46. Bölüm

46

tuğba fc
askilav

Gece ufak bir sinir boşalmasıyla ağladım. O kadar saçma bir şeydi ki bu, Rengin sürekli 'gözyaşlarına yazık salak, bu sefer silmeyeceğim o iğrenç suyu' diye başımda dönüp durdu. Ben de ağlayıp rahatladıktan sonra bir süre hareketsizce yatakta yattım, sonra da mutfakta Rengin'le gece kahvaltısı yapmıştık. Ağlamak acıktırmıştı biraz.

Ertesi gün okula gitmek istemesem de artık kampüste benim için görmeye değer daha çok şey olduğu için, yani Yiğit olduğu için, gidesim vardı. Konuşmak istemiyordum ama Yiğit beni kendine çekiyordu resmen.

Rengin sabahki dersine girmek için fakülteye gittiğinde ben de sabah kahvemi içmek üzere kafeye yöneldim hemen. Acıyan gözlerimi ovuşturup boş yer bakındım, saat erken olmasına rağmen içerisi kalabalık sayılırdı. Hatta kalabalığın içinde bir masayı Yiğit, İlter ve Oktay dolduruyordu. Dün ettiğimiz ufak kavgadan dolayı ufak bir soğuklukla yüzümü astım, ciddi bir şey değildi ama hemen barışmayacaktım onunla.

Arkalarında kalan boş masaya oturmak için hiç onlara bakmadan yanlarından geçmeye koyuldum. Fakat benim gitmeme izin vermeden Yiğit masadaki boş sandalyeyi ayağıyla hafifçe itip önüme doğru açtı. Olduğum yerde durup gülmemek için kendimi zor tuttum. Mahsustan büründüğüm ciddi ifadeyle gözlerimi ona çevirdim, tepkimi ölçmek ister gibi bakıyordu Yiğit de. "Hayırdır? Ne bu kabadayılık?"

"Kabadayılık mı? Kibarlık yaptım asıl, sen otur diye."

"Hiç de kibar bir hareket değildi."

Ellerini tişörtüne gelişigüzel sürüp ayağa kalktı. Ben ne yapacağını beklerken Yiğit yanıma geldi ve sandalyeyi elleriyle geriye çekti, sonra da oturmam üzere işaret etti. "Buyurun Hazal Hanım," dedi kinayeli bir sesle.

"Oturacağımı nereden çıkardın?"

"İstersin diye düşündüm."

Sandalyeyi onun elinden çekip masaya döndürdüm. Bu esnada sanki zafer kazanmış gibi gülümsemeye başlamıştı ama Yiğit'e bir nevi sırt çevirerek sadece Oktay ve İlter'i göreceğim şekilde oturdum sandalyeye. Bu aramızdaki ufak oyun nedense hoşuma gitmeye başlamıştı. Hatta dirseğimi masaya yaslayıp masanın ortasına doğru eğildim, bu sayede Yiğit'le diğerlerinin iletişimi de kesilmiş oldu sanki onu dışlamışız gibi. "Ee nasılsınız?"

"İyi, sen nasılsın?"

"Nasıl olmalıyım ki? Sıkıcı bir derse geldim ama maalesef dikkatimi vermem lazım." Final haftasındaki ilk sınavın dersiydi bu, hoca önemli şeyler söyleyeceğinden bahsetmişti grupta anlattıklarına göre.

İlter ve Oktay'ın bakışları arkama kayıp duruyordu. Ben de her yerini kapladığım masadan kalkıp ardıma döndüm ve Yiğit'e baktım. Ne yapıyordu bilmiyorum ama birden kendini toparladı. Ona uyarı mahiyetinde birkaç sert bakış attım. Sonra tekrar önüme dönmüştüm. "Bir de finalde kitabın tamamından sorumluymuşuz," derken az önceki sızlanmama devam ettim. Başım istemsizce elime düştü. Gece uyuyamayacaktım belli ki.

"Kitabın kaç sayfa, elli falan mı?" diye dalga geçti Oktay.

"Sen Hukuk okuduğun için küçümsedin mi beni şu an?"

"Yok sen üzülme diye gerçekleri hatırlattım sadece."

"Bir kere bu kitabım yüz sayfa," deyip düzelttim. Bende de alaylı bir gülüş vardı ama kızgın görünmeye çalışıyordum. İlter de sözüme gülerken ona kısa bir bakış atıp Oktay'a döndüm tekrar. "Ama vizeden düşük aldığım için üç kere okumam lazım, bu da üç yüz sayfa eder."

"Tek seferde anlaşılmıyor mu bu yüz sayfacık?"

"Normal öğrenciler için anlaşılabilir ama ben iki sayfada bir farklı düşüncelere daldığım için üç kere okuyup sağlamlaştıracağım."

"Sen tam olarak normal öğrencisin." İlter elini kaldırıp uzattı, gurur duyuyor gibi bakıyordu. Onun eline vurup kendimi tebrik ederken güldüm.

Oktay bu düşüncemize karşı çıktı hemen. "Normal öğrenci dediğin anlamadığı yerde kitabı kenara bırakıp başlarım sınavına der ve konu kapanır arkadaşlar."

"Senin tuzun kuru tabi," deyip Oktay'ı omzundan kavradığı gibi sarstı İlter. "Okul bitince işin hazır, biz gariban çocuklar olarak o lüksü elde edemedik henüz."

"Ganom bir yitmiş bir kanka, okul bitmiyor yani." Bunu o kadar rahatça ifade etmişti ki. Kaşlarım çatıldı ve "Ne?" diye yükseldim birden. "Benim boyum bile bir yetmiş birden fazla!"

İlter "Enayi," diye mırıldandıktan sonra gözlerini devirmişti Oktay'a. "Cidden o kadar düşük mü?"

"Valla nasıl gerçekleşti bilmiyorum ama nasipte varmış deyip geçiyorum."

"Oğlum sen mal mısın?"

"Sorgulama şimdi oraları İlter..."

Başımı onaylamaz halde iki yana salladım. Ben de kendimi tembel sanırdım ama ortalamam üçün altına düşse hemen bir telaş sarardı her yanımı ama Oktay benden de beter haldeydi. Çantamı kendime çekip ayaklandım. "Ben gidiyorum, akademik krize soktu bu çocuk beni, dersten önce kütüphanede çalışacağım biraz."

O sırada arkada mahzun halde oturup bizi dinleyen Yiğit'i gördüm. Onu biraz unutmuştuk ama pek alınmış gibi durmuyordu. Bakışlarımız birbirine değdiğinde gülümseyecek oldu. "Gidiyorum," dedim daha da bastırarak. Sonuçta daha barışmamıştık.

Yiğit de montunu arkasına astığı yerden çekiştirdi ve İlter'le Oktay'a selam verdi. "Hazal beni çağırıyor, hadi size eyvallah."

Önüme dönüp onu beklemeden ilerlemeye başladım. Arkamdan geldiğine emindim, kafeden çıktığımda "Hazal!" diye seslenmişti ama dönüp bakmadım. "Hazal, kızım bi' dur ya!"

Kütüphane hemen karşıdaydı neyse ki. Ağır kapıyı itip içeri girdiğimde Yiğit'in de sesi kesilmiş oldu. Kartımı okutup artık normal hızda merdivenleri çıkmaya başladım. Başımı usulca geriye çevirdiğimde Yiğit de avına yaklaşır gibi yavaşça peşimden geliyordu. Ders kitaplarının olduğu bölüme geçip sınavımla alakalı kitabın olduğu kısmı buldum, zaten sıklıkla geldiğim için artık ezberimdeydi neredeyse tüm kitaplar.

Sorumlu olduğum kitap aslında evde vardı ama yanımda getirmediğim için mecburen kütüphanedekini kullanacaktım. İsimleri kontrol ede ede rafları ilerledim. Birkaç kişinin daha olduğu dar aralıkta Yiğit sessizce yanıma yaklaşıp "Hala barışmadık mı?" diye fısıldadı.

Ona ters bir bakış attım. "Meşgulüm, ders çalışacağım."

"Barışmaya vaktin yok mu yani?"

"Yok."

Aradığım kitabı bulmuştum, çekip alacakken Yiğit benden önce davrandı ve kitabı kendine çekti. Kapağına göz atarken kollarımı önümde birleştirip ona yorgun bir bakış attım. Alanı değildi, anlayacak mıydı acaba? Sayfalara hızlıca göz atıp "İki dakikada okurum bunu," dedi rahatça. "Sana not çıkartayım."

Tamam, belki bu biraz ilgimi çekmiş ve hoşuma gitmiş olabilirdi o an ama yine de "Ne anlayacaksın ki?" diye sordum.

"Anlamayacak ne var? Çevirinin tarihçesi değil mi bu?"

Bozularak kaşlarımı çattım. Gerçekten de hemen anlamıştı. "Nasıl anladın ya? İki saniye göz attın sadece!" diye kısık bir sesle çıkıştım Yiğit'e.

Gururlu bir ifade belirdi yüzünde, kitaplarla haşır neşir olduğu için bunu bir an normal görecektim ki gözlerim kitabın kapağına değdi. Açık açık 'Çeviri Tarihi' yazdığını görünce isminden yola çıkıp bana anlamış gibi davrandığını fark ettim. "Kandırıyorsun beni... Yazıyormuş ya burada!"

Yiğit de hilesini fark etmeme karşın biraz bozuldu ve kitabı aceleyle ters çevirip benden gizledi. Artık biraz yumuşamaya başlayan halimle gözlerimi devirdim ama dudaklarımda ufacık bir gülümseme belirmişti. Bir nefes bırakıp "Ders çalışma kısmına geçelim," dedim. Kitabı ödünç alıp çıktığımızda Yiğit kolumu tuttu ve beni durdurdu. "Gerçekten ders mi çalışacaksın Hazal?"

Sanki onu göz ardı etmeme karşın artık alınıyor gibiydi. Başımı omzuma doğru yatırdım konuşmadan önce. "Sesli çalışma alanına gidiyorum."

"O niye?"

Anlamamıştı galiba. "Konuşmak için Yiğit, başka niye olacak?"

Bir an söylediklerimden sonra rahatladı. Bu ufak küslüğün onda oluşturduğu endişe ve telaş hoşuma gitmişti, yine gülümserken bu sefer ben eline uzandım ve onu peşimden çekiştirdim.

Gürültülü alana geldiğimizde boş yer bulmak zor oldu benim için, neredeyse çoğu yer dolu görünüyordu. Ben etrafıma bakınırken Yiğit elimi daha sıkı kavrayıp "Gel," diyerek bir yere çekiştirdi. Oturduğumuz yerde bir çocuk maç izliyordu ama bunu sorun etmedim çünkü ben de sadece ders çalışmak için buraya gelmek istememiştim.

Kitabı ortamıza bıraktığında gözlerimi durgunca Yiğit'in üstünde gezdirdim. Onun bana karşı davranışlarını yanlış anlamlandırıyor olmaktan korkuyordum ama dün geceki sessizliği de bunun tam tersini düşündürüyordu. Benimle ne yapmak istiyordu? Ya da benden ne istiyordu?

"Dün akşam..." deyip söze başladı usulca. Yanımızda bir başkası maçın heyecanıyla yerinde "Hadi oğlum!" diye yükselirken bu konuşmayı yapacak olmamız komik olsa da aldırış etmedim ve kendimi sadece Yiğit'e odaklamaya çalıştım. "...seni kırmış ya da kızdırmış olabileceğimi hiç düşünemedim Hazal."

"Tam olarak kızdım ya da kırıldım diyemem ama ortaya karışık bir şeyler hissettim sanırım."

"Özür dilerim," dedikten sonra yavaşça elime uzandı ve parmaklarımı kavradı. Eğer Yiğit her arkadaşının elini tutup gözlerinin içine böyle anlamlı bakıyorsa benim arkadaşlık algımı acilen gözden geçirmem gerekiyordu. "Sadece, o an neden öyle davrandım bilmiyorum."

Bilmelisin ama diye sızlanmak istedim ona... Sadece cesaret edemedim işte. "Selman'dan pek haz etmediğini biliyorum-..."

"Kesinlikle sevmiyorum," dedi net biçimde, yüzünde soğuk bir ifade belirmişti.

"Tamam, ben de bazı şeylerden dolayı ona eskisi kadar yakın hissetmiyorum-..."

Tekrar sözümü kesti Yiğit. "Vardı yani yakınlık?"

"Akın bana böyle kötülük etmeden önce en azından Selman'ı daha iyi anıyordum diyeyim, yakınlıktan kastım bunu."

Bu açıklamamdan da hoşlanmamıştı sanki. "Ya ne yapabilirim?" diye çıkıştım. "Bana herhangi bir kötülüğü olmamıştı, durup dururken nefret edecek halim yok ya."

"Tamam, demedim bir şey."

"Şimdi işler değişti ama... Akın'la beraber Selman da değişti ve artık daha uzağım ona." Ne diyeceğimi bilemeyerek boştaki elimle saçımı kulağımın arkasına ittim. "Ama buna rağmen orada bir şey konuştuğumuzu bilerek senin yanımıza gelmene de kızdım."

"Bilmiyordum ki çocuğun sana..." Gözlerini cama çevirip birkaç saniye dışarıya baktı. O sırada sessizce "...açılacağını," diye mırıldanmıştı. Bunu fazlasıyla hoşnutsuz söylemişti.

Yorgun bir nefes verip "Tamam ama..." dedim. Bir de şu kavga esnasında suspus olma mevzusu vardı, o da kafamı kurcalıyordu.

"Hazal, gerçekten özür dilerim," diye muhtaç halde konuştu Yiğit. "Dün akşam ne halt ettiysem hepsi için özür dilerim ama bak cidden bana uzak olduğunu bilmek canımı sıkıyor, her şeyi unutup barışalım hadi."

"Ya sen bensiz yapamıyor musun?"

"Akşam deniz kenarı tek başıma hiç çekilmiyor gerçekten, biraz kitap okuyayım dedim tat tuz alamadım."

"Gidiyor musun hala?"

"Sen silip atmış olabilirsin belki ama orası hala bizim yerimiz Hazal."

Yüzümde ufak bir tebessüm belirdi yine. O sırada yanımızdaki çocuk neredeyse salondaki gürültüyü bastıracak kadar "Gol!" diye bağırmıştı.

Arka masada oturup ödev yapan bir grup vardı. Maç izleyen çocuğa ters bakışlar atıp "Abartma sen de!" diye uyardılar. Çocuk gözlerini ekrandan hiç ayırmadan "Ne yapabilirim bir tek burada internet var," dedi.

Onların sohbetine kayan ilgimi tekrardan Yiğit'e çevirdim. Gözleri bendeydi, benim yan tarafa baktığım gibi o hiç dönüp de bakmamıştı. Bir an yoğun bakışlarıyla karşılaşmak irkilmeme sebep olduğunda "Ay..." diye mırıldandım. Ansızın çıkmıştı bu anlamsız şey dudaklarımdan.

Yiğit de aptallığıma gülüp "Affettin mi beni?" dedi.

Başka çarem yokmuş gibi hissediyordum, bu çılgınca çoğalan duyguları nasıl öteleyebilir ve küs kalmaya devam edebilirdim ki? "Belki, biraz," deyip istemeden nazlandım yine. Hiç de sevmezdim böyle şeyleri... Nasıl oluyor da hoşlanmadığım hale dönüşüyordum ki ben? Hepsi Yiğit Kızıldağ etkisiydi. Neyse ki bu tavrımı garipsemedi ve hala aynı hoş tebessümüyle bana bakmaya devam etti. Dışarıdan kendisini benim gözümle görseydi kesinlikle böyle davranmazdı çünkü yakışıklı suratına yakışan bu gülüşü çabucak herkesin kalbini çalabilirdi.

Ve büyük bir yıkıma doğru gidiyor gibi hissediyordum kendimi. Şimdi ilişkisi daha yeni bitti, güveni zedelendi diye avunabilsem de bunun nereye kadar süreceğini bilememek bir iğne deliği kadar da olsa sızı bırakıyordu içimde. Yalnızca her şeyin daha kötüye gitmemesini dilemekten başka çarem yoktu şu anlık.3

-

Bölüm : 04.01.2025 23:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...