81. Bölüm

FİNAL

🔥
artemiral

İlk kitabımın, son bölümü...

İnsanın yeryüzündeki en eski arayışı, belki de bir yere ait olma arayışıdır. Kimimiz bunu bir evin duvarlarında ararız, kimimiz bir insanın gözlerinde. Kimi zaman da bir şehrin sokaklarında, bir okulun kalabalığında, bir sofranın sıcaklığında... Bazen ise hiç bulamayız. Ve bulamayınca, içimizde görünmez yaralar açılır; yaralar ki kanamaz ama sızısı ömür boyu taşınır.

Ben, yıllardır soruyordum kendime: Ait olmak ne demektir? Bir eve dönmek midir, kapıyı çaldığında seni bekleyen sıcak bir yüz görmek midir? Yoksa birine kalbini açtığında, o kalbin geri çevrilmeden tutulması mıdır? Peki ya bir gruba, bir topluluğa, bir "biz"e karışmak, insanın en büyük güvenli limanı değil midir? Ben bütün bunlara hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemedim. Evimde, ailemin gölgesinde bile bir misafir gibi oturdum hep. Sesim duyulmadı, kalbim okunmadı, sofrada bir sandalye doldurmaktan fazlası olmadım. Bu yüzden sokaklara baktım; belki bir sokak köpeğiyle göz göze geldiğimde, belki bir yabancının gülüşünde, belki bir kitabın sayfasında kendime bir yuva bulurum diye. Ama yersiz yurtsuzluk, insanın iliklerine işledi mi, her taş soğuk, her bakış yabancı oluyor.

İnsan bazen varlığının, nefes alışının, sesinin, kahkahasının, hatta gözyaşının birilerince onaylanmasını bekliyor. "Sen buradasın, olmalısın ve hoş geldin." İşte o cümlenin hiç kurulmadığı bir evde büyüyünce, insan kendini fazlalık sanıyor. Kapıların ardında hep birileri var ama o kapılar sana hiç açılmıyor. Yine de ait olma arzusunu, sevgi açlığını öldüremiyorsun. Çünkü insanın ruhu, toprağın suya duyduğu özlem gibi, ait olmaya susamış, sevgiye aç doğuyor. İçinde bir boşluk var; ne kadar kahkaha ne kadar başarı ne kadar kaçış koyarsan koy, o boşluk doymuyor.

Birine ait olmak ise bambaşka. Bir kalbin sana açılması, seni içine kabul etmesi... Sadece sevgili olmak değil bu; dost da olabilmek, kardeş de olabilmek. Ama en çok da "benim yerim senin yanın" diyebilmek. İnsanlar birbirinin gözlerinde evler inşa eder. O evin kapısı kapandığında ise, dışarıda kaldığında, en soğuk kış o an başlar ruhumuzda.

O yüzden "ait olmak" kelimesi, bende bir yara izi gibi taşıdığım, parmakla dokunulduğunda bile sızlayan bir anlam taşır. İnsan, bir eve ait olamayınca, gözleri hep başka evlerin ışıklarında kalıyor. Balkonlardan sarkan kahkahalara, perdelerin ardındaki sıcak sofralara, "gel kızım" diyen seslere... Ama senin kapında hep sessizlik. İçeri girmek istiyorsun ama anahtarın yok. İçeri çağıran da.

Çünkü ait olmak, yalnızca aynı çatı altında yaşamak değildi, öğrendim bunu. Birinin seni görmesiydi, duyumsamasıydı. Kalabalık bir odada sesin duyulmasa bile, bir çift gözün seni fark etmesiydi. Çaresizliğinde bir elin uzanmasıydı. Ama ben hep kendi elimden tuttum. Düştüğümde kendim kalktım. Yaralandığımda kendi kanımı sildim.

Bir şehrin sokakları sana çocukluğunu hatırlatıyorsa, o şehir senin şehrindir. Birinin sesi içindeki bütün fırtınaları susturabiliyorsa, o kişi senin insanındır. Ama ya hiçbir şehir seni çağırmıyorsa? Ya hiçbir ses seni susturmuyorsa? İşte o zaman, insan kendi ruhunda yabancı oluyor.

O yüzden ait olmayı, başkalarının gözlerinde aradım. Arkadaşların kahkahalarında, sırdaş olunan gecelerde, omzuma düşen rastgele bir başta. Ama aitlik, ödünç alınan bir kıyafet gibiydi. Bir süre giyiyorsun, sana yakışıyor gibi oluyor ama sonunda geri vermek zorundasın. Kendi payına yine çıplaklık kalıyor.

Peki ya aşk? İnsan aitliği aşkta aramıyor mu zaten? Birinin gözlerinin içine bakıp, "evim sensin" diyebilmek. Ama aşkta da hep yarım kaldım. Çünkü kendine ait olmayan biri, başkasına da tam ait olamıyor. İçindeki boşluğu dolduramayan, bir başkasının boşluğunu nasıl doldursun ki?

En çok kıskandığım şey, başkalarının aitlikleriydi hep. Bir anneyle kızının kahkahası, bir babanın oğlu ya da kızının omzuna attığı kol, dostların sarılması. Ben o sahneleri hep uzaktan izledim. İçimden bin kez "ben de isterdim" dedim. Ama hiçbir zaman davet edilmedim. Hep dışarıda kaldım. Şimdi farkına varıyordum bazı şeylerin. Belki de ait olmak, bir insanı, bir evi, bir şehri bulmak değil sadece. Kendine ait olmayı öğrenmektir. Kendine ev olabilmek. Kendi içindeki karanlığı kabul edip, orada bir mum yakabilmek. Ben bu mumu yakmaya çalışıyorum şimdi. Bazen sönüyor bazen parlıyor. Ama en azından kendi yolumu aydınlatmaya niyetliyim.

Benim asıl ışığımı veren mum değildi biliyordum. Ondan daha iyisiydi... Nejdet, Merve, Beyazıd ve Timur. İlk başta onların gözlerinde kendime yer bulabileceğime inanmadım. Çünkü gözlerime bakan herkes gibi, onlar da belki bakar ama görmez sanmıştım. Yanıldım. Çok uzun bir zaman sonra ilk kez, "ben de varım" diyebildiğim bir alan açıldı önümde.

Onlarla bir aradayken, kalabalıkta görünmez olan ben görünür oldum. Susturulmuş sesim yankı buldu. Öyle büyük şeyler değildi; bir bakış, bir omuz, aynı sofrada aynı lokmayı paylaşmak. Ama benim için mucizeydi. Çünkü yıllardır yabancı olduğum "aitlik" duygusu, usul usul kalbime geri dönmeye başlamıştı. Nejdet'in şakaları... O alaycı kahkahalarının ardında gizlenmiş samimiyet, bana kardeşliğin ne olduğunu gösterdi. Yanımızda olduğunda, dünyanın bütün ağırlığı bir anlığına hafifliyordu. O, "yalnız değilsin" demenin gürültülü haliydi.

Merve... O, içimdeki yaraları sezmeden sarıyordu. Gözlerime baktığında, söylemediğim kelimeleri anlıyordu. Hiçbir zaman "söyle" demedi ama hep duydu. Onunla yan yana oturmak bile, bana kadın olmanın yalnızlıkla değil, dayanışmayla mümkün olabileceğini öğretti.

Beyazıd... Buzdan surlarının ardında sakladığı ateşiyle beni en çok şaşırtan. Soğuk gibi görünen ama aslında kendini yakmamak için buz kesen biri. Onu izlerken anladım ki insan, görünmeyen yangınlarını susturmak için kendini dondurur. Ona bakarken içimde garip bir sızı olurdu; hem yakın olmak isterdim hem de dokunmaya çekinirdim. Çünkü onun da yalnızlığı benimkine benziyordu, belki daha ağır, daha keskin.

Timur... Onu anlamak bir nehirde akıntıya karşı yüzmek gibiydi; yorucu, hırçın ama vazgeçilemez. Herkes onun öfkesini gördü, ben yaralarını. Herkes onun kahkahasını alay sandı, ben içindeki çığlığın maskesi olduğunu fark ettim. Ve en çok... Bana söyledikleri.

Sarhoşluktan saçmalamış mıydı, yoksa kalbinin en ağır yükünü mü döküyordu bilmiyorum. Hangi ihtimal daha acı, karar veremedim. Sarhoşsa, demek ki aklı yetmeyince kalbi dile geldi; gerçekten söylediyse, demek ki benden sakladığı bir sırla yaşamıştı onca zaman. İkisi de canımı yaktı. Çünkü onun en derininde, bana inanmaktan çok kendine inanamayan bir çocuk vardı.

Timur'un özünde merhamet vardı, bunu biliyordum. Bana bakışlarında, kızdığı anlarda bile fark ediliyordu. Ne kadar sert davranırsa davransın, hep bir "sana zarar gelmesin" kaygısı taşıyordu. Kendi canını hiçe sayarken, karşısındakini korumaya çalışıyordu. O yüzden öfkesi, çoğu zaman korkusunun başka bir yüzüydü.

Onu düşündükçe içimde garip bir sızı oluşuyordu. Çünkü görüyordum: Kendi karanlığında boğulsa da hep başkasını yüzdürmeye çalışan bir insandı o. Bazen bana bakınca sanki "Beni bırakma" diyor gözleri ama dudaklarından dökülen... Çelişkiydi Timur. Hem yıkmak isteyen hem korumak isteyen.

Ben en çok, o korumak isteyen tarafına acıyorum. Çünkü o tarafı, en çok yara alanı.

Dört farklı dünya işte, dört farklı acı. Ama ben onların arasında kendimi buldum. Yıllarca aradığım "yer" işte burasıydı. Onlarla yan yana oturduğumda, ilk defa evimde hissettim. Burası duvarlardan örülmüş bir ev değildi ama çok daha sağlamdı. Kalpten kalbe örülmüş bir çatıydı. Onlarla olduğumda, artık misafir gibi hissetmiyordum. Kapıların önünde bekleyen, ışıklara bakıp iç çeken kız değildim. Sofrada boş bırakılan tabak değildim. İlk kez, benim için de bir tabak vardı. İlk kez, biri bana dönüp "biz" diyordu.

Ama işte... aidiyetin en ağır yanı da burada başlıyor. İnsan ait olduğunu hissettiği şeyi kaybetmekten delicesine korkuyordu. Benim için onlar, sadece arkadaş değildi. Onlar, hayatımın ilk defa sıcak yüzüydü. Bir omuzun ağırlığını hissetmek, bir kahkahanın içine dahil olmak, bir sırrın parçası olmak... Bütün bunlar bana, "evet, sen de varsın" dedi.

Ve şimdi, onları kaybetme ihtimali içimde bıçak gibi dönüp duruyordu. Ne zaman kavga etsek ne zaman birbirimize bağırıp çağırsak, kalbim daralıyordu. Çünkü biliyordum: Onlar giderse, geriye yine o eski sessizlik kalacaktı. Ve ben artık o sessizliğe hapsolmak istemiyorum. Çünkü onlar benim için bir grup değil, bir aile oldu. Kan bağı olmayan ama kalpten bağlanan bir aile. Yıllardır aradığım "ben buradayım" duygusunun cevabı. Onların arasında gülmeyi öğrendim, onların yanında korkularımı fısıldamayı, onların desteğiyle ayakta durmayı.

Ve şunu ailemle değil de dostlarımla anladım: Ait olmak, bir evin duvarlarıyla değil, birlikte attığın adımlarla kurulurdu. Birinin yarasına dokunmakla, birinin sırlarını taşımakla, birinin yükünü paylaşmakla. Aidiyet, birlikte ağlayabilmek, birlikte susabilmek, birlikte bakabilmek

Evet belki en başta siyah ve beyaz olmamı istediler. Ben beyazdım. Ben siyahtım. Ben yalnızlığın her tonu, her rengiydim. Şimdi bu renklerden kurtulma ihtimalim varken her şey paramparça oluyordu.

Düşünmeden edemiyordum. Ya bir gün birbirimize sırt dönersek? Ya farklı yönlere savrulursak? O zaman ben yine aynı noktada kalırdım. Odamda, duvarlarla konuşurken bulurdum kendimi. Ama içimde buna izin vermeyecek bir çığlık var. O çığlık bana sürekli şunu söylüyor: "Tut onları, bırakma!"

Çünkü insan bir kere evini buldu mu, onu kaybetmeye dayanamaz. Ve ben evimi buldum. Nejdet'in şakalarında, Merve'nin bakışlarında, Timur'un öfkesinde, Beyazıd'ın buz gibi sessizliğinde. Hepsi bana ait. Ve ben onlara aittim.

...

Timur'u yatak odasına götürmek, savaş alanında yaralı birini taşımak gibiydi. Adımlarını sürüklüyor, bedenini bana bırakıyor ama gururunu bir türlü teslim etmiyordu. Sarhoşluk bütün iradesini almıştı lakin hâlâ yüzünde o inatçı çizgi vardı; hiçbir şeye yenilmeyeceğini kanıtlamaya çalışır gibi. Onu yatağa yatırırken içimden geçirdim: Ne kadar güçlü görünürse görünsün, aslında ne kadar savunmasız.

Yorganı usulca üzerine örttüm ama elim bir süre geri çekilmedi. Parmaklarım, omzunun yanına düşmüş gömlek parçasına değdi. Tenindeki morlukları düşünmeden edemedim; kim bilir kaç kavganın, kaç gecenin, kaç hatanın izini taşıyordu. Ve o anda anladım: Timur'un bütün öfkesi, aslında içinde birikmiş sevgisizliğin yankısıydı. Ne kadar bağırırsa bağırsın, özünde yalnızca sevilmek isteyen bir çocuktu. Ona bakarken gözlerimin dolmasına engel olamadım.

Ama sonra... O sözler yankılandı zihnimde. Bana ettiği itiraf. Belki de cesaretini alkolde bulmuştu. Acaba gerçekten mi söylemişti yoksa şarabın dili miydi bu? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey, kalbimde bıraktığı o ağır izdi. Onun bana uzattığı bu yarım kalmış cümle, zihnimde tamamlanmak için çırpınıyordu.

Eğer gerçekse... O zaman benden sakladığı bütün kırıklarının üstünde duruyordu bu duygu. Eğer sarhoşluğun hezeyanıysa... O zaman ben kendi kendime inanmak istediğim bir yalanın içinde kalmıştım. Her iki ihtimal de canımı yakıyordu. Başımı eğip ona baktım. Ay ışığı yüzüne vuruyordu. Uykunun savunmasızlığında yüzü bir çocuğa benziyordu. Karanlık, bütün sertliğini örtmüş, geriye sadece yorgun bir ifade bırakmıştı. İçimden bir ses, "Onu bırak, kendi yoluna gitsin," dedi. Ama başka bir ses, çok daha derinden gelen, "Onu bırakma çünkü o kendini bırakalı çok oldu," diye fısıldadı. İki ses arasında kaldım. Tıpkı kalbimle aklım arasında kaldığım gibi.

Sonra Gül geldi aklıma. Fotoğrafı... Onun gözleri, onun gülüşü, onun sessizce ardında bıraktığı boşluk. Belki o da benim gibi ikisinin arasında kalmıştı: Birini seçerse öbürünü kaybedeceğini bilerek, hiçbirini seçememişti. Belki de bu yüzden gitmişti.

"Birini seçmek, diğerini öldürmek gibi," diye düşündüm. "Gül, ikisini de yaşatmak istedi. Belki de sevgiyle yüklenemeyeceği bir yükü taşıyamadı."

Timur'un nefesini dinlerken içim titredi. Onun yanında kaldığım her saniye, kalbim daha da karışıyordu. Çünkü onun öfkesi bana zarar veriyordu ama o öfkenin altındaki sevgiye dokunmak istiyordum. Tıpkı buz tutmuş bir gölün altındaki berrak suya ulaşmaya çalışmak gibi... Yeterince cesaretim olursa kırabilirdim belki. Ama ya donarsam, ya o suyun altında kalırsam?

Bir an Gül'ün bana bakışını hayal ettim. Sanki bana fısıldıyordu: "Ben bile başaramadım." O an içim ürperdi. Onun yükünü sırtlandığımı hissettim. Gül'ün yarım kalan hikâyesi, benim omuzlarıma bırakılmış gibiydi.

Timur'un yorgun yüzüne bakarken, onunla Beyazıd'ın arasında sıkıştığımı hissettim. Gözlerimden bir damla yaş süzüldü; Timur'un uykusunda fark etmediği ama benim içimde derin bir çukur açan bir damla. Onu bırakıp pes etmekle, yanında kalıp sevmek arasında gidip geliyordum. Ve belki de en kötüsü, hiçbirini seçemememdi.

Ona bakarken düşündüm: Beni gerçekten seviyorsa, bu sevgi ona şifa mı olurdu yoksa onun karanlığı beni de içine mi çekerdi? Eğer onu bırakmazsam, onun yaraları benim kalbimi de delip geçer miydi? Cevap bulamıyordum. Tek bildiğim, şu an karşımda yatan bu adamın, bana hem en büyük korkumu hem de en derin arzumun yüzünü göstermesiydi.

Yorganı biraz daha çektim üzerine. Sonra geriye adım attım. Ama kalbim geriye gidemedi. Gözlerimde Timur, aklımın kuytu köşelerinde Beyazıd. Ruhum ise ikisinin arasında bir uçurumun kenarında asılı kaldı.

Ve anladım ki... Asıl savaş, dışarıdaki Hako'ya karşı değil. Benim içimdeydi. Bizim içimizde. Sevgiyle korku, sadakatle ihanet, kalmakla gitmek arasındaki savaş. Gül bu savaşı kaybetti. Peki ya ben?

Timur uykusunda kıpırdandı. Dudaklarından anlaşılmayan bir kelime döküldü. Belki benim adım, belki başka birinin. Ama o ses, içimde yeniden bir yangın yaktı. Ve ben, bütün o karmaşanın ortasında şunu itiraf ettim kendime: Onu bırakmak istiyorum ama bırakamıyorum.

Çünkü bazen en tehlikeli şey, birini sevmek değil... Onu kaybetmekten korkmak. Ve ben artık kaybetmekten korkuyordum.

Timur birden yatağın içinde hareketlenmeye başladı, alnından ter boncukları akıyordu. Gözkapakları yarı aralıktı ama bakışları buradan çok daha uzaklarda, çocukluğunun karanlık koridorlarında dolaşıyor gibiydi. Sonra titreyen dudaklarından o korkunç söz döküldü:

"Vurma baba! Özür dilerim! Ne olur vurma!"

Kalbim birden sıkıştı. Öyle bir haykırıştı ki, insanın iliklerine kadar işleyen, derinlerden kopup gelen, boğazını yırtarak çıkan bir çığlık. Onun o güçlü, yenilmez sandığım yanının ardında, çocukluk yaralarıyla kanayan küçücük bir kalbin saklandığını ilk defa bu kadar çıplak gördüm.

Yanına eğildim, ellerimi omuzlarına koydum.
"Timur, sakin ol... Ben buradayım! Sana kimse vuramayacak artık."

Ama beni duymuyordu. Gözleri kapalıydı, dudakları titriyor, bedeni kasılıyor, nefesi hızlanıyordu. Bir an içimde büyük bir korku yükseldi: Onu bu karanlıktan çıkarabilecek miydim? Yoksa çocukluğunun zincirleri, ömrünün sonuna kadar onu esir mi edecekti?

Tam o anda, birden bire elleri bileklerimi kavradı. Öyle bir güçle tuttu ki, kan dolaşımım kesilecek sandım. Beni kendine çekti, nefesim kesildi. Gözlerim dehşetle büyürken bir anda burnumun ucuyla onun burnuna dokunduğumu fark ettim. Aramızda nefeslerimizden başka hiçbir şey yoktu artık.

Ve zaman orada durdu. Dakikalarca değil ama yirmi bir saniye boyunca, ben nefesimi tutmuş, kalbim kaburgalarımdan dışarı fırlayacakmış gibi atarken, onun sıcak nefesini yüzümde hissettim. Gözkapakları yarı aralıktı, kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşüyordu. O kadar yakındık ki, bir fısıltı bile bizi parçalayabilirdi.

Ne ileri gidebildim ne de geri çekilebildim. Bedenim kilitlenmişti, ruhum da. O yirmi bir saniye, bütün bir ömrün ağırlığını taşıdı sanki. İçimdeki bütün sorular, bütün korkular ve bütün gizli arzular tek bir noktaya sıkıştı: Burnumuzun birbirine değdiği o ince çizgiye.

Sonra, birden, elleri gevşedi. Bileklerim özgür kaldı. Hızla doğruldum, derin bir nefes aldım, kalbim göğsümü delip çıkacak gibiydi. Ellerim hâlâ onun sıcaklığını taşıyordu.

O ise yarı uyanık, yarı sarhoş bir hâlde gözlerini araladı. Sesi titrek, kırık ve savunmasızdı:
"Neden Ada? Beni neden sevmiyorsun? Seni sevdiğime inanmıyor musun?"

Sözleri, bir hançer gibi saplandı içime. Dilim tutuldu. Ne evet diyebildim ne hayır. O an cevap versem, hayatımın akışını değiştirecekmişim gibi hissettim. Bu yüzden sessiz kaldım, dudaklarım kıpırdamadı.

O ise o sessizliğe, kendi içinde boğulmuş gibi, hırçın bir çocuk edasıyla devam etti:
"Nasıl kanıtlarım aşkımı-"

Ama gözkapakları ağırlaştı. Dudakları kelimelerin sonuna yetişemeden kapandı. Derin, dengesiz bir uykuya geri düştü. Ben ise öylece kalakaldım. Bütün damarlarımda bir uğultu vardı, kulaklarımda kalbimin sesi yankılanıyordu. Beni neden sevmiyorsun... Seni sevdiğime inanmıyor musun... O sorular zihnimin içine kazındı. Bir cümle nasıl bu denli acıtabilirdi yüreğimi?

Ona öylece bakarken, içimde karmaşık bir fırtına kopuyordu. Onu sevmiyor muydum? Ya da seviyor muydum? Belki de onun sevgisine inanmıyordum. Çünkü sevgi, benim için her zaman eksik bırakılmış bir şeydi. Babamın yokluğu, annemin ilgisizliği, evin sessizliği... Ben hiçbir zaman sevildiğimden emin olamamıştım. Timur'un aşkına da bu yüzden inanamıyordum belki. Çünkü sevilmeye alışkın değildim. Hiçbir sevgiyi de tanımlayamıyordum. Sevgi görmeyen, bilmeyen biri nasıl gerçek sevgiyi tanıyabilirdi ki? Doğru düzgün hissetmediği bir duyguyu nasıl kabullenebilirdi?

Yavaşça yatağın kenarına oturdum. Sonra dayanamayıp yanına uzandım. Başımı yastığa koyarken içimden bir ses, "Onu yalnız bırakma," dedi yine. Ve gerçekten de bırakamadım. İçimde ona karşı duyduğum şefkat, öfkemin çok ötesine geçmişti artık. Onu inciten bütün elleri uzaklaştırmak istiyordum. Oysa ki bazen kendi elleriyle kendini incitiyordu. Gözlerim tavana dalmışken, aklım diğerlerine kaydı.

Nejdet'in öfkeli çıkışları, Merve'nin şoka uğramış bakışları, Beyazıd'ın buzdan duvarları... Hepsi birer anı gibi zihnimden geçti. Bir masanın etrafında birleşmiş, sonra bir kavgayla dağılıp gitmişlerdi. Bizi bir araya getiren kader miydi, yoksa birbirimizin eksik yanlarına duyduğumuz ihtiyaç mı?

