
Beyazıd karakterimiz yukarıdaki videoda...
Bakış, bir anın içine binlerce anlam sığdıran o hareket… Düşüncelerini yıkayan, kurutan sonra yeniden ıslatan bir hissin adıdır belki de. Sözler, yavaş ilerleyen bir tren; raylara ihtiyacı olan, mesafe tanıyan, anlamlarını ağızda tartarak ileten. Bakış? O, kestirme bir yolculuk. Kalpten kalbe ulaşan en hızlı taşıyıcı.
Bir bakış, insanın içinde yıllardır saklı tuttuğu en mahrem sırları bir anda aydınlığa çıkarabilir. Sadece gözlerin kıvrımında gizlenen bir kuşku, bir özlem, bir arzu ya da bir suçluluk sayfalarca anlatılamayacak bir romanı tek cümlede özetleyebilir. Çünkü gözler savunmasızdır. Göz, maskesiz kalır. Ne mimik örtebilir ne dudakların kıvrımı. Kaçmak istesen de taşıdığı yükü saklayamazsın ve bir bakış bazen insanı paramparça eder. Yüzünü görmeden, sesini duymadan, yalnızca gözlerin temas ettiği o an yeryüzünün geri kalanını susturur. Bir tek o kalır. Bazen cesaret verir bazen diz çöktürür. İçindeki kırgınlığı okşar ya da yanan yere benzin döker.
“Son rötuşlarınızı yapın.”
Hocanın sesi düşüncelerimin arasına bir çakmak taşı gibi düştü. Kalemim elimdeyken zihnim hala Timur’un gözlerinde asılıydı. Ardından sınıfta kendinden emin, muzip bir ses duyuldu:
“Ben güzel rötuşlar yaptım hocam.”
Umut. Yüzünde her zamanki alaycı memnuniyetle, resmini çevirip sınıfa gösterdi. Gülüşmeler yayıldı. Bazıları kahkahayla katılırken, birkaç kişi göz devirdi.
Kağıttaki figür devasa bir burun, karikatürize edilmiş bir yüz... Timur’u çizmemişti. Dudaklarım istemsizce yukarı kıvrıldı. Komikti. Abartılıydı. Ama çok net bir şey vardı: Biri hedef alınmıştı.
“Seni var ya!”
Bu ses… İlk duyduğum halinden çok uzaktaydı. İlk sakinliğinin aksine neredeyse karizmatik tonda bir hiddet taşıyordu şimdi. Tabure kaydı. Şövalenin gerisinde ayağa fırlayan kişi kağıtlarımı toplamama yardım eden çocuktu. O da mı son sınıftı? Umut’un yanına ilerledi. Onun peşinden birkaç kişi daha. Umut da ayağa kalktı, arkadaşları hiç acele etmeden yanına dizildi.
Diğer çocuk kağıdı tek bir hamlede kaptı ve buruşturdu. Umut gülümsemeye devam etti. Umursamazdı. Belki de sadece görünüşteydi bu rahatlık.
“Neden geriliyorsun arkadaşım? Senin yüzün bozuktu, ben düzelttim.”
‘’Ben seni bir bozarım, bir daha düzelemezsin!’’
“Yeter!”
Hoca masaya avucunun içiyle vurdu. Sınıf bir anda sustu. Kahkahalar, mırıltılar, nefes alışları bile buhar oldu gitti.
“Burası tiyatro sahnesi değil!’’
Umut başını geri atıp hafifçe güldü. Karşısında duran çocuksa -adını hâlâ bilmediğim- kağıdı yumruk yapmış, avucunun içinde sinirini ezerek tutuyordu.
“Siz ikiniz… Dışarı. Çabuk! Müdürün odasına. Ders bitti.”
İtiraz eden olmadı. Umut, dudaklarının kenarına taktığı umursamaz sırıtışla eşyalarını toplarken diğeri hiç konuşmadan arkasını döndü. Kağıdı pencereden dışarı savurdu. Küçük, buruşturulmuş bir öfke gökyüzüne doğru süzüldü ve kayboldu. Ders bu gerilim yüzünden erken sonlanmıştı. Her zaman böyle mi yapıyorlardı, sırf düşmanlar diye.
Bir an Timur’un tepkisini merak ettim. Koca sınıfın ortasında yüzü hâlâ ifadesizdi. Ne sinirlenmişti ne gülmüştü ne de gerilmişti. Ama dudaklarının bir kenarı hafifçe yukarı kıvrılmıştı. O an, sadece ben gördüm bunu. Gülümseme değil. Kibir değil. Sanki her şeyi uzaktan izleyen bir oyuncu, sahnede olanlara tepki vermeyen bir yazar gibiydi. Bir saniye göz ucuyla yine bana baktı. Neden bana bakıp duruyordu? Bakışlarım dikkatini mi çekmişti? Sonra ağır ağır tabureden kalktı. Sınıf dağılmaya başlamıştı. Kapının önü doldu. Sesler yükseldi, kapı aralandı. Kalabalık dışarıya döküldü. Hoca ise ağır adımlarla dolaşmaya başlamıştı. Ellerini arkasında birleştirmiş, tek tek şövalelere göz atıyordu. Bakışları yorumsuzdu. Yanıma geldiğinde elim istemsizce titredi. Kalemimi zar zor kalemliğe koydum. Şövalemin önünde bir an durdu. Hiçbir şey söylemedi. Gözlerini resmimden ayırmadan “Daha önce eğitim mi aldın?” diye sordu. Sesi hâlâ sertti ama ilk kez içinde bir yumuşaklık vardı.
“Hayır,” dedim kısa ve temkinli bir sesle. Kaşları azıcık kalktı. Bir şey demedi ama dudaklarının kenarında bir onay saklıydı. O anda bir gölge yanıma yaklaştı. Bakışımı çevirmeden anladım kimin geldiğini. Timur. Eğilip resme baktı. Uzunca. Ona baktığımda yine o çözülemeyen yüz ifadesiyle karşılaştım. Ne dudak kıpırdattı ne bir mimik gösterdi. Sadece baktı.
“Gerçek halinden daha yakışıklı çizmişsin.”
Hoca bir anda konuştu. Kafamı hızla kaldırdım. Hoca hâlâ yüzüme bakmıyordu ama gözlerindeki kıpırtı gülmese bile zihninde bir espri yaptığını gösteriyordu. Timur bile hafifçe başını hocaya çevirdi. Eminim o da şaşırmıştı. Tabii gerçek halim daha az mı yakışıklı diye düşünmüşte olabilir, kim bilir. Ama en çok şaşıran ben olmuştum. Bu hoca tüm gün bize kan kusturmuştu çatık kaşlarıyla şimdi şakayla beni övüyordu. Kendimi tutamadım. Dudaklarım kıvrıldı. Gülümsedim. Tam o anda, bir şey hissettim. Üzerime saplanmış başka bir bakış. Başımı çevirdim. Kapıya yönelen kalabalığın arasında, Beyazıd. Durmuştu. Hareket etmiyordu. Gözlerimiz buluştu. Mavi bakışları… Bu kez deniz gibi değildi. Daha çok, kırılmamış bir buz parçasıydı. Çatlamamış, çözülmemiş, tehditkâr. Sanki az önceki gülümsememi görmüştü. Bakışlarında sadece bir duygu vardı: Rahatsızlık. O an, anladım; sinirle bakıyordu. Belki Umut’a, belki çizime belki de sadece bana. Beni yargılamış, cezayı çoktan kesmişti. Omuzlarımı dikleştirdim. Neden böyle bakıyordu? Çarpıştığımız için kızmış mıydı yoksa? Sanki ben suçluymuşum gibi! Tabii, kimseye dokunmaz o! Büyüyü bozmuştum ben. Tüh!
Timur hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp uzaklaştığında bakışlarımı ona çevirdim. Ardında kalan sadece sessizlikti. Ne bir teşekkür ne bir yorum. Onu izlerken istemsizce düşündüm: Ne garip çocuk. Hiç konuşmuyor mu bu? Yüzünde sürekli aynı ifade. Sanki duygularını içinde mühürlemişti. Bakışlarım yine kapıya kaydı. Beyazıd yok olmuştu. Kafamı iki yana salladım. Düşüncelerimin içinden çıkmaya çalışırken hocanın tok sesi atölyeye doldu.
“Atölyeyi kapatıyorum. Çıkabilirsiniz.”
Bazı öğrenciler hâlâ gölgeler ekliyordu çizimlerine. Diğerleri malzemeleri toplamaya başlamıştı bile. Ben ise hiç kıpırdamadan, sadece pencereye döndüm. 13. kırmızı pencere. Beni çağırıyordu sanki. Rüzgârla birlikte hafifçe titreyen perdesi, bir sırra ev sahipliği ediyormuş izlenimi veriyordu. Dudaklarımı kemirdim. Orası... Sabah ilk fark ettiğimde içimde bir şeyler kıpırdamıştı. Şimdi yeniden gözüm oraya takılmıştı ve içimdeki merak susmak bilmiyordu. Ayağa kalktım. Yavaşça eşyalarımı topladım. Sınıf boşalmaya başlamıştı. Ben de oyalanmadan çıktım.
Bir şey var. Bir sır. Ve ben bu işin peşini bırakmayacağım. Sonuna kadar gideceğim. Kim ne saklıyorsa, ne oyun oynanıyorsa, ne acı gömüldüyse öğrenecektim. Adımlarım kararlıydı artık. Kafamda sorular uğulduyordu ama ilk kez bu uğultu beni korkutmuyordu. Cevap ne olursa olsun...
Siz de ipuçlarını takip eder miydiniz?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.3k Okunma |
3.22k Oy |
0 Takip |
80 Bölümlü Kitap |