
Selamm, yorgun argın biz geri döndük... Umarım iyisinizdir... Ve keyifli okumalar dilerim.. 💝

5 AY SONRA
Uygar Özkurt
Elindeki kâğıdı ya yırtıp atacaktı ya da onu tekrar özenle katlayıp, kimsenin görmeyeceği bir yerde saklayacaktı.
Bir karar vermek konusunda bocalıyordu çünkü beyaz kağıttaki kelimelerin zihnine balyoz çarpar gibi sert bir etkisi vardı. Bu yüzden küçük, inci gibi dizilmiş ama kimi yerde titremiş görünen harflerin gözleri önünde birbirine karıştığını fark ettiğinde kâğıdı ortalıktan kaldırmak istedi. Ama aynı zamanda yazılmış her şeyi tekrar, tekrar okuma ihtiyacı da hissediyordu.
Gözlerini ‘Dosdoğru yaşama arzusu, beni çok yanlış bir hayata sürükledi…’ cümlesinde gezdirdi fakat devamını getiremeden uzun yazının başka bir kısmına geçti Uygar. Burnunu gürültüyle çektikten sonra en azından o cümleyi tamamen okumayı başarabilmişti: ‘Bir zamanlar benden başka herkes suçlu olduğu için şimdi ceza çekmesi gereken tek kişi olduğumdan dolayı da biraz kırgınım.’
Avucunu tamamen dudaklarına örtüp çenesini sıktı. Sıcak bir gözyaşı sessizce aşağı yuvarlanmış, hüznü ve öfkesi birbirine karışmıştı. Halbuki daha kime kızgın olduğunu da bilmiyordu. Sadece teni yanıyordu durmadan, bunu körükleyen şey okumaya devam ettiği mektup olsa da vazgeçmeyecekti.
Bu mektubun, doğu sınırındaki görev esnasında kaldığı çadıra bir gece gizlice bırakılmasının üstünden tam dört ay geçmişti. Fakat o geçen dört aydan beri her akşam bir yalnızlık vaktinde kâğıdı açıyor, harflerin arasında soluk bir suret taşıyan cümleleri aklına kazımak ister gibi devamlı okuyordu.
Mektubun ortalarına doğru mürekkebin belki bir gözyaşından ötürü dağıldığı kısımda şu yazıyordu: Sana genelde aptal diyordum ya hani, asıl benmişim o.
Uygar gözlerini usulca örttü. Sanki kulaklarında Yakut’un huysuz, nazlı sesi çınlamıştı ansızın. Hep öyle söylerdi ya, yine aynı şekilde seslenecekti kendisine. Aptal, diyecekti. Uygar ona bir kez bile bu konuda sitem etmemişti. Herkes Yakut’un sevgi sözcükleri kullanmak yerine ona neden hep Uygar ya da aptal diye seslendiğini merak etse de Uygar hiç merak etmemişti. Çünkü onun bu kelimeleri telaffuz ederken değişen ses tonunu, tınısının farkını en çok o anlayabilirdi.
Derince ofladıktan sonra kâğıdı ters çevirip balkonun demir korkuluğuna yaslanmaya devam etti. Karanlık gökyüzünün uzak tarafında kendisini ufak bir ışıkla belli ederek ilerleyen bir uçak vardı ama o kadar yavaş yol kat ediyordu ki Uygar sabırsızca çenesini sıvazlayıp kaşlarını çattı. Duyulacağını bilse ona ‘biraz daha hızlı git’ diye bağırabilirdi. Zaman yavaş akıyordu bu sıralar.
Yakut’un birbirimizi unutalım demesinin ardından çıktıkları Attaf Köyü görevinin üstünden beş ay, ve onun operasyonun başarılı sonlanması için kendini feda etmesinin üzerinden dört ay geçmişti. Türkiye’nin sınırında konuşlandırılmış militan köyünü yakmak için çıktıkları görevde, plan pek de istedikleri gibi gitmediği anda ortaya atmıştı Yakut kendini. Defalarca söz verdikleri gibi Attaf köyü içindeki teröristleri cayır cayır yakarlarken, aralarında olmaması gereken bir kişi daha vardı.
O anları ve Yakut’u kaybettiği anı bir kez daha anımsamak şakaklarında derin bir ağrıya sebep olunca Uygar gözlerini açıp burun kemerini ovaladı. Ters duran mektup, Yakut’un kendini feda etmeye hazırlanmadan önce sınırdaki çadırına bıraktığı mektuptu. Onun için her şey planlıydı ve birbirimizi unutalım masalları, Yakut için aslında intihara açılan bir kapıydı. Hayattan vazgeçerken Uygar’ın elini sımsıkı tutacak değildi ya. Her şeyi ardında bırakacaktı.