Ama sonra Timur'un onlara olan sertliğini düşündüm. Ne kadar keskin konuştuğunu, ne kadar kırıcı davrandığını. Onu savunmak isterdim ama edemedim. Çünkü bazen gerçekten de fazla ileri gidiyordu. Onu tanıdıkça anlıyordum: Kendi kırılganlığını saklamak için saldırıyordu. Ama o saldırılar, bizleri de parçalıyordu. Şimdi soruyordum kendime: Biz nasıl bir araya gelebilirdik tekrar? Dağılmış bir camın parçalarını toplamak kolay değildi. Hele ki o cam, daha en başından çatlaklarla doluysa. Belki de yeniden bir araya gelmek için önce kanamalıydık. Belki de acı çekmeden, yeniden bir bütün olunmuyordu.

Gözlerim yavaşça Timur'un yüzüne kaydı. Uyurken bile kaşlarının arasındaki çizgi silinmiyordu. Hep bir keder vardı onda. Onun yanında uzanırken içimde tuhaf bir his vardı: Hem ona acıyordum hem de onun yanında kendimi güçlü hissediyordum. Çünkü bana ihtiyacı vardı. Ve belki ben de buna ihtiyaç duyuyordum. Birinin bana ihtiyaç duymasına...

Ama öte yandan... Ya bu ihtiyaç sadece birbirimizin boşluklarını doldurmaktan ibaretse? Ya gerçek sevgi bu değilse? Ya biz sadece yaralarımızı birbirimizin üzerine yamıyorsak?

Beyazıd'ın soğuk bakışlarını hatırladım Timur'a karşı. Ne kadar uzak ne kadar ulaşılmazdı. Oysa ne kadar yumuşamıştı bir zamanlar. Ona bakarken hep bir mesafe vardı. Ama yine de o mesafenin ardında, saklı bir güven hissediyordum. Timur'da ise mesafe yoktu. Fazla yakın, fazla yakıcıydı. Onun yanında yanıyordum, belki de bu yanışın sonunda küle dönecektim.

Birden içimden bir dua yükseldi. Eskisi gibi olmamız için... Gözlerimi kapattım. Kalbim hâlâ hızlı atıyordu. Timur'un nefesi yanımda, sıcaklığı yanı başımda... Ama zihnim dağınıktı. Hem ona dokunmak istiyordum hem de ondan kaçmak. Hem onun yanında kalmak istiyordum hem de uzaklaşmak.

Bu gece anladım ki, insanın kalbi bazen ikiye bölünebilirdi. Bir yanı akla, diğer yanı yüreğe. Ve ikisi hiçbir zaman aynı yolda yürümezdi.

Sabaha kadar uykumla savaşırken, tek bildiğim bir şey vardı: Biz bir araya gelmeden, ben kendimi bir araya getiremeyecektim. Onları kaybetmek, kendimi kaybetmek demekti. Ve işte o yüzden, ne olursa olsun, yeniden bir araya gelmenin yolunu bulmamız gerektiğini biliyordum. Çünkü biz, sadece bir grup insan değil... Birbirimizin yaralarını taşıyan yarım kalmış ruhlardık.

...

Bir ses...

Kapının aralanma sesiyle uyandım. Önce rüyamın içinde sandım kendimi; Timur'un nefesini, boğazımdaki düğümü, hâlâ kalbimin çılgın çırpınışını hissediyordum. Ama gözlerimi araladığım anda beynimden kalbime kadar buz gibi bir ürperti indi. Şokla doğruldum. Bedenim donakaldı belki ama ruhum yerle bir oldu. Çünkü Timur'un kolu üstümdeydi, başı yana kaymış, yarı uykulu hâlde bana sarılmıştı. Ve kapının eşiğinde... Beyazıd!

Dünyam dondu. O an nefes almak ne demekti, nasıldı unuttum. Gözlerim fal taşı gibi açılmış, Beyazıd'ın bakışlarına kilitlenmişti. O bakışlar... İnsan bir tek bakışla bu kadar yıkılabilir miydi? Buzdan bir sur gibi görünen gözlerinin arkasında, çatırdayan bir kalp gördüm. O kırılışı gördüm. Ruhum alev almıştı!

Hiçbir şey göründüğü gibi değildi! Bunu ona nasıl anlatacaktım? Ne desem, ne söylesem... Gerçek mi sanacaktı? Gözlerimden geçen korku, dudaklarımın titremesi, kalbimin çırpınışı... Hiçbiri gerçeği taşıyamayacaktı. Çünkü gözleri, gördüğüne çoktan inanmıştı. Ve ben biliyordum: O an Beyazıd'ı kaybediyordum.

"Beyazıd!" diye fırladım yataktan. Sesim yırtılırken, kalbim de yırtılıyordu. Ama o tek kelime, onu durdurmaya yetmedi. Gözlerini kaçırdı. Hiçbir şey söylemeden, sessizce arkasını döndü. Bir bakış daha bırakmadı bana. Kapıdan çıkıp gitti.

Ben arkasından koştum. Ayağım yalın, nefesim kesik. Koridorda yankılanan ayak sesim kalbimin çarpışına karışıyordu. "Beyazıd, dur! Ne olur dur!" Sesim titredi, yalvardım, dizlerimde güç kalmadı. Ama o dinlemedi. Merdivenlerden hızla indi. Ben peşinden. Kalbim paramparça, aklım darmadağın. Kapıdan çıktığında sabahın serinliği yüzüme çarptı. O ise çoktan kaldırıma çıkmış, bir taksi çevirmişti.

Koştum, var gücümle. Kalbim bedenimi aşmıştı, nefesim ciğerlerimi yakıyordu. Elimi uzattım, sanki yetişebilirmişim gibi. Ama taksi çoktan hareket etmişti. Camdan bana bakmadı. Bir tek an için bile dönüp bakmadı.

Olduğum yerde kalakaldım. Bacaklarımda güç yoktu. Nefesim boğazıma düğümlenmişti. Gözlerim, uzaklaşan taksinin arkasında dondu kaldı. Bir daha geri dönmeyecekmiş gibi, sonsuza dek uzaklaşıyormuş gibi...

O an, içimde bir şey koptu. Birini kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu iliklerimde hissettim. Kaybetmek... Ölümden bile beterdi bazen. Çünkü ölümde geri dönüş olmadığını bilirdin, ama kayıpta insan kendini kandırırdı. Belki döner, belki anlar, belki affeder... Ama Beyazıd'ın gözleri öyle değildi. Orada bir kapı kapanmıştı. Ve ben kapının ardında kalmıştım.

Gözyaşlarım istemsiz aktı. Ellerim titredi, boşlukta savruldu. O an yalnızlığım bütün vücudumu sardı. İçimde yankılanan tek bir soru vardı: Onu sonsuza dek mi kaybettim? Bir süre orada kaldım. Kaldırım taşlarının üzerinde, sabahın ayazında, gözlerim hâlâ uzaklaşan arabanın peşindeydi. Kalbim, o arabayla beraber çekilip alınmıştı sanki göğsümden.

Arkamda bir adım sesi duydum. Hızla yaşları giderdim yanaklarımdaki. Omzumda bir el belirdi. Timur'du. Yanıma geldi, bana baktı. Yüzünde, söyleyemedikleriyle ağırlaşmış bir ifade vardı. Gözleri kızarmış, hâlâ sarhoşluğun tortusu üzerindeydi.

"Hadi... İçeri girelim. Soğuk. Üşütme."

Sözleri kulağıma değdiğinde, beynim hâlâ o taksinin arkasındaydı. Ama dudaklarım kıpırdamadı. Sadece başımı eğdim. Çünkü konuşacak gücüm yoktu. Sonra, neredeyse fısıltıya benzeyen ama içinde bir umut gizleyen o cümleyi söyledi: "Sen benimle mi kaldın?"

O an kalbim bir kez daha sıkıştı. Sesinde gizleyemediği bir mutluluk vardı. Ama o mutluluk, acının içinden sızıyordu. Hem umutluydu hem de kendini kandırıyor gibiydi. Belki de bu anı, kendi lehine çevirmek istiyordu. Benimse söyleyecek tek bir kelimem bile yoktu. Dudaklarım aralandı ama hiçbir şey çıkmadı. Gözlerim hâlâ boşluğa bakıyordu. Onun sorusu, içimi daha da kanatmıştı. Çünkü cevabım yoktu. Çünkü kalbim ikiye bölünmüştü: Bir yanı Beyazıd'ın gidişine ağlıyordu, diğer yanı Timur'un sıcak nefesini hissediyordu hâlâ.

Hiçbir şey demedim. Yalnızca ağır adımlarla içeri döndüm.

Evin içine adım attığımda soğuk bedenime daha çok yapıştı. Dışarıdan gelen rüzgâr kapının arasından içeri sızıyordu ama asıl soğuk dışarıda değildi. Asıl soğuk, kalbimin tam ortasındaydı. Beyazıd'ın yüzünü düşündüm. O bakışı... O sessiz kırılışı. "Anlat" deseydi, bütün ruhumu önüne serer, gerçeği haykırırdım. Ama anlatmama izin vermedi. Çünkü zaten inanmayacaktı. Ve ben bunun farkındaydım. Ben onları kaybetmek istemezken...

Kaybetmek sadece bir ihtimal değilmiş. Bazen kayıp, gözlerinin önünde yaşanır ve sen hiçbir şey yapamazmışsın. Koşarsın, çabalarsın, bağırırsın... Ama taksi yine de uzaklaşır. Ve sen yine kaldırımda, ellerin boşlukta kalakalırsın.

Timur yanımdaydı. Gözlerinde tuhaf bir parıltı vardı. Ama ben onun bakışlarına cevap veremedim. Çünkü içimdeki tek soru beynimi kavuruyordu: "Beyazıd artık dönmeyecek mi?"

Kaybetmenin korkusu, kalbimin içine kök saldı. Daha dün bana ait hissettiğim birini, bir bakışta yitirmiştim. İnsan işte bu yüzden sevmekten korkuyordu. Çünkü sevgi, kaybı beraberinde getiriyordu. Ve kayıp, insanı paramparça ediyordu. Sevginin güzelliğindense kaybın ağırlığı daha ağır basıyordu.

O an içimde sessiz bir çığlık attım. Hiç kimse duymadı. Ama ruhum yankılandı:

"Ne olur geri dön Beyazıd... Ne olur..."

...

Timur'un adımlarını duyuyordum. Odayı kaplayan sessizliği bozmadı. Yalnızca şöminenin başına geçti. Birkaç odun alıp dizdi, kibriti çaktı. Alevler hışırtıyla yükseldi, çıtırdayarak odanın içine yayıldı. Gölgeler titredi duvarlarda. Ama içimdeki karanlık, hiçbir alevle aydınlanmıyordu.

"Ben sana kahvaltı hazırlayayım," dedi birden. Sesinde öyle bir sıradanlık, öyle bir sükûnet vardı ki... Sanki az önce olan hiçbir şey olmamıştı. Sanki dün gece, kalbimi darmadağın eden itiraflar, korkunç kavgalar yaşanmamıştı. O sözler, o haykırışlar, o gözyaşları hiç olmamış gibi...

Arkasına bile bakmadan mutfağa yöneldi. Ben öylece kalakaldım. İçimdeki öfke göğsümü yakıyordu. Çığlık atmak istiyordum. "Hiçbir şey olmamış gibi davranma!" diye haykırmak istiyordum. Ama dudaklarım mühürlüydü. Yutkundum. Boğazımda düğümlenen kelimeler içime doğru gömüldü. Onun mutfakta çıkardığı sesler kulaklarımda yankılanıyordu. Dolap kapaklarının açılıp kapanışı, bardakların birbirine çarpışı... Normal hayat sesleriydi bunlar. Ama benim için her biri, kalbimin tellerini koparıyordu. Benim hayatım dağılmıştı, oysa o hâlâ kahvaltı hazırlıyordu.

Ben ise salona dönüp dağılan her şeyi toplamaya başladım. Masadan yere savrulmuş kâğıtları, devrilmiş bardakları, darmadağın olmuş sandalyeleri. Ellerim titreyerek çalışıyordu. İçimden yükselen sessiz bir isyan vardı. Her kağıdı kaldırdığımda, sanki parçalanmış kalbimin bir parçasını yerden alıyordum.

O sırada sesi yeniden geldi, mutfaktan.

"Üzülme."

Elim havada kaldı. Yavaşça başımı kaldırdım, sesin geldiği yöne baktım. O ise hâlâ arkasını dönmüş, önündeki işle uğraşıyordu.

"Ben onunla konuşurum. Hem biliyorum... Sadece sarhoşum diye bırakmak istememişsindir beni. Düşündüğü gibi bir şey yok. Yeter ki sen üzülme."

Şok oldum. Kalbim göğsümde öyle bir çarptı ki, nefesim kesildi. Yutkundum ama boğazımdaki düğüm çözülmedi. Bir süre bakakaldım, sonra ellerimden kâğıtlar kayıp yere düştü.

Ne diyordu o? Dün gece bana, kalbini açan, o adam mıydı şimdi? Sevdiğini söyleyen, gözlerime bakarak "Sevgili... Beni neden sevmiyorsun?" diyen o muydu? Şimdi ise kendi elleriyle beni başka birine teslim etmeyi mi teklif ediyordu? Kalbim acıyla kıvrandı. Ama o acının içinde, tarifsiz bir sıcaklık da belirdi. Birini öyle çok sevmek... Onun mutluluğu için ondan bile vazgeçmek. Bu gerçek sevgi miydi?

Bir anda içim ısındı ona. Bütün kırıklıklarının, öfkesinin, kavgalarının ardında hep bu vardı. Koruma isteği. Sahiplenme ama aynı zamanda bırakabilme gücü. Baktım uzun uzun ama o fark etmedi. Hâlâ kahvaltı hazırlıyordu. Yumurtaları kırıyor, ekmekleri dilimliyor... Normal, sıradan, günlük bir iş. Ama benim için olağanüstü bir andı. Çünkü ben onun ruhunu görüyordum. O, bütün yaralarıyla, bütün acısıyla, bütün sevgisiyle oradaydı.

Ama dayanamadım. Sesim titreyerek çıktı: "Dün söylediklerini hatırlamıyor musun?"

Elindeki bıçağı bıraktı, durdu. Arkasını döndü, kaşları kalktı. "Ne söyledim ki?" dedi, meraklı bir sesle. Cidden hatırlamıyor muydu? İçimden bir şey koptu. Gözlerim doldu. Boğazım kurudu. "Kavga ettin hepimizle!" dedim, neredeyse haykırarak. "Hiçbirini hatırlamıyor musun?"

Başını iki yana salladı. Gözleri yorgun, yüzü soluktu. "Hayır," dedi kısık bir sesle. "Hiçbir şey hatırlamıyorum. Başım zonkluyor."

Kalbim hızlandı. Ellerim titredi. Son bir umutla fısıldadım: "Peki bana söylediklerin..."

O ise alnını ovuşturdu, gözlerini kapadı. "Ne söyledim? Hiçbir şey hatırlamıyorum," dedi. "Başımın içinde uğultu var. Ne oldu ki?"

Dün geceyi, göz göze gelişimizi, bileğimi tutuşunu, "Beni neden sevmiyorsun?" deyişini, "Seni sevdiğime inanmıyor musun?" haykırışını hatırladım. Ve sonra kendi kendime sordum: Tüm bunlar gerçekten yaşandı mı, yoksa benim kalbimin oyunu muydu?

İçimde bir fırtına koptu. Onun hatırlamadığı şeyler, benim kalbimin en derin yerine kazınmıştı. Ve şimdi o, bunlardan bihaberdi. Bizi mahvetmiş ve hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmişti!

Sessizlik çöktü aramıza. Şömine çıtırdadı, alevler dans etti. O ise mutfakta, başını ellerinin arasına almıştı. Ben ise elimden düşen kâğıtlarla öylece kalakaldım. Bazen bir insanın hafızası silinebilirdi ama senin kalbin unutmuyorsa, o anı senin ömrün boyunca taşımak zorunda olduğun bir yüke dönüşebilirdi. Ben o geceyi unutamayacaktım. Onun sözlerini, kavga edişlerimizi, dağılışımızı, gözlerindeki acıyı, bileğimi tutuşunu. O hatırlamasa da, ben unutmuyordum. Ve işte bu yüzden acı çekiyordum. Çünkü ben tek başıma hatırlıyordum.

O sırada kalbimden yükselen tek bir düşünce vardı: Belki de gerçek sevgi buydu. Onun mutlu olması için, kendi canını yakmayı göze almak. Ve Timur tam da bunu yapıyordu. Ama ben? Ben hangisini seçebilirdim? Beyazıd'ı mı, Timur'u mu? Yoksa kendimi mi?

Cevap yoktu. Sadece sessizlik vardı. Ve sessizliğin içinde yanan bir ateş. Kalbimde şöminenin alevleri gibi; parlayan, yakan ama sonunda kül olan bir ateş.

Yerde dağılmış kâğıtların arasında yeniden diz çöktüm. Parmaklarım titreyerek tek tek almaya başladım. Kağıtların üzerindeki yazılar bulanıklaşıyordu gözlerimde, çünkü gözyaşlarım sayfaların üzerine düşüyor, mürekkebi dağıtıyordu. Her kağıdı kaldırışımda içimde başka bir parça kopuyordu sanki bu sefer.

Toparladığım şey kâğıt değildi yalnızca; kendi dağılan benliğimdi. Her kırışmış sayfa, her yerde sürüklenen dosya parçası bana şunu hatırlatıyordu: içim darmadağındı. Ve o soruyu sordum kendime, ilk defa bu kadar çıplak bir şekilde:

"Kimi seviyorsun Ada?"

Timur mu? Dün gece sarhoş gözleriyle bana bakan, bileğimi tutan, "Beni neden sevmiyorsun?" diye haykıran Timur mu? Yoksa kapıdan arkasını dönüp giden, bakışlarıyla ruhumu delip geçen Beyazıd mı? Onun bakışlarındaki gurur, sessizliği, buzdan duvarları mı? O bakışlarda kaybolmayı bin kere istemiştim. Çünkü onda güven vardı. Ama o güvenin ardında beni paramparça eden bir mesafe de vardı. Yoksa Timur mu? Öfkeli, yaralı, sert. Ama özünde öyle sahici, öyle çıplak ki... Onun kabuklarının altında yanan bir sevgi vardı. Dün gece belki de ilk defa o sevgiyi açığa vurmuştu.

"Kalbimin asıl sahibi kim?" dedim, bu kez fısıltıyla. Sesim odanın içinde yankılanmadı, sadece kendi kulaklarımda çınladı. Kağıtları toplamaya devam ettim. Ellerim titriyordu. Kimi sayfalar buruşturulmuş, kimi yırtılmıştı. İşte ben de öyleydim. Buruşmuş, yırtılmış, ama hâlâ bir araya getirilmeye çalışan bir kalp. Elime aldığım bir kâğıtta genç bir kızın siyah beyaz fotoğrafı vardı. Henüz on sekizinde... Çelimsiz bir yüz, gözlerinde korkuyla karışık bir masumiyet. İçim burkuldu. O kızın çaresizliğiyle kendi hâlim arasında bir bağ kurdum. Çünkü ben de kalbimin ellerinde esir gibiydim. İki yöne çekiliyordum; biri geçmişin soğuk duvarları, diğeri bugünün yanık alevleri.

Timur mutfaktan sesleniyordu, tabakların birbirine çarpışı, ekmek kokusu. O sıradan hareketleriyle bana huzur vermek ister gibiydi. Ama ben yerde dizlerimin üstünde kalmış, kalbimi sorguluyordum.

Belki de kalbimin sahibi yoktu. Belki de ben sahibini ararken kendimi kaybediyordum. Ama içten içe biliyordum: Birini seçmek, diğerini sonsuza dek kaybetmekti.

Ve ben kaybetmekten çok yorulmuştum.

...

Mutfaktan gelen kokular bütün salonu sarmıştı. Çatalların, tabakların birbirine çarpış sesleri kalbimde tuhaf bir yankı bırakıyordu. Sanki bu evde dün geceki fırtına hiç yaşanmamış gibi davranıyordu Timur. Ocağın üstünde kızaran ekmek, kaynayan çaydanlık, kesilen peynirler... Oysa benim içim darmadağın. Bir araya getirmeye çalışsam da hep bir yerden eksiliyordum.

Masaya oturduğumda önümde çeşit çeşit şey vardı. Peynir, zeytin, bal, kaymak. Ama boğazım düğümlüydü. Çatalı elime alıp tabağıma uzansam da lokmaların boğazımdan geçmeyeceğini biliyordum. Sessizce oturdum, ellerimi masanın kenarına koydum. Timur önümdeki tabağıma baktı, sonra bana.

"Hiçbir şey yemeyecek misin?" dedi, yüzünde yorgun ama belli belirsiz bir gülümseme.

Omuz silktim. "Canım istemiyor."

Kahvaltılıkların arasından bir parça ekmek kopardı, bala ve kaymak sürüp bana uzattı. "Senin için yaptım ama."

Başımı yana çevirdim. "İstemiyorum."

Israrla elini uzattı. Gözlerimin içine baktı. "Böyle yapma, lütfen."

İçimde yükselen öfke ve kırgınlık boğazımda birbirine karışıyordu. Dudaklarımı ısırıp sustum. Ama o, elindeki ekmeği adeta inatla ağzıma doğru yaklaştırdı. "Bir lokma sadece. Hadi."

İstemsizce gülümsedim. Ben bile şaşırdım kendime. Çünkü o an sahiden çocuk gibi davranıyordu. Sertliği, öfkesi yoktu. Sanki içimdeki karanlığı biraz olsun aydınlatmak için çabalıyordu.

O gülüşümü görünce gözleri parladı. "Heh, işte bu. Ne zamandır böyle gülmüyorsun sen. Yakışıyor sana."

Sonra ciddileşti. Ekmeği geri tabağa bırakıp derin bir nefes aldı. "Ada..." dedi, sesi bu kez daha yumuşak, daha dikkatliydi. "Böyle yapma. Düzelecek aranız. Beyazıd merhametlidir, biliyorsun."

Kalbim o anda yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Dudaklarımdan dökülen kelimeler öfke ve acıyla titredi. "Evet, öyle!" diye bağırdım. Masadaki tabaklar sarsıldı. "Öyle! Çünkü dün senle barışmak istedi, Timur! Seninle barışmak istedi, sen ise... sen ise ittin onu!"

Timur'un gözleri büyüdü. Kaşları çatıldı, yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Sanki ben ona hiç olmamış bir şey söylüyordum. "Ne diyorsun sen?" dedi, sesi sertleşti ama altında bir şaşkınlık vardı.

"Bana öyle bakma!" dedim, nefes nefese. "Dün... Sana elini uzattı. Konuşmak istedi. Ama sen, sen o gururunla, o öfkenle ittin onu! Kendi ellerinle uzaklaştırdın."

Kafasını iki yana salladı. Dudaklarını araladı, sonra kapattı. Bir an konuşacak gibi oldu ama suskunluğu havayı daha da ağırlaştırdı. "Ben... öyle bir şey yapmadım."

"Yaptın! Gözlerimle gördüm! Beyazıd'ın yüzüne bakamadın bile. İçindeki o kırgınlığı anlamak istemedin. Hep senin acın vardı, hep senin öfken. Ama onun kalbinde de yara var, Timur! Ve sen onu görmezden geldin!"

Bir sessizlik çöktü. Yalnızca çaydanlıktan çıkan fokurtu, mutfaktaki saatin tiktakları duyuluyordu. Timur bana uzun uzun baktı. Bakışları öfke dolu değildi bu kez, aksine... kaybolmuş gibiydi. Kendiyle çelişiyordu sanki.

"Ben..." dedi kısık bir sesle, "Ben böyle bir şey hatırlamıyorum."

O an kalbimden bir kez daha bıçaklandım. Çünkü işte asıl mesele buydu. O hatırlamıyordu. O sarhoştu, aklı bulanıktı. Ama ben her şeyi, bütün ayrıntısıyla hatırlıyordum. Onun sesi kulaklarımda çınlıyordu hâlâ. O an Beyazıd'ın gözlerindeki kırgınlık zihnimden silinmemişti.

Yutkundum, gözlerim doldu. "Hatırlamıyorsun..." dedim fısıltıyla. Ellerini saçlarının arasına götürdü, alnını ovuşturdu. "Başım zonkluyor, Ada. Gerçekten hiçbir şey hatırlamıyorum. Ben öyle bir şey yapmam. Yapmış olamam."

Bir yanım ona inanmak istiyordu; çünkü Timur'un özünde kötü biri olmadığını biliyordum. Ama diğer yanım Beyazıd'ın kapıda gördüğüm o yıkılmış bakışını unutamıyordu.

"Sen..." dedim, sesim titreyerek, "hep başkalarının sevgisini ittin, Timur. Belki de sırf buna alıştığın için. Ama bil ki bu sefer ittiğin şey, sadece bir dostluk değildi. Bir kalpti."

Timur sustu. Başını eğdi. Dudakları kıpırdadı ama söyleyecek bir şey bulamadı. İçimde acı bir boşluk hissettim. Çünkü gerçek şuydu: Beyazıd gitmişti. Ve ben, onun ardından koşmama rağmen yetişememiştim.

Masada yarım kalmış kahvaltıya baktım. Tabaklar bomboştu benim için. İçimde de öyle bir boşluk vardı. Timur'un yanında olmama rağmen yalnızdım.

Gözlerim ağırlaşıyordu. Kalbim hâlâ Beyazıd'ın gidişinin acısıyla çırpınsa da, bedenim yorgunluğa teslim olmuştu. Sessizce, "Biraz dinlenmek istiyorum, çok halsizim," dedim. Sesim fısıltıdan halliceydi. Timur hiçbir şey söylemeden başıyla onayladı, ben de koltuğun üzerine kıvrıldım. Gözlerimi kapadığımda içimdeki fırtına dinmedi ama uyku, istemediğim hâlde gelip beni içine çekti. Zihnim bulanık görüntülerle doldu: gidenlerin ayak sesleri, kalanların kırgın bakışları, çocukluğumdan kalma yalnızlıklar...

Bir an sonra, adını bilmediğim bir rüyadan uyandırıldım. Gözkapaklarımı araladığımda bulanık görüntü netleşti: Timur, yanı başımda oturmuş, gözlerini üzerime dikmişti. Sessizdi ama varlığı çok gürültülüydü. Yüreğim hızlandı.

Ne yapacağımı bilemez bir hâlde mırıldandım:
"Ne yapıyorsun ya?"

Timur, her zamanki alaycı edasıyla, gözlerinde garip bir yumuşaklıkla sırıttı.
"Güzele bakmak sevaptır," dedi. Sözleri, içimde tuhaf bir sıcaklıkla öfke arasında gidip gelen bir şey uyandırdı. Başımı çevirdim, bakışlarını görmezden gelerek doğruldum ve camın önüne geçtim. Dışarıda gün çoktan kararmaya yüz tutmuştu; gökyüzü mora, turuncuya çalan bir sessizlikle donatılmıştı. İçim ürperdi. Her şey sanki yaklaşan bir fırtınanın habercisiydi.

Arkamdan Timur'un sesi yükseldi:
"Merve gelecek. Hatta Beyazıd da."

Bir an kalbim tekledi. Şaşkınlıkla döndüm.
"Ne? Neden? Ne oldu?"

Timur yüzünü ciddileştirdi. Kaşlarını çatarak dudaklarını ısırdı.
"Nejdete ulaşamıyormuş. Ben de aradım. Telefon çalıyor ama açmıyor. Umarım tahmin ettiğim şeyi yapmamıştır..."

Sözleri içime buz gibi bir ürperti bıraktı. Nefesim boğazımda düğümlendi. Aklımda bin bir ihtimal dolaşıyordu ama en kötüsünü düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. O an, kapının zili çaldı. Timur hızla kapıya yöneldi. Ben de adımlarımı hızlandırarak peşinden gittim.

Kapı aralandığında Merve karşımızda belirdi. Yüzü solgun, gözleri telaşla büyümüş, saçları darmadağındı. İçeri adımını attığı gibi neredeyse çığlığa yakın bir sesle konuştu:
"Bu çocuğun başına kesin bir şey geldi! Normalde telefonumu hemen açardı, Ada! Hep!"

Merve'nin sesi titriyordu. Dudakları bembeyaz kesilmiş, elleri titreyerek saçlarının arasına girmişti. İçimde fırtına daha da büyüdü. Onu öyle görünce içim paramparça oldu.

Timur sessiz kaldı, ben ise bir adım atıp ona yaklaştım. Ellerini kavradım, titremesin diye.
"Merve, sakin ol. Belki telefonu sessizde kaldı, belki başka bir şeyle meşguldür. Hemen en kötüyü düşünmeyelim," dedim. Sesim yumuşak lakin kendime bile inandırıcı değildi. Merve'nin gözlerinden yaşlar taşmaya başladı. Dudaklarını ısırdı, sonra titreyen sesle:
"Hayır Ada, öyle değil! Nejdet benim sesimi duymadan asla telefonu kapatmazdı. Nerede olursa olsun dönerdi bana. Böyle kaybolmazdı..."

Her damla gözyaşı kalbime işledi. Ne söyleyebilirdim ki? Kendi içimde de aynı korku büyüyordu. Belki o da bir uçurumun kenarındaydı, belki çoktan düşmüştü. Yine de Merve'nin yanında dimdik durmalıydım. İçimdeki sarsıntıyı gizleyip onun acısına siper olmalıydım.

Omuzlarını tuttum.
"Merve, lütfen kendini parçalama. Belki de gerçekten sandığımız kadar kötü değildir. Ama biz ne olursa olsun onu bulacağız. Yalnız değilsin."

Gözlerim gözlerine değdiğinde içimde bir ayna kırılır gibi oldu. Sıkıca sarıldı bana. Ellerim havada kaldı anın şokuyla. Timur'la göz göze geldik. O da üzülüyordu. Biliyordum. Merve'nin korkusu, benim geçmişimde defalarca hissettiğim terk edilmişlik duygusunun ta kendisiydi. Hepimiz farklı yaralar taşıyor ama aynı acıdan geçiyorduk: kaybetme korkusu. Merve ağlarken onu sımsıkı kucakladım. Titreyen bedeninin ağırlığını omuzlarımda hissettim. Timur hâlâ kapının yanında sessizce duruyordu, yüzü kasılmıştı ama gözlerinde saklamaya çalıştığı bir endişe okunuyordu.

Kalbim sıkışıyordu. Hepimizin boyundan büyük bir oyunun içine sürüklendiğini biliyordum. Ama o an tek düşündüğüm şey, Nejdet'in başına gerçekten bir şey gelip gelmediğiydi. Ve onun yokluğunun bu grubu nasıl darmadağın edeceği...

Kapı bir kez daha çaldığında, içimdeki sıkışma daha da büyüdü. Adımlarımı geri çekip yerimde kalakaldım. Timur kapıyı açtı. Bu kez gelen Beyazıd'dı. Üzerindeki ceket ıslanmıştı sanki, bakışları her zamanki gibi buz gibiydi.

"Nejdete ben de ulaşamıyorum," dedi, doğrudan Merve'ye bakarak. Sesi kararlı ama içinde ince bir tedirginlik gizliydi. "Bu işte kesinlikle bir şey var. Ne yapıyoruz?"

Sözlerini söylerken, sanki ben ve Timur orada yokmuşuz gibi davrandı. Bakışları hiç bize uğramadı. Gözlerim yerdeki halıya mıhlanmış gibi kaldı, boğazım düğümlendi. Yüreğimde bir ağırlık vardı. Onun bu mesafesi canımı yakıyordu. Merve'ye yönelttiği dikkat, bana atılan bir tokat gibiydi.

Merve ise gözyaşlarının arasından, "Ben bilmiyorum, Beyazıd... Ne yapacağımızı bilmiyorum," diyebildi. Sesi kısılmış, soluğu kesilmişti.

O an, istemeden bakışlarım Timur'a kaydı. O da fark etmişti Beyazıd'ın bu garip mesafesini. Yüzünde belli belirsiz bir öfke kıvılcımı gördüm ama ses çıkarmadı. Göz göze geldiğimizde içimde tarifi zor bir bağ hissi doğdu. Sanki aynı şeyi görmüş, aynı yarayı paylaşmış gibiydik.

Timur derin bir nefes aldı, sonra beklenmedik bir şekilde konuştu:
"Beyazıd, konuşalım biraz."

Beyazıd başını kaldırdı, ifadesi değişmeden, sadece kısa bir onay verdi. Sonra ikisi birlikte kapıdan çıktılar. Adımlarının yankısı kulaklarımda kalırken, ben olduğum yerde dona kaldım. O gidişle beraber içimde bir yangın başladı. Deli gibi merak içimi kemiriyordu. Ne konuşacaklardı? Beyazıd'ın yüzünde o buz gibi tavırların ardında neler vardı? Timur neden özellikle yalnız konuşmak istemişti? Birbirlerine ne söyleyeceklerdi ki benden saklanmalıydı?

Merak, korku ve kıskançlık iç içe geçti. Dudaklarım titredi. İçimden, "Ne olur kötü bir şey olmasın, ne olur aralarındaki bağ daha da kopmasın," diye geçiriyordum. Ama biliyordum, o konuşma bir şeyleri belirleyecek, belki de geri dönüşü olmayan bir yolun kapısını aralayacaktı.

Yanımda oturan Merve'nin soluk soluğa hıçkırıkları beni biraz olsun gerçekliğe döndürdü. Elini tuttum. Onun korkusu, benimkiyle birleşmiş gibiydi. Ama ben yine de kafamda sadece tek bir şeyle boğuşuyordum: O kapının ardında ne konuşuluyordu?

İçimde bir ses, "Belki de Beyazıd sana dair kararını orada verecek," diyordu. Bu ihtimal, göğsümde taş gibi bir ağırlık yaptı. Nefes almakta zorlandım.

Kapının gıcırtıyla açılışını duyduğum an, kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Merve hâlâ yanımda ağlıyordu, elleri titriyordu. Gözlerim birden telefon ekranımın ışığına kaydı. O anda Merve'nin de telefonu aynı anda titredi. İkimiz de şaşkınlıkla birbirimize baktık.

O an, içeriye Beyazıd ve Timur girdiler. İkisi de nefes nefese gibiydi, yüzlerinde endişe ve öfke arasında gidip gelen bir ifade vardı. Ama asıl dikkatimi çeken, ikisinin de telefonlarına kilitlenmiş olmalarıydı.

"Ne oluyor?" diye sormaya çalıştım ama boğazımdan çıkan ses kısılmıştı. Ellerim buz kesmişti. Telefonuma gelen bildirime kaydı bakışlarım. Bilinmeyen bir numara. İçimden "Açma, açma" diye bağıran bir ses vardı. Ama parmaklarım sanki bana ait değildi; titreyerek ekrana dokundum.

Ve gördüm!

Gördüğüm an nefesim kesildi, ciğerlerime dolan hava bile zehir gibi geldi. Nejdet... O koca yürekli, hepimizi güldüren, en zor anlarda bile yanımızda duran Nejdet... Yerdeydi. Kan gövdesini sarmıştı. Beton zemine uzanmış, gözleri yarı açık, başının yanında kan gölcükleri vardı. Arkasında duvarda Hako'nun ofisinin o tanıdık sembolleri seçiliyordu. Fotoğraf öyle bir anda çekilmişti ki, bakınca hâlâ nefesinin var olup olmadığını ayırt etmeye çalışıyordum.

Altında yazan satırlar boğazımı daha da sıkıştırdı:

''Demek benimle oyun oynadınız. Şimdi sıra bende.''

Bir an kulaklarım uğuldadı. Merve'nin çığlığı yankılandı, elleriyle yüzünü kapattı. "Hayır... hayır bu gerçek olamaz!" diye bağırıyordu. Ben de haykırmak istiyordum ama sesim çıkmıyordu. Dizlerim boşaldı, yere çömeldim. Telefon elimden kaydı, halının üzerine düştü.

Kafamı kaldırdığımda Timur'un gözleri kıpkırmızıydı, ellerini yumruk yapmış, dişlerini sıkarak kendini tutmaya çalışıyordu. Beyazıd'ın yüzündeki soğuk ifade ilk kez çatlamış gibiydi. Çenesindeki kasları gerilmiş, gözleri donmuş bir acıyla kısılmıştı.

"Bu... bu bir oyun mu? Yasak oyun..." dedim neredeyse fısıltıyla. Kimse cevap vermedi. Sanki odanın içindeki herkes aynı anda nefessiz kalmıştı. Gözlerim tek tek hepsinin yüzünde gezindi. Merve'nin gözyaşları göğsüne damlıyordu. Timur'un elleri titriyordu, bir şeyleri parçalamak ister gibi. Beyazıd ise o an bir taş heykel gibi görünüyordu ama gözlerinde sakladığı fırtınayı görebiliyordum.

O fotoğraf beynime kazındı. Nejdet'in yüzündeki acı, kanın rengi, Hako'nun meydan okuyan mesajı... İçimde tarifsiz bir dehşet büyüyordu. Eğer bu gerçekten yaşandıysa... Eğer Nejdet hâlâ orada bir yerlerde can çekişiyorsa... Bizim bütün dünyamız yerle bir olmuştu.

Kelimeler boğazıma düğümlendi. "Biz... ne yapacağız?" dedim, dudaklarım titreyerek. O an hissettiğim şey yalnızca korku değildi. İçimde öfke, çaresizlik ve koca bir boşluk vardı. Sanki dünya elimden kayıp gidiyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Onca zaman "biz" diyerek tutunduğum bu küçük ailem, birer birer elimden alınıyordu.

Timur bir adım attı, ellerini saçlarına daldırdı. "Onu ellerine düşürdük," diye mırıldandı, sesi kısık ve öfke doluydu.

Beyazıd ise hâlâ gözlerini telefondan ayırmıyordu. Dudakları kıpırdadı ama çıkardığı ses neredeyse duyulmazdı: "Geç kalmadık... daha geç kalmadık."

Merve, "Onu kurtarmalıyız," diye inledi. "Ne olursa olsun, onu bırakamayız!"

O an gözlerimden yaşlar süzüldü. Neden o olmak zorundaydı?.. Ya ona bir şey olursa? Nejdet'in o gülümsemesini hatırladım. Hepimizin moralini bozduğu anda yaptığı şakaları, sessizce yanımıza oturup yükümüzü hafifleten sözlerini. O fotoğraf, o acı hâli... İçimden parçalar koparıyordu!

Birbirimize baktık. Gözlerimizde aynı korku, aynı panik, aynı dehşet. O an anladım ki bu sadece Nejdet'in sınavı değildi. Bu, hepimizin en büyük sınavıydı.

Ve ben ilk kez, bu kadar çok korktum kaybetmekten.

Timur'un yumruğu duvara saplandığında çıkan tok sesle birlikte, sırtımdan aşağı buz gibi bir ürperti aktı. Duvar, yumruğunun şiddetine dayanamayıp çukurlaşmıştı; parçalanmış sıvalar yere serpildi. Gözlerimde biriken yaşları aceleyle sildim ama ellerim titriyordu.

"Polise haber verelim!" dedim, sesim çaresizliğin, korkunun ve öfkenin arasında gidip gelen bir tınıya sahipti. İçimde tek bir umut kırıntısı vardı; belki polis bu karanlığı dağıtırdı. Ama Beyazıd, öyle ağır ve kesin bir ifadeyle başını iki yana salladı ki, boğazıma düğümlenen sözlerim geri döndü.
"Öyle bir şey yaparsak," dedi buz gibi bir sesle, "bu fotoğraf ona dair göreceğimiz son şey olur. Tek başımızayız."
Nefesim kesildi. Bu yalnızlık cümlesi, dünyanın bütün karanlığını kalbimin ortasına indirmişti.

"Bizi mekânına bekliyor," diye devam etti. Gözleri sert, yüzü kasvetliydi. "Benimle gelin."

Peşine takıldık. Ayak seslerimiz bodrum katına inerken yankılanıyordu. Her basamakta kalbim biraz daha hızlı atıyordu; sanki her adım bizi geri dönüşsüz bir uçuruma yaklaştırıyordu. Beyazıd ağır dolabı araladığında içim ürperdi. Gözlerimin önüne demir gibi soğuk bir görüntü serildi: sıra sıra dizilmiş silahlar, çelik yelekler, bıçaklar. Sanki bir savaş cephaneliği!

"Saçmalamayın!" diye bağırdım. Sesim bu karanlık odada yankılandı ama ne Timur'un ne de Beyazıd'ın yüzünde bir tereddüt belirtisi yoktu. Nasıl bunu bu kadar normal karşılayabilirlerdi? Mafya çocuğu bile olsalar bu bizim boyumuzu aşardı! Biz alt tarafı lise öğrencileriydik! Pis işlere, kötü adamlara bulaşan lise öğrencileri...

Kalplerinde, yüzlerinde geri dönüşsüz bir kararlılık vardı. Timur hiçbir şey söylemeden, raftan bir çelik yeleği aldı. Yanıma yaklaştığında nefesim kesildi; bakışlarında öyle bir inat, öyle bir kesinlik vardı ki. Yeleği açıp üzerime geçirdi. Sanki bu hareketiyle kaderimi mühürlüyordu.

"Hako kanımızı akıtmadan buna son vermez." dedi kısık ama sert bir sesle. Gözlerinde hem öfke hem de koruma isteği vardı. "Bu oyun ölümcül."

Boğazım kurudu, yutkunmakta zorlandım. İçimde fırtınalar koptu. Ölümün kokusu, sanki bu daracık odanın havasına karışmıştı. Ellerim yeleğin soğuk, sert kenarlarına dokunduğunda irkildim. O kadar ağırdı ki bacaklarım inceden inceye sızlamıştı.

Bu artık bir oyun değildi. Çocukça meydan okumaların, küçük hesapların ötesindeydik! Her şeyin geri dönüşsüz olduğu bir noktaya sürüklenmiştik.
Ve ben, korkudan titreyen ellerimle, içimde büyüyen çaresizliği gizlemeye çalışarak, onların yanında kalmaya razıydım.

Çünkü biliyordum: birlikte ölmek bile yalnız kalmaktan daha az acı verecekti!

Timur yeleği omuzlarıma sıkıca oturturken, o soğuk demirin derime bastığı anda içimde bir şey koptu ve aynı anda durdu. İlk başta panik vardı. Nefesim daraldı, kalbim göğsümde şiddetli bir tokat gibi çarptı ama sonra, garip bir dinginlik yayıldı. Sanki vücudumun bir parçası kabullendi; yorgun bir savaşçının zırhıymışçasına, bu ağırlığın içinde bir hakikat saklıydı: Ölüm, uzak bir tehdit değil, artık dokunabileceğim kadar yakın bir olguydu.

Aklımda bir kayanın üstünde oturmuşken akıp giden bir film belirdi: çocukluğumun boş masaları, sofrada eksik kalan sesler, babamın uzak ülkeleri, annemin sessizliğinin uzun gölgeleri. Hep bir eksiklikle büyümüştüm ben, sevgiyi, dikkati, "senin" kelimesinin içtenliğini eksiltmiş bir kalple. Ölüm fikri, o eksikliğe yeni bir isim veriyordu belki de; eğer kaybetmeye alışkındıysam, yenilgiyi göğsümde bekletmeyi de öğrenmiştim. Şimdi yeleğin içinde, o öğrenilmiş bekleyiş benimle ilintileniyordu.

Gözlerimi kapattım. Dışarıda bodrumun soğuk duvarları, metalin kokusu ve uzak bir şehir uğultusu vardı. İçeride ise arkadaşlarımın nefesleri, çeliklerin yankısı. Timur'ın ağır soluğu, Beyazıd'ın kelimelerinin tuğla gibi sertliği... Hepsi ağırlığıma ağırlık kattı. Bu ağırlık, ölümü çağırmıyordu; tam tersine, onu bir seçenek olarak koyuyordu önümde. Kaçınacak, inkar edecek bir yük değil; tanımlanabilir, karşı konulabilir belki de.

Kabul, ilk anda bir teslimiyet gibi görünür. Ama burada hissettiğim teslimiyet, umutsuzluk değildi. Daha ziyade, gerçeklikle yüzleşmenin kasvetli bir berraklığıydı. Ölümü kabullenmek, onu hoş görmek değil; o varoluşun en soğuk olgusu karşısında kendime bir yer tayin etmekti. "Eğer bu sona gidersek," diye düşündüm, "bu sona giderken kimliğimi, onurumu, arkadaşlarımı korumak istiyorum." Gözlerim doldu; bu düşüncenin içinde bir sevgi, tuhaf ve çetin, filizleniyordu bağlılıkla beslenen bir cesaret ile.

Timur bana bakarken, onun gözlerinde bir şey aradım: pişmanlık mı, korku mu, yoksa yalnızca görevin sorumluğu mu? Görünürde sertlik ama sözlerinde hep bir koruma isteği vardı. O koruma isteği belki de yanlış ellerde, yanlış biçimlerde çıkardı kendini. Bana yönelmişti şimdi. Onun öfkesi, bana zarar vermek değil, beni sarmak üzereydi; tuhaf bir çelişkiyle, öldürmeye yönelik bir öfkenin ardında korunma arzusu saklıydı. Bu, insanın karmaşık doğasıydı: Yıkarken korumak, kırarken sarmak.

Aklımda bir soru yankılandı sürekli: Eğer ölürsem, geride ne bırakırım? Annemler üzülür müydü? Babam... Korku, yani kaybetme korkusu, birden bire sadece fizikselleşmiş bir sancı değil, geçmişin tüm eksikleriyle yüzleşmenin adı oldu. Onların gözlerinde kendi eksiklerimi görebiliyordum.Eğer bu cephenin sonunda yok olursam onların omuzlarındaki ağırlıkla birlikte yok olacak bir parça olurdum. Bu düşünce ürkütücüydü; lakin aynı zamanda başka bir şey daha getirdi. Bir bağlılık duygusu: onlar için bir şeyler yapmak istiyordum, onları korumak, onları kaybetmemek!

Karanlıkla barışmak üzereymişcesine, ölümle de bir tür anlaşmaya varıyormuş gibi hissettim: Eğer bu benim seçtiğim yol değilse, yine de seçtiğim insanların yanında olmak istiyorum. Evdeki boş koltuk, eksik bir tabak, babamın duygusuzluğu bana öğretmişti ki gerçek aidiyet koşulsuz değil, seçimle kurulmuştu. Ben, bu gruba ait olmayı seçmiştim. Onları seçmek, bazen kendi canımı tehlikeye atmak anlamına geliyordu. Bunu kabullenmek, fırtınanın ortasında bir mum yakmaya benziyordu. Söner mi bilinmez ama aleviyle karanlığa meydan okuyordu. Aynı anda bir çocuğun daha basit içgüdüsü öne çıktı: hayatta kalma. Zırhtan gelen metalin soğukluğu, bedenime uyarlandı; korkunun yanında bir tür güç hissi de vardı. Hayatta kalmak için hazırlanmış olmak. Bu, beni garip bir sakinliğe itti. Bir parça kendimi korumak, bir parça da sevdiklerimi korumak istiyordum. O dengeyi bulmak, ölüm karşısındaki insanın en büyük sınavıydı belki de.

Kabul etmenin bir başka yüzü de yas tutmaktı. Eğer bir kayıp olacaksa, şimdiden yas tutmaya başladım: kaybettiğim masumiyet, sarsılan güven, belki de geri dönmeyecek anlar. Bu yas toplamı, ağırlığımdı; ama ağlayacak mıyım, isyan edecek miyim yoksa sessizce mi kabulleneceğim sorusu hâlâ düğümlenmişti. Bir yanım bağırarak, "Bu haksızlık!" derken, diğer yanım dingin bir notla fısıldıyordu: "Görevini yap. Sevdiklerini seç."

Kendimi toparladım. Titreyen ellerimi masanın kenarına bastırdım, nefesimi derin bir ritme oturttum. Korkuyordum; ödüm kopuyordu. Ama korkunun içinde bir irade doğmuştu: Eğer bu oyun ölümcülse, onu oynayan pasif oyuncu ben olmayacaktım; sahnede direnen, sevdiklerini savunan bir varlık olacaktım.

Bu kabul, bana garip bir güç verdi: Vazgeçmek değil, bilinçli bir tercih. Ölümü kucaklamak değil, hayatı seçmenin yeni, sert bir yolu.

Hazırlık sessiz bir ayinin ritmiyle ilerledi. Bodrumun soğuk duvarları arasında, metalin gölgesinde kararlar şekillendi; nefeslerimiz birbirine karıştı, korkularımızı sessizce örttük. Hiç kimse silah taşımayacaktı. Bu, Beyazıd'ın net kararıydı, belki de o kararlılığın altında yatan kendi hukukundan kaçıştı. Sadece bıçakları aldık: Küçük, kolay gizlenir, yakın mesafede işe yarar şeyler. Bıçakların soğuk sapları avuçlarımıza otururken, her biri elimizde bir bilgeliğin ağırlığını taşıyordu; öldürmeyecektik. Sözümüz buydu: Hayatta kalacağız, kimseyi öldürmeyeceğiz, Nejdet'i geri alacağız.

Merve birden rafta bir tabanca gördü, elini uzattı. Gözleri yangınlıydı; yüzünde bir çaresizliğin öfkesi, "Bunu almalıyım," dedi. O anda içimde bir çarpıntı yükseldi; onun sabrının sınırlarına dayanmış olduğunu biliyordum. Ama Timur, her zaman olduğu gibi, onun elini tuttu, sesinde tepkinin öfkesi değil rahatsız bir koruma vardı. "Hayır," dedi kararlı, "Bunlar bizim oyuncağımız değil. Tek hedefimiz kurtarmak." Merve dudaklarını ısırdı, geri çekildi; yüzünde sarsıcı bir teslimiyet vardı, ama gözleri hâlâ yanıyordu. O bakış bir aşığın, bir savaşçının bakışıydı, kaybedecek zamanı yoktu.

Beyazıd, üzerindeki siyah sweati çıkardı usulca, bana doğru uzattı. "Giy," dedi, sesinde bir emir değil, bir ricayla karışık emanet vardı. "Kamufle olman için." Kumaş soğuktu; kolumun üzerinden geçerken bir parçamın ona bağlılığını hissettim. O sweatin kokusunda uzak bir kış ve bir evin eksik sıcaklığı vardı. Üzerime çektiğimde bedenimi biraz daha küçük hissettim ama aynı zamanda korunmuş. Beyazıd'ın o hareketi, kelimeler olmadan da konuşuyordu: seni koruyacağım, senden bir parçayı yanımda taşıyacağım. Timur ne demişse işe yaramıştı belki de.

Hazırlık çelik yelekler haricinde basit ama etkindi. Bıçaklar kemerlere sıkıca bağlandı, cebimize küçük çakılar sokuldu; cep telefonları sessize alındı, ışıkları kapattık. Her adımımızla birlikte gerilim tırmandı. Dışarı çıkmadan önce birbirimize baktık; gözlerimizde ortak bir kararlılık ama aynı zamanda bilinen sonun ağırlığı vardı. Kimse sözle selamlaşmadı; bir el dokunuşu, bir baş eğme yetti.

Geceydi artık; hava çamların üzerinden ağır ağır indi. Şehrin ışıkları uzaktan soluk bir deniz gibiydi. Hako'nun mekanı, şehir dokusunun kenarında, ender ışıkları sızan bir kabuktu. Yaklaştığımızda çamların kokusu daha keskinleşti; ayaklarımızın altında kuru yapraklar çıtırdıyor, rüzgâr uzaktan bir uyarı gibi uğuldayıp geçiyordu. Ağaçların altında, gölgeler bize yardımcı oldu; soluklarımızı bastırdık, adımlarımızı hafiflettik. Her biri kendi geçmişinin hayaletini taşıyordu ama şimdi tek bir yükümüz vardı: Nejdet.

Gizlice ilerledik, her gölgeyi, her pencereyi inceledik. Hako'nun mekanının duvarı yüksek, üstünde dik bir tabela yoktu; isminden çok korku fısıldanıyordu mahallede. Yaklaştıkça, kalbimin atışları kulaklarımda davullar çalıyor gibiydi. Karanlık daha da yoğunlaştı; yüzleri gölgede kaybolmuş insanları izledik. Uzaktan baktığımızda içeride iki siluet seçildi: biri geniş omuzlu, gözü korkusuz Hako; öteki küçük, zarif bir kadın, İpek! İkisi ayakta konuşuyor, sessiz adımlarla etrafa bakınıyorlardı.

Onların diyalogunu duyamadık, ama hareketleri açıktı; Hako bir zarf çıkardı ve İpek'e uzattı. İpek zarfı açtı; gözleri önce parladı, sonra yüzü katılaştı. Zarfın içindekini görünce yüzünde bir şey kırıldı: paranın parlak sayfaları, bir ihaneti ilan ediyordu! O an içimden bir şey koptu. Bu para, bir satın alma belgesi değildi; bir insanın ruhunu, bir dostluğu, bir yüzleşmeyi satılık ilan ediyordu! İpek parayı sayarken, Hako'nun gülümseme yayıldı yüzüne; soğuk, hesaplı, bir şeyleri bitiren bir gülüş. O gülüş, beni daha derinden yaraladı.

Beyazıd'ın çenesi düştü, gözlerinde inançsızlık ve bir öfke belirdi. Timur'un elleri sıkıldı; kasları bir tetikte bekleyen bir hayvan gibi gerildi. Merve'nin nefesi kesildi, dizleri hafifçe titredi. Ben ise yerdeki gölgeler arasında donakaldım. O an her şey netleşti: Hako yalnızca güç gösterisi yapmıyordu; oyun kuran bizdik ama bu oyun onundu! Zarf para teklif ediyordu! Ya sadakati satın alacaklar ya da korku üreteceklerdi. Ve en feci olanı, teklif edilen şey: Nejdet'in yakalanması için fidye ya da bizi sindirmek için bir tehdit unsuruydu ama sonuç aynıydı; ihanet ve para el ele yürüyordu! İpek bize ihanet etmişti!

Bir ağaç gölgesinde sessizliğe gömülmüşken, içimde bir isyan yükseldi. Beyazıd'ın sweati üzerimde terledi; kumaşın altında kalbim hızla atıyordu. Diğerlerine baktım. Hepsi benim gibi çelik yeleğini gizlemek için mont, hırka giymişti. Ama gizleyemedikleri bir şey vardı: Korku. Burada, karanlığın kıyısında, bir seçim perdesi aralanmıştı: geri çekilip polisi aramak ya da onların kurallarını kabul edip içine girmek. Biz söz vermiştik: kimseyi öldürmeyecektik. Ama şimdi, Hako'nun oyunu, bizi sadece kurtarmaya değil, doğruluğa da çağırıyordu! Bu paranın açtığı kapı, bizim insanlığımızı sınayacaktı.

Timur dudaklarını sıkıp fısıldadı: "Planımız değişmiyor. Fidye olsa bile, ona teslim olmayacağız. Nejdet'i ya canlı getiririz ya da..."

Beyazıd başını iki yana salladı, bakışları ağırdı. "Dikkatle..." dedi, "Tuzağa düşmemeliyiz."

Merve bir daha İpek'e baktı; gözleri alev alevdi, öfkesi şimdiden planı kurutuyordu. Ben ise çakmak kıvılcımı kadar bir düşünceyle dolup taştım: bizi parayla satanın yüzüne, aleni ihanetin gözüne bakıp direnmek... Ne kadar insan kalacaktı geriye, nasıl bir dünya kuracaktık sonra? Hayatta kalabilir miydik? Cevap muallaktı.

Gecenin içinde, ağaçların arasına saklanmış bir dörtlüydük artık; her birimizin içinde ayrı bir fırtına vardı ama dışımızda bir yemin kadar sağlam duran tek şey bir amaçtı. Hako'nun zarfı, masanın üzerinde parıldarken, bizim kararımız keskinleşti: ihanete karşı insan kalacaktık. Ve kim ne derse desin, Nejdet'i geri getirecektik!

Timur derin bir nefes aldı, başını kaldırıp gözlerimizin içine baktı. Konuşması pürüzsüz değildi; kelimeleri bazen tereddüt ederek geldi ama içi temizdi.

"Benim yüzümden! Benim yüzümden bu hâle geldiniz, bu gerçek. Gururumu, sinirimi önde tuttum; korumaya çalışırken sizi riske attım. Dün gece yaptığım aptallıkların bedelini şimdi ödüyoruz ve bunun sorumluluğu benim omuzlarımda. Özür dilerim! Ben gerçekten özür dilerim!''

Herkes şaşkınlıkla Timur'a döndü. Timur ilk defa özür diliyordu bizden!

Eğer bana kızgınsanız haklısınız ama şunu da bilin ki böyle olsun istemedim. Söz veriyorum! Ölsem de Nejdet'i alana kadar durmayacağım!''

Timur'un yüzünde yorgun ama gerçek bir pişmanlık vardı. Hatasını gören birinin içtenliğiyle söylemişti bunları. Kibir değil, kırılgan bir cesaret vardı sözlerinde. Ama bir cümle içime oturmuştu. ''Ölsem de...''

Dayanamadım. ''Ölmeyeceğiz!'' diye haykırdım.

''Daha çok genciz...''

Beyazıd başını salladı. Normalde kelimeleri ölçülü çıkar, duygusunu saklardı ama o an sessizlik öyle bir yer tutmuştu ki, konuşması gerekiyordu.

"Dinleyin," dedi, sesi alıştığımız soğukluğunun biraz yumuşamış haliyle. "Söylemek zor oldu ama söylemeliyim: Sizi seviyorum. Bu tuhaf gelebilir size. Ben çok konuşan biri değilim ama bu grup benim için önemli bir hal aldı. Siz... siz bana ait hissettiriyorsunuz. İlk başta buna inanmadım. Kendimi duvarlarla örmüştüm. Ama şimdi anlıyorum ki, bu duvarların ardında ben de bir insanım; kırılgan, korkan, bağlanabilen biri."

Bir adım attı, başını eğdi, sonra tekrar kaldırdı; küçük bir gülümseme geçti yüzünden.

"Eğer buradan sağ salim çıkarsak..." diye devam etti, "İstediğim tek şey şu: Bunu bir yara hikâyesi yapmayalım. Bizi birleştiren şeyi koruyalım. Ne olursa olsun. Öfkelerimiz, hatalarımız, suskunluklarımız, arkadaşlığımız baki kalsın. Birbirimize artık daha sıkı sarılalım. Ben bu gruba alıştım. Sizinle ayakta durmayı öğrendim. Siz olmasaydınız, çok daha yalnız olurdum."

Sesi daha da alçaldı ama içindeki kararlılık belli oluyordu.

"Nejdet'i alıp döndüğümüzde, lütfen eskisi gibi davranmayalım. Birbirimize daha dürüst olalım. Birbirimizi dinleyelim. Ben söz veriyorum. Sözüm basit: Buraya dönüp sağ kalırsak, bu dostluk bizim en gerçek mirasımız olsun. Bunu kaybetmeye niyetim yok."

Beyazıd'ın sesi düştüğünde içimde bir şey çöktü; öncekinden farklı, yumuşak bir sıcaklık yayıldı. O soğuk, mesafeli duruşunun ardında sakladığı şeyi, bizi sevdiğini, buraya ait hissettiğini duyunca göğsümde kapalı bir kapı usul usul açıldı. Bir elim istemsizce göğsüme gitti; kalbim, az önceki buz gibi korkunun ardından tuhaf, içten bir ritme kavuştu. Merve'nin hareketi öylesine ani ve doğal oldu ki, ilk an ne olduğunu anlayamadım. Bir an Beyazıd'ın sözlerinin ardından durdu; sonra dizlerinin bağı çözülmüşçesine ona doğru koştu. İçi dolu bir nefesle, hiç beklemediğim bir cesaretle Beyazıd'a sarıldı! O an dünya sessizleşti sanki. Zaman kısa bir anlığına çekildi; her şey bulanıklaştı, sadece o iki bedenin birbirine değdiği an kristal netliğinde kalakaldı.

Herkesin yüzünde aynı şaşkınlık vardı. Timur'un kaşları biraz daha kalktı, Beyazıd'ın gözleri büyüdü, ben ise nefesimi tuttuğumun farkına vardım. Merve'nin sarılışı yıkıcı değildi; kırılgan bir yatıştırmaydı. Sanki o sarılma, o yumuşak temas bütün yıpranmışlıkları onaracak bir sözden daha fazlasını söylüyordu.

Beyazıd önce şaşkınlıktan ellerini havada öylece bıraktı. Bir an için iki elinin arasında donmuş bir heykel gibiydi. Gözleri önce kapanıp açıldı, sonra sanki kendi içine baktı; yüzündeki buz çatladı, çok ince bir çizgi halinde eridi. O titrek tereddüt, sonra usulca ellerini Merve'nin sırtına koymasına dönüştü. Hız yoktu; hareket nazikti, neredeyse çekingen. Elinin değdiği yerde Merve biraz daha büzüldü, sonra daha sıkı sarıldı. O an dünyamız yeniden nefes aldı.

İçimden, hiç ummadığım kadar derin bir şefkat yükseldi. Beyazıd'ın o ilk donuk hali, Merve'nin açtığı o kapı sayesinde, bir insanın nasıl yumuşayabileceğini gösteriyordu. Gözlerim doldu ama bu kez ağlamak korkusundan değil, tarifsiz bir rahatlamadan. Onun sert duruşunun altındaki insanın varlığı, bana umut oldu: biz birbirimize tutunabilecek kadar kırılgan ama aynı zamanda dimdik duracak kadar da kararlıydık.

Merve'ın yüzünde bir gülümseme belirdi; Beyazıd da, ellerinin üzerine bir an daha bastırıp sonra usulca çekildi. O küçük temas, öfkenin, suskunluğun ve kaygının arasından geçen, beklenmedik bir şifa gibiydi.

''Sizi kaybetmek istemiyorum,'' dedim kısılan sesimle. Hepimiz birer saniye boyunca sessiz kaldık; sonra birbirimize baktık ve o sessizlik, işte şimdi her şey başlıyordu. Kapının önündeki hava bir anda değişti. Ağaçların gölgesinden çıktığımızda, Hako'nun mekanının önünü dolduran bir insan duvarı beni boğdu; yüzler, gözler, çeneler, hepsi bir tehdidin parmak uçları gibi bana değiyordu. Işıklar loştu, toz ve duman karışmış havada çınlıyordu. Birkaç metre ilerde, Hako'nun adamları soğuk, organize, bizi bekler gibiydi. Omuz omuza dizilmiş, bize doğru bir dalga gibi çekilmeye başladılar. O anda bir adım daha attım; ayağımın altındaki çakıl, zar zor duyulan bir çatırdama yaptı. Kalbim kulaklarımda atıyordu.

Timur'un gözleri kamaşmıştı ama karar yükünce sertleşmişti: nefesini kısa kısa alıp veriyordu. Beyazıd soğukkanlıydı; bakışı etrafı süzüyordu, her bir yüzü bir hesap gibi tartıyordu. Merve'nin parmakları ise bıçak kabzalarına değiyordu, ele alınmayan bir öfke gibi. Bana baktılar; gözlerimiz birbirine çarptı ve o bakış bir sözden daha netti: Birlikteyiz! Artık sıfır değil Bir'iz!

İlk hamle Hako'nun adamlarından geldi. Kalabalığın içinden uzun boylu biri sıyrıldı, elinde kalınca bir demir çubuk vardı. Adımlarının ritmi boğuk, kaslı gürültüyle ilerliyordu. "Onlar mı?" diye birisi sızlandı, bir başka ses "dağılın" diye yankılandı. Korku ya da cesaret; sınırları birbirine karışmıştı.

Beyazıd öne fırladı, hareketi bir yay gerildiğinde serbest kalan bir ok gibiydi. O soğuk hesap, önce iki adımıyla mesafeyi kapattı, sonra belindeki bıçağı sessizce çekti; bıçağın parıldaması kısa bir yıldırım gibiydi. Adam çubuğu savurdu; Beyazıd çabucak eğildi, çubuğun ucunu bileklerini kullanarak savurdu ve karşısındakinin dengesini boşa alıp sağ ayağını arkasına atarak rakibinin yanına düştü. Hızlı, acımasız; iş bitmişti bile. Adam kolunu korumaya çalışırken, Beyazıd'ın bıçağı omzuna çizik attı! Kan yoktu, sadece şok ve acı. Adam geri çekildi, gözlerinde ilk defa korku belirdi.

Timur, bunun üzerine kükredi. Adamlara doğru koştu; yumrukları, omuz darbeleriyle bir makine gibi işliyordu. Her darbe, bir gecikmeyi, bir nefesi söndürüyordu. Birkaç adam üst üste ona saldırdı ama Timur onları tek tek ezdi: biri sağından bir kroşe aldı, diğeri savrulup yere kapaklandı; bir üçüncüsü diz çökmek zorunda kaldı. Timur orta mesafede, yalnızca güç ve inatla konuşuyordu. Yüzü kıpkırmızı, gözleri ateşliydi. O kadar kontrolsüzdü ki, onu izlemek hem korkutucu hem savunmasızlaştırıcıydı.

Ben o sırada başka bir yöne savruldum; önümde iki adam daha belirmişti. Bıçak yoktu elimde, sadece kalın bir çelik saplı bıçak camı kırılmış çantadan kaptığım bir çakı; küçük ama hızlıydı. Solumda bir adam kolunu uzatıp beni yere düşürmeye çalıştı; ben dizimi hafifçe büküp hızla yana kaydım, elimi arkaya sallayıp bileğini tuttum, dirseğimin altıyla ona öyle bir kunt darbede bulundum ki sendeledi. Ardından ayağımı kaval kemiğine bastım; adam acıyla çöktü. Bu tip yakın dövüşte nefesin ve dengenin ne kadar değerli olduğunu biliyordum artık; her küçük ayrıntı hayatı belirliyordu.

Merve'yi gördüm: küçük bir dalgada öne atılmıştı, gözleri benim bildiğim kadından daha keskindi. Bir adam ona doğru hamle yaptı, Merve kolunu öyle bir çevirdi ki adamın bileği boş kaldı, ardından bir tekmeyle kaburgasına vurdu, adam geriye sendeledi. Onun dövüşü hayvan gibiydi; küçük parçacıkların birleştiği bir patlamaydı. Merve, öfkesini kontrol eden bir savaşçıya dönüşmüştü; yüzündeki çizgiler, geçmişin ağrısını bir güç kaynağına çeviriyordu.

Dövüş, bir su dalgası gibi şehre yayıldı; adamlar azaldıkça bizim öfkemiz de köşelerinde büyüdü. Herkes bir başkasının arkasını kolluyordu. Bir adam Timur'a arkadan saldırmak istedi ama Beyazıd onu fark etti: Parmağıyla bir işaret gönderdi, Timur anında arkasını çevirdi ve dirsekle bir gönderme yaptı; saldırgan yerde kaldı. Biz birbirimizin boşluklarını kapatıyorduk, hem kıyafetle hem nefesle! Bir bakışta anlaşabilmek, gürültü patlaması içinde bile hayat kurtarıyordu.

Koridorun ağzına geldik. İçeriden gelen ışık, hafif bir turuncu; içeride bir hareketlilik vardı. Biz ilerledikçe ikinci bir dalga çıktı karşımıza; adamlar ayrı bir disiplinle saldırıyorlardı. Zırhları gibi sert yüzleri, gözlerindeki soğuk bir buzuldu. Bu sefer kollarında zincirli coplar, bıçak saplı çubuklar vardı. Ritim hızlıydı; ben adımı daha yavaş, nefesimi hesaplı alarak attım. Bir adam sağdan saldırdı; Merve onun kolunu çevirdi, onu belinden kavrayıp fırlattı. Timur, bu sırada bir üçüncüye o kadar şiddetli bir yumruk attı ki adamın dişi kırıldı. Adamın yüzündeki şok, ruhunu damgaladı.

Sesler, çarpışma, küfür, inleyişler, bazı bağırışlar harman oldu. Adamların yüz ifadeleri ölümle tanışmış ama hala direnen insanların yüzleriydi: gözlerinde bir vasat korku, bir emir alma mizacı, dişlerinin arasından kıvrılan bir çiğlik. Bir kısmı hevesle saldırıyordu; paranın, emir gücünün mağdur ettiği insanlar. Bir kısmı ise korkuyla gelmiş, emir almadan bir adım atamayan körelmiş varlıklar. Biz ise, acıyla güçlenmiş bir aile gibiydik; her darbede birbirimizi daha çok koruyorduk.

İçerideki en geniş koridorun sonuna yaklaştığımızda, sayıları azalmaya başladı; önümüzü açan birkaç cesur hamleyle adımlarımız daha da hızlandı. Hako'nun adamları artık sayısal üstünlüklerini kaybetmişti, yüzlerindeki şaşkınlık ve öfke yerini paniğe bırakıyordu. Birkaç kişi geri çekilip işaret veriyordu; ama uzak bir köşede bir gölge kaldı: Hako'nun derin bir sesiyle kumandasını verdiği adam. O an, hepimiz biraz geri çekildik; o gölgeyle yüzleşmek bambaşkaydı.

"İçeri girin!" diye bağırdı bir ses arkadan, Hako'ydu, o geniş ve soğuk tonda. Ancak bizim için artık geri dönüş yoktu. Neydi yaşam, eğer birini kurtarmayı seçiyorsan? Benim içimde bir yan, Nejdet'in kanlı fotoğrafını düşünerek titriyor ama yanında durduğum bu insanlar için de o titreme anlamını yitiriyordu.

Bana doğru gelen bir adam kolunu savururken, ben dizimi kırıp çabucak yana çektim, elime takılan bir bıçak ağzını yere dokundurdum; adamın bileği keskin bir sızıyla boşaldı. O anın kanımsı kokusu burnuma geldi ama ben bilerek derin nefes almadım. Bıçak sapının soğukluğuyla elimi hizaladım; adam geriye yalpaladı.

Beyazıd, soğukkanlılığıyla bir köşede durdu; onun kestiği hareketler mekanik, kusursuzdu. Uzun bir bıçakla bir adamın bacağını hedef aldı, adam dengesini kaybedip yere düştü. Beyazıd'ın yüzündeki ifade buzdan erimiş bir merhametti. O da kaçınılmaz bir sonuçtan kaçınmaya çalışıyordu ama kararlıydı. Gözleri birkaç saniyeliğine benimle buluştu; orada bir söz vardı, hiçbir kelimeye gerek olmayan bir kıvılcım: "Sıkı dur."

Merve, bir kapı eşiğinde bana doğru bakıp elinde aldığı iki kişinin arasından birine doğru atıldı. Kollarını öyle bir şekilde kullandı ki, düşmanı yerde çırpınırken, Merve arkasını bir hamleyle çevirip bir başkasının nefesini kesmek zorunda kaldı. Onun dövüşü, bir şiir gibi acı ama estetik. Kollarını yara çizmişti, yüzünde ter ve kan izi. Ama gözleri hâlâ benim bildiğim Merve'ydi: Koruyan, sahip çıkan.

Dövüştükçe, birbirimize daha da kenetleniyorduk. Birisi yere düşerse, öteki onu kaldırıyordu. Birinin kolu yaralanırsa, diğerinin eli onu sarmalıyor, tekrar savaşa sokuyordu. Bu dayanışma, belki de en güçlü silahımızdı. Hako'nun adamları sayıca azaldıkça, cesaretleri de eridi; yüzlerinde serpilmiş olan kendinden emin ifade, yerini şaşkınlığa bıraktı.

Ofisinden bizi izleyen Hako'ya bakışlarımı diktim; yüzünde bir tebessüm yoktu, sadece soğuk bir memnuniyet vardı. O an, içimde bir şeyin koptuğunu hissettim. Cesaret değil, saflığın kırılmasıydı. Kapının ardından nereden çıktığı belli olmayan iri yarı adamlar sessiz bir duvar gibi içeri doldu. Hepsi kaslı, yüzleri gölgeli, gözleri açıktı; hareketleri eğitilmiş, soğuk ve acımasızdı. Diğerleri gibi değillerdi.

İlk darbe ilk gelen değil, beklenmedik olan oldu. Birinin dirseği kaburgama indi; nefesim kesildi, akciğerlerim bir alev topu gibi yandı! Diz kapaklarımın altında bir boşluk hissettim; ayaklarım yere basmakta zorlandı. Sonra başka bir yumruk, çenemden bir tokat. Başım bir çıngırak gibi döndü; dünya bir an için ikiye bölünmüş gibiydi! Işık ve gölge, ağrı ve sessizlik. Dilimde metal tadı! Burnumdan sıcak bir sıvı damladı; parmaklarım kanı silmeye yeltendi, bütün kızıllık elime bulaştı.

Beni yere çöktürdüler. Yere kapanmak, dizlerimi içeri çekmek, başımı kollarımın arasına almak... hepsi refleksti artık. Her darbede bedenim bir ezilmiş meyve gibi sarsıldı; kaburgalarım ağrıyor, nefes almak bir sınav oluyordu! Canım öyle yanmıştı ki ağlayamıyordum bile! Biri avuç içiyle yüzüme öyle bir bastırdı ki, gözlerim karardı. Her nefeste sancı, her nefeste daha fazla yok oluş!

Diğerlerine baktığımda herkes aynı manzara içindeydi! Darmadağın olmuştuk!

Bizi yan yana dizdiler. Omuzlarımıza bastırıp, doğrulmamıza izin vermedi; sanki bizi sergilemek istercesine, birbirimize yakın tuttular. Nejdet'i de odadan çıkararak bir hamleyle aramıza fırlattılar! Onu görünce kalbimde bir ateş daha yükseldi ve aynı anda sönüverdi. Çünkü Nejdet de kanlar içindeydi, gözleri yarı kapalıydı, ağzından bir yalancı bir gülümseme doğrulamadı. Onu yerde, bizim bitik bedenlerimizin arasına yığdılar; nefesim kısıldı, boğazımda bir yumru.

Yere kapanmış hâlimde, gözlerimi onlardan ayıramadım. Her birinin yüzünde bir görev vardı; gözleri insansız, elleri mekanik. Sanki biz, onlara bir prova için getirilen kuklalar gibiydik. Hako arkadan seyretti; dudaklarının kenarında bir çizgi, bir zafer şarkısı olabilirdi. Onun bakışıyla, bütün planın soğuk mantığı boğazıma indi.

Her darbe, bir geçmişi daha paramparça etti. Küçük mutfak anıları, boş bir evin sessizliği, Birlikte şakalaştığımız anlar, en son ki konuşmamız... Hepsi birer kâğıt gibi yırtılıp uçtu. Artık yalnızca acı vardı; her darbede vücudum bir parça daha sustu. Kulaklarım uğulduyor, vücudum isyan ediyordu. Zihnimin kenarında bir ses fısıldadı: bitti. Her şeyi kaybetmiş gibi, bir noktada her şeyin bittiğini anladım!

Göz kapaklarım ağırlaştı. Burnumun içinde kan, tadıyla birlikte anılarımı da siliyordu. İçimden bir şey geçiyordu: Bu son muydu? Her şey bu darbenin altında mı sona erecekti? Ne kadar güçlü durmaya çalışsam da, dizlerim artık bir ağırlıkla yere çöküyordu. En yakınımda, Nejdet'in nefesi düzensiz bir yankı verdi. Her şeyi bıraktım; sadece o an, ölümü kabullenmiştim.

Duvarların arkasından ağır adımlarıyla çıktı; Hako. Gövdesi yerdeki ışıkla oynayan bir gölge gibi uzun, yüzünde hep taşıdığı o kayıtsız, soğuk tebessüm vardı. Gördüğümde ciğerlerime soğuk su dökülmüş gibiydi; tüm vücudum birden dondu.

"Oyunumu beğendiniz mi?" diye sordu, sesi salonu dolduran bir çan gibi netti. Sorunun içinde alay, zafer ve zevk hepsi vardı. Söylediği her hece, omuzlarımın üzerine bir iki kilo daha yükledi. Gözleri önce bize, sonra yerde kanlar içinde yatan Nejdet'e kaydı; o bakış, beni bir suçluymuşum gibi hissettirdi.

Yanında duran birkaç adam sıralı bir heykele dönmüş, Hako'nun hareketlerini bekliyordu. Hako yavaşça yaklaştı; adımları hiç acele etmeden, sanki zaman onun için uzatılmıştı. Elini beline attı, çıkardığı silahı gösterir gibi çevirdi; gri metalin parıltısı bana doğru yöneldi. Sonra, şaşılacak bir rahatlıkla silahın namlusunu çenemin altına dayadı. Soğuk tenime değdi; o an dünyadaki en yalın gerçekle yüzleştim: Hayatım birinin parmağıyla ölçülebilirdi!

Nefesimi tuttum. Namlunun ucundan yayılan metal soğukluğu, korkuyu zihnime kazımıştı. Her şey bu ince silah ucunun etrafında dönmeye başladı; ne geçmişimi ne gelecek planlarımı düşünebildim artık. Sadece o gri-çelik çizgi. Hako durdu, yüzünde alaycı bir bakış, bakışları ise bir yırtıcının ifadesindeki sabırsızlıktan ibaretti.

Beyazıd aniden hareketlendi; içimde bir umut kıvılcımı çaktı çünkü onun soğukluğu altında hep bir koruyucu var olduğunu bilirdim. Fakat hareketliliği daha doğmadan, Hako'nın adamlarından biri ona öfkeyle bir tekme indirdi. Tekme Beyazıd'ın karnına çarptı; o kükredi, yüzü acıyla kıvrıldı, dizleri hafifçe kırıldı. Beyazıd'ın bir an için gözleri kapandı; o güçlü duruşun altında insan olduğunu, acıya teslim olduğunu gördüm ve kalbim paramparça oldu!

Hako, bu manzarayı küçük bir zafer gibi izledi. Sonra yavaşça eğildi, bana baktı; sesinde tehditten zevk alan bir tatlılık vardı: "İlk hanginizi öldüreyim?" dedi. Kelimeleri kötü bir şaka değil, gerçek bir kararın davetiyesiydi. "Yazı tura yapalım."

Gülüşü çelik bir telin titreşimi gibiydi; mafyatik, rahat, korkutucu. Konuşması doğaldı ama ölümün amansızlığını taşıyordu: "Bana oyunun kurallarını kazandırdınız, harikasınız. Şimdi ben oynuyorum. Bakın, ne kadar uysalsınız."

O an içimde iki duygu savaşıyordu: ilki, çıplak bir arzuyla hayatta kalma isteği; ikincisi, içimde yükselen, sanki bıçaktan bir kök gibi filizlenen bir öfke. Beyazıd yerde kıvrılırken, Timur'un dişlerini sıktığını gördüm; Nejdet ise yarı baygın ama gözleri hâlâ bizimkileri arıyordu. Merve titriyordu.

Hako bekliyordu. Zamanın o derin anı, nefessiz bir düğüm gibiydi. Herkesin bakışı bana çevrildi; sanki seçim yapacak olan bendim. İçimde, hayatta kalmak için, sevdiklerimi kaybetmemek için acıdan bile güç alacak bir cevap arandı.

Kalbim boğazımda düğüm gibi atıyordu; nefesimi tutmuş, her bir öteden gelen sesi daha yüksek duyuyordum. Hako önümde duruyor, yüzünde o tuhaf, iğrenç beklenti. Ellerinin arasındaki silahın namlusu, benim çenemin altında.. Gözleri aynı bir katilin gözleri; bekleyişin tadını çıkarıyordu.

"Yazı mı tura mı?" dedi. Sanki sorusu basit bir oyunmuş gibi; oysa bu, bizim için bir ölüm mahkemesiydi. Cümlesi havada asılı kaldı. Kulaklarım uğuldayıp, engin bir sessizliğe dönüyordu. İçimde bir ses, "konuşma, nefesini verme, hareket etme" diye emrediyordu. Kafam boş; aklımda yalnızca bir film karesi: Hako'nun silahı, parlayan metal, Nejdet'in yerdeki kanı.

Saçım yüzüme düşmüştü. Hako silahı çenemden kaldırıp çeliğin ucuyla o teli ittiriyor, saçlarım yana savruluyordu. Sesi kulaklarımı yeniden doldurdu: "Hadi ama, sıkılıyorum."

Kafamda binbir ses. Dudaklarım kuruyordu. İçim bir yılan gibi kıvranıyor, sadece tek kelime çıkmıştı ağzımdan, titreyerek: "Tura." dedim.
Hako parayı yukarı fırlattı hızla. Silueti aydınlıkta dans ederek havada dönüyordu. Elinin hareketi kolay, öylesine rastgeleydi ki... ama ben paranın her dönüşünde ölüyordum. Yaşarken ölüyordum. Para inerken Hako şakacı bir jestle elini uzatıp yakaladı, parayı elinin iç yüzüne koydu ve sakladı. Gülümsüyordu, sonra avucunu aralayıp baktı.

"Tüh."

Sesinde hafif bir hayal kırıklığı belirmişti. "Şimdi değil," diyerek kahkaha attı, "Birazdan öleceksin." Kahkahası, bir cam kırığı gibi içimi kesiyordu.

Sıra Merve'deydi. Gözleri hâlâ nemli, yüzünde acının ve azmin çarpıştığı bir ifade yerleşmişti. "Tura," dedi, biraz da kendini zorlayarak. O kadifemsi sesinde titreme belirmişti. Sonra Hako parayı yeniden havaya fırlattı. Para dönüşünü tamamlayıp düşerken Hako yakaladı; bu kez yazı geldi!

İçeride bir rüzgâr koptu; herkesin yüzü kıp kırmızı oldu, nefesimiz kesildi. Yazı gelince herkesin omuzları çökmüş gibi; Kötülük bir an için "kazandım" diyordu. Merve'nin elindeki titreme daha belirginleşti. Ben kaburgalarımın altına bir şeyin bıçaklandığını hissediyorum; sanki bir buz parçası geçiyordu içimden.

Nejdet yerde doğrulamadan; gözleri yarı açık, nefesi düzensiz. Bir iç acı ejderi kıpırdanıyor göğsümde. Onun zayıf, titreyen eli Hako'nun ayağını kavradı! Hako, bununla eğlenerek, biraz merhamet kırıntısı bile göstermeden, bir tekme atıyor Nejdet'in karnına. Nejdet bir inilti atıyor, acıyla kıvranıyor; gözleri benden kopup uzaklaşıyordu! O minicik inleme sesi bana bir mızrap gibi saplanıyordu. Onu yerde görmek, sanki tüm dünyamdan bir şey daha koparıyordu.

Sonra Hako yavaşça dönüp bana baktı; yüzü suçun tadını çıkarırken aynı anda bir ciddiyet de taşıyordu. Silahın ucunu Merve'nin alnına doğrultuyor. Merve'nin gözleri bir an dondu, elleri havada kalakaldı. Bir şeyden artık emin olmuştum. Hako bizi öldürmüyor, süründürüyordu! Ne pislik ne adi bir adamdı!

Tam bu anda Timur'un sesi bir gök gürültüsü gibi koptu dudaklarından: "Beni öldür! Onlara dokunma! Her şeyi ben planladım! Onların bir suçu yok! Şerefsiz! Beni öldür lan! Öldür bitsin!"
Timur adeta kendini bizim için feda etmeye hazır bir şekilde çığlık atmıştı. Gözleri deli gibi, yüzü ateşli; içinde hem suçluluk hem isyan kaynıyordu. Bu sözleri duyunca bir kararlılık ve acı dalgası birbirine çarpıyor; sanki bütün yük omuzlarına çöküyordu. Hako, bir ödül vermeden duracakmış gibi fırlatılan bu cümleye cevaben, namluyu Timur'a çevirmişti. Hemen ardından bir ses kulaklarımızı doldurdu! Yoğun bir çınlama!

İnanmakta zorlanıyordum, bir silah sesi! O ses, odanın içindeki tüm hareketleri dondurmuştu; ardından bir sıçrama, ıslak bir sıcaklık yüzüme gelmişti. Gözlerimi açtığımda Hako'nun elinin parçalandığını fark ettim! Parmakların biri kopmuş, kan her yerde; metal bir alev gibi parmaklarının arasından tüter gibi duruyordu. Silah elinden düştü! Şimdi yerde metal bir hırıltı vardı.

Daha sonra herkes gözlerini Hako'nun baktığı yöne çevirdi. Simsiyah giyinmiş, maskeli adamlar bir anda içeri doldurdu; görünüşleri keskin, hareketleri bir tiyatronun kusursuz koreografisi gibi. En önde, ince uzun bir adam; duruşu hassas bir bahçıvanın sabrını ve gücünü taşıyordu! İçeri girer girmez, o adam bir patlama gibi hareketlendi. İçerideki adamlara karşı şimşek gibi saldırıyor; hareketleri bir yıldırım seli, tek başına herkesi dağıtıyordu.

İlk darbeler hızlı ve vahşi; o uzun adam adeta savaşmayı şiire benzer yapıyordu. Önündeki biri yumruk atmak isterken o ustaca eğilip aşağıdaki adamın bacaklarına doğru kayıyor, rakibinin dengesini bozuyor ve kolundan kıvırıp onu yerde çarpıyordu. Bir başkasına hayalet gibi atılıyor, elini beline doluyor ve o adama bir iki yumruktan sonra beklenmedik bir tekme atıyor; adam bir anda yerde kıvrılıyordu. O adam öyle çevikti ki, Hako'nun adamları şaşkınlıkla birbirine bakıp, daha sonra kaçışma, direnişten vazgeçme arasında gidip geliyorlardı!

Bomboş içimde birden bir umut kıvılcımı belirdi. Adam hepsini yere serdiğinde tam karşımızda durdu. Maskeyi indirip kapüşonunu attığında, saçları kızıl bir sel gibi omuzlarına döküldü! Tanıyordum onu!

Gözlerim gözleriyle buluşmuştu! Yüreğim çarpıyordu; o bir an için saatleri tersine çeviriyor, geçmişteki bütün sahneleri geri çağırıyordu... Ölüme çeyrek kala.

''Beni özlediniz mi?''

Onun sesi, o dalganın düşlerinden gelen canlılıktı.

O ince, uzun, adam sandığım... Gül'ün ta kendisiydi! Gül... O yaşıyordu! Gül birden Hako'ya doğru ilerlemeye başladı. Hako köşeye sıkışmış; yüzündeki o ukalalık yerini donuk bir şaşkınlığa bırakmıştı! O da inanamamıştı Gül'ün yaşadığına! Gül'ün gözlerinde intikam kadar koruma da vardı; lakin yüzündeki çizgiler, buna rağmen tanıdık bir sıcaklık taşıyordu. Gül öyle sakindi ki, bir fırtınayı bekleyen sessizlik gibiydi. Sonra Gül'ün adamları birkaç adamı kapıp zincirli bir çekişle yere yatırdılar; Hako'nın adamları bir bir kaderine razı olmaya başladı. Benim bedenim ise titriyor; gözlerimi kırpmadan izliyordum olanı biteni. Gül gerçekten yaşıyordu! Bizi kurtarmıştı!

Hako demirin dibine çöküp hırıltılı sesler çıkarırken, bileklerindeki kelepçelerin sesi kulaklarımda yankılanıyor. O, şimdiye dek hiç duymadığım bir tonla inliyor. Gücünü, o kibirli kahkahalarını kaybetmiş; öfke ile korkunun birbirine karıştığı bir gölgeye dönüşmüş. O an, Gül'ün sesi karanlığı yaran bir bıçak gibi yükseldi:

"Oyun bitti, orospu çocuğu! Kaybettin! Polisler birazdan burada olacak."

Sözleri ağır, kesin. Bir celladın son hükmü gibiydi. Hako başını kaldırdı, kanlı dişlerinin arasından bir şeyler söylemeye çalıştı ama sesi boğuk bir iniltiye dönüştü. Ne dediğini anlayamadım ama yüzündeki ifade çok şey anlatıyordu: Bitmişti.

Gül, gözlerini çevirdi. Elini kaldırıp kısa bir işaret yaptı. Adamları hemen harekete geçti, karanlık gölgeler gibi etrafa dağıldılar. "İzleri temizleyin," dedi. Sesi, hiçbir itiraza izin vermeyen bir sertlik taşıyordu. Sanki yıllardır emir vermeye alışkın bir komutandı. Ayak sesleri yankılandı, siyah kıyafetli adamlar dört bir yana dağılırken birkaç tanesi geride kaldı.

"Onları kaldırın," dedi Gül, bize bakarak.

İki adam ağır adımlarla yanıma yaklaştı, beni kollarımdan tutup ayağa kaldırdılar. Bacaklarım titriyordu, ayaklarım sanki yere ait değilmiş gibi boşlukta sallanıyordu. Ama gözlerim o sırada diğerlerine kilitlenmişti: Timur, Beyazıd ve Merve. Onların yüzleri... Tanımakta zorlanıyordum. Dudak kenarlarında kan, elmacık kemiklerinde morluklar, gözlerinin altında öfke ve yorgunluk. Ama Gül'ü gördüklerinde gözlerinden geçen şey... sanki bir kez daha bıçaklanmış gibiydiler! Sevinç ve acı, umut ve hüzün aynı anda vardı o bakışlarda!

Gül, birden hızla hareketlendi. Adımlarını sayamadım bile; bir anda Timur'un önünde buldum onu. Ve koşarak, tereddütsüz, sımsıkı sarıldı ona. O an, kalbim bir anlığına durdu sanki. Gül'ün sesi boğuk, derinden geldi.

"Sizi çok özledim..."

Timur'un elleri havada kaldı. Hiçbir şey yapmadı. Ne sarıldı ne itti. Kolları donuk, bakışları kararsız. O sessizlik... o sahne... kalbimin üzerine dev bir taş koydu. Gül'ün o sıcacık sözcükleri havada asılı kaldı, karşılığını bulmadı. Ardından Gül döndü, Beyazıd'a doğru ilerledi. Yüzünde umut vardı, belki de geçmişten kalan bir bağa sarılmak istedi. Elleri açılmıştı, adım atacak gibiydi. Ama Beyazıd geri çekildi. Sessiz, kararlı bir geri adım. Onun gözlerindeki kırgınlık, hayal kırıklığı değildi sadece; yılların yükü, kabullenemeyiş, suskun bir öfke vardı orada.

Gül, bir an durdu. Yüzündeki gülümseme sönüp gitti. Umut yerini ince bir kırıklığa bıraktı. O, koca odayı dolduran savaşçı, bir anda küçücük bir çocuk gibi göründü gözlerime. Gözlerini Beyazıd'a dikti ve fısıldar gibi ama aynı zamanda herkese duyurmak istercesine söyledi.

"Her şeyi anlatacağım. Buna mecburdum!"

O an içimde bir şey titredi. Çünkü anladım ki bu söz sadece bir açıklama değil, aynı zamanda bir yalvarıştı. Gül, yalnızca bir sırrı açığa çıkarmak istemiyordu; yeniden kabul edilmeyi, yeniden kucaklanmayı diliyordu. Ama biz... biz o an yalnızca kan, korku ve kırgınlıkla doluyduk. Ve ben, bu üç bakışı -Gül'ün umudu, Timur'un donukluğu, Beyazıd'ın geri çekilişi- ömrümün sonuna kadar unutamayacağımı biliyordum.

Demire kelepçelenmiş Hako'nun öfkeyle kıvrılan yüzüne son kez baktım. Çırpınışları, zincire vurulmuş bir hayvanın çaresizliğini hatırlatıyordu. Ama artık hiçbir önemi yoktu. Gül ağır adımlarla geri çekildi, ardından net, emir verir gibi bir sesle:

"Gelin benimle." dedi.

Tam çıkacakken Timur ''Piç kurusu!'' diye haykırarakHako'nun karnına öyle sert bir tekme attı ki... Hako kan öksürdü.

O an, arka taraftan polis sirenlerinin uğultusu duyulmaya başladı. Yaklaştıkça kalbim hızla atmaya başladı; kırmızı ve mavi ışıkların yankısı neredeyse duvarlara çarpıp gözlerimizi kamaştıracaktı. Gül, elini kaldırdı. Siyah giysili adamlar bizi süratle hareket ettirdiler. Büyük, transposter tarzı bir arabanın kapıları açıldı. İçeri girerken kalbim boğazıma düğümlenmişti. Her şey, saniyeler içinde olup bitmişti.

Kapılar kapanır kapanmaz araç ileri fırladı, motorun uğultusu kulaklarımızı doldurdu. Gözlerim hâlâ sokakta, sirenlerin ışıklarında, orada kalan zincire vurulmuş Hako'da takılı kalmıştı. Sonra hızla uzaklaştık. Yol boyunca kimse konuşmadı, sadece nefeslerimizin arasındaki kesik sesler vardı.

Dakikalar mı geçti, saatler mi, bilmiyorum. Araç bir mekâna yanaştığında Gül kapıyı açtı ve "İnin," dedi. Yorgun bedenim adımlarımı taşımakta zorlanıyordu. Bizi mekanımız olan eve getirmişlerdi! O burayı nereden biliyordu? İçeri girdiğimizde adamlarına bakarak emretti.

"Yaralarını sarın."

Birkaç kişi hemen hareketlendi, ellerinde ilkyardım çantalarıyla yanımıza yaklaştılar. Ama Timur sert bir hareketle elini kaldırdı. "Gerek yok," dedi. Sesi gergin ve netti. "Ben hallederim."

Ben daha ne olduğunu anlayamadan, o bana yöneldi. Yüzünde ciddiyet, bakışlarında kararlılık vardı. Göz göze geldiğimizde kalbim bir anlığına durdu sanki.

"İyi misin?" diye sordu.

O an sesinin tonu, içerdiği kaygı beni şaşkına çevirdi. Dudaklarım kıpırdadı ama kelime çıkmadı. Gül oradaydı, yaşıyordu! Üstelik az önce ona sarılmış, "özledim" demişti! Ama Timur... gözlerinin hiçbir yerinde ona dair bir iz yoktu. Bir eline gazlı bezi aldı. Beni oturtarak önümde diz çöktü. Avuçlarının sıcaklığı parmaklarıma dokunduğunda irkildim. Sanki dünya bir anlığına sessizleşti. Yaralarıma dokunurken gözlerini hiç kaçırmadı. Her hareketi özenliydi, yumuşaktı.

"Canını acıtıyor muyum?" dedi kısık sesle. Başımı iki yana salladım ama içim darmadağın olmuştu. Çünkü onun bu hali, Gül'ün oradaki varlığını hiçe sayıyordu. Sanki o yokmuş, sanki bu an sadece bizimdi.

Bir yanım sevinçle ürperiyor, bir yanım ise korkuyla titriyordu. Çünkü hissettiğim şey, bana yasaklanmıştı. Ve ben o an, kendi kalbimden bile saklamam gereken bir duygunun kıyısında durduğumu fark ettim!

Gözlerim istemsizce diğerlerine kaydı. Önce Beyazıd'a... Onun dudaklarının arasındaki ince kan çizgisi hâlâ kurumamıştı. Çenesini sıkarak bakıyordu bana, bir şey söylemiyor ama gözleriyle "dayan" diyordu sanki. Sonra bakışlarım Gül'e kaydı. Onun yüzüne... Yorgun, solgun ama gözlerinde saklı bir şey vardı. Masumiyet mi? Evet... Onlara ihanet eden biri değilmiş gibi duruyordu. İçimde derinlerden bir ses, "geçerli bir sebebi var" diye fısıldıyordu. İnanmak istiyordum. Çünkü o hâlâ eski Gül gibiydi, o saçlarının arasından düşen kızıllığıyla, o fotoğraftaki gülümsemesine sahipti. Ona kızamıyordum. Onu anlıyordum. Çok içten.

Tam o anda telefonum çalmaya başladı. O tiz titreşim vücudumda bomba gibi patladı. Nefesim kesildi, gözlerim büyüdü. Elim titreyerek cebime gitti. Ekranda beliren ismi görünce kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.

Babam.

Bir anda ayağa fırladım. Sanki üzerime kaynar su dökülmüştü. Parmaklarım ekranın üstünde durdu ama açamadım. Gözüm saatin kadranına kaydı. Kaç olmuştu? 00.37 Eve dönmem gerekiyordu! Babam arıyorsa bir şeyler ters gidiyordu. Kesin dönmüşlerdi!

Sonra yüzüme elim gitti. Yanaklarımda morluklar, dudak kenarımda kan, gözlerimin altı şişmiş. Ayna olmadan bile fark edebiliyordum. O hâlde... Nasıl eve gidecektim? Babam beni böyle görürse? Nasıl açıklayacaktım?

Bir adım geri attım, kalbim sıkışıyordu. "Babam arıyor!" dedim, sesim çatallandı. Herkes bir anda bana döndü, gözleri üzerimdeydi.

"Bu halde nasıl gideceğim?" dedim fısıldar gibi ama içimden bağırıyordum. Ellerimi yüzüme kapattım, titriyordum. Bu sadece morluklar değildi mesele... Yüzümde taşıdığım tüm bu savaşın izlerini babamdan nasıl saklayacaktım?

O an odadaki herkes sessizleşti. Ve ben, bir kız çocuğu gibi korktum.

...

Yüzümü makyajla kamufle ederek eve gelmiştim.

Her dokunuşta morluklarım sızlıyor, fondötenin altından fışkırmak ister gibi yanıyordu yaralar. Ama başka çarem yoktu. Kapıdan içeri girdiğimde babam salonda bekliyordu.

Gözleri hemen bana çevrildi. Sert, sorgulayıcı bakışı içimi deldi.
"Ada," dedi tok bir sesle, "Neden bu saate kadar dışarıdaydın?"

Boğazım düğümlendi, dudaklarımı ısırdım. Gerçeği söyleyemezdim. O karanlığı, kanı, bağırtıları, Hako'nun çeneme dayadığı silahı... Asla anlatamazdım. Gözlerimi kaçırdım, yere baktım.
"Arkadaşlarla oturuyorduk baba... Saati fark etmemişim," dedim, sesimin titrememesi için kendimi zorlayarak. Bir süre sessizlik oldu. Gözlerinin üzerimde ağırlaştığını hissettim. Yalanı anlamış gibiydi ama üzerine gitmedi. Ben de fırsat bu fırsat dedim, hemen odama yöneldim. Kapıyı kapatır kapatmaz derin bir nefes verdim, sanki içimde birikmiş bütün zehir dışarı çıkmak ister gibi.

Ama aklım hâlâ oradaydı... Onlarda. Timur'un yaralı yüzünde, Gül'ün gözlerindeki hayal kırıklığında, Beyazıd'ın suskun bakışlarında. Onları orada bırakıp gelmek... İçimde bir şeyleri parçaladı.

Karnımda sızıyı hissettim aniden. Hako'nun adamlarının yumrukları, tekmeleri hâlâ etimdeydi. Acı derinlere işlemiş, nefes alışımı bile zorlaştırıyordu. Yavaşça yatağa uzandım. Bedenim artık taş kesilmiş gibiydi. Battaniyeyi çekip karnımı tutarak gözlerimi kapattım. Dudaklarımın arasından istemsiz bir inilti döküldü. Acı... hem bedenimde hem ruhumda büyüyordu.

Ve ben, o gece yatağımda kıvranırken, aslında hâlâ onların yanında olduğumu biliyordum. Kalbim hâlâ o savaşın içinde atıyordu. Benim evim burası değil, onların yanıydı!

...

Gözlerimi acıyla açtım; uykunun sonunda nerede olduğumu anlamam birkaç saniyemi aldı. Ne zaman uyuyakaldığımı hatırlamıyordum.Yatakta doğrulurken göğsümde, karnımda yeni bir sızı belirdi. Uykunun örtüsü henüz üzerimdeyken ağrı beni çağırıyordu. Pencereye doğru baktım; dışarıdaki hava bugün, bana ekstra kasvetli geldi. Bulutlar ağır, renkler soluktu; dünya bugün usulca bir yük taşır gibiydi. Her şey anlamsız, her şey bitkindi.

Telefonumun titremesiyle irkildim. Ekrana baktığımda "Sıfır" grubundan gelen bir mesaj dikkatimi çekti. Beyazıd'ın adı yanıp sönüyordu.

Beyazıd: Ada biz hastanedeyiz. Merve komada...

Ekrandaki kelimeler beynime çakılı bir çivi gibi saplandı; göğsümün ortası bir anda boşaldı, sesim kurudu. Nasıl? Dün gece iyiydi. Şimdi birden nasıl?.. Nejdet kanlıydı, ama Merve... Merve ayaktaydı, bağırıyordu, bizi uyarıyordu; henüz birkaç saat öncesinin görüntüleri kafamda topaklandı ve dağıldı. Sanki beynime bir kurşun işlemiş gibiydi; donup kaldım.

Bir harekette bulundum, ayağa kalkmaya çalıştım ama karnımda derin, keskin bir sızı yayıldı. Zemine çöker gibi oldum; soluk almak bile efordu. Birden, "Gitmeliyim" diye düşündüm, başka çarem yoktu. Hızla üstümü değiştirdim; kıyafetlerimin altındaki morluklar ve ağrılar bana hatırlatıyordu her bir darbeyi. Makyaj çantamı elime aldım: Fondöten, kapatıcı, sıcak tonlu bir allık. Yaralarımı gizleyecek bir kamuflaj. Beyaz montumu giydim. Aynaya bakarken yüzümdeki morlukların şekli bana yabancıydı; parmaklarımla yumuşatıp kapatırken kalbim orada, uzaklarda çarpıyordu.

Nasıl gittiğimi hatırlamıyordum; belki koşarak belki araç bir sis gibi taşıdı beni. Hastanenin soğuk koridorlarına geldiğimde dumanlı düşüncelerim biraz netleşti: Acının ve endişenin kokusu, antiseptiğin buruna vuran keskinliği, koridorlarda çarpan ayak sesleri. İçeri girdiğimde ilk gözüme çarpan, birinin oturmuş olmasıydı. Beyazıd, koltukta, omuzları çökmüş, gözleri kırmızı... Yan duvarda Nejdet vardı; duvara yaslanmış, dizleri üst üste çökmüş, başını ellerinin arasına almıştı. Sanki bütün vücudu küçük bir yumruğun içine çekilmiş gibiydi. Timur ise ayakta, bir sağa bir sola gidiyor; adımları düzensiz, bakışları öfke ile çaresizlik arasında gidip geliyordu. Gül'ü gördüğümde yüzümde bir sarsıntı oldu: Medikal siyah bir maske takmış, gözleri keskin, varlığı hem rahatlatıcı hem ürkütücüydü.

Onlara doğru koşar adımlarla gittim. Ayaklarım bana ait değilmişçesine hızlıydı; tepeler, merdivenler, her şey bir bulanıklık içinde geçti. "Ne oldu?" diye fısıldadım. O an hepsi sustu, bakışları bana saplandı ama kelimeler yoktu. Sessizliğin içindeki acılar daha derin oldu. Daha belirgin...

Uzun bir an suskun kaldıktan sonra Gül konuştu. Sesi medikal maskenin arkasından bile netti, yorgundu ama açıklayıcıydı.
"Meğer bacağından derin bıçak yarası almış. Şoktan hissetmeyip çok kan kaybetmiş. Şimdi ise uyanmıyor..."

Sözleri, koridorda bir çan sesi gibi titreşti; kulaklarım uğuldadı. Bacağından bıçak darbesi... Son anılarım da arasında böyle bir bıçak olayı yoktu. Gözlerimi kapadım, sahneler birer birer düşüyordu: Koşmalarımız, Hako'nun kahkaları, en öndeki adamın ani sıçrayışı, bir ışığın kırılması ve sonra Merve'nin düşüşü, gözlerinden hayatın yavaşça çekilişi... Gül'ün kelimeleri, gerçekliğin yüzü oldu.

Nejdet hâlâ diz çökmüş, nefesleri düzensizdi. Beyazıd yavaşça koltuğunun kenarına eğildi, ellerini alnına götürdü; onun sessizliği bir yüktü. Timur'un yürüyüşü ise bir tür uyanma gibiydi; yerinde duramıyor, "Neden, nasıl?" diye soruları kendine saplıyordu. Bense Gül'ün yüzüne bakıyordum: Maskenin ardındaki gözleri nemliydi ama saklıyordu.

İçim sancıdan burkuldu. Merve'nin ismi dilimde tekrarlandı; her çağrışımda içim sıkıştı. "Neden hissetmedi?" diye sordum kendi kendime; şokun körlettiği hissizlik, bizim telaşımız, bizim bağırışlarımız onu boğmuş muydu? Yoksa bıçak önce atılmış, sonra sadece etkin bir darbe mi olmuştu? Aklım paramparça sorularla doldu.

Hastane odasının floresan ışıkları, hem acı hem de umut taşıyordu. Bir hemşire hızla içeri girip monitörü kontrol ettiğinde kalbim bir anlığına boşaldı. Etrafımızdaki insan sesleri küflü bir yankı gibi geliyordu. Gördüğüm her yüz, bana bir sorumluluk yükledi: onlar benim arkadaşlarım, benim evim, benim seçtiklerimdi. Merve'in şeffaf cildini, o yumuşak yüzünü düşündüm; onu hastayken, savunmasız bir halde, benim dünyanın en masum insanı gibi görmeyi istememe rağmen gerçekler acıydı.

Bedenim hâlâ sızlıyordu ama adımlarım sağlamdı. Gözlerim Gül'e takıldı; o başını hafifçe öne eğdi. Bir kelime etmeden bana bir küçük işaret yaptı. Ne olduğunu bilmiyordum ama onun bakışındaki planı anladım. İçimde bir titreme, hem suç hem sorumluluk. Merve artık uyanmıyordu; onun sessizliği etrafımızda bir boşluk yarattı. Bizler, o boşluğu doldurmak zorundaydık.

Ve ben, nefesimi derin çekip, Merve'nin odasının camına ilerledim. Ellerini tutup soğuk avuçlarını hissetmek istedim; şimdiye kadar yapmadığım itirafları, söyleyemediğim korkuları, hepsini bir seferde saymaya niyetliydim. Çünkü sessizlikle felaket arasındaki ince çizgide, arkadaşlarımın hayatını geri getirebilecek tek yol belki de birlikte kalmaktı. Konuşmak, hataları itiraf etmek, birbirimize sarılmak. Gözlerim buğulandı, dudaklarımın kenarı titredi. Merve'nin göz kapakları kapalıydı; öylece durup fısıldadım, "Durma böyle, uyan, gitme bizden," dediğim bir dua gibi, hem yalvarırcasına hem emredici. O an, dünyanın bütün kelimeleri yetersizdi.

Omzumun üzerinde ağır ama tanıdık bir el hissettim; bir refleksle sola döndüm. Gül'dü. Gözleri yorgun, saçları hâlâ dağınık; yüzündeki o hiç eksilmeyen cesur çizgi vardı. "Biraz konuşabilir miyiz?" dedi, sesinde hem ricâ hem karar vardı.

Yanağıma süzülen bir yaşı parmağımla yokladım, sonra usulca silip başımı kaldırdım. Gül'e baktım, onayladım. Kalabalıktan, makinelerin metal homurtusundan uzaklaşmak için birbirimize doğru yürüdük. Adımlarımız koridorun ışıklarıyla uzun gölgeler çiziyordu; her adımda içimde bir şey daha netleşiyordu.

Gül ilk sözü aldı: "Sen benim hakkımda en doğru tespiti yapan, beni anlayan kişisin, Ada." Kulağıma o cümle düşerken yüzümde istemsiz bir sıcaklık yayıldı. Bu onay, beklemediğim bir ilaç gibiydi. "Beni buldun. Aradın. Beyazıd'ın babasından dolayı kaçtığımı anladın. Beni öldürecekti!" dedi. Sesi kırılgan değildi; aksine hafif bir rahatlama vardı. "Onlarla yüzleşeceğim! Hem Beyazıd'ın babası hem de Timur'un babasıyla. Senin de yanımda olmanı istiyorum."

Kalbim birden hızlandı. Gül'ün isteği, bir çağrıydı: Yalnızlık yerine birlikte durma çağrısı. O an aklımdan geçenler bir yığın oldu; Beyazıd'ın soğukluğu, Timur'un öfkesi, Hako'nun hepimizde açtığı yara... Ama Gül'ün gözlerindeki o kesinlik, korkunun değil, bir görev duygusunun iziydi. "Senin yanındayım," demek istedim ama daha söz ağzımdan çıkmadan telefonum titredi.

İkimiz de durduk. Ekrana baktım. Şarjım bitmişti. O küçük ibre, sanki bütün dünyayı susturdu. Birden elimdeki cihazın sessizliği, dışarıdan gelen sirenlerin uğultusuyla birleşti ve ben bir boşluğa baktım. Gül önümde hafifçe gülümsedi ama o gülüşün ardında planlı bir kadın vardı. "Akşam saat yedi," dedi. "Eski fabrika, araç yarışı yaptığınız yer. Orada buluşalım."

Eski fabrika... Orası gürültüyle, lastik kokusuyla, gençliğin isyanıyla dolardı. Şimdi ise tozu, pası ve unutulmuş ayak izlerini taşıyordu. Ve o bütün bunları nasıl biliyordu? Bizi hep takip mi etmişti?

Gül oraya davet ediyordu şimdi beni; Yüzleşme için, en doğru sahne belki de orasıydı. Kaderle, seçimle ve geçmişle buluşacak bir arena. Onun sesinde su gibi akıp giden bir eminlik vardı, beni hem sakinleştiren hem de hazırlayan.

"Niçin beni istiyorsun yanında?" diye sordum, sesim titrek ama dürüst. Gül bir an durdu, gözleri dalıp gitti; sonra netçe bakıp cevap verdi: "Çünkü sen gerçeği görebilen tek kişisin. Birinin yanında durduğun zamanda, o kişi yalnız değil. Bunu hissettirdin herkese. Benim yapamadığımı yaptın. Sen cesur olmayı bana hatırlatıyorsun. Ve benim birinci tanığımsın."

Korku hâlâ içimdeydi. Beyazıd'ın babası, Timur'un babası... İsimler bile boğazıma düğüm oluyordu. Ama Gül'ün isteği, bir vefa borcu gibiydi: o bana açık olmuş, zaafını, kaçışını göstermişti. Şimdi yanında durmak, bir tercih değil, bir sorumluluk göründü gözüme.

Telefonumun sessiz ekranına tekrar baktım; pil yoktu, ama benim içimde bir enerji yanıyordu. "Tamam," dedim sonunda. "Bu akşam saat yedi, eski fabrikada." Sözümün üzerine bir dinginlik çöktü; sanki bir pencere aralanmıştı, korku hâlâ alevliydi ama artık tek başına yanmayacaktım.

Gül başını hafifçe eğdi, gözlerinin kenarına bir çizgi daha yerleşti, hem yorgunluk hem de teşekkür. Biraz daha baktım yüzüne; o kırmızı saçların içinde bir savaşçı, bir hata yapan ve bununla yüzleşmeye hazır bir insan vardı. İçimde bir yerde, gece boyunca duyduğum tüm kederin bir karşılığı çıktı: yalnız değiliz.

Akşam ne olacağını bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey varsa o da Gül'ün yanında olmam gerektiğiydi. Ve bu, şimdiden bir ağırlığı hafifleten küçük ama sağlam bir karar oldu.

...

Akşam beşi gösterirken kapıyı açtığımda ev bana oldukça yabancı geldi; adımlarım ağır, vücudumun her ekleminde ayrı bir acı vardı. Merve'nin yüzü, hastanenin floresan ışığı altında donup kalmıştı aklımda. Onun sessizliği, bizim çaresizliğimiz... Hepsini elimden bir şey gelmediği için geride bırakıp gelmiştim ama içimde bir yer hiç durmuyor, Merve'nin bedenindeki o boşluğun sesi kulağımda çınlıyordu.

Evin içi sessizdi; bu sessizlik daha önce hiç bu kadar ürkütmemişti beni. Kapıdan içeri girerken hem şaşırdım hem ürperdim: Annem ve babam evdeydi. Bu, nadir bir şeydi; babam en fazla işten sonra bir iki laf eder, sonra giderdi ya işe ya odasına. Ayakkabılarımı çıkarırken hain bir titreme bütün ayak bileklerimi sardı. Ayakkabılarımı yavaşça çekip rafa koydum; çıplak ayaklarım zeminin soğuğunu hissettiğinde dizlerim daha da gevşedi. Her adımda etimde bir sızıyı hatırlatan anılar kıvrandı.

O anda babamın odasından, onun uzun zaman sonra ilk defa kullandığı o tok sesi geldi: "Buraya gel, Ada."

Sözün içindeki ciddiyet, yılların suskunluğunu kıran bir çekiç gibiydi. Kalbim aniden gerildi; nefesim kısa bir çizgiye sıkıştı. Babam beni odasına çağırmıştı! On yıl sonra ilk defa! Aklım bir anda geçmişle şimdi arasında sıçradı; "Öğrendi mi?" diye bir ses bağırdı beynimde. Yutkundum; sesim boğazımda takıldı.

Midemde değişik bir huzursuzluk türedi.

Ayağım kramp gibi titredi. Duramadım; bacaklarım titreyerek, belli belirsiz bir ritimle babamın odasına yürüdüm. Kapıyı açtığımda loşluğun içinde adım attım; odaya yayılan eski kağıt ve mentol kokusu karışımı beni karşıladı. Lambaların ışığı solgundu, duman gibi odanın köşelerini dolduruyor, gölgeler duvarlara yapışıyordu. Masanın arkasında babam duruyor, omuzları eskisinden daha dar, yüzü ise her zamanki soğuk çizgilerinden biraz daha sert görünüyordu.

Masanın arkasında duvara montelenmiş genişçe bir pano vardı. Polisiye filmlerden fırlamış gibi: birbirine tutturulmuş fotoğraflar, kıvrılmış rapor sayfaları, kırmızı iplerle birbirine bağlanmış notlar. Fotoğrafların bir kısmına çarpı işareti atılmış, bazıları en tepeye tutturulmuştu ama loş ışık yüzünden yüzleri seçilemiyordu, sadece yuvarlak göz boşlukları ve gölgeler beliriyordu. Panonun bir köşesinde yazılı birkaç isim vardı; harfler siyah, sert, cesurca atılmıştı sanki bir suçlunun ilanı gibi.

O resimlere bakarken boğazımda garip bir düğüm oluştu. Her fotoğraf bana bir yük, her çarpı bir mahkûmiyet gibi geliyordu. Bu pano, bizim aile evimizin bir parçası değildi normalde, burada olmasına şaşırmıştım. Neden? Babam kimi izlemişti, kimler hakkında not almıştı? O fotoğrafların kimi noktaları kırmızı bantla kapatılmış kimi de karanlıkta kaybolmuştu; gölgeler yüzleri yutuyordu. Gözlerim bir fotoğrafın kenarında kalan küçük bir notta takılıp kaldı. Mürekkeple yazılmış, aceleyle. Okuyamadım, harfler birden bulanıklaştı.

Babamın yüzüne baktım, ona karşı içimde çocukluk korkuları, terk edilmişlik acıları, bütün saklı suçluluklar ve dinmeyen özlemim bir anda kabardı. Onun odasının havası disiplinli, soğuk ve hesaplıydı; o pano ise bir yargılama meclisi gibi, içinde kararını bekleyen bir sürü hayat. Nefesim ağırlaştı. Gözlerimi kaçırdım ama kaçacak bir delik yoktu; babamın bakışı sabitti.

İçimde bir korku yerleşti: Eğer o, olanları öğrenmişse... Ya Merve? Ya Hako? Kaçabileceğim hiç bir kapı yok gibiydi. Dizlerim titredi; tenimde adeta bir elektrik dolaştı. Pano, odaya yayılan loş ışık, babamın duruşu; hepsi bir suçlamanın sessiz dili oldu bir anda. Kalbim, göğsümün içinde deli gibi çarpıyordu; ağzımdan istemsiz bir nefes geldi, hafif ve savunmasız. O odada dururken, ben bir çocuğa dönüştüm, hem korkan hem de suçlu.

Babam usulca "Otur," dedi. Sesi odaya indiği anda çocuk gibi ürperdim; o ton, yıllardır hiç duymadığım bir otoriteydi, emrediyordu. Dizlerim hâlâ titreyerek koltuğa çöktü. Babam masanın arkasında durdu, parmağıyla eski düğmeyi itti; pano önündeki loş lamba bir anda yanıp bütün karanlığı kesti.

Işıkla birlikte fotoğraflar öne çıktı; daha önceki gölgeler yerini adamların yüzlerine bırakmıştı. İsimleri belirdi. Yüzler netleşti, ifadeler sertleşti. Bir anda gördüm! Hako'nun fotoğrafı, üzerine iri bir çarpı konmuştu; kanlı, iğrenç bir onay işareti gibi! Beynimde şimşekler çakmıştı! Kalbim bir an durdu. Buna yemin edebilirdim. Gözlerim panonun en tepesine kaydı ve orada donup kaldım... En başta, baş köşede, Beyazıd'ın babasının fotoğrafı... Yanında da Timur'un babasının fotoğrafı. İki isim, iki yüz; altlarında sıkışmış notlar, bilgileri, bir yer adı...

Başta anlamlandıramadım. Beyazıd'ın babası? Timur'un babası? Neden o iki fotoğraf en tepede? Neden babamın panosunda bizim hayatlarımızın mimarlarının fotoğrafları asılıydı? Bir an her şey bulanıklaştı, sonra bir iplik gibi gerildi ve gerçek önüme düştü! Tüm bu olanlar okul, sokaklar, tehditler, Hako'nun oyunu, Merve'nin kanı... Babamın planının parçalarıydı! O planın satır aralarında biz vardık; ben, Timur, Beyazıd, Nejdet, Merve... sadece birer figür. Biz babamın piyonlarıydık!

İlk önce inkar ettiğim şu küçük şeyler tek tek yüzüme çarpıldı: Babamın geceleri yalnız başına uyanık olması; "iş" dediği toplantılar; arada gelen kısa telefonlar. Hepsi şimdi bir mozaikti ve o mozaikte bizim parçalarımız, bizim acımız planlanmıştı. Babam bizi kullanmıştı! Kullandığını anlamak... bunu duyumsamak, bir bıçak gibi dalıp kalbime saplandı! Saplanıp kalmamıştı. Art arda, durmadan saplanıp çekiliyordu o bıçak. Öldürmekten beter ediyordu! O kızını işi için kullanmıştı! Yaşadığım onca zorbalıktan, yediğim bunca dayaktan, ağladığım günlerden her şeyden haberi vardı! Ölme ihtimalimi bile yok sayacak kadar sevmemişti beni...

Acım dile gelmişti, fısıldadı: Keşke dün oracıkta ölseydim de öğrenmeseydim bunu!

İçimde bir şey koptu. Hızla ayağa kalktım. Sarsıldım, ayakta kalamayan bir kemik gibi savruldum. "Beni korumadın!" dedim. Kulaklarım uğuldadı. Tüm o yıllar —yemek masalarında suskunluk, eve geç gelişler, hediyesiz doğum günleri— şimdi bir amaca hizmet eden külçe ayrıntılarmış gibi geldi! Ben bir tercih değildim; ben bir araçtım. Bir baba çocuğuna bunu nasıl yapardı? Bir baba çocuğunu korumak yerine onu nasıl ölüme götürürdü? Kurtlar sofrasına oturturdu? Neden benim varlığım onun stratejisinde yer almıştı?

Gözlerim yaşlardan bulanıklaşmış, birikmiş taşkın düşüncelerle dudaklarım titremişti. İçimde bir hilal kırıldı; çocukluğumun sıcak yerleri bir anda buzlu bir çukura döndü. Bir mezarlığa!

"Beni hiç sevmedin mi?''

Sadece kullanılmak —bir planın işaret noktası— bundan daha acı bir şey olamazdı. Bir nesne gibi konulmak, alınmak, atılmak... Babamın elindeki o panoya benzetildim şimdi: üzerime notlar iliştirilmiş, kararlar verilmiş, sonuçlarına katlanmam bekleniyordu.

O an babamın sesi geri getirdi beni: "Şarjın bittiği için nerede buluşacaklarını öğrenemedim. Nerede buluşacak bu adamlar?" Kelimeler sanki başka bir dünyanın talimatıydı; sert, işlevsel. Babam lafı bitirir bitirmez elindeki not defterine tekrar baktı; o pratiklik, o planlayıcı soğukluk beni delirtti. Nasıl bu kadar umursamaz olabiliyordu? Kafayı yiyordum!

Titreyerek elimi cebime attım; telefonum ekranı kararmıştı. Titreyen parmaklarla telefonun kılıfını açtım; bir an önce bir şeyler aramaya çalıştım ama telefonun iç kapağında parlak, küçük, gri bir kutucuk gözüme ilişti: Dinleme cihazı... Küçük, masum görünen bir küre, üzerindeki minik mikrofon deliğiyle. Kutuyu elime alırken içim dondu. Bunun ne olduğu hemen anlaşılıyordu; babam telefonumu, konuşmalarımızı, planlarımızı dinlemişti... Bunca zaman!

Gözlerim kızardı. Bulanıklaştı. Birdenbire her gece, her "iyi geceler" ve "dışarıda işim var" sözleri, hepsi beni bir kukla gibi sahnenin arkasına bağlayan iple dolanmıştı. Aldatılmıştım; hem de en yakınımdan. Bu, ihanetten de öteydi! Bana dair en mahrem şeylerin istismar edilmesiydi! Hem de babam tarafından.

Kahrolası bir ağırlık çöktü göğsüme. Kalbim delik, ellerim boş. "Nasıl?" diye sordum, sesi çıkarmak istemezcesine ama yine de dudaklarım kıpırdadı. Babam bir not defterine baktı, sonra bana; gözleri merhametten yoksundu. Karanlık odada şimdi benim içimde bir vaha değil, sadece yıkıntılar vardı.

Dinleme cihazını avuçlarımda sıktım; metal soğuktu, gerçekti. Gerçeği tutuyordum: kullanıldığımın, korunmadığımın, sevilmediğimin gerçeğini. Ve o gerçek, yüzüme çarpan öldürücü soğuk rüzgâr gibiydi; keskin, acı, geri dönülemez!

Telefonun camı duvara çarpıp paramparça olduğunda çıkan ses, içimdeki kırılan her şeyin aynası gibiydi. Parçalanan o siyah ekrandan fırlayan minik cam kırıkları gözlerimde parladı; eskiden bana doğru uzatılan o dokunuşların hiçbiri artık bana geri dönmeyecekti. Nefesim düzensiz, kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi... Birden, içimde biriktirdiğim tüm sesler, tüm küçük öfkeler, tüm "neden"ler tek bir çığlığa dönüştü:

"Neden yaptın bunu bana?" diye bağırdım. Sesim kireç gibi keskin, odanın köşelerinde takılıp duran bir madalya gibiydi. Babam hâlâ masanın arkasında duruyordu; ifadesiz, taş gibi, gözlerinin içinde hiç kıpırtı yoktu. Bu suskunluk beni daha da delirtti; bir insanın gözlerinde ateşin sönmüş olması nasıl mümkün olabilirdi?

"Neden beni hiç sevmedin? Bu kadar mı değersizdim gözünde? Ölsem bile umurunda olmayacak mıydım?" kelimelerimi birbiri ardına bir mermi gibi savurdum. Her cümlenin sonunda dünya biraz daha daraldı, ciğerlerim biraz daha sıkıştı. Odaya çarpıp gelen sesim, evin duvarlarında bir eko gibi döndü; annemin nerede olduğunu, ne düşündüğünü bilmiyordum. Babamın ifadesiz bakışları beni deli ediyor; sanki hiç beklemiyordu benim bir çığlık atmamı. Çünkü o, benim içimdeki çığlığın varlığından habersizdi.

Elime gelen her şeyi fırlatmaya başladım. Dayanamıyordum! Nefret ediyordum hayattan! Kitaplar, fotoğraf çerçeveleri, masadaki süs eşyaları, hepsi birden uçtu. Elimden ne geçiyorsa masaya vurdum, o masayı dağıttım; küçük eşyaların çarpışan sesi bir ağıt gibi yankılandı. Yüzüme, göğsüme dolan bir zehirli bir şey vardı; o zehir, babamın planının yarattığı alçakça soğuktu. Her fırlattığım eşya biraz daha içimi oydu; içimde bir yerlerde zamanla biriktirdiğim umudu, beni sevme ihtimalini paramparça ettim.

Bir yerde duramaz oldum; nefes almak bile eziyetti. Dizlerim titredi, kalbim göğsüme bastı. O kadar ağır geldi ki üzerime tüm bu acı, altında ezildim, nefes alamadım. Ve tam o sırada, kapıdan koşarak annemin sesi geldi; annemin adımları hafif ama telaşlıydı: "Ada! Ne oluyor? Ada, sakin ol!" diye bağırdı.

Annemin sesi aslında her zaman bir reçeteydi; ancak o an onun sesi benim için bir sinyal değil, ek bir suçlama gibiydi. İçimdeki şey, artık hiç kimse tarafından toplanacak durumda değildi. Annem yaklaştı, ellerini uzatıp beni sarmak istedi; gözleri doluydu, yüzünde panik vardı. Bana sarılmak istemesinin nedeni bir teselli miydi, yoksa bir koruma mıydı? Ne önemi vardı; o an sadece yok etmek istiyordum, o duvarları, bu evi!

Annemin eli benim omzumdan tutulduğu anda ittim onu sertçe. Onu itişim bir refleks değildi; yılların içime işleyen yalnızlığını, hiçbir şefkat görmemenin kinini ittim. Annemin yüzündeki şaşkınlık, yaramı daha da derinleştirdi. Gözleri tekrar doldu ama ben artık onu bile görmez olmuştum. İçimdeki öfke, annemin koruma içgüdüsünü bile yok etmişti. Gerçi şimdiye kadar neredeydi? Şimdi var olsa ne değişirdi?

Derin bir nefes alıp bağırmaya devam ettim. "Biliyor musun baba?" dedim, ağzım köpürüyor gibiydi. "Dışarıda kızının başını okşayan bir baba gördüğümde ben bir köşede ağlardım. Hep! Neyim eksik diye düşünürdüm. Benim babam da beni seviyor, biliyorum! Sadece sevgisini gösteremiyor derdim! Lanet olsun! Sadece kendimi kandırmışım. Sen beni hiç sevmemişsin! Ve eksik olan ben değilmişim! Eksik olan senin kalbin, senin insanlığınmış!"

Sözcüklerim sertti, acıydı, bir çocuğun yıllarca sakladığı hesaplı, sessiz öfkesi gibiydi. Babamın ifadesi taş kesilmişti; onun gözlerine bakamadım artık. Gözlerimi kapatarak, titreyen dudaklarımı ısırdım; ağzımdan çıkan her kelime hem bir itiraf hem bir ölüm ilanıydı.

"Ömrümde bir kere bile saçımı okşadın mı sen? Öptün mü? Canım kızım dedin mi? Neden baba?.." Sesim kısıldı. Gözyaşlarım yüzümde ırmak gibi süzüldü ama ben gözlerimden akan yaşlardan onların yüz ifadelerini görmek istemedim. Elimi tersiyle sertçe sürdüm, yaşlarımı silip yüzümü kuru gösterdim. Bu, güçlü durma oyunuydu lakin içimde bir şey kopmuştu. Sonsuza dek.

"Neden ben senin prensesin olamadım baba?" Koca bir boşluk soluklandı odanın içine. O soru, yılların birikmiş yalnızlığını tek bir satırda özetliyordu. Babamın sessizliği, her zamanki gibi beni boğdu; odadaki hava kasvetlendi, sesler sustu. O sessizlik, beni hep boğan o uzun, soğuk gecelerin sessizliğiyle aynıydı.

"Ben de seni sevmeyeceğim artık baba." Bu söz çıkarken ağzımdan, bir tür tükenmiştik ve özgürlük karışımıydı. Bu kara inancın içinde bir güç de vardı, o güç aynı zamanda acının ta kendisiydi. Seni sevmekten vazgeçmek, seni terk etmek, seni yok saymak... Bunu söylemek bir intihardan farklı değildi; kendimi satırlara ayıran bir eylemdi.

Annem yalvarır gibi "Ada'm, kızım..." dedi. Sesi kırılgandı, yumuşaktı; lakin benim içimdeki yangın onu da tüketmişti. "Öldüğünüzde üzülmeyeceğim! Mezarınıza gelip bir dua bile etmeyeceğim! Çiçek dahi almayacağım! Lanet olsun ikinize de!" Yırtılırcasına bağırdım. Sesim tüyleri ürpertti; sanırım kendim bile o kadarını beklemiyordum.

O an her şey bulanıklaştı. Gözümden taşan sular, göğsümden yükselen çökkünlükle karıştı. İçimdeki küçücük kız, artık sesini duyurmak istiyordu; o suskun, gözlerini yere kapatan küçük ben, bir daha asla geri gelmeyecekti. Önümü yaşlardan göremeden, merdivenlerden koşar adımlarla aşağı indim. Ayaklarım yere çarpıp yankılanırken içimde bir yerlere düşüyordum; sanki artık bu dünyada bir yerim kalmamıştı.

Merdivenlerden inerken kulaklarımda annemin "Ada!" diye bağırışı vardı; o ses bir perde arkasından geliyordu. Onun sözcükleri kuma serpiştirilmiş su damlaları gibiydi. Bana ulaşamıyordu. Ne bana ne ruhuma. Aşağıya indiğimde koridorun soğuk zemini ayaklarımın altından kaydı; kalbim göğsümde sıkıştıkça sıkışıyordu.

Nefesim düzensiz, gözlerim kör bir acı ile dolu ama aynı zamanda bir rahatlama da vardı. Söyledim. Ben bütün duygularımı söylemiştim. Sadece bir sağırlık içinde susturulan çocuk değildim artık; bağırdım, kırdım, ittim, vazgeçtim. Bu utanç mıydı? Belki. Ama en azından gereksiz umutların yükünü omuzlarımdan attım.

Aşağı inerken, sanki her adımım beni geçmişime biraz daha uzaklaştırıyordu. Yine de kaçamıyordum; dünya küçülmüş, ev ise bir hücre gibi daralmıştı. Ama bir şey değişmişti: içimdeki çocuk artık ölmüştü. Babasından şefkat bekleyen, annesinden sıcak yemekler isteyen... O bağırmıştı. O haykırmıştı. Ve ölmüştü...

Ben ise soluğumu toparlarken, hissediyordum; biraz daha kimsesiz, biraz daha sert ama gerçeğe daha yakın.

...

Hastanenin soğuk koridoruna adım attığımda içimdeki acıyı gömme niyetiyle gelmiştim. Elime geçen tek şey, sessizce çekilen bir kararlılıktı. Ağrıyı susturmak için nefesimi denedim; her adımda kaburgalarım bir iç çekişle karşılık veriyordu. Gözlerim görmeyecek kadar bulanıktı ama Merve'nin odasını bulduğumda içime bir şey çok ağır çöktü: o yatakta yatan küçük bedeni görünce, suç ve sevgi birbirine karıştı içimde.

Nejdet'i gördüm sonra, dümdüz yorgun bir varlıktı ama gözleri hâlâ uyanıktı; beni gördüğünde yüzündeki çizgiler biraz yumuşadı. Aynı şekilde yerde oturuyordu. Hiç düşünmeden yanına koştum, ayağa kalktığında başımı göğsüne yasladım ve bütün dünyanın gürültüsü orada bir anlığına sustu. Onun kalbini dinledim; ılık, gerçeğe bağlı bir ritim. Sarıldık, sanki birbirimize nefes takas ediyorduk. "İyisin," dedim, kendime de sakladığım bir yalancı teselliyle. Oysa biliyordum: iyilikten çok acı vardı onda da. Ama sarılmak, onun varlığını somut tutmak gibi bir şeydi. Beni ayakta tutan, sakince kıpırdanan bir gerçek.

Pencerenin öbür tarafında Merve'nin bedeni; camın arkasından bakarken dudaklarımın arasından sessiz bir "Beni affedin" çıktı. O söz boğazımda tek bir düğümdü; nasıl söyleyeceğimi, nereden başlayacağımı bilmiyordum. Babamın ihaneti göğsümü öyle bir ezdi ki, kendimi günahkar saydım: Onun planının bir parçası olmak, onun için bir araç olmak... Her şeyin yükünü omuzlarıma çektim. "Anlamadım, bilemedim," dedim içimden, inanın ki kendime bile hiç inandırıcı gelmedi. Hâlâ kendi kendimi kandırdığımı, her şeyi yanlış yorumladığımı düşünmek istedim ama gözlerimdeki gerçek, o yalana izin vermiyordu.

Sessizce ayrıldım yanlarından. Açıklama getirecek kelimelerim yoktu; hem nasıl anlatırdım ki? Babamın bizi, beni kullanmış olmasını, dinleme cihazını, o panodaki çarpı işaretlerini... Bunlar masumlaştırılamazdı. O yüzden hiçbir açıklama yapmadan geri çekildim, başka bir yükün altında ezilmekten korktum. Onlara bakarken aklım Merve'nin kıpırdamayan elinde, Nejdet'in solgun yüzünde kaldı. Bir günahı ben üstlenecek, bir pişmanlığı ben çekecektim; mantığım bana bunu dayattı, kalbim ise çığlıklarla karşı çıktı.

Gün karardı, akşamın kıyısı göğe yayıldı. Fabrikanın yoluna çıkarken ayaklarım deli gibi ilerledi; bedenim hâlâ ağrı içindeydi ama ruhum daha hızlıydı; içimde öfkeden ve korunma isteğinden bir karışım vardı. Fabrikanın kenarına vardığımda, farların keskin beyazlığı ve siyah giysili adamların gölgeleri karşımdaki yeni bir gerçeği ilan ediyordu: Burası bir sahneydi, o sahnenin ışıkları bizim üzerine çevrilmişti.

Arabalar sıralanmış, farlar öne dönük; far ışıkları, geceyi delip geçmiş dev gözü gibi bakıyordu bize. Siyah takım elbiseli adamlar arabanın çevresinde bekliyordu, hareketleri kontrollü, bekleyişleri sert. Timur ile babası bir arada durmuştu; babanın çizgileri sert, takım elbisesinin kumaşı ışıkta parlak; Timur'un yüzünde ise gizli bir yenilgi vardı. Kaslı vücudu, ellerinin arasındaki sıkışmış yumruk, gözlerinin kenarındaki çizgiler... Beyazıd'ın yanında ise beyaz gömleğinin kolunu hafifçe sıvayan bir adam duruyordu. Ondan yayılan soğuk bir duruş vardı; Beyazıd kendisi ise dimdik, sanki taş örülmüş gibi; yüzünde saklanmış bir çaresizlik ve kabullenme. Babalarının varlığı, etraflarında bir ağırlık gibi duruyordu: Yüzlerinde hesaplar, gözlerinde kendi geçmişlerinin yankıları.

Beyazıd babasının biraz gerisinde duruyordu, yaratılan alanı gözetleyen bir bekleyiş içindeydi; babanın gergin eli cebindeydi, bakışları etrafa çakılıydı. Timur ise ayağını yere vuruyor, bir ritimle huzursuzluğunu dışarı vuruyordu; arada bir babasına bakıp, belki de ondan bir işaret bekliyordu. Arabaların arasında birkaç genç, aptalca cesur görünen şoförler, ellerinde birer sigara ama onların cesareti farların altında gölgeleniyordu.

Onların duruşunu izlerken içim sıkıştı; her biri kendi ailesinin gölgesini taşıyordu. "Neden?" diye sordum kendime. Neyi koruyorlar? Neden bizi kullanıyorlar? Cevap yoktu, sadece farların yalın ışığı ve lastiklerin asfaltla buluştuğundaki nemli iz vardı.

Yanlarına doğru adım atarken içimde bir hırçınlık, bir çekingenlik biri diğerini itiyordu. Bir el hafifçe omzuma dokundu; o dokunuş bildik, güvenli. Döndüm; Gül duruyordu. Karanlık içinde siyah kapüşon ve maske, yine o tanıdık gölgesiyle. O maskenin ardındaki gözler, tanıdığım o cesur bakışı koruyordu ama yüzünü saklıyordu. Onun varlığı, düzensiz bir denge gibiydi: hem benim için bir sığınak hem de bir savaş çağrısı.

Gül'ün omzumdaki elinin sıcaklığı, karanlıkta bir yankı olarak kaldı. Birlikte adımladık; birbirimizin hızıyla senkronlaştık. Aramızdaki sessizlik telaşlı ama bir o kadar da anlamlıydı. Karşılarına dikildiğimizde Gül başını hafifçe kaldırdı, sonra kapüşonunu açtı. Saçları rüzgârda dağıldı; kızıl bir alev gibi geceye vurdu. Maskeyi indirirken yüzü ortaya çıktı. Yorgun ama o tanıdık ve beklenmedik bir güçle parlaktı. Gördüğümde içimde, bu uzun, yorucu gecenin ortasında bir güven hissi yayıldı; sanki tam da ihtiyacım olan yerde bir el, bir yüz vardı.

Gül'ün gözleri bana değdi; orada kelimelerden güçlü bir şey vardı: "Birlikteyiz." Nefesimi derin çektim; soğuk hava ciğerlerime doldu ama kalbim biraz daha sakin atmaya başladı. Fabrikanın önündeki farlar bizi yakıp geçerken, Gül'ün elini tuttum; parmaklarımız karanlıkta kısa bir güven köprüsü kurdu. İçimde çalan tek melodi bu andı: korku, kabul ve bir tür inatçı umut. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Ne ailem ne sağlam kalmış bir dostluğum...

Gözlerimi gezdirirken aklımın bir köşesinde hep bir hesap vardı: Kim nerede duruyor, kimin eli cebinde, kimin yüzünde korku hangi tonda titriyor? Beyazıd'ın babasının yanağı kıpırdadı, bir şey söyleyecek gibi oldu ama durdu. Yüzündeki çizgiler derinleşti; gözleri, pek çok kez yüzleşmeden kaçtığı gerçeklerle yüzleşmek zorundaydı artık. Şoka uğramıştı gördüğü manzarayla. Timur'un babası, o an daima meydanda duran o soğuk takım elbise ve temkinli bakışı, bir anda rengini kaybetti.

Gül konuştu. Söylediği cümle öncekilerden farklıydı; soğuk, kırılgan ama kesin:
"Beni öldüremedin, Etem."
Sözün ucunda bir davet, sonunda bir mahkeme vardı. O andaki basitlikle şaşırdım. İnsan nasıl olur da bu denli yalın ve acımasız bir gerçeği söyler? Gül'ün sesi çatlamadı; aksine bir damar gibi açıldı ve oradaki tüm yalanları ortaya döktü. Etem amcanın bakışı bıçak gibiydi, yüzünde bir anlık öfke, sonra ise hesaplanmış bir soğukkanlılık belirdi. Bu adam, her şeyi iyi saklayan, artık saklayamıyordu.

Gül devam etti, tek bir nefeste: "Elfin'le birlikte olduğunu öğrendim. Onunla yattığın anları... Senin o kirli ortaklığını, o paslı anlaşmaları keşfettim. Beni susturmak istedin. Seni uyardım!"
Sözcükler açıldıkça havadaki gerilim katman katman yükseldi. "Elfin" ismi, karanlıkta bir kırbaç gibi şakladı; etraftakilerin yüzleri hafifçe soldu. Etem amca ellerini yumruk yaparak dişlerini sıktı; başını hafifçe öne eğdi, bir savunma hazırlanıyordu.

Timur'un babası da şaşırmıştı, ama daha çok pişmanlık vardı yüzünde. "Yalan söylüyorsun!" diye kükredi; sesi, fabrikadaki metalin titreşimi gibi sertti. "Bu iftiralar... nasıl cesaret edersin?"

Gül sustu, yüzünde bir acı gülümseme. "Ben cesaret ediyorum çünkü ben biliyorum. Senin oğlun, senin adın, senin parmak izlerin... Her yerde. Onları korumak için yaptığın şeyler. İnsanları kullandın."

Etem amcanın gözleri kayan bir buz parçası gibiydi. "İspatın var mı?" diye sordu sonradan, sesi kirli bir sarkastik öfkeyle. Ama etrafında duran adamlar, farlar... Hepsi birden gerçeklerin ortasında küçük birer oyuncak gibiydi. Gül elini cebine attı ve küçük bir dosya çıkardı. Fotoğraflar, Elfin'le öpüştükleri, konuşma kayıtları, bir el yazısı notu. Dosyayı yüzlerine savurup: "Bakın," dedi, "hepsi burada." O an herkes sustu. Kağıtlar etrafa savrulurken Beyazıd'ın yüzü önce dondu, sonra beyazlaştı; kan dolu gözlerinin kenarında biriken ifade, benim için en kırıcı olan kısmıydı: Hayal kırıklığı! Kahraman bildiğimiz babalarımızın bize yaptıkları... Onun babasının orada durması, o soğuk adamın planların merkezinde olması... Beyazıd'ın gözleri hafifçe kaydı, sonra bana baktı. Ben onun bakışında kırık bir çocuk gördüm; o çocuk, beni bir daha sevecek miydi, bilmiyordum. İçimde bir yerden derin bir boşluk açıldı; hayal kırıklığı onun yüzünde asılıydı ve ben, o boşluğun kenarındaydım. Sonra titreyen çenesiyle babasına döndü. Bana bunu nasıl yaparsın dercesine.

Etem amcanın savunması, hızlı, hesaplıydı. "Hepsi yalan bunların! İş dünyasında ortaklıklar olur. Güvenmediğimizde önlem alırız!" dedi. Sözleri bir tür yasal soğukluk taşıyordu ama Gül buna yer bırakmayacak bir hızla karşılık verdi: "Önlem alıyorsun demek, hayat söndürmek demekse sen zaten kimsin, Etem? Oğlunun ellerinde bile kirli bir güç taşıdığını bilmiyor musun? Oğlun ailen seni bu kadar severken sen bunu nasıl yaparsın adi herif?" Gül'ün sesi, bir çekiç gibi indi.

Sert bir tartışma başladı; kelimeler tokat gibi çarpıyor, her bir cümle başka bir sırrı ortaya saçıyordu. Etem amca bağırdı, savunmalarını arka arkaya sıraladı; karşısında Gül soğuk bir doğrulukla cevap verdi. "Senin adamların Hako'ya kaynak sağladı," dedi. "Senin anlaşman olmasaydı Hako'nun gücü bu kadar olmazdı. Senin susturman, bizim kanımız oldu! Merve'nin kanı..." Bu laf havayı kutup soğuğuna çevirdi, etraftaki adamların yüzünde o an gerçekten bir tereddüt belirdi.

Ben Beyazıd'a baktım. O burada bir fırtına altındaydı ama gözlerindeki en ağır şey, hayal kırıklığıydı. İnanamıyordu. İnanmak istemiyordu. O an anladım O da babası tarafından kandırılan biriydi. Beyazıd'ın babasının gözündeki hesap, oğlunun sırtındaki gurur bizim gözümüzde kırılmıştı. O, bana bakarken bir an için bir çocuk gibi oldu; suskun, şaşkın ve kırık. İçimdeki öfke ile beraber bir merhamet cilvesi parladı; istemedim ama hissettim. Onun babasının kirini görmesi, onu nasıl ezdiğini...

Sonra yüzümü eğdim. Beynimde şimşekler çaktı. Babam, panonun ışığında hâlâ dimdik duruyordu. Kaşlarımı çattım ve bir an durdum; içimde bir dengelenme oldu: Bir yanda yılların yükü, diğer yanda açığa çıkan bir ihanetin ağır kokusu. Bu an gerçekçiydi; insanlar babalarına sinirlenebilir, onlardan nefret edebilir ama buradaki ihanet o kadar derindi ki bunu sadece kelimelerle kapatamazdı.

Gül daha da yaklaştı, sesi nizami ve kesin: "Burada hesaplaşacağız. Kiminin iyiliği için kiminin hakkı için! Kim bedel ödeyecek? Hepsi ortaya çıkacak."
Etem amca bir adım geri atıp, eliyle alnını silerken, yüzündeki çizgiler daha da sertleşti. Beyazıd'ın bakışı bana değdi; orada hiçbir savunma yoktu, sadece hüzün. Ve ben, kendi içimde bir yerlerde hem nefret hem affetme arasında savruldum. Ama en çok, artık hiçbir şeye eskisi gibi inanamayacağımı hissettim.

Etem amcanın yüzünde bir kabarıklık, bir delilik çizgisi vardı. Sanki o an tüm dünyanın bütün çürümüş yükünü tek başına taşıyormuş gibiydi. Gözleri hayvanca, titreyen elleriyle silahı çekti ve Gül'e doğrulttu. Sesi bir kılıç gibi keskinleşti: "Demek gebermedin o zaman şimdi geber! Senin yüzünden her şeyimi kaybettim! Sen de kaybol!"

O sözcüklerin soğukluğu, geceyi paramparça etti. Birden her şey aynen filmdeki bir sahne gibi hızlandı: Etem'in silahı çıkarken Timur da kendi beline uzandı; gözleri deli gibi parlıyordu. Beyazıd —o sözde asil, hesaplı babasına— birdenbire başını çevirip doğrulttu silahını. Beyazıd elindeki silahı babasının şakağına bastırırken, onun sesi daha önce hiç duymadığım bir tonda çıktı: "İndir silahını." O tonda ne kumar vardı ne kibir; sadece sahici bir emri andıran, ilk defa duyduğum bir sertlikti! Öldürmekten çekinmeyecek bir ses!

Timur'un babası "Saçmalama Etem! İndir silahını!" diye kükredi. Sözlerin arasına, fabrikanın taş duvarlarına çarpıp geri dönecek kadar sinirli bir yankı düştü. Tam o anda, sirenler müthiş uğultuyla yaklaştı; polisler dört bir yandan, ellerinde silah, farların altında belirmeye başladı! Siyah paltolar, reflektör bantları, yüzlerde kayıtlı bir disiplin, kapıların ardına dizilmiş kuvvetler... Her şeyin üzerindeydi o anın korkusu.

"İndirin silahlarınızı! Teslim olun!"

Ses tanıdıktı! Benim babamdı! Kalbim o emirle birlikte göğsümde daraldı. Polislerin komutları, farların kör edici beyazı bir arada çarpıştı. Beyazıd babasına döndüm; bir an, gözleri babamın gözleriyle karşılaştı.

Ve sonra oldu. Beyazıd'ın babası, gözlerini şimdi bambaşka bir nefrete bürünmüş, silahı hızla çevirip bana doğrultmuştu! Sesi deli bir çığlık gibi çıktı: "Tabii ya! Her şey senin planındı demi müdür!? Sen benim oğlumu, her şeyimi elimden aldın! Ben de senin kızını elinden alacağım!"

Gözleri babamı zedeleyen, bana doğrulanan bir intikamın kıvrımıydı! Parmağı tetiğe bastırıyordu; nefesler sıkıştı, zaman yavaşladı. Ben babama baktım; ondan ne kadar vazgeçsem de ''Beni kurtar baba,'' dercesine. Haykırışlar yükseldi! Sonra patlama!

Üç silah sesi art arda patladı; ses o kadar güçlüydü ki kulaklarıma derin bir çınlama süzüldü. Dışarıda, polislerin bağrışları, metalin çarpma sesi, herkesin bir anda kaosa dönmesi, bir an için tüm varlığıma çakıldı. Ne olduğunu anlamadan etrafa baktım; dünya bir film gibi paramparça karelere bölünmüştü. Duman yükseliyordu; barutun yanık kokusu, burun deliklerimi yaktı. Gözlerimi silkelemedim, dağılmış gerçeklik içime doldu.

Timur... Timur'un hareketini gördüm. Gözlerimlerim dondu; o, Beyazıd'ın babasına doğru tüfeğini çekmiş, ateş etmişti! O babanın gövdesi arkaya savrulurken bir çığlık koptu! o çığlık Gül'ün müydü, yoksa Beyazıd'ın mı, anlayamıyordum. Beyazıd'ın babasının yüzü bir anlığa öyle şaşkındı ki, hayatın en son çırpınışını yaşıyordu belki de. Timur'ın yüzünde ise tuhaf bir donukluk vardı; sanki o an hem bir kurtuluş hem de bir şeylerin yıkımıydı! Etraf bir anda sessizleşti, sonra sesler daha keskin geri geldi. Herkes bana bakıyordu; yüzleri birer maske gibi ama gözlerin ardında bambaşka bir dünya vardı. Timur'un yüzü! o anki Timur bembeyazdı ama gözleri dolu doluydu. Gözlerindeki o şey, pişmanlık mıydı yoksa zılgıt mı, ayırt edemiyordum. Beyazıd, babasının yere yığıldığını görmüş, lakin yüzünde bir tür donmuş ifade vardı; ne öfke ne keder, sadece boş bir şaşkınlık.

Aynı anda, sanki uzaktan bir hedef seçmişçesine, başka bir patlamaydı ve acı yayıldı, bir çelik yayı gibi doğrudan göğsümün altına indi. İlk nabzımı aldığımda bir sıcaklık yayıldı; akşamın serin havası birden kızıla dönmüştü! Sol göğsümde derin, amansız bir ağrı patladı; nefesim kesildi, kuşkulu ve inatçı bir sancı ciğerlerimi bıçakladı. Beyaz montum, o an hükümsüz kaldı! Kollarımda bir halsizlik hissettim, elimle dokununca ıslak, yapışkan bir his sardı parmaklarımı. Kızıl. Montum kızıla boyanmıştı!

Dizlerim, bir anda beni taşıyamaz oldu. Bedenim nokta nokta eriyordu; ayaklarımın altındaki zeminde süzülmek istedim ama birden dizlerimin üstüne çöktüm. Yer soğuktu. Ellerimi bastırmak istedim ama parmaklarım titriyordu; birbirlerine karışan ağrı ve şok, bir göğüs kemiğini ezmişçesine ağırlaştı. Hava bir oyuncak balon gibi sönüyordu akciğerlerimde. Her nefes bir savaş, her nefes bir hırsızlıktı; oksijen ciğerlerime gelmeden önce bile acı yutuyordu! Gül... Gül'ün yüzünü gördüm; dudakları kıpır kıpır, elleri ağzına kapalı, gözleri kara bir delik gibi açılmıştı. Hıçkırıkları geliyordu ama bir şey söyleyemiyordu. Beyazıd'ın gözleri bana kaydı; kahrolmuş gözleri... Timur'un bana bakarken ki yıkılmış ifadesi. Yere teslim olmadan önce gördüğüm son bakışlardı bunlar.

Vücudum yere çakıldığında gökyüzü beni karşılamıştı bütün zifiriliğiyle; zeminin soğuk sertliğiyle derin bir boşluk hizaladı içimi. Nefes alamıyordum. Göğsümün içinde bir baskı, bir taş, bir yük; hava ciğerime ulaşmıyordu! Her nefes bir bilmeceydi artık. Zor, ulaşılmaz, anlaşılmaz. Etrafımda bir uğultu vardı eşya sesi, bağırış, ayakların panikle ritmi... Ama ben o uğultuda yalnızca kendi kanımın ritmini duyuyordum. Acımın... Boğuluşumun... Yok oluşumun... O ritim gittikçe uzaklaşıyordu.

Beyazıd yanımda çökmüştü. Gözleri kıpkırmızı, ağzı yarı açık; ellerini yumruk yapıp avuçlarının içi kan ter içinde ne yapacağını bilemiyordu. Timur diz çökmüş, yüzünü avuçlarına gömmüş, omuzları titriyordu; gözlerinin etrafında çizgiler yeni acılar yazıyordu. Gül, titreyen bir nefes alıp veriyordu; elleriyle ağzını kapatmış, hıçkırıkları boğazından sıyrılıyordu. Hepsi etrafımı çember gibi sardı; hepsi bir seferde benim için dua ediyor, benim için yalvarıyordu.

Herkes bana bakıyordu. Onların yüzlerinde benim tanıdığım sertlik yoktu; orada kırılmışlık, pişmanlık ve korku vardı. Sesleri parçalanıyordu; kelimeler düzensiz, heceleri birbirine karışıyordu. Beni çağırıyorlardı ama sesleri bir perde arkasından geliyordu. Zamanın kıyısında yalpalıyordum.

Derken bir ses doldurdu kulaklarımı. Keskin, yürek parçalayacak kadar tanıdık: "KIZIM!"
Sesin sahibi hızla yaklaşıyordu. Ayak sesleri kulaklarımda çınladı. Kalabalığın içinde bir korna gibi yankılandı; her adım ardında bir ömür barındırıyordu. Babam koşuyordu. Yüzünde öfke yoktu artık; yerini sarsıcı bir panik almıştı. Bana hiç böyle baktığını anımsamıyordum. Böyle şefkatle, acıyla, merhametle...

Babam önümde durdu ve diz çöktü. Ellerinin titremesine rağmen bana uzandı. Parmakları saçlarımı ayırdı; ilk dokunuşu yumuşaktı, ilk defa saçımda babamın sıcaklığını hissettim. O an, dünya başka türlü bir yer oldu. Babamın avuç içi başımda bir liman gibi durdu; içindeki kırgınlık yerini bir bekleyişe, bir pişmanlığa bırakmıştı. O pürüzlü el, çocukluğumda hiçbir zaman bulamadığım o dokunuşu şimdi veriyordu. Neden insanoğlu her şeyin kıymetini kaybetmeden önce anlıyordu?

Babamın elleri saçımı okşadıkça gözleri doldu, dudakları titredi. İlk hıçkırığıyla birlikte bir damla düştü yanağıma, sonra bir ikincisi. Gözyaşları, o çok uzun yılların suskunluğunu deliyordu... "Prensesim," dedi, sesi kırık, neredeyse anlaşılmaz; ardından daha yüksek, daha yalvarır bir tonda: "Kızım! Özür dilerim!" Hem emrediyordu hem yalvarıyordu; o iki çelişki bir anda kulağıma dokundu.

Gözümün dibinde babam ağlıyordu! Evet, o soğuk adam şimdi ağlıyordu; yüzündeki taş duvar çatlamış, altında bir insan kalbi atıyordu artık! Çünkü şimdi anlıyordu işte: kaybedeceği şeyin kıymetini, yanında durduğunun değerini. Tam o anda, geç kalmış bir farkındalıkla göğsünü yumrukluyordu. Her hıçkırığında bir itiraf, her soluğunda bir özür yükseliyordu.

Ben de dayanamadım. Gözlerim yandı; hem ruhumun hem bedenimin sızından. Gözyaşlarım, şakağımdan süzüldü. Kan tadı damağımdaydı, boğazımda tuzlu bir keder. Babamın sesi küçük bir oyun gibi değildi artık. "Prensesim," dedi yine, daha yumuşak, daha korkak. Sesinde yılların pişmanlığı, bir ömür boyu içe atılan sevginin patlaması vardı. O kelime, bir zamanlar bana reva görülmeyen bir armağandı şimdi; hem geç gelmiş hem de tarifsizce aynı anda istenmiş bir hazine. Kalbimde bir şey daha kırıldı ama bu kez farklı. Acıyla birlikte bir teselli de doğdu.

Kan ağzımdan gelmeden önce, dudaklarımın kenarında bir çiçek olur gibi bir gülüş belirdi. İstemeden bir gülümseme yayıldı dudaklarıma zayıf ama gerçek. Gülümsemenin içinde bir kabulleniş vardı: Acıyla beraber gelen, sessiz bir barış gibi. Azrail'in öldürmeden önce gösterdiği merhamet gibi... O gülüş, bana ait son küçük direnişti. O gülümsemede, yılların birikmiş yalnızlığıyla birlikte, bir başka gerçek daha vardı: Hayat, bazen bizi en beklemediğimiz yerde ödüllendirirdi bizi. Benim ödülüm de bu an olabilir miydi? Babamın ağlayan yüzü ve arkadaşlarımın etrafımı sarmasıyla bir an için evime dönmüş gibi hissettim. Bir çocuk gibi, güvende.

Gözlerim kararmaya başlamadan önce, içimde son bir düşünce belirdi; Basit, keskin ve acı tatlı: Sonunda iyi dostlara sahip olmuştum. Onlar benimle burada, kanımın içinde, gözyaşlarımın rengine bakıyorlardı.

Yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. Kararmaya başlayan dünyamda, babamın dudaklarından çıkan "Prensesim" kelimesi yankılandı. O kelimeyle birlikte zihnimin perdeleri yavaşça kapanmaya başladı; gözlerimin ucunda arkadaşlarımın siluetleri, babamın ıslak yüzü, soğuk bir fabrikanın ışıkları ve uzak sirenlerin sesi, hepsi bir mozaik gibi birleşip bir son notaya eriyordu.

Güçlü bir nefes almaya çalıştım. Hava bir anlığına ciğerlerime doldu; sonra ağrı yeniden bastırdı. Dudaklarımın kenarında bir sıcaklık hissettim. Kanın metalik yoğunluğu, hayatın acı son tadı. Yine de o gülüş yüzümde kaldı. Ve o son düşünce, zincirlerinden arınmış bir yüzleşmenin ardından bir teselli gibi içimde yankılandı: Ölümün eşiğinde bile olsa, babamın prensesi olmak kaderimin en güzel armağanıydı.

Göz kapaklarım ağırlaştı. Dünya yavaşça, kademeli bir hüzünle soldu. Sesler uzaklaştı. Bir dua geçti beynimden; belki kısa, belki eksik. Dudaklarımın arasından çıkmak istedi, bir kelime vardı ama gülüşüm her şeyi söyledi. Ve ben, o gülüşle, sessizce karanlığa doğru sürüklendim.

Babamın prensesi olarak...

SON SÖZ

İkinci kitabı siz şekillendireceksiniz. Ada kiminle olsun? Ve ikinci kitap salgılanan bir hastalıkla bu beşlinin bir araya gelmesinden mi oluşsun yoksa karakterlerden birinin MİT ya da askeriyeye girmesiyle mi şekillensin? Yorumlarda belirtin ona göre ikinci kitabı yazacağım ballarımm

Özür dilerim sizi de kendim gibi ağlattığım için. Büyüdükçe hayatın renkleri solduğu için gözümde kitabın sonu da soldu bir çiçek gibi. Buradaki baba figürü, ailesi, Ada'nın dost edinme ihtiyacı, sevgiyi tanıyamaması, yalnızlığı hepsi kendi hayatımın bir parçasıydı.

Şimdi bu kitabı buraya hediye ediyor ve size emanet ediyorum.

Anlatmak istediğim şey geç kalmayın. Sevdiğiniz insanlara, sevdiğiniz yerlere, sevdiğiniz şeylere. İçinizden geldiği gibi davranın. Anlatın! Kavga edin! Bağırın! Çağırın!

Kendinizi sevin. En çok siz kendinizi sarın. Öpün, okşayın! Herkes sizi yargılarken siz kendinizi anlayın. Eğer bunu başarırsanız kimseye ihtiyacınız olmadığını fark edeceksiniz.

Sizleri çok seviyorum. İyi ki burada buluştuk.

Kendinize çok iyi bakın.

Diğer kitaplarımdan haberdar olmak için beni takip edebilir veya instagramdan ulaşabilirsiniz.

ig: Artemirall

Sevgiyle kalın papatyalarım...

Bölüm : 18.08.2025 15:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
🔥 / Yasak Oyun (TAMAMLANDI) / FİNAL
🔥
Yasak Oyun (TAMAMLANDI)

41.25k Okunma

3.22k Oy

0 Takip
80
Bölümlü Kitap
1. BÖLÜM - OKUL2. BÖLÜM- İLK TEMAS3. BÖLÜM - BEŞ KURAL4. BÖLÜM - SEÇİLEN5. BÖLÜM - TESADÜF YOK6. BÖLÜM - KIRMIZI PENCERE7. BÖLÜM - KAN RENGİ8. BÖLÜM - BİR BAKIŞ9. BÖLÜM - BUZ PARÇASI10. BÖLÜM - PARTİ11. BÖLÜM - GEÇMİŞİN YÜKÜ12. BÖLÜM - UCUZ NUMARALAR13. BÖLÜM - İYİ OL14. BÖLÜM - TARAFSIZ15. BÖLÜM - GRİ16. BÖLÜM - NET CEVAP17. BÖLÜM - KIZIL HAVUZ18. BÖLÜM - GÜLÜMSE ADA19. BÖLÜM - EZİK20. BÖLÜM - DÖVÜŞ KULÜBÜ21. BÖLÜM - ZAAF22. BÖLÜM - ACININ ÇOCUĞU23. BÖLÜM - RİNG24. BÖLÜM - DOKUNMADIM SANA25. BÖLÜM - YENGE26. BÖLÜM - DANS ET27. BÖLÜM - UZAK DURUN28. BÖLÜM - SARIL BANA29. BÖLÜM - ABİ30. BÖLÜM - GERÇEK31. BÖLÜM - RESİM ATÖLYESİ32. BÖLÜM - ÇIĞLIK33. BÖLÜM - BENİM SAHNEM34. BÖLÜM - 12/D35. BÖLÜM - SADECE ARKADAŞ36. BÖLÜM - DELİSİN SEN37. BÖLÜM - EFSANE38. BÖLÜM - KARANLIK ADAMLAR39. BÖLÜM - ARKADAŞLARIM40. BÖLÜM - ÜÇ İSKENDER41. BÖLÜM - SIFIR42. BÖLÜM - TUZAK43. BÖLÜM - KÜL44. BÖLÜM - ADRES45. BÖLÜM - CD46. BÖLÜM - ÖNCE VE SONRA47. BÖLÜM - YUMRUK48. BÖLÜM - BUÇUK49. BÖLÜM - YARDIM EDİN50. BÖLÜM - NOT51. BÖLÜM - CAMİİ52. BÖLÜM - TOKAT53. BÖLÜM - YOYO54. BÖLÜM - ÇEKİ DÜZEN55. BÖLÜM - HAYATİ GÜVENCE56. BÖLÜM - YENİ DENGE57. BÖLÜM - GÜZELLİK58. BÖLÜM - RANCH SOS59. BÖLÜM - UFAKLIK60. BÖLÜM - FERYAT61. BÖLÜM - YARIŞ62. BÖLÜM - KAÇIŞ63. BÖLÜM - ÇILGIN ŞEY64. BÖLÜM - YENİ MEKAN65. BÖLÜM - KROKİ66. BÖLÜM - SEVGİLİ67. BÖLÜM - MARKET68. BÖLÜM - DAVET69. BÖLÜM - MİSAFİR70. BÖLÜM - YARA71. BÖLÜM - NORMAL72. BÖLÜM - HACKER73. BÖLÜM - İLK74. BÖLÜM - ANTRENMAN75. BÖLÜM - YILDIZ76. BÖLÜM - BUSE77. BÖLÜM - MORLUK78.BÖLÜM - PEÇETE79. BÖLÜM - İTİRAFFİNAL
Hikayeyi Paylaş
Loading...