
Merhabaa 💘 eğer fark etmediyseniz 32.bölümü atlamayın lütfen, ikisini beraber yükledim 💌
*
O soğuk yüzleşmeden sonra odama geçmek yerine tekrar toplantı odasına çıktım, içerisi bu sefer karanlık ve boştu; fakat ben bir ışık yakıp elimizdeki tüm dosyaları birer birer masaya yaydığımda içerisi vicdanımla benzer bir kıvam kazandı.
Önümdeki dosyaları bir bir aralayıp geçmişten bu yana yaşadığımız her şeyi, belki de tuhaf bir hırsa kapılıp sıraya koymaya çalıştım; masanın tamamı dolmuştu, odayı aydınlatmak için tek bir ışık açtığımdan dolayı bazı görüntüler loş olsa da görmekte zorluk çekmiyordum neyse ki.
En başta Uygar'ın abisinin otopsi raporları vardı, onu istihbarata getiren şey zaten intikam almaktı; ancak daha sonra şahsi öçlerini göreve bulaştırmaması gerektiğini söyledikleri için vazgeçmişti bundan, daha doğrusu vazgeçmek zorunda kalmıştı. "Bir daha bahsetmedi abisinden," dedim mırıltıyla, düşününce ne kadar acıydı, onu kaybettiği için ortalığı ayağa kaldırması gerekirken duygusal olarak yanıltılmış ve tüm acısını içine gömmüştü.
Hemen sonra kronolojiyi devam ettirdim, kaçmalar ve kaçırılmalar derken ihanet sarmalının içine karışmayan kimse kalmamıştı neredeyse. Mürsel zaten tutuklanarak saf dışı bırakılmıştı, Ahmet için de Reha ve Tekin görevlendirilmişti, dış-arşive gidince deliller inceleneceği için Belçin ve Attaf köyü doğrultusunda da operasyon yavaş yavaş şekil alacaktı.
Fakat dosyaların arasında açığa çıkmayan bir şey vardı henüz.
Uygar, Sarraf maskesiyle odama gelip beni yanına çağırdığında ve ben de sorularıma cevap bulmak amacıyla yanına gittiğimde bana bir ses kaydı dinletmişti; o gece odama gelen kiralık katili tutan adamın sesiydi o, zaten hemen sonra da aynı adamın mobese görüntülerini izlemiştik.
Tekerlekli sandalye, boyunluk, rüzgârın altında kıpırdanan peruk ve altından yansıyan saçsız baş...
O sırada o adamın Kadir Öncel olmamasının imkânı yoktu, biz her ne kadar ismini bilmesek bile gördüğümüzde kolaylıkla tanımıştık; bir operasyon sırasında Uygar'ın kurşununun saplandığı ense, yıllar sonra karşımıza ancak bu şekilde çıkabilirdi zaten... O videodaki adam Kadir olmayacaktı da, başka kim olacaktı?
Ne var ki ölüm raporları ve mezar kayıtları Kadir'in o kurşundan sonra öldüğünü ispatlıyordu. Belçin sırf yakalanmamak için kocasının ölümünü bile çarpıtıp istihbarattan saklasa bile Revan başkan durumu teyit ettirmişti ve bu tekerlekli sandalyedeki adam, söz konusu ses kaydında hayatıma yön vermeye çalışan adam aslında bir başkasıydı.
"Bunu en baştan yapmalıydık," derken yüzüm keyifsizce buruştu, toplantı masasının arkasındaki duvara bitişik masaya geçip ses analizi yapmak üzere kullanacağım sistemi ayarladım. Videodan hiçbir şey çıkmamış olması ses kaydının işe yaramayacağı anlamına gelmiyordu fakat biz o sırada aceleci ve peşin hükümlü davrandığımız için bu adımları atlamıştık biraz.
Dış-arşive gidene kadar vaktimi alacak olsa bile hızla saati kontrol ettim, akşam ona yaklaşıyordu. "Yetişirim," diye mırıldandım kendi kendime, bitmese bile aşağı inmeye mecalim yoktu; yapabildiğim kadarıyla uğraşıp en azından kendimi inandırsam yeterdi bana.
Ama analiz beklediğimden daha uzun sürdü, arka sesi temizleyip şüpheli adamın sesini kimliklendirmek için uğraşırken saatlerimi harcadığımın farkında değildim; buna rağmen kimse arşive gitmekle ilgili çağrıda bulunmadığı için merakım da artıyordu, ya beni unuttularsa, diyordu içimden bir ses; artık göreve çağrılmayacak kadar silindiysem... ne yaparım?
Saat sabah dörde yaklaşıyordu artık, bir yandan da gözlerim acıyordu.
"Şükürler olsun bitti," diye mırıldandım yüzümü ovalayıp analizden çıkan bulguları kâğıda not almaya devam ederken; bu uğraştığıma pişman olacağım bir oyalanma değildi, ufak bir adım da olsa büyük bir adım da, yanlış kişiye güvenmiş olmanın sorumluluğu bir şekilde kalkacaktı üstümden. "Benim güvenim silah değil," derken sesim inatçı bir çocuk gibi çıkmıştı, öksürüp de hiç düzeltmedim. "...kimseyi yaralamayacak."
Not almayı bitirdiğim kâğıdı hafifçe ileri ittim, belki de arşive çağırılana kadar biraz dinlenmek bana iyi gelecekti; en azından yorgun görünmezsem insanları başarılı olup olmayacağımla ilgili şüpheye düşürmezdim, zaten izlenimimi korumak da eskiden çok inandığım görev bilincinin tanımı arasındaydı.
Uyku öncesi anları, önceden beni uykuya dalmaktan daha çok dinlendirirdi; kimi zaman Uygar'la gün sonu kritiğini yapmaya dalıp uyumayı unuttuğumuz için, kimi zaman da onun yanındayken onunla ilgili hayaller kurduğum için... Bazen çok daha fazla hayal kurabilmek için kendimi uykudan kaçırdığım olurdu, düşlerimin rüyalarımda devam etmesi için yalvarırdım.
Ben çok değil, sadece birkaç yıl önce, zamanı kaçırmamak için uykudan bile kaçmayı öğrenmiştim.
Şimdiyse gözlerimi kapattığımda felaket senaryoları düşünmekten, ürkünç şeyler düşünüp sonra sürekli hayatımın sonuyla ilgili kabuslar görmekten yorulduğum için ne uykuya hasrettim ne de yaşadığım hayata.
Fakat toplantı odasının kapısının birden kırılacak gibi açılmasıyla daha dalmayı başaramadığım uykum paramparça dağıldı, masaya yasladığım bedenimi kaldırıp geriye döndüm; ve en az benim kadar yorgun görünen Uygar'la karşılaştım, dağılmış mıydı o? "Ne oluyor?"
Arkasından kapı tekrar açıldı, bu sefer "Uygar, yapma," diyerek Sevtap girmeye çalışmıştı, ama Uygar buna müsaade etmeden son anda kapıyı tutarak onu engelledi. "Uzak dur," derken sesi itiraz istemez gibi netti. "Konuşacağım sadece."
Sandalyeyi geri itip ayaklandım, Sevtap'ı bu denli dehşete düşüren şeyin ne olabileceğini tahmin etsem bile, zaten onca zamandır sesi çıkmayan Uygar'ın gecenin ortasında ortalığı ayağa kaldırmayacağını bildiğim için, tahminlerimde ısrarcı değildim. "Bir şey söyler misiniz artık? Uygar? Ne oldu?"
Uygar hala "Çıkar mısın şuradan?" diyerek kendisini engellemeye çalışan Sevtap'a rağmen kapıyı çarparak öttü ve bakışları bende olmasına rağmen rahatça kilidi çevirdi, geride Sevtap'ın kapıya vuran avuçları ve boğuk sesi kalmıştı. "Uygar!"
Hemen sonra bir başkası mâni oldu Sevtap'a, sesinden Diren olduğuyla ilgili ufak bir çıkarım yaptım. "Gel buraya, tamam, bırak..." diyordu.
Az önce sergilediği hiddete rağmen Uygar sükunetini o kadar atik sağlıyordu ne zaman ne yapacağı hakkında hiçbir fikir yürütemiyordum. Tıpkı şimdiki gibi. "Neler oluyor, sen açıkla?" dedi gayet tekdüze bir sesle.
"Neyi açıklayacağım?"
"Ne kavgası döndü aşağıda?" derken kaşlarıyla zemini işaret etmişti.
Bakışlarım bir süre üstünde kaldı, zaten biliyor muydu yoksa habersiz mi çıkmıştı karşıma? Yine de her ihtimale karşı bilmezden geldim. "Ne kavgası dönmüş?"
Uygar keyifsizce dudaklarını iki yana kıvırınca düzgün dişleri ortaya çıkmıştı, gözlerim oraya kaysa da kendimi çabucak toparlayıp masanın ardından tavırlarını seyretmeye devam ettim; ellerini yumruk yapmamıştı ama parmakları rahat da görünmüyordu, kasıyordu sanki kendisini. "Yakut, bana aptal muamelesi yapma." Sözleri arasında duraksadı. "Birkaç saat önce, aşağıda Sevtap'la neden tartıştınız?"
Saatler sonra durduk yere öfkeleneceği şekilde kim söylemiş olabilirdi ona bunu? Kaşlarım daha çok çatıldı, içimde açıklamak üzere hiçbir istek yoktu. Biliyorum, gerçekleri söylersem o da kapılacaktı kabahatimin büyüsüne. "Tartışmadık," diyerek inkâr etmeye devam ettim, ayrıca bir çocuk gibi ispiyoncu davranmaktan da korkuyordum, bir şeylerle baş edebilme sebebim her zaman Uygar olamazdı. Beni her zaman o ayakta tutamazdı, bu zamana kadar gereğinden fazla yüklenmiştim zaten. Ben bunu biraz zamanla anladım, kendimi çekip çıkarmazsam kimse alamayacak beni bu ateş çemberinden. Yanmak istemiyorum.
Uygar elini kaldırdı ve işaret parmağını ufaktan bana doğrulttu, masanın ardından ağır ağır yanıma yürüdükçe ben de geri gidiyordum; tutumunda kesin bir tehdit olmasa bile uyarısı ondan uzaklaşmam için yeterliydi. "Ben sana tartıştınız mı tartışmadınız mı diye sormadım, neden tartıştınız dedim."
"Ama tartışmadık."
"Yakut..."
"Efendim?"
Kaşlarını havaya kaldırışı loş odaya rağmen belirgindi, birkaç defa derin nefesler verdi. "Beni aptal yerine koyma bak-"
"Öyle bir şey yapmıyorum."
"O bağırışlarının sebebini açıklamadan bu odadan çıkarmam seni."
Elim tekinsiz bir durumda olduğumu bilircesine masaya dokunduğunda tepkilerimi benden daha iyi tanıdığı için Uygar da gözlerini o yana kaydırmıştı. "Sevtap'a sorabilirsin," derken aslında böyle bir şey yapmasını istemiyordum ama bana sorunca da açıklayasım gelmiyordu. Açık açık itiraf mı etmeliydim, beni bir hainin dolaylı ortağı görüyorlar diye? Düşünmek bile canımı yakarken diyemezdim.
"Ben kime sormam gerektiğini bilirim."
"Tabi, sen bilirsin."
Uygar yeşil harelerini iki yana hareket ettirdi, suratımı takip ediyordu ve sabah yaşadığım yoğun duygulardan sonra düştüğüm bu hissizlik onu gitgide daha sabırsız hale getiriyor gibiydi. "Ben bilirim tabi," dedi tekrar, neredeyse beni güldürecek bir rekabetle.
Bazen böyle söylediğinde benimle yarıştığını hissediyordum, bazen de ona güvenmediğim zamanların intikamını aldığını... Ama her halükârda bu sözleri bana yakın hissettiriyordu çünkü Uygar hiçbir zaman kırılmaz duvarlardan ibaret olmamıştı, onda en çok sevdiğim şey gerçekçi duygularıydı.
"Ama bende de bir cevap yok işte."
Sözlerimden sonra Uygar'ın üstüme gelmek için adımladığı odada aramızdaki mesafe biraz daha azaldı. "Hala beni aptal yerine koyuyorsun," demişti hiddetin gölgelediği, hırıltılı bir sesle.
"Hayır-"
Başını hafifçe omzuna yatırdığında bakışlarımı kaçırıp başka bir yere baktım. "Niye koruyorsun onu?" sorusu fazla merhamet barındırıyordu, ama yine de açık bir cevap verebilecek kadar cesur değildim.
"Kimseyi korumuyorum."
Uygar başını eğdiği yerde kaşlarını da havaya kaldırdı. "Sana Belçin'le ilgili bir şeyler mi söyledi yoksa?"
Dudaklarımı örttüğüm an sıcak bir nefes tenimi yakar gibi burnumdan ayrıldı, bu tepkim Uygar'ın durumu kabullenir gibi başını aşağı yukarı sallamasına sebep olmuştu. "Anladım ben anlayacağımı," derken toplantı odasının çıkışına yöneliyordu ki kolundan tuttum hemen. "Ne yapıyorsun sen?" dedim artık kızarcasına. "Neyi anladın? Ben sana bir cevap vermeden nereye gidiyorsun?"
"Az önce Sevtap'a sorabilir misin dememiş miydin?"
"Dedim!"
"O zaman?"
"Şimdi ona sormandan da vazgeçtim, bu bizim aramızda olan bir şey!" Onu kolundan tutuşuma daha fazla direnmedi ve bana geri döndü. "Her şeyi sana açıklamak zorunda mıyım ben? Benim başka insanlarla aramda bir şey geçemez mi, hemen gelip sana yetiştirmek zorunda mıyım? Çocuk muyum da gelip ağlayacağım burada?"
"Bana bağırdığın kadar Sevtap'a niye bağırmıyor musun kızım sen?" Onu tuttuğum elimi bileğinden kavrayıp yormayacak kadar sarstı beni, bu esnada üstüme eğilmek istediğinde belim masaya değmişti, bir elimi istemsizce geriye yaslayıp tutundum. Düşmeyecektim biliyorum, ama Uygar'a dokunmakla masa arasında seçim yapmak zorundaydım o an. "Niye susuyorsun?"
"Bağırmamı gerektirecek bir durum yoktu çünkü!"
Yine inanmaz şekilde kaşlarını çattı Uygar, sesi de ufaktan alaya büründü. "Hadi ya, öyle mi?"
"Öyle." Başımı biraz dikleştirip iyice yaklaştım yüzüne, başka türlü anlamayacaktı, ya da ben çok istemiştim bu kadar yakın olmayı. "Kimseye bana bağırdığı için kızmıyorum, iyice düşünüp sebeplerini anlayabilecek olgunluktayım, peki sen niye bu kadar öfkeleniyorsun?"
"Yanında olmadığım ilk an işittiğin azarların haberlerini mi alayım Yakut, bunu mu istiyorsun?"
"Kimseden azar işitmedim ben!"
"Bak," dedi yine gözleriyle halimi işaret ederek. "Bana tuttuğun şu kafayı bir başkasına tutmuyorsun hiç, düşmanın mıyım Yakut ben senin? Niye başkalarına gösterdiğin anlayış bana gelince yok oluyor? Yoksa diğerlerine gösterdiğin şey anlayış mı değil?"
"Ne?"
"Daha saçma bir şey senin yaptığın," dedi kırılgan bir tonda. "Anlayış falan değil, zaten olsa sikerim ben böyle anlayışı," dediğinde ise kırık sesinin üstünü çabuk örtmüştü. "Sende çoksa bana niye yok o anlayıştan?"
"Herkese aynı davranıyorum," diye direttim, aslında haklıydı, Sevtap'a daha çok engel olabilirdim çünkü onun yaptığının akıl alır tarafı yoktu. Aynı yerde görevdeydik ve o taze bir günahın suçunu bana yüklüyordu aradan çok zaman geçmediği halde. Bunu yapmak demek, başkanın beni hala ekipte tutma kararını da sorgulamak demekti.
"Sevtap'ı savunuyorsun bana!"
"Arkadaşın o senin, niye böyle söylüyorsun?"
"Arkadaşım diye yanlışı olduğunda sesimi çıkarmayacak mıyım?" Hesap sorar gibi bir süre yüzüme baktı Uygar. "Ayrıca hiçbir şey yapmadım bile," derken kendini aklamaya çalışıyordu. "İnsanların içinde rencide mi ettim, kalbini mi kırdım ne yaptım? Çıkıp insan gibi sordum neden bağırıyorsun diye, onu da yapamayacak mıyım?" Dilini yavaşça dudaklarına değdirdi, ona baktığım ve sözlerini dinlediğim her an kalbim sıkışıyordu... Bunun iyiyle kötü arasında bir seviyesi vardı, kötülüğü iyiliğini ve iyiliği de kötülüğünü besliyordu. Tam da bu yüzden ona olan sevgim sınıflandırmak için hiç müsait değildi, bu çok daha tarifsiz bir şeydi. "Yaptığı yanlışsa sen de çıkıp yanlış diyeceksin Yakut! Ağzını açıp 'bana bağırma' diyeceksin, çok mu zor bunu söylemek? Ama sen gelmiş marifet gibi bana onu korumaya çalışıyorsun!"
Gözlerini kapattı ve başını yan tarafa çevirerek bir süre öylece bekledi, onun kendini sakinleştirmeye çalışan haline bakarken olduğum yere sinip sessizliğe gömüldüm. Hayatımda hiç böyle bir şey yapmamıştım, haliyle bana bağırdığı halde Sevtap'ı savunmam biraz tuhaf görünüyordu; ancak tam tersini yaptığım vakit sanki insanlar daha büyük bir açığımı bulup yüzüme çarpacaklarmış gibi hissediyorum, ki bunu Sevtap yapmıştı, o gece Uygar'ın yanına gittiğimde gerçekleri Sevtap'tan saklamıştım ve o bunun hesabını sormuştu az önce.
"Madem çok anlayışlısın," derken yine aynı sızlanmayla geri döndü Uygar, pek sakinleşmiş görünmüyordu. "Sabah sana söylediklerimden sonra bana niye kızdın?"
"Kızmadım ki..."
"Allah aşkına yapma şunu, yapma, koyma beni aptal yerine!" Sesi gitgide yükseliyordu. "Sabah ben de konuştum sana aynı konu hakkında, sen de bana kızdın!" İki parmağının tersini kalbimin olduğu yere dokundurdu dikkat çekmek istercesine. Bakışları bazen durgunlaşıyor bazen hoyrat duygulara boğuluyordu, sakinlik ve dehşet ifadesi sıra sıra uğruyordu yüzüne. "Kızabiliyorsun çünkü."
"Hiçbir şey yapmıyorum ben!" diye yükselirken sesim az sonra ağlayacak gibi kırık bir tonda çıkmıştı.
Bunu fark eden Uygar daha çok üstüme geldi. "Bir şeyler yap o zaman Yakut, bir şeyler yap artık! Beni senden uzak bir yerde sana gelen o sözleri duymak zorunda bırakma!"