Öyle de yazıyordu mektupta.
Birinin zihnine, hiçbir zaman ulaşamayacağı bir insanı bırakmanın acımasızlığını hissedebiliyorum. Bu kadar acımasız olmak istemiyorum Uygar, senden bunu istemeyeceğim. Son kez gidiyorken sana beni sakın unutma demeyeceğim. Diyemem.
Sen beni unut.
Uygar’ın bir vazgeçişi taşıyan cümleleri okurken gözyaşlarına karışan bir tebessüm sergilediği yalnızca tek yer vardı. Yakut’un unutulmak istedikten sonra yarım yamalak karaladığı o cümle.
Unut ama bazen hatırla.
Harfler tam burada bozulmuş, dümdüz ilerleyen cümle kimi yerde eğri hale bürünmüştü. Uygar o satırları yazarken Yakut’un içli içli ağladığına, unutulmak istediğini düşünüp de aslında bu istediği gerçek şey değilmiş gibi itiraz edercesine başını iki yana salladığına emindi. Hatta bu sözleri yüz yüze söylüyor olsaydı muhakkak sesi incelir, bir çocuk gibi masumca dile getirirdi söylemek istediklerini.
Düşüncelerden sıyrılıp bakışlarını mektuba geri çevirdi.
Bazen öylesine kısa zamanlarda, bir yerlerde en sevdiğim şarkı çalarsa, adım kadar kırmızı bir çiçek görürsen belki ya da saçlarını kalemle toplayan aceleci bir denk kadına denk gelirsen, kollarını inatla önünde bağlıyorsa biri, öyle her zaman değil çok kısa zamanlarda, ara ara, beni hatırla olur mu?
Ama sana yalvarıyorum Uygar, iyi hatırla.
Çünkü sen bilirsin, beni en çok bu mutlu ederdi hayatta.
Mektubu tamamen bitirmeden katlayıp elinde tutmaya devam etti. Alt dudağını ısırıp içine sığmayan bir hırsla dizini sallarken karanlık ormandan bir kurt uğultusu gelmiş, peşi sıra ardında açık bıraktığı balkonun kapısı da kapanmıştı gürültüyle. Uygar irkilerek geri döndü. Kapının rüzgârdan kapandığını sanırken aslında içeri giren biri vardı. Reha.
“Ne ara geldin?” derken mektubu görmemiş olmasını umarak ellerini bacaklarının arasına sıkıştırdı Uygar. Halbuki bir fırtına gibi üstünden geçen duygular; geriye belirgin kırmızı gözler, çatık kaşlar ve ısırıldığı için hafiften çatlak görünen dudaklar bırakmıştı.
“Şimdi.”
“Çalmadın kapıyı?”
Reha balkonda, Uygar’ın altındaki kırık demir tabureden başka bir şey olmadığı için kendini rahatça yere bıraktı ve sırtını demirlere yasladı. Kısa bir süre karanlık ormanı seyrettikten sonra “Uyuyorsundur diye şifreyle girdim,” derken geçen sefer onu uyandırdığı için aralarında çıkan kavga vardı. “Sonra olay çıkarıyorsun.”
“Uyuyorsam hiç girme,” diye mırıldandı Uygar. Bazen onların kontrolcü olmak adına baskıcı davranmalarından dolayı kendisini göz altında tutulması gereken bir çocuk gibi hissediyordu. Elini kumral saçlarına daldırıp tutamları karıştırdı biraz. Rehalara ters davranmak da istemiyordu ama öfkesi çoktan ortalığı toz duman etmişti bile. Kendine engel olamıyordu. Yakut etrafta yok. Böyle bir şey miydi ayrılık? Değildi, en azından hep buralarda olduğunu bilirdim.
Derin derin nefeslendi.
“Girdim çünkü konuşmamız gereken şeyler var.”
“Her halükârda uyandıracaktın yani?” Uygar keyifsiz bir gülüşle gözlerini kapattıktan sonra dümdüz kendisini seyreden Reha’ya döndü. Onun bu sessizliğinden anlayabiliyordu. Büyük ihtimalle üst balkondan defalarca burnunu çektiğini, öksürdüğünü, ara ara balkon demirini az da olsa yumrukladığını duymuş olmalıydı. Neler döndüğünü anlamak, kontrol etmek için böyle sessiz sedasız geldiği belliydi.
“Aynen kardeşim, her halükârda seni uyandıracağım.”
“Peki.” Neden biraz olsun sakin kalmıyorsun, dedi içinden bir ses. Böyle yaparak sana kalan son hatırayı da mahvedeceksin. Gidişinden ötürü cümle aleme öfkeli bir adam olarak mı iyi hatırlanmasını sağlayacaksın onun? Düşünceler zihnini tırmalarken “Ne var ne yok?” diye mırıldandı. Bir hırıltı oturunca boğazına hafiften öksürmüş olsa da kendini zorlayarak konuşmaya devam etmişti. “Bilmediğim bir şeyler oldu mu?”
“Teşkilat, Yakut’un sonunu araştırıyor Uygar.”
Sonunu diyordu; çünkü sadece ölmekten çok farklıydı onunkisi. Bir intihar, bir vazgeçiş, bir teslimiyet, belki geçmişin sebep olduğu bir cinayet… Öldü deyip geçmekten daha büyük sorumluluklar bırakıyordu geride kalanlara.
Ama yine de dinlemek zordu; kabullenmek, hemen yan tarafına bakınca onun hüzünle dalgalanan yüzünü görememek… Ve tüm bunlara karşı bir pişmanlık duymak için çok geçti; çünkü onu daha erken yanında istemeliydi.
“Öyle mi?” Hala avucunda tuttuğu mektubu buruşturmaktan endişe ederek onu bacaklarının arasında gizlemeye devam etti Uygar. “Ne diyorlar peki?”
“Köyün yok olması için Yakut’un kendini feda ettiği aşikâr.” Tekrar bir kurt uğuldadı ormandan. Aralarında kısa bir bekleyiş geçti. Sessizliğe ihtiyaçları vardı çünkü henüz o kadar eskimemişti bu kayıp haberi. Yakut’un kendini feda etmesi, konusu açıldığında hala insanları hayretle susturan bir hüzne sahipti.
Apansız bir kayıptı. Tüm hüznüne rağmen Yakut hep aralarında kalacak sanmak büyük bir hataydı. Şimdi çekilmeyen tek şey yokluğu da değildi Uygar için, aynı zamanda onu son bir kez daha mutlu edemeden kaybettiği için de kızgındı kendisine. Bir elini balkon demirine sarıp onu bükme ihtiyacıyla sıktı.
Reha elinin üstünü kaşıdıktan sonra dizlerinin üstüne koyup parmaklarını birbirine doladı. Az önce yarım kalan sözlerine devam ederek “Ama aynı zamanda bu yaptığının bir tetikleyicisinin olup olmadığını da merak ediyorlar,” demişti.
“Benim sebep olup olmadığımı mı soruyorsun?”
“Bildiğin bir şey varsa…”
Ucu açık bırakılan cümleden sonra Uygar ensesini sıvazlayıp bir süre yere baktı. Sınıra gitmeden birkaç gün önce büyük bir kavga olmasa da Yakut’la aralarında bir tartışma geçmişti. Birbirimizi unutalım teklifi Yakut’tan gelse bile ona ‘hadi benimle olmaya devam et çünkü seni hiç unutmadım ve asla unutmayacağım’ demek kendi hatası olduğu için bu acı sonun en büyük sebebinin de kendisi olduğunu düşünüyordu. Kendini suçluyordu. Kendine kızgındı.
Titrek bir nefes bıraktıktan sonra gözlerini sertçe kapatıp açtı Uygar. “Tartıştık,” dedi tek kelimeyle. Gözleri direkt bir hatıranın içine gömülürcesine öne eğilmişti. “Gitmeden önce aramızda bir kavga oldu.”
“Sana hiç bunun sinyallerini verdi mi peki? Yani… Kendini feda edeceğinin.”
“Hayır.” Halbuki avuçları arasında katlı halde tuttuğu mektup, bu vazgeçişin önceden planlandığının en büyük kanıtıydı. Bir gece önce kendisine ulaşmış bile olsa kararı belli ki önceden verilmişti. Yakut vazgeçmeyi kafasına o gece koymuştu. Birbirimizi unutalım dediğinde. “Bilmiyorum… Fark etmedim. Eğer fark etseydim…” dedikten sonra kelimeler Uygar’ın dişlerinin arasında acı yayan bir kırıntı gibi ezilip kalmıştı. “Fark edebilseydim ona zaten engel olurdum.”
“Anladım.” Reha sırtını yasladığı demirlerden yavaşça doğruldu. “Yine de Yakut’la ilgili bir şey fark edersen teşkilatla paylaş. Ne bileyim, bir iz bulursun falan. Raporlar ona göre hazırlanacak.”
Mektup ellerinin arasındaydı. Onu vermek istemediği için gizliden gizliye parmaklarını sıkıp başını aşağı yukarı salladı. “Tamam,” derken sesi çatallanmış, gözlerinden ufak bir ıslaklık geçip gitmişti rüzgârın esmesiyle. “Şey peki, yeni görev haberi yok mu?”
“Var tabi, olmaz mı? Onu da konuşmaya gelmiştim zaten.”
En azından kendini işine odaklamak, düşünmekten uzaklaşmasını sağlıyordu. Yoksa yalnızlığın kafasına silah dayadığı bir anda, hayattan vazgeçmemek için onun da hiçbir sebebi kalmamıştı.
Hep bir pişmanlık bastırıyordu kalbine. Yakut’un mutlu olmasını sağlamak için eline çokça fırsat geçtiği halde kendi kızgınlığının esiri olduğunu hatırlıyor, ona kollarını açıp bir kez sarıldıktan sonra hiç gitmesin diye sıkı sıkıya sarmadığını düşündükçe öfkeleniyordu.
Ağladığını gördüğü an onun için tüm hıncından vazgeçmek istememiş miydi? Yapayalnız kaldığını gördüğü an yanına gidemez miydi? Her şeyi unutalım sadece birbirimize kalalım diyemez miydi? Hatıralar güzel olduğu kadar acı da veriyor, yenilerine sahip olalım diyemez miydi ona? Fakat es geçilmiş her şansın ardında kahrolası bir gurur vardı işte. Birbirlerinin canını en çok yakan şey, o göz ardı edemedikleri gururları olmuştu bir kez daha.
“Ne görevi?” diye mırıldandı. “Ne zaman başlıyoruz? Yakın mı?”
Reha herhangi bir cevap vermek yerine bu sefer sadece bir fotoğraf uzattı Uygar’a. “Aylar sonra bir açık verdi,” derken Uygar’ın yüzünde değişen ifadeleri anbean takip ediyordu.
Fotoğraftaki kişi, beyaz saçlarını eskiye nazaran uzatmış, eskisi etek ceket takımlarından giymek yerine bu sefer salaş bir elbise tercih etmiş, biraz farklı görünse bile onlar için yine aynı tanıdık kadındı.
Belçin.
Nefesler burnunu yakıp sızarken dışarı, Uygar dişlerinin arasından güç bela konuşmaya çalıştı. “Neredeymiş?”
“Barselona’da.”
“Ne işi varmış orada?”
“Kızının sanat okulundan bir arkadaşının babasından yardım istemiş olmalı. Bütün müttefiklerini kaybedince en uzaktakilere sarıyor artık.”
“Ne zaman peşine düşeceğiz peki?”
“Sabaha hazır ol.”
Nefeslendi, kelimeler artık birer fısıltıya dönüşmüştü. “Olacağım.”
Reha’nın gidişinin ardından Uygar mektubu tekrar araladı. Hayatlarının sonunu getirmiş kadının fotoğrafı ve Yakut’un veda sözlerinin yer aldığı mektup yan yana dururken sanki birbirini işaret eder gibiydi her şey. Uygar mektubun tam orta kısmını okumak istemese bile gözlerini orada dolaştırdı, kelimeleri zihnine kazıdı.
Adil bir insan olmaktan göz göre göre ben vazgeçtim. Elime silahı zorla vermiş olsalar da tetiğe basmak benim iradem sayılırdı. En önce kendimi vurmak yerine bambaşka yerleri hedef almamalıydım. Sana bunu hiç yapmamalıydım Uygar.
Dayanamadığı için bir kriz anı yaşar gibi aceleyle çıkartıp yaktığı sigaradan derin bir duman çektikten sonra izmariti birkaç defa tablaya bastırdı. Kül parçaları bazen esintiden dolayı uçup balkondan aşağı düşüyordu, o anları seyretmenin ya da karanlık ormana bakmanın zamanı dayanılır kılan bir yanı yoktu ama başını çevirip tüm bakışlarını yan balkona odaklarsa da, bu sefer yüzüne bir tokat atıp ‘ne biçim adamsın sen ne sevmeyi becerirsin ne unutmayı’ deseler ağzını açıp ‘ne yapıyorsun’ diyemezdi; çünkü artık eskisi gibi her söylediği sözün arkasında duran bir adam değildi o, eskiden korktuğu şeyler vardı, şimdi ise kaybettiği ve durmadan istediği.
SENELER ÖNCE
“Bir seri katil olsaydım, kendimi ihbar etmezdim,” diye mırıldandı Sevtap, sözlerini ortalığa söylemiş olsa da gözleri koridorun karşısındaki otomata çevrilmiş olan Uygar’ın aklı bambaşka yerlerdeydi, bu yüzