemiş bir umut vardı! Belki de gerçekten barışmak istiyordu.

Ama olan bambaşkaydı.

Timur, hiçbir uyarı vermeden, sağ yumruğunu kaldırıp Beyazıd’ın yüzüne indirdi. Yumruğun sesi, ateşin çıtırtısını bile susturdu. Beyazıd başını yana savurdu, ama düşmedi. Dudağı patlamıştı! Elinin tersiyle yavaşça sildi. Timur ise, yumruğu savurduğu anda dengesini kaybetti. Sarhoştu; adımları bozuktu, nefesi ağırdı! İki adım geriledi, topuğu boşluğa bastı, neredeyse yere kapaklanıyordu.

Bu ne acı bir andı böyle? Yutkunmaya bile mecalim yoktu!

Beyazıd’ın yüzünde, yumruğun izi yavaşça kızarmaya başlamıştı. Ama gözleri hâlâ aynı yerdeydi: Timur’un üzerinde. Timur, burnundan ağır bir nefes verdi. Beyazıd, yere bakmadı. Ellerini yumruk yapmadı. Sadece öylece durdu, sessizce.

Timur'un yüzünde karanlık bir gülümseme belirdi, sanki söyleyeceği şeyin yıkıcı olacağının farkındaydı. Sonra aniden dudaklarından döküldü:

''Senin o piç baban var ya…'' Uyuşuk bakışları Beyazıd'a kenetlenmişti. Söz, havada bıçak gibi kesildi. İçimde bir şey sıkıştı. Söyleyecek miydi yoksa her şeyi?! Lanet olsun! Beyazıd’ın yüzündeki ifade, o kelimelerle bir anda değişti. Gözleri daraldı, çenesindeki kas gerildi. Bir adımda Timur’un üzerine yürüdü, yakasına yapıştı.

''Seni öldürürüm!''

Timur’un gözleri, kinle ışıldadı. Dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı.

''En çok istediğim şey, yap yalvarırım!'' dedi, fısıltıya yakın bir tonda. Sanki bu kelimeler, Beyazıd’ın öfkesini daha da beslemek için seçilmişti. Beyazıd’ın nefesi hızlandı. Bir an için yumruğunu kaldıracak sandım. Ama onun yerine, sertçe itti Timur’u. Timur geriye sendeledi.

''Lanet olsun sana da, bana da!'' diye bağırdı Beyazıd, sesi hiddetle titreyerek. Sonra birden kapıya yöneldi. Omuzları gergin, adımları sertti.

''Beyazıd!''

Sesim çatlamıştı. Ama o ne başını çevirdi ne de hızını kesti. Kapıyı yine öyle bir çarptı ki, ahşap çerçeve zangırdadı.

Nejdet dudaklarını araladı. Ayağa kalkmıştı, yumrukları sıkılıydı.

''Hayır lan!' Pes edemeyiz! Asıl şimdi pes edemeyiz! Onları öylece bırakıp gidecek miyiz? Hiçbir şey olmamış gibi mi yaşayacağız?

Timur başını kaldırdı. Gözlerinde yorgun bir öfke vardı.

''Git, şu kendini kandıran vicdanını başka yerde tatmin et!''

Nejdet, bu sözlere olduğu yerde dondu. Sonra yüzünde öfke, tiksintiyle birleşti.

''Sikerim lan böyle işi!'' dedi, sesi neredeyse boğuk bir kükreme gibiydi.

''Cehenneme kadar yolunuz var!''

O da kapıya yöneldi. Merve yerinden fırladı, kolundan tuttu.

Yalvarır gibi ''Nejdet dur! dedi. Ama Nejdet, kolunu sertçe çekip kurtardı. Bir an durup ona baktı, bakışında kızgınlık vardı. Sonra hiçbir şey söylemeden kapıyı açıp çıktı. Merve birkaç saniye öylece durdu, sonra hızla arkasından koştu. Kapı yine çarpıldı.

Ve bir anda, evin içinde sadece ikimiz kaldık: Ben ve Timur. Ateşin sesi hâlâ duyuluyordu ama artık daha boğuk, daha uzak geliyordu.

Timur yere oturdu, sırtını koltuğa yasladı. Bir sigara çıkardı, elleri titriyordu. Çakmağı birkaç kere çaktı, alev zorla tutuştu. Derin bir nefes çekti, dumanını ağır ağır verdi.

''Hep böyle oluyor,'' dedi sonunda, sarhoş sesiyle.

''Herkes kahraman olmak istiyor… Sonra ilk yangında kaçıyor.''

Ona baktım. Gözlerinde öfke kalmamış gibiydi ama umut da yoktu.

''Sen?

''Sen hiç kahraman olmak istedin mi?'' dedim sonunda. Bana baktı, gülümsedi ama o gülüşte zerre sıcaklık yoktu.

''Hayır, Ada. Ben hep hayatta kalmak istedim. O kadar.''

''Peki bu mu hayatta kalmak? Herkesi itmek, yalnız kalmak?''

Omuz silkti. Elindeki zehirden bir duman daha çekti ciğerlerine.

''Bazen yalnız kalmak, hayatta kalmaktır.''

Bir süre konuşmadık. Sadece sigaranın ucu parlıyor, duman havada ağır ağır yükseliyordu.

''Onlara neden bu kadar ağır konuştun? Beyazıd seninle barışmak için adım attı! Nejdet haklıydı.''

Timur dudaklarını büzdü, gözlerini yere indirdi.

''Haklı olmak yetmez. Haklı olursun ama gücün yetmez. Ve bazen haklı olduğun için de ölürsün.''

Cevap verecek kelime bulamadım. O derin bir nefes aldı. Kahve gözleriyle derin derin bana baktı.

''Sen kalacak mısın benim gibi işe yaramaz, adi bir herifin yanında?''

Gözlerimi ondan kaçırdım.

''Bilmiyorum.''

Timur başını salladı, sanki beklediği cevap buydu.

''Gitsene… sen de Beyazıd’cığının peşinden. Sana kolye alan...''

Dudaklarının ucunda küçümseyici bir kıvrım.

''Aşkına!''

Donup kaldım. Sözleri, tenime değen buz gibi bir rüzgâr gibiydi. Sarhoşluğun etkisiyle saçmalamaya başladığını düşündüm ama sesindeki ton… oldukça ciddi geliyordu.

''Ona nasıl baktığını biliyorum, Ada…'' diye devam etti. ''Günlerce onu hayranlıkla, aşkla seyredişini izledim. Onu seviyorsun. Bunu kendine bile itiraf edemiyorsun!''

Sanki ayaklarım yere çivilendi. Ne itiraz edebildim ne de bakışlarımı ondan kaçırabildim.

Timur, gözlerini kapadı. Başını koltuğun arkalığına yasladı, sigarasının ucundaki köz hafifçe parladı. Yüzünde, yorgun ve kırık bir adamın gölgesi vardı.

''Neden beni kimse sevmiyor Allah'ım?

Sesi artık çok daha kısık ve hüzünlüydü. O hüzün kalbimi yarıp geçmişti!

''Ben sevilmeye layık değil miyim? Annem de sevmedi. İstemedi beni! Gül… İlk aşkım. O da sevmedi, bırakıp gittiler beni!''

Durdu, derin bir nefes aldı, sanki söyleyeceği her kelime göğsünde bir bıçak gibi dönüyordu. Konuşma yetimi kaybetmiştim resmen. Ne diyeceğimi, nasıl konuşacağımı bilmiyordum!

''Ve sen…'' dedi gözlerini açmadan, sesi titredi. ''Bütün aşklarımı yok eden sevgili…''

O an, içimde tarifsiz bir ağırlık hissettim. Bu sözler, sarhoşluğun bulanık perdesinin arkasından bile gerçekti. Onun yalnızlığı, kırılmışlığı, sevilmemişliği… hepsi bir anda odanın havasını ağırlaştırdı. Yaklaşmak istedim, ama korktum. Ellerini tutsam, belki de o an parçalanacaktı. Ya da ben!

Bütün aşklarımı yok eden sevgili… Bu cümle kulaklarımda dönüp durdu. Bir itiraf mıydı, bir suçlama mı yoksa ikisinin harmonisi mi?..

Timur başını biraz yana çevirdi, gözkapaklarının altında yorgun gözlerini görebiliyordum. Dudaklarında alkolün kokusu, kelimelerinde pişmanlık, yenilmişlik vardı. Ben hâlâ sessizdim. Belki de o sessizlik, ona verebileceğim tek cevap olmuştu. Çünkü ne onu sevebileceğime dair bir söz verebiliyordum ne de onu sevmediğimi söyleyebiliyordum.

Ateşin ışığı yavaş yavaş sönmeye yüz tutarken, onun nefes alışverişi ağırlaştı. Uyuyakalmıştı. Ve ben, o gece onun söylediklerinin sarhoşluktan mı, yoksa gerçeğin ta kendisi mi olduğunu asla bilemedim...

Bir sonraki bölüm final...

Final 1 hafta sonra yayınlanacaktır.

 

Bölüm : 10.08.2025 01:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
🔥 / Yasak Oyun (TAMAMLANDI) / 79. BÖLÜM - İTİRAF
🔥
Yasak Oyun (TAMAMLANDI)

41.3k Okunma

3.22k Oy

0 Takip
80
Bölümlü Kitap
1. BÖLÜM - OKUL2. BÖLÜM- İLK TEMAS3. BÖLÜM - BEŞ KURAL4. BÖLÜM - SEÇİLEN5. BÖLÜM - TESADÜF YOK6. BÖLÜM - KIRMIZI PENCERE7. BÖLÜM - KAN RENGİ8. BÖLÜM - BİR BAKIŞ9. BÖLÜM - BUZ PARÇASI10. BÖLÜM - PARTİ11. BÖLÜM - GEÇMİŞİN YÜKÜ12. BÖLÜM - UCUZ NUMARALAR13. BÖLÜM - İYİ OL14. BÖLÜM - TARAFSIZ15. BÖLÜM - GRİ16. BÖLÜM - NET CEVAP17. BÖLÜM - KIZIL HAVUZ18. BÖLÜM - GÜLÜMSE ADA19. BÖLÜM - EZİK20. BÖLÜM - DÖVÜŞ KULÜBÜ21. BÖLÜM - ZAAF22. BÖLÜM - ACININ ÇOCUĞU23. BÖLÜM - RİNG24. BÖLÜM - DOKUNMADIM SANA25. BÖLÜM - YENGE26. BÖLÜM - DANS ET27. BÖLÜM - UZAK DURUN28. BÖLÜM - SARIL BANA29. BÖLÜM - ABİ30. BÖLÜM - GERÇEK31. BÖLÜM - RESİM ATÖLYESİ32. BÖLÜM - ÇIĞLIK33. BÖLÜM - BENİM SAHNEM34. BÖLÜM - 12/D35. BÖLÜM - SADECE ARKADAŞ36. BÖLÜM - DELİSİN SEN37. BÖLÜM - EFSANE38. BÖLÜM - KARANLIK ADAMLAR39. BÖLÜM - ARKADAŞLARIM40. BÖLÜM - ÜÇ İSKENDER41. BÖLÜM - SIFIR42. BÖLÜM - TUZAK43. BÖLÜM - KÜL44. BÖLÜM - ADRES45. BÖLÜM - CD46. BÖLÜM - ÖNCE VE SONRA47. BÖLÜM - YUMRUK48. BÖLÜM - BUÇUK49. BÖLÜM - YARDIM EDİN50. BÖLÜM - NOT51. BÖLÜM - CAMİİ52. BÖLÜM - TOKAT53. BÖLÜM - YOYO54. BÖLÜM - ÇEKİ DÜZEN55. BÖLÜM - HAYATİ GÜVENCE56. BÖLÜM - YENİ DENGE57. BÖLÜM - GÜZELLİK58. BÖLÜM - RANCH SOS59. BÖLÜM - UFAKLIK60. BÖLÜM - FERYAT61. BÖLÜM - YARIŞ62. BÖLÜM - KAÇIŞ63. BÖLÜM - ÇILGIN ŞEY64. BÖLÜM - YENİ MEKAN65. BÖLÜM - KROKİ66. BÖLÜM - SEVGİLİ67. BÖLÜM - MARKET68. BÖLÜM - DAVET69. BÖLÜM - MİSAFİR70. BÖLÜM - YARA71. BÖLÜM - NORMAL72. BÖLÜM - HACKER73. BÖLÜM - İLK74. BÖLÜM - ANTRENMAN75. BÖLÜM - YILDIZ76. BÖLÜM - BUSE77. BÖLÜM - MORLUK78.BÖLÜM - PEÇETE79. BÖLÜM - İTİRAFFİNAL
Hikayeyi Paylaş
Loading...