Çaresizlik içinde yutkundum, hararetli halim de hızla durulmuştu. "Sen... Yoksa gerçekten duydun mu hepsini?" diye korkuyla mırıldandım.
"Duymadım ama hepsinden haberim var."
"O zaman niye bana soruyorsun?"
"Belki kendin açıklamak istersin diye bekledim."
"Madem haberin var, bana niye soruyorsun dedim sana!" Ellerimi kaldırıp dayanılmaz bir sinirle onu geri ittirdim, Uygar ellerimi tutup bana engel olmak istedi ama bir daha ittirmiştim. İki masa arasında olduğumuz için uzaklaşacak fazla yeri yoktu, bu yüzden iki adımla geri gittiğinde hemen durmak zorunda kaldı. "Cevap ver, madem insanların hakkımda düşündüklerini biliyorsun niye bir daha aynı şeylerle yüzleşmek için zorluyorsun beni aptal!"
"Bana bağırdığının birazını-"
"Aynı şeyi tekrar edip durma bana!" Çatlayan bir sesle onu göğsünden bir daha ittim, uzaklaşmak için hareket ederken bedenini yan çevirmişti ve benim darbem de sert bir şekilde koluna isabet etti. Uygar'ın hafiften yüzünü buruşturduğunu fark etsem de durmamla ilgili hiçbir şey söylememişti. "Sana bağırırım tabi!" Elimi kaldırıp çok da acıtmamasını umduğum bir yumruk geçirdim az önceki gibi, fakat elim yine sert kaçtı. "Sana darılırım, sana gücenirim, sana kırılırım, bir tek sana çıkıyor sesim o da bu kadar işte... Bu kadar!"
Uygar kırık bir sesle mırıldandı, dişlerini sıkıyordu. "Herkese belli edeceksin içindekileri..."
"Bana en başta sus diyen sendin." Hissettiğim acıdan dolayı dudaklarım titredi, durduğum yerde hızla nefes alıp verirken üst dudağımı ısırıp yutkunmaya çalıştım. Sürekli boğazıma bir şeyler oturuyordu ve bu durum konuşmamı engelliyordu. "Ne olursa olsun umut etme diyen sendin."
"Sanki her zaman çok dinliyormuşsun gibi beni mi dinleyesin tuttu şimdi?"
"Seni dinleyesim tuttu tabi aptal, başka..." dedikten sonra duraksayıp bir kez daha vurdum koluna. "...kimi-" Sorumu tamamlamak yerine arada duraksayarak aynı yere bir yumruk daha geçirdim. "...dinleyebilirim?"
Başını yana yatırdı ve bu saçma tartışmamıza karşın öfkeyle kaşlarını çattı. "Bana şu yaptığını niye az önce-"
Dayanamayarak bir daha bağırdım, sanki Sevtap'a karşı suskunluğumun hıncı çıkıyordu içimden. "Hala aynı yerde misin sen?"
Uygar da suratındaki öfkeyi hiç silmeden "Aynı yerdeyim tabi!" diye haykırdı. "Başka bir şey düşünmeye fırsat mı bırakıyorsun adamda?"
"Düşün, sana hayat güzel sonuçta düşünemeyeceğin şey mi var?" Böyle aptalca çıkışlarda bulunduğum için içimden bir ses çok yanlış yaptığımı söylüyordu sürekli.
Sözlerime hayret ederek kaşlarını havaya kaldırdı Uygar. "Bana mı güzel hayat?"
"Evet sana güzel, bana mı olacaktı?"
"Yakut... Saçma sapan yarışlara girme benimle."
Hoşnutsuz dile getirdiği sözlerden sonra, aynı yarışa onun da girdiğini bilerek yine koluna bir yumruk attım. "Asıl sen yapıyorsun onu!"
"Nerede yapmışım?"
"Ben sana gayet normal bir şekilde sen bilirsin dediğimde 'ben bilirim tabi' diye kabarıyordun ya az önce!"
"Tamam doğru söylemişim."
Umursamaz tavrından sonra Uygar'ın üstüne asabi bir adım atacaktım ki iki kolumu birden tutup bana engel oldu, ilk an sardığı parmaklarını saniyeler içinde hareket ettirip daha çok bastırırken tutuşu pek de can yakıcı değildi sadece üstüne gelmeyeceğimden emin olmak istemişti sanırım.
Kaşlarını iyice çattı, dişlerini de birbirine bastırdığı hareket eden çenesinden belliydi. "Niye tutuyorsun?" diye mırıldandım bastırmaya çalıştığım hararetimle. "İçinde tutma, kendini savun demiyor muydun az önce şimdi niye tutuyorsun beni?"
"Ben sana, bana karşı mı savun dedim?"
Beni konuştuktan hemen sonra derin pişmanlıkla boğacak bir çocuksulukla karşılık verdim Uygar'ın sözlerine. "Niye, senin bir ayrıcalığın mı var?"
"Olması lazımdı ama..." Uygar hafifçe yutkununca gözlerimin önünde ademelması kıpırdandı birden, en az boynu kadar gözlerinde de yoğun bir devinim vardı; yeşil hareleri sürekli yüzümde kıpırdanırken hızlı hızlı nefesler alıp verdim. Neyden bahsettiğini anlamak güçleşiyordu... Daha şimdi bahsettiği ayrıcalık, ona yaşattıklarımın bedeli miydi yoksa yaşadığımız güzel yılların hatırı mı? Anlamak zorlaşınca gözlerimi kaçırıp bir kez daha kıvrandım tutuşu arasında, biraz daha üstelesem kendimi kurtarırdım ama ben de biraz göze alıyorum ya onunla aramdaki savaşları, işte bundan dolayı fazla uzatmadan çabamı sona erdirdim... Kurtulmak istemedim.
"Seni anlamıyorum," dedim açık yüreklilikle, omuzlarım hafiften düştü, ikimiz de hızlı nefesler alıp verdiğimiz için göğüslerimiz çarpışabilecek kadar yakın konuma gelmişti zamanla. "Bana daha önce boşuna çabalamamı söyledin, sabah bile konuşurken kestirip atıyordun... Şimdi de Sevtap'a bağırmadığım için, kendimi savunmadığım için kızıyorsun." Devamını fısıltıyla dile getirdim. "Ne istiyorsun sen, ben gerçekten anlamıyorum artık."
Uygar bir süre sessizce bekledi, sanki yaptığı şeylerin yeni yeni farkına varıyormuş hatta bir uykudan uyanıyormuş gibiydi görünen hali. Kollarımı bırakmak yerine hafifçe kavradığı yerde başparmağını usul usul gezdirirken bir süre dudaklarını aralık tutarak konuşmak için bekledi. "Susmanı mı isteyeyim senden?"
"Susmuyorum zaten." Ben sadece çığlıklarımın kelimelerle sınırlı kalmasını istemiyorum, bu kim olduğumu kanıtlamaya yetmeyecek ki.
"Öyle görünmüyor Yakut..." Kıpırtılı gözlerini, ben hala masaya yaslı halde beklerken yüzümün her tarafında gezdirdi; bu onun zaafından kaynaklı değildi, bana karşı kendini tuttuğunun bir göstergesiydi sadece. Eskisi kadar zayıf düşemez, eskisi kadar birbirimize kapılamazdık.
Alınlarımız, burunlarımız birbirine değmesin diye başımı geri çekmek ama yine de ona ulaşmak için çırpınırken sürekli gözlerimi kaçırır haldeydim; biliyordu, taşıdığım şüpheleri o da çok iyi biliyordu. "Çekilir misin üstümden?" dedim en sonunda.
Havada asılı kalan bileklerimi ondan kurtarmak için geri çekmek istediğimde Uygar da sanki yanlış bir şeye dokunduğunu fark etmiş gibi irkilerek tutuşunu benden ayırdı, ellerimi kaskatı bir şekilde önümde bağlarken suskun kalarak Uygar'ın kolunu seyretmeye başladım. Yere bakmak uzak, onun yüzüne bakmak ise çok yakın hissettirdiği için bulduğum en orta yol buydu.
Uygar da ellerini arada bir yumruk yapıp açarak kendine bir duruş çizmeye çalıştı fakat ne yapacağını bilemediği belliydi. Sakinleşme maksadıyla bir süre öylece bekledik, geçmişin üstümüzde bıraktığı tahribat buydu işte... Önceden konuşmak ve anlaşmak basitti bizim için, ya da hiç sorunumuz olmadığı için mi öyle hissediyorduk bilmiyorum ama en azından bir arada kalmayı başarabiliyorduk buna eminim. Güvenimiz, bağlılığımız, huzurumuz ve anlayışımız darbe aldığından beri ise ne konuşacak bir şey kalmıştı aramızda ne de konuşsak birbirimizi anlayabilecek güç...
"Bir daha aynı sessizliği görmeyeceğim senden," derken sesi çok kontrolcü çıkmıştı.
"Ben ne yapacağımı bilirim," diye inat ettim, kavgadan gürültüden medet umacak yaşı çoktan geçmiştim artık, her ne kadar Uygar'a aynı doğrultuda davranmasam bile...
"Bilmiyorsun işte," diyerek o da inat etti, üstüme yürüyecek gibi olduğunda kaşlarımı çatıp sert bir ifade takındım, hemen duraksadı, dudaklarını birbirine bastırdı ve bir süre suratıma baktı. Aramızdaki mesafenin ne kadar az olduğunu, toplantı odasının darlığını, etrafa dağılan dosyaları ve çalışmamı yeni fark ediyordu; bu ilk başta bocalamasına sebep oldu, nedenini çözemediğim ufak bir hayret ifadesi kaplamıştı suratını.
Onu bu halde görmek özür dileme ihtiyacımı körüklüyordu, alt dudağımın iç kısmını ısırırken çıktığım tepeden aşağı yuvarlanacağım anı düşündüm. Onca inadım, onca bağırışım bir özürle sonlandığında ya yalancı görünecektim ya da deli. Ama yine de artık bunu yapmalıydım. Uygar özür dilememe kızıyordu, haklıydı, sürekli aynı şeyi tekrar etmek bir süre sonra onun için de bunaltıcı oluyordu fakat mahvettiğim şeyleri düzeltmenin en olası yolu benim için şimdilik buydu. Ya özür dilemeyi hiç bilmeseydim?
Ancak özür dilemeye fırsat bulamadan dudaklarım şaşkın bir tavırla aralandı, gözlerim Uygar'ın kolundan usul usul süzülen kanların üstünde kalmıştı birden.
"Bu ne?" diye endişelenerek tedirgin adımlarla yanına yaklaştım, kan tişörtün altından sızıyordu ve neredeyse bileğine kadar inmişti. "Niye kanıyor senin kolun?"
"Bilmiyorum," dedi Uygar, pek de cevap vermek istemezmiş gibiydi.
"Aç şu kolunu." Ona kalmadan siyah tişörtünün kol kısmını yukarı ittirip kanın geldiği yere baktım, bu kısa zaman önce omzunu sıyıran kurşunun yarasıydı, benim de az önce farkında olmadan yumruklar attığım yer... Bakışlarımı kızgınlığıma karışan bir hüzünle Uygar'ın donuk suratına kaldırdım. "Yarana vurmuşum?"
"Fark etmedim."
"Fark ettin!" dedim az önce birkaç saniyeliğine belli belirsiz buruşan yüzünü hatırlayarak. "Fark ettin... Niye durdurmadın beni?" derken çok kırgın dile getirmiştim sözlerimi.
Uygar ise aynı konuda diretip durdu. "Fark etmedim diyorum Yakut."
"Yalancı." Parmak uçlarımla gözlerimi ovaladıktan sonra ellerimi çaresizce belime yasladım. "Yalan söylüyorsun, fark etmiştin ama kanatana kadar vurmama bilerek izin verdin."
"Ne demek o şimdi?" derken Uygar'ın sesi de huysuzlaştı hemen.
"Ne demekse o demek." Saçlarımın ön kısmını bunalarak geri ittikten sonra telaşla bir şeyler mırıldandım, gözlerimi kanayan yaradan ayıramıyorum bir türlü; konuşmalarım ise bu acıyı onun yerine ben çekiyormuşum gibiydi. "Bir şeyler yapalım, dursun şu kan... Akıyor hala."
Uygar benim aksime yatıştırıcıydı. "Sakin, o kadar büyütülecek bir şey yok."
"Sana ne benim neyi büyüttüğümden," diye mırıldandım tekleyen kelimelerle, gözlerim birden düşünceler içinde kısıldı. "Bu o dövüş mekânında vurulduğun zamandan değil mi?" derken eğik başımı kuşkuyla yukarı kaldırdım.
"Evet, oradan."
"Eğer o zaman olduysa hala niye kapanmadı bu yara?"
"Bilmiyorum."
Dolan gözlerimi çaktırmadan silip hızla burnumu çektim, burada koluna bastırabileceğim bir şey de yoktu. "Bilmiyormuş," diye kendi kendime mırıldanmaya devam ederken toplantı odasının içini de kontrol ettim hızla. "Biraz daha iyi bakabilirdin," dedikten sonra Uygar'ın kolunu tutup onu dış kapıya yöneltmiştim.
Uygar sözlerimi geçiştirip başka bir şey sordu, bu esnada tamamen bana uyum sağlayarak peşimden gelmişti. "Nereye? Pansuman mı yapacaksın yoksa?"
"Hayır kanamanın durması için oturup dua edeceğim." Kapının önünde durup ellerimi bacaklarımın iki yanına vurdum, sabırsızlığıma karşın Uygar gözlerini yine tavrımın yayıldığı her bir zerrede yavaş yavaş gezdirdi ve sakince beni takip etti. "Başka ne yapabilirim Uygar? Elbette pansuman yapacağım!"
Arkamı döndüm, fakat son anda eğer çıkarsak bu anımıza şahit edecekleri geldiği için adımlarım duraksadı. Uygar'ın koluna acımadan vurduğumu, yarasını kanattığımı anlayacaklardı. Sırtım onun göğsüne çarpacak bile olsa son anda durup kapıyı kapalı tuttum. "Ne oldu?" diye sordu Uygar merakla.
"Çıkmayalım," dedim. "Burada bakayım."
"Sebep?" deyip elini kapının üstüne koydu ve üstüme eğildi. "Aşağı inene kadar kan kaybından ölür müyüm yoksa?"
Kapıyla onun arasında kalırken çaresiz bir şekilde yüzüm düştü. "Bilmiyorum."
"O zaman bir deneyelim bakalım."
Kulpu tutup Uygar'ı engellemek için önüne engel oldum. "Lütfen, çıkma."
Uygar bir süre hala kapıyla onun arasındayken sabit kalıp suratımı takip etti, sıcak nefesi yüzüme çarpıyordu; tam böyle anlarda, genelde onun bana anlayış sağlayacağını hissederdim. Nitekim öyle de yaptı, birkaç adım geri çekildi, tişörtünün kolunu daha da yukarı kaydırınca burada kalacağımızı ve elimizde hiçbir şey yokken, bir şekilde kanı temizleyeceğimizi düşünüp rahatladım sayılır; fakat "Üstüne bir şey bastıralım," deyip bir adım öne gitmemle Uygar'ın elini rahatça kulpa uzatması ve beni de peşinden çekmesi bir olmuştu. "Aşağıda bastırırsın, burası yeri değil."
"Bana hesap sormak için çok mu yeriydi sanki?" diye sesimi alçak tutmaya çalışırken sızlandım, aşağı indikçe başka konuşma sesleri geliyordu, kim oldukları belliydi işte Sevtap da görecekti olanları.
"Sana bundan sonra soracağım hesapların yeri ve zamanı olmayacak zaten."
"Uygar..."
Kaldığımız kata indiğimizde Diren ve Sevtap'ı merdivenlerde oturmuş, dışarı çıkmak için gayet hazır biçimde sohbet ederken bulmuştuk. Bizi gördüklerinde konuşmalarına ara verip ikisi de arkaya döndü, kaşları meraktan dolayı çatıktı; kan görmezden gelinecek gibi değildi çünkü, Uygar'ın bileğine kadar ince ince yol bulmuştu kendine. Sevtap "Bu hal ne?" diye sormakta hiç gecikmedi, basamaktan çekilmiş ve bize yol açmış olsa da ilgili gözleri hala üstümüzde geziniyordu. "Yukarıda savaş mı çıktı, ne yaptınız siz?"
Uygar hiç çekinmeden, hatta beni dehşete düşürecek bir abartıyla yanıtladı bu soruyu. "Dayak yedim biraz," derken önemsiz bir şeyden bahseder gibiydi, zaten düşüncelerimi yerine getirir gibi onu da söyledi. "Önemli bir şey değil."
"Ne? Ne dayağı be? Kafayı mı yediniz siz?"
"Abartma," diye mırıldandı Diren, birkaç adım geri giderken ellerini ceplerine sokmuş ve ağırlığını tek bacağına vermişti, saatler sonra biraz daha açılmış görünüyordu. "Aynısını sen de yapıyorsun," deyişi Sevtap'ın ters bakışlar atmasına sebep olmuştu.
"Ben hak edene yapıyorum."
"Kıyamıyorsun değil mi Uygar'a?" O soruyu duyduğum an, bakışlarımı nereye çevireceğimi şaşırdım adeta; nefeslerim boğazıma dizilip kaldığında, Uygar'ın kavradığı bileğimde de bir sızlama gerçekleşmişti. Gözlerimi yavaşça Diren'den tarafa kaydırdım, gülüyor ama pek içten gerçekleştirmiyordu bunu.
Uygar dairenin kapısını açmak için panele şifreyi giriyordu, çekingen bakışlarımı arkamda kalan Sevtap'a doğrulttuğumda güldüğünü gördüm, evdeyken bana sergilediği hışmını sürdürecek sanmıştım ama her şeye rağmen rahat ve iyi görünüyordu, benden çekip huzurun etkisiydi bu, belki de burada sadece benden nefret ediyordu. "Diren valla ağlamayacaksan oynamayalım," dediğini işittim. "Hiç gelemem ben kıskançlığa." Hemen sonra bize baktı. "Siz de biraz acele edin, arşivde depolama başlamış ona göre çıkmamız lazım."
"Benim kafamı bozmasaydın erken gidebilirdik." Kapıyı açmanın ardından Uygar içeri girdi, her şeye rağmen nazik tutuşu hala bileğimde olduğu için peşi sıra ben de eve adımladım. "Artık gecikmemizin bahanesini de uydurursun bir şekilde."
"Uygar ya... Uzatma artık, konuştuk işte bunları."
"Ben seninle konuştum, hiçbir konuda anlaşmadım Sevtap."
"Tamam," diye kelimeyi uzatarak Diren de karıştı araya, ellerini yatıştırmak ister gibi havaya kaldırmıştı. "Başkan zaten gecikme ihtimalimizi biliyordu," diyerek Diren de karıştı araya, avucunu açıp içeriyi işaret etmişti daha sonra. "Siz beklemeyin kardeşim, halledin işinizi hadi."
Aramızdaki kapı tamamen kapandı, önümde dikilen Uygar'ın bakışları yavaşça bana dönerken ben de hala olduğum yerde sabit bir şekilde beklemeye devam ettim. "Kapat bakalım açtığın yarayı," dedi başını çocuk azarlar gibi iki yana sallayarak, bir benzeri olarak bu cümleyi bana ikinci kuruşuydu. "Çok istiyordun ya."
"Buraya kadar gelelim mi dedim? Toplantı odasında bir kâğıt örter, temizlerdik."
"Canım o kadar kıymetsiz mi benim?" Sorusundan sonra arkasını döndü ve odasına ilerlemeye başladı, sanki benim yeterince canımı sıkmıyormuş gibi bir de tişörtünü çıkarmak için ensesinden yakasını kavramıştı.
Girdiği odaya biraz çekinerek de olsa, ben de girdim. "Canının kıymetini bilmeyen sensin," derken bir iki defa geldiğim halde ilk kez gördüğüm odayı inceliyordum. Uygar'ın kaldığı odaydı burası; her zamanki gibi küçüktü, tıpkı balkonunda yalnızca kırık bir tabure barındırması gibi burada da fazla eşyası yoktu, her şey hayatını idame ettirebileceği kadardı hatta daha azıydı ama yine de sanki ona ait çokça iz varmış gibi aceleyle gözlerimi loş odada gezdirdim. "Bu yaranın çoktan iyileşmesi gerekiyordu, ya da ben vursam bile bu kadar kanamaması lazımdı."
Uygar top haline getirip yarasına bastırdığı tişörtü bir süre orada beklettikten sonra buruşturup yere bıraktı, gözlerim tişörtün olduğu yerde kalmıştı. "Olan oldu artık," derken eğildiği yerden doğrulup yüzünü bana çevirdi ama ben ona bakmıyordum, hala yatağın dibindeki buruşuk tişörtü seyrediyordum.
Baktığım yeri fark ettiği an Uygar da seyrek bir endişeye kapıldı, normalde evliliğimiz boyunca dağınık ve pasaklı davranmazdı ama benim kadar dikkatli de değildi bu yüzden böyle bir şeye kızacağımı biliyordu.
Ben tek kelime etmesem bile bakışlarımı yeterli bulmuş olacak ki "Yapacak bir şey yok," deyip tekrar eğildi hızla, tişörtünü yerden alıp geri doğruldu. "Kanayacağı aklıma gelmezdi," diye son açıklamasını yaparken tişörtü avuçları arasında yok ederek benden saklamaya çalışır gibi görünüyordu sanki, gerçekten telaşlanmıştı.
Belli ki sıklıkla kullanıldığı için zaten ortalıkta bulunan ilk yardım malzemelerini alıp iç çekerek yatağa oturdum. "Göreve çıkıp kolunu kullanmak istediğinde bu yara sana engel olacak," derken sözlerime kendim bile inanmamıştım, benimki fuzuli bir endişeydi.
"O kadar da değil," diye itiraz etti Uygar, haklı olarak.
Tek omzumu umursamazca kaldırıp indirdim, Sevtap'ın hakkımda söylediklerini en başta belli etmeyip benden itiraf etmemi beklediğini öğrendiğimden beri bir yanım ona çok öfkeliydi. "Yara tam omzunda... Birisine yumruk atmak istediğinde seni zorlayacak işte." Sesim sanki onu uyarır gibi değil de, başına gelmesini ve bundan ders almasını ister gibi çıkmıştı, ayrıca beni kızdırdığı kadar o da çıldırsın istiyordum.
"Zorlasın," dedi Uygar inatla, sanırım tekrar aynı yarışa geri dönüyorduk oysa ikimiz de bunun saçma olduğuna az önce karar verdik sanmıştım. "O kadarına da katlanamıyorsam işim ne?"
Kendinden emin, daha doğrusu umursamaz sözlerine kirpiklerimin altından sinirli bir bakış attım. Buna gerçekten kendine güvenmek diyemezdim, bu başlı başına bir kayıtsızlıktı ve o gücünü böyle kazanıyordu. Eskiden de böyleydi, soyunma odasındayken bana büyük bir inançla söylediklerini çok net hatırlıyordum. Ben asıl ruhta bırakılan yaradan korkarım, demişti.
"Beni niye karıştırıyorsun peki?"
Uygar sakin bir hayretle başını bana çevirdi. "Nereye karıştırmışım seni?"
"Yaranın acısını kendi kendine çek, benim niye vurmama izin veriyorsun? Suçlu ben olayım diye bilerek mi müsaade ettin yoksa?"
"Allah aşkına, ne anlatıyorsun Yakut?" Kaşları çatılmıştı, o gözlerini bende gezdirirken yine saçma sapan konuştuğum için susmak istedim ama dilim çoktan çözülmüştü bile. Yarayı temizlerken burnumdan art arda birkaç nefes verdim. "Madem kolun acıyor beni tutsaydın, yapma deseydin... Ben böyle bir şeye dahil olmak zorunda mıyım?"
"Önemli olmadığını söylüyorum ya."
"Önemi yok mu?" diye bastırarak sorduktan sonra bir dizimi yatağa yaslayıp rahat edebilmek için biraz daha yükseldim, yaylı yatak ikimizden ötürü fazla sarsıldığında Uygar bir elini uzatıp bacağıma dokundu ve dengemi kaybetmeyeyim diye beni tuttu. "Şu an ben ne yapıyorum sen görüyor musun acaba?"
Soruma karşın yine inat ederek "Hiçbir şey yapmıyorsun," dedi Uygar, ikimizde gitgide çocuğa dönüşüyorduk sanki; işin tuhaf tarafı, Uygar'ın bana kafa tutan suratının her tarafını öpmek istememdi, çocuğa benzemenin kötü bir yanı da buydu işte. Bunu da çok özlemiştim; o gün hangi hengamenin içine düşeceğimizin hesabını yapmadan sabah vakitlerinde dingin bir şekilde gözlerimizi aralamak, uyansın diye yüzünün her noktasına ufak ufak dudaklarımı kondurmak... Bunu özledim.
"Öyle mi?" Dudaklarımı sıkıca örtüp kanayan yaranın çevresini temizledim hızla. "O zaman keşke daha fazlasını yapsaydım sana," diye mırıldanırken sanki içten içe onunla bambaşka bir hayatın hayalini kurmuyormuş gibi söylenmiştim. "Keşke kolunu kökünden koparsaydım, belki o zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anlardın."
"Hiç bekleme, ilk fırsatta yap onu da."
"Yapacağım."
"Lütfen."
Boğazıma doğru bir sıkıntı yükseliyordu sanki, dudaklarımı hızlı hızlı kemirirken büyük bandı açıp Uygar'ın omzuna yapıştırmak istedim ama ellerim dayanılmaz bir sinirle titrediği için düzgün yapışmıyordu sanki. "Kıpırdama, yapıştıramıyorum," derken iyice odaklanabilmek için biraz daha aşağı eğildim.
Uygar da ne yaptığımı seyretmek ister gibi başını omzundan tarafa çevirmişti, karanlık yapıyor olsa da hiç uyarmadım onu. "Gelişigüzel yapıştır işte," deyişi ise dikkatimi banttan alıp ona çevirmeme sebep oldu. Yatağının üstünde, göz gözeydik ardık. "Düzgün olacak," diye inat ettim.
"Yakut." Loş odanın içini sürekli tekrarlayan bir gerilim sarmıştı yine. Uyarıcı sesinden sonra bana uzanmak istedi, parmaklarını hızla ittirdim. "Çek ellerini," diye bir daha azarladım onu. Sevtap'a veremediğim tüm karşılıklar tam şimdi bir irin gibi içimden akıyordu sanki.
Duyduklarım aklımı karıştırıyordu, Sevtap bana öfkeliydi ve hıncını çıkarmak isterken bende hedef alması gereken noktayı çok iyi biliyordu. Geciktirdiğim adalet, itibar suikastı... Bendim sebebi.
Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım, Uygar'ın kontrolü hala bendeydi; heyecana kapılmasam bile geç kabaran öfkemden ötürü o an her şeye kızabilecek potansiyeldeydim. "Kıpırdama diyorum sana!"
"Kıpırdamıyorum zaten," dedi Uygar da sabırsız bir sesle, başını hala önüne çevirmemişti. "Kıpırdıyorsun işte..." diye fısıldadım; bakışları rahatsız edici değildi, ama böyleyken varlığı daha belirgindi.
"Yakut..."
"Kıpırdıyorsun, yapamıyorum..."
Bandı omzuna yapıştırdıktan sonra iyice yerleşsin diye bir elimle sertçe bastırıp kalan hıncımı çıkarmak istedim fakat parmak uçlarım omzuna değdiği an bir şey ona vurmama, tekrar canını yakmama engel oldu; haşin davranmamalıydım, zaten benim yüzümden hak etmediği acılar yaşıyordu. "Yapamıyorum," diye bir fısıltı daha ayrıldı dudaklarımdan.
Parmak uçlarım tam omzunda duraksadığı an vurmak yerine avucumu büsbütün tenine bastırdım, tereddütlü dokunuşumdan sonra uzun zamandır tuttuğum bir gözyaşı usulca yanağımdan düştü. Uygar da bunu fark edince gözlerini kapatarak önüne dönmüş, derin nefesler alarak başını iki yana yatırmıştı.
Saniyeler sonra bakışlarını yavaşça bana çevirdi, o yatağın ucunda ayaklarını yere koyarak oturmuştu bense dizlerimin üstündeydim. Bitirdiğim işimden sonra yıkamak için bekleyen ellerim kucağımdaydı, haliyle biraz kabahatli görünüyordum; zaten suskunluğumla da sinirlendirmiştim onu, gecikmiş infilakım yine ona isabet etmişti, kolunu da kanatmıştım, yarasını kapatmak maksadıyla bir de bir ton azarlamıştım.
Eli yatağın üstünde, aramızdaki boşluktaydı, kemikli parmaklarını tam oraya bastırınca kendini bir konuda kastığını fark ettim; cesareti yoktu, çünkü duvarlarını yıkmak istediğinde onu daha büyükleriyle karşılayacağımı biliyordu.
Kahretsin, diye bağırdı içimden bir ses: Başkalarının kötü niyetleri bile onlara tesir etmeyip yetmezmiş gibi bir de kazançlı çıkarırken, niye ben iyi bir amaç uğruna hareket ettiğimde bile tökezliyorum?
Bu ikilemi de ben yerleştirmiştim onun içine, bir zamanlar benim taşıdığım adalet çivisi şimdi onun kafasını deliyordu; bu yüzden de onu en çok ben anlıyor, asla kızamıyordum. Onun yapayalnız kalmış halini hatırladıkça, şimdi benden kaçan gözlerine baktıkça, yutkunduğu an kıpırdanan ademelmasının boğazına nasıl büyük bir zorluk çıkardığını anladıkça... Ben onu tıpkı şimdiki gibi anlamaya devam edecektim.
Defalarca anlatsam hiç bıkmayacağım bir duygu bu.
Bazen acı dolu ve zorlu ama... Uygar'a hissettiğim şey kendi kusurlarını gizleyen bir acı sanki.
Onunla aramdakileri düşündükçe canım yanıyor, ama dönüp baktığımda da ortada kötü olan tek bir şey göremiyorum.
Uygar bakışlarını birkaç defa benden tarafa kaydırınca, ağladığımı görmesin diye elimi yüzüme atıp zaten hızlı biten gözyaşlarımı temizledim; uzun sürmeyeceği belliydi, anlık bir duygu boşalmasıydı ve artık kesinlikle bir özür dilemeliydim ondan.
Ama o, "Buraya gel," diye mırıldandı.
Hafifçe burnumu çektim. "Hmm?"
Ellerini uzattı, az önce bana uzatmakta tereddüt yaşadığı parmaklarını tekrar bileğime kapattı ve yumuşak bir tavırla beni kendine doğru çekti. Aramızdaki mesafe sona erdiğinde başımı omzuna yaslamama müsaade etmişti, üstelik eli de saçlarımdan ayrılmıyordu. Parmakları tutamları ayırıyor, geri çekiyor, rahatlamam için bir şeyler yapıyordu Uygar.
Tam da saatler önce maruz kaldığım suçlamaya örnek verir gibi.
"Sabır sınavısın sen bana," dediğini işittim.
"Özür dilerim." Artık gitmemiz gerekiyordu, belli ki Uygar da buradan ayrılmadan önce olası bir asabiyeti ortadan kaldırmaya çalışıyordu bana şefkat göstererek. "Sen haklıydın," dedim, omzum havaya kalktı ve indi, yan yana otururken birbirine yapışmış bedenlerimizi ayırmadan başımı biraz geri çekip Uygar'ın merakla bende gezinen yeşil gözlerini takip ettim, söylediğim şey dikkatini çekmişti.
"Ne konuda?"
"Yaptıkların seni hep kötü gösteriyordu ama bana ne yaparsam yapayım hiçbir şey olmuyordu, bunu en başında kabullenmeliydim ama çok gururlu davrandım."
"Ben sana bunun için söylemedim onu."
"Ne için söyledin peki?"
Oturduğu yerde sırtını dikleştirdi Uygar, bir şeye kızmış görünüyordu; sesi de düşüncelerimi tasdikler gibi sert çıkmıştı hatta. "Bu durum için söylemedim," dedi üstüne basa basa, aklıma kazımaya çalışırcasına. "Aramızdaki güven problemini bu meseleye mal etmeye çalışma."
Tekrar yükselecek bir hararetten ötürü oturduğumuz yatakta bir mesafe bırakmak için usulca geri çekildim. "Ama yine de her şey birebir örtüşüyor."
"Hiçbir şey örtüşmüyor." Uygar'a da oturmak yeterli gelmemiş olacak ki yavaşça ayağa kalktı, odanın içinde sağa sola giderken fazla hızlı değildi ama yine de zapt edemediği bir telaş vardı üstünde. "Sana kızgınım diye gerçek bir hainden daha çok suçlamayacağım seni, o kadar da uzun boylu değil Yakut."
Bu bana olan kızgınlığını da, içine düştüğüm batağı da açıkça dile getirdiği ilk andı. "Belçin'e güvendiğim için kızıyorsun bana, ona olan güvenim seni tutsak ettiği gibi bu köy-"
"Aynı şey değil!" diyerek neredeyse haykırdı bu sefer, bedenini durdurup bana dönmüş ve kollarını iki yana açmıştı. "Bana güvenini kaybedip beni suçlamanla bir terör köyünün sorumlusu olmayı kabul etmek sence bir olabilir mi Yakut?"
"Kabul etmiyorum-"
"Ya ne yapıyorsun?"
"Olanların sen de farkındasın, Belçin'le olan yakınlığım insanları şüpheye düşürüyor."
"Ciddi misin sen?" dedikten sonra bir süre dudakları aralık halde bekledi Uygar. "Hadi bana yaptıklarına bahaneler üretiriz bir şekilde, birbirimizi tanıyamamışız deriz, yeterince güvenmemişiz deriz, belki sevmemişiz deriz..." Sakinleşmeye çalıştı ama nafile. "Siktiğimin teröristlerinin yetiştiği bir köy için ne diyeceksin peki? Bu suçu üstlendiğinde o lekeyi üstünden kolay kolay atabileceğini mi sanıyorsun sen?"
"Suçu üstlenmiyorum."
Sesi yine yükseldi. "Ama kendini de sorumlu sanıyorsun, bu küçük bir şey mi?"
Gözlerini hızla suratımın her yanında gezdirdi, bir cevap verebilmek için "Ben..." diye mırıldandım ama Uygar devamını getirmeme izin vermeden yine yarıda kesti sözlerimi.
"Sakın bir daha güvensizlikle vatan hainliğini bir tutma, anladın mı beni? Birini görmezden gelmek için her şeyimi çiğnerim ama diğerini üstlenirsen... Diğerini üstlenirsen Yakut, onun bir daha geri dönüşü olmaz."
"Zaten hiçbir şeyin geri dönüşü yok ki," derken istemsizce sesim çatlamıştı, yerime sığamadığım için yataktan kalkıp ayağa dikildim Uygar'ın karşısına. O hala üstünü giymemişti, ben de ellerimi yıkamamıştım ama ikimiz de pek umursamıyorduk. "Ben ufak hatalar da yapsam, şu dünyanın çivisini de çıkarsam benim yaptıklarımın geri dönüşüyor olmuyor Uygar, farkındayım bunun!"
"Nereden biliyorsun, nerede gördün?" diye art arda sordu, sesi yükselirken bedeni de bana doğru eğilmişti. "Nereden öğrendin sen bunu? Kim dedi sana geri dönüşü yok diye? Yaşadın gördün mü Yakut, nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"
"Yaşıyorum işte, bizzat yaşıyorum hepsini seninle!"
"Ya ben her şeye rağmen sarıp sarmaladım kızım seni!" derken o da hayrete büründü birden. Az önce iki yana açılmış kolları şimdi aşağı inmiş olsa da hala hesap sorar gibi açıktı avuçları, gözlerinde ise seyrek bir korku taşıyordu. "Ettiğim yeminleri çiğnedim, bir yanım oğlum yanlış yapıyorsun kendine gel diye bağırırken bile kollarımda sen vardın Yakut, ben ne yaşattım sana?"
Parmaklarımı gergince kütlettim, kader yine bizi aynı noktaya getirmişti; benzer serzenişler, bir bana bir ona uğruyordu, bu yüzden her şey tanıdıktı ve ne yapacağımı biliyordum. Ne var ki hayatta olacakları önceden bilmek de bazen sabır yerine tuhaf bir sabırsızlık yaşatıyordu insana.
"Bana bir cevap ver." Aramızdaki mesafeyi kapattı, bakışlarımı yakalamaya çalışıyordu ama yetişemeyince ellerini yanaklarıma koymayı ve gözlerimizi bu şekilde sabitlemeyi seçmişti. Teninin sıcaklığı altında buz kestim.
"Yeterince iyi değilim."
Uygar ise yumuşak bir tepki vermek yerine kaşlarını daha da çatmıştı. "Bu mu senin korkun?"
"Bu hesap aramızda kalmak yerine daha da büyüyor ve ben sürekli hatalı çıkıyorum."
"Yakut-"
"Unutmak istiyorum."
"Hallederiz-"
Yine kestim sözünü. "Seni."
Şaşırdı. "Ne?"
Gerçi ben de beklemiyordum bunu, ama yaşanması gerektiğini de biliyordum; ne benim içimden o ezik duygu kökünden silinip gidecekti ne de onun bana karşı kararsızlığı... Durmadan birbirimizi suçlayarak hissettiğimiz ne varsa tüketip, geriye yaşamaktan uzak, sadece nefes alan bir can bırakacaktık. Birbirimizden öte kendimize ihtiyacımız vardı belki de, benim muhakkak kendime ihtiyacım vardı.
İnsan insana şifadır masalını hakiki kılacağız diye gerçeklikten uzağa savrulacaktık; ben kusurlu bir benliği sevdirmek için uğraşırken daha iyisi olabileceğimi unutacaktım en sonunda, Uygar da beni kusurlarımla kabul etmeye çalışırken hep en azına tamah etmeyi öğrenecekti. "Tamamen unutalım," diye mırıldandım, göğsüm sıkıntılı bir nefesle ağır ağır yükseldi ve indi. "Sen istersen unutma, bana kızgın kal," derken ondan hiçbir hakkını almak istememiştim, tek dayanağım ise en azından iş sınırları dahilinde kişisel meselelerimizi bir kenara bırakacağımız gerçeğiydi. "Ama vazgeçelim, unutalım... Geçmişi, şu anı." Kaşlarım hüzünlü bir tavırla çatılınca başımı hafifçe öne eğdim. "Bence birbirimizi unutalım artık çünkü..."
"Çünkü ne?"
Çünkü ben artık en kusurlu benliğimi sevdirmek için uğraşmaktan çok yoruldum. Ayrıca, artık istemiyorum; beni bu halimle sevme ihtimalini istemiyorum.
"Çünkü... işte... sen de biliyorsun sebebini, söyletme bana."
"Hiçbir şey bilmiyorum, söyle."
Elimi kaldırıp yanaklarıma sardığı parmaklarını tutmak istiyordum aslında, ama yapmadım; gözlerine bakmak bile zordu, şimdi yanaklarıma sardığı tutuşu kendisini daha çok göstermek ister gibi kıpırdanırken bir de ben tutunsam ona... Adım yalancıya çıkardı. "Beni bu halimle sevmen için uğraşmayacağım," dedim, hatta bunu duygudan uzak, gayet soğuk bir tavırla dile getirdim. "Hem sen de yaşa şu öfkeni biraz, durmadan böyle benim duygusal hezeyanlarımı yatıştırmak mı zorunda kalacaksın? Boş ver, unutalım, gerekirse ömrüm boyunca sana borçlu kalırım."
"Yaparım diyorsun yani?" Sesi bir göreve odaklanır gibi soğuk bir hale bürünmeye başlamıştı artık, az önceki hayreti kendisini yavaş yavaş geri çekiyordu ama geriye başka bir duygu da kalmamıştı. "Çok kolay, hemen unuturum mu diyorsun Yakut?"
Uygar'ın sorduğu soruları es geçtim. "Ben bu yükü kaldırabileceğimizi sanmıyorum, ikimizin de yıkılmasındansa birimiz ezilsin daha iyi," deyişim esnasında, yanaklarımı kaplayan sıcak avuçlar izini siler gibi uzaklaştı tenimden; bir daha döner miydi, bilmem. "Eğer sırf etrafıma zarar vermeyeyim diye sürekli böyle fuzuli merhametlerle beni iyileştirmeye çalışırsan bu şüphe sana da bulaşacak, o zaman da daha büyük bir kayıp vermiş olacağız, böyle olmasın."
"Nasıl olsun peki?"
Ciddiyet ve biraz da alay hakimdi sorusuna; ancak altta bir sarsıntı vardı, o hissedilebiliyordu.
Bir adım geri gittim, yine kapıya yaklaşıyordum. "Sağlıklı olanı yaşayalım Uygar," derken beklediğim şey elimi tutup bana engel olması değildi, bu zamana kadar öyleydi evet, ama bundan sonra değildi. "Öbür türlüsü bize yakışmayacak."
Az önce içinde neler var diye meraklı gözlerle seyrettiğim odadan bu sefer bir daha ardıma bakmak istemeyerek ayrıldım; koridorda ise siyah kediyle karşılaşmıştım, yakında yanına kardeşi de katılacaktı hatta. Tam şimdi duvarın dibinden ilerliyordu, sanki bir şey keşfetmiş gibi heyecanlı ve seker haldeydi.
Ufak dairenin kısa koridorunu aştıktan sonra dış kapıya geldiğimde siyah kedi de patisini arkadan pantolonuma değdirmişti, dokunuşunu hissettiğim an bir an düştü aklıma; artık farkına vardım, bir sevgiyi çok istemek hak etmek için yeterli değilmiş. Biraz geç kaldık ama olsun, en nihayetinde yaşadık ve gördük.
Zaten en başında yapmam gereken bu değil miydi? Kusurlu bir benliği insanların sevmesi için uğraşıp en sonunda hayal kırıklığına uğramaktansa, ortaya sevilmeye layık bir ruh koymak benim zaten en başında yapmam gereken şey değil miydi?
Eğer öyle de hak ettiğimi bulamazsam daha da fazlasını istemezdim artık; ben bu yolun başında da hatıralarımlaydım, gerekirse yolculuğumu yine onlarla tamamlardım, ama her ne olursa olsun varlığımı bir cezaya çevirmezdim kimse için.
*
1 Ekim'den üç ay sonra, beraber geçireceğimiz ilk yıl başı gecesiydi. Aralık'ı Ocak'a bağlayan gecede evimizin bir köşesine yılbaşı ağacı kurmuştuk beraber, onun süslerini kontrol edip televizyondaki rastgele bir kanaldan çalan en sevdiğim şarkıyı dinliyor ve bir yandan da kendi kendime mırıldanıyordum. Uygar 'az sonra' diye haberi geçilen şarkıyı gördüğü andan beri kanalı değiştirmemiş, benim için sesini yükseltmiş ve dinlememi tembihleyip ortalıklardan kaybolmuştu.
"Bekledim ah bekledim," derken yılbaşı ağacının altına bıraktığım hediyeye eğildim, yine içimden paketi düzeltmek gelmişti. Uygar iki gündür hediye paketinin çok güzel olduğunu söylemesine rağmen ondan gizli bir şekilde paketi tamamen değiştirmiştim, çünkü harika görmesini istiyordum. Özensiz bir şeyle karşılaşması asla kabul edebileceğim bir şey değildi. "Her gece yalnız seni düşledim kor gibi sönemedim..."
"Söndüreyim güzelim."
Arkamdan gelen dalgın ama yine de kışkırtıcı sesten ötürü yavaşça geri döndüm. Uygar dikkati elindeki dijital kamerada olmasına rağmen alışkanlıkla dile getirmişti bunu, sözlerini seçerken büyük bir çaba sarf etmiyordu, her ne söyleyecekse birden ve içinden gelerek söylüyordu. Onun yaşamadığı heyecanı ve kıpırtıyı iliklerine kadar hissetmek ise, bundan çoğu zaman utansam bile yine bana kalıyordu böyle zamanlarda.
Gözlerimi, geceyi siyah bir eşofman ve beyaz bir tişörtle geçiren Uygar'da gezdirdim; bende de sıradan siyah bir tayt, ince askılı bir atlet ve salaş bir hırka vardı. Fazla özenmemiş olsak da yorucu geçen onca görevden sonra bana bu bile harika geliyordu. Zaten daha önce hiç yılbaşı da kutlamamıştım, böyle şeyler Yalınkılıç evinde pek önem arz eden günler arasında değildi ve bu yüzden, Uygar'la geçirdiğim ilk yılbaşını kıyaslayabileceğim başka bir deneyimim yoktu.
Olsa bile, zaten en güzeli bu olarak kalacaktı sonsuza kadar.
"Neredesin sen?" dedim sahte bir azarlama tonuyla. "Bıraktın gittin beni bir kamera uğruna, bulabildin mi bari?"
"Çekmecenin dibinde kalmış yavrum ya," dedikten sonra uzunca bastığı düğmeyle aydınlanan ekrana bakmaya devam ederek aheste aheste yere oturdu Uygar, beni bekletmek istememiş ama eski kamerası birden aklına düşünce de onu bulmak konusunda epey inat etmişti. "Biraz karıştırdım ama en sonunda buldum."
"Çok dağıtmadın inşallah?"
Uygar kameradaki bakışlarını, başı öne eğik olmasına rağmen kirpiklerinin altından bana kaldırdı. "Dağıttım," derken sesine bir ağırlık oturmuştu, kaşlarımın çatıldığını görünce ise yine sinirlenmemden keyif alır gibi dudaklarını hızlıca kıvırıp içimi rahatlatacak bir şeyler söyledi neyse ki. "Tamam tamam korkma, gerçekten sonra toparladım, öyle bırakacak değilim herhalde."
"Ay iyi bari." Aramızdaki kısa mesafeyi kapatıp Uygar'ın yanına geçtim, elimi onun bacağına koyup kameraya eğilirken neredeyse iç içe geçmiş gibi duruyorduk. "Fotoğraflara bakayım."
Uygar'ın burnunu saçlarımın tepesine yasladığını hissettiğimde ufak bir öpücük kondurmakta gecikmeyeceğini biliyordum. Nitekim öyle de oldu, saçlarımı bir defa öptü ve sonra kameraya beraber bakma maksadıyla başını omzumun üstünden öne uzattı, artık yanak yanağa sayılırdık. "Nasıl, beğendin mi?" diye sordu, arada bir göz ucuyla bakışlarını bana çeviriyordu.
"E harikalar." Biraz geri çekilip elimi yanağına yasladım ve sıkıca öptüm onu, sesimde hakiki bir hayranlık vardı, yaptığı her şeyi çok güzel yaptığı için beğenmeyeceğimi düşünmezdi zaten. "Gerçekten sen mi çektin bunların hepsini?"
Uygar çocuksu bir gururla başını aşağı yukarı salladı, bu halini görünce dudaklarımı gülüşümü engellemek isteyerek birbirine bastırmış olsam da bir kıkırtı kaçırdım istemsizce. Yaslandığım sırta kendimi biraz daha bıraktım, Uygar da sanki hiç yakın değilmişiz gibi karnımdan tutup beni daha çok çekti kendine. "Evet, hepsi bana ait."
"Ne kadar çok çekmişsin böyle."
"O zaman uğraşmak için daha çok vaktim vardı, bir de seviyordum."
"Artık o kadar sevmiyor musun?"
"Sadece gerçekten hep hatırlamak istediğim bir şey olduğunda aklıma geliyor."
Kısa bir iç çekişin ardından fotoğrafları değiştirmeye devam ettim, Uygar'ın birikmiş onca anısının karşısında benim gösterecek bir geçmişim yoktu; gözlerimin önünden ailesi, gezdiği yerler, daha kalabalık bir şekilde ailesi, arkadaşları, en mutlu anları geçip giderken ilk başta buruk bir tebessüme sahiptim fakat o da zamanla gerçek bir görünüm kazandı. "Yüz defa çekmişsin şu topu," dedim defalarca karşıma çıkan futbol topunu bu sefer de bir kardan adamın önünde bulunca.
Beyaz kardan adamın boynunda Beşiktaş atkısı vardı, ayak ucunda da eskimiş görünen bir futbol topu. "Onsuz hiçbir yere gitmezdim," diye açıkladı Uygar, hatırlamak haylazca sırıtmasına sebep olmuştu. "Annem en sonunda her yerde onu görmekten bunalınca babam kesmekle tehdit etmişti."
Elimi dudaklarıma örtüp kıkırdadım. "Hak etmişsin, ben olsam ben de tahammül edemezdim."
"Oğlumuza bir top koleksiyonu yapmak şart oldu o zaman."
"Yaa... Uygar, nereden aklına geldi şimdi çocuk falan?"
"Hiç aklından çıkıyor mu diye sor bi' sen."
Hala gülüyor olsam da hafifçe gözlerimi devirdim. "Abart."
"Sen kocana inanmıyor musun?"
Gözlerimi aynı tepkide tutmaya devam ettim, Uygar'ın ise bana bakarken sırıtışı biraz daha arttı. "İnanmıyor musun?" diye aynı soruyla üsteledi, gitgide bana yaklaşıyordu. "Bana inanmıyor musun Yakut?" Yanıtsızlığımdan sonra oturduğu yerde yükselip elini belime attığında, yüzümü ağlamaklı bir ifade aldı, yine gıdıklayacaktı. "Ya aptal!" derken sesimi kısık tutmaya özen gösterdim, az sonra kahkahalara boğulduğumda zaten gereğinden fazla gürültü çıkarmış olacaktım. "Bırak beni, bak bu sefer döverim, döverim seni Uygar!"
Dinlemedi, onu göğsünden itiyor olmama rağmen bir kenara bıraktığı kamerasından ötürü boşalan bir elini yere yaslayıp diğeriyle beni gıdıklamaya devam etti. Hatta hareket etmemi engellemek amacıyla bir dizini bacaklarımın üstünden diğer tarafa yaslamıştı. "Senin yüzünden adım dayak yiyen Uygar'a çıktı, her yerde söylemesene kızım şunu," derken benimle dalga geçtiğinin farkındaydım, yine de gülüşlerim arasında dudaklarım şaşkınlıkla aralık kaldı. Elimi onun yakasına sarıp biraz olsun dengemi sağlarken irice açılan gözlerimi Uygar'ın beni ısıracakmış gibi davranan suratına çevirdim; saniye saniye boynuma yaklaşıyordu. "Uğraşma sen de benimle, durduk yere sinirimi bozuyorsun sonra Yakut bana neden kızdı? Kızarım tabi!"
"Senle uğraşmayacağım da başka ne yapacağım?"
Boynumu acıtmayacak şekilde dişleri arasına alıp gıdıklamaya devam ettiğinde, gülüşüm arasına ufak çığlıklar da karışmaya başlamıştı artık. "Uygar ne olur güldürme ya!" Birkaç defa omzuna vurdum. "Çatlayacağım artık... Uygar!"
En sonunda nefes nefese de olsa geri çekildi. "Geçsene ağacımızın yanına."
Henüz eğildiğim yerden doğrulmadan bir merak kapladı suratımı. "Ne?"
Uygar başıyla sağ tarafı işaret etti, yılbaşı ağacımızı. "Ağacın yanına geç de fotoğrafını çekeyim."
"Şimdi mi?"
"Başka ilk yılbaşımız mı olacak Yakut?" Başını salladı aşağı yukarı söylediklerini tasdik eder gibi. "Tabi ki şimdi."
Sözünü dinleyerek renkli yılbaşının altına geçtim. "Bir dakika dur, paketlerimizi düzelteyim."
"Güzel görünüyorlar."
"Ama dağıtmışsın."
Anında onu suçlamama Uygar şaşırarak kaşlarını çattı. "Ben mi?"
Gülerek bakışlarımı ona kaydırdım. "Herhalde sen," dememden sonra kısa bir iç çekerek ağır ağır başını salladı o da. "Tabi ki de ben," deyişiyle gülüşüm artarken, hediye paketlerini son kez düzeltip tekdüze bir surat ifadesiyle ağacın altına oturdum, dizlerimin üstünde olsam bile bacaklarımı yana kaydırmıştım, ellerim de kucağımdaydı. "Şimdi... Oldu mu?"
"Olmadı, poz ver."
Fakat bu direktifi bende herhangi bir şey değiştirmeye yetmemişti, sadece kucağımda duran parmaklarımı birbirine bağlamış ama hala aynı düz ifadeyle bakmaya devam etmiştim kameraya. Uygar az önce beni çekmek için kaldırdığı dijital kameranın ardından dalgın bir sesle "Yakut," diye mırıldandı, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı hatta. "Silah değil bu, kamera sadece. Gülsene biraz."
"Ama böyle iyi çıkmıyor muyum?"
"Yavrum, benimle bir sıkıntın varmış gibi bakıyorsun?"
Başımı öne eğip ona sahte bir tehditkâr bakış attım. Dişlerimin arasından konuşup, "Var zaten," dedikten sonraysa gerçek bir şikayetle kaşlarım çatılmıştı, elimi yan tarafa atıp hala açmadığımız hediye paketlerine parmaklarımı sürterken pozumu bozduğumu ise sonradan fark ettim. "Böyle çek işte Uygar, başka nasıl poz vereyim?" derken sesim biraz umutsuzdu.
Herhangi bir cevap gelmediğinde hediyelerde tuttuğum bakışlarımı yavaşça geri çevirdim. Tam o an gördüm aramızdaki mesafelerin kapandığını... Uygar karşımdaydı.
"Sen bi' bak bana."
"Ne?"
Birden geniş avucunu yanağımda boynum arasına sardı ve dudaklarını bana yaklaştırdı. Ansızın yakalandığım öpücüğün heyecanıyla Uygar'ın omzuna tutundum. Diğer elim de sanki hassas bir şeye dokunur gibi fazla yumuşak bir tavırla sakalsız yanağına konmuştu, kısa aralıklarla birden fazla öpücüğü karşılamaya çalışırken ise yumuşak tavrım silinip yerini kararlı bir dokunuşa bıraktı. Artık sımsıkı tutunuyordum ona.
Geri çekildiğinde yüzüme sahte bir bıkkınlık oturdu, gözlerimi ne yapacağımı bilemeyerek iki yana kaçırırken konuşmak için dudaklarımı araladım fakat Uygar çoktan şapşal hallerimi kamerasıyla kaydetmeye başlamıştı bile. "Buraya bak," diye direktifler vererek beni daha çok utandırma niyetindeydi bir de.
Engel olamadığım gülüşümü dudaklarıma artık büsbütün yayıp "Geberteceğim seni," dedim, gülüyor ama aynı zamanda onun tarafından hep gafil avlandığım için sinirleniyordum da. Buna rağmen merak içinde, bambaşka bir şey sordum. "Yılbaşı ağacımız da çıkıyor mu?"
Uygar bedenini oturduğu yerde biraz daha geriye kaydırdı sorumdan sonra, dilini odak halindeyken hep yaptığı gibi üst dudağına yaslamıştı. "Aldım ağacımızı da," dedikten sonra bir deklanşör sesi daha duydum. "Elini yanağına koy şimdi."
Söz dinleyerek elimi hafifçe yanağıma yerleştirdim, bu ilk poz verme deneyimim olmuştu ve nasıl göründüğüm bir muammadan ibaretti. "Böyle mi?"
Belki de muamma değildi, eğer tarif edecek olursam bu tecrübemi Uygar'ın sesiyle açıklayabilirdim; içi gider gibi, ağır akan bir fısıltıydı ondan duyduğum. Kalbimi hızlandırmıştı, kelimeleri kadar sesinde de vardı bir tesir. "Tam olarak böyle."

(beraber ilk yılbaşı gecesinden, yakut özkurt)
*
Son sahne bir kere aklıma düşmüştü, huzursuz hissettiğim sıralarda kitaba dair düşündüğüm tek mutlu andı sanırım. Yazmazsam olmayacağını biliyordum, çünkü her zaman aklıma gelmeyen bir şeydi. Tam o anlarda üstteki fotoğraflara denk geldim; ilk fotoğraf bana kameraya nasıl bakacağına karar verememiş Yakut'u anımsatınca onu da kullanmam lazım dedim, sanırım bu yapmam lazım dediğim şeyleri yaptığım ilk an, inşallah devamı da olur kdjksak
Eğer şimdiye kadar beklediyseniz ilk önce çok özür dilerim, sonra da tabi çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız. 💌
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.84k Okunma |
3.07k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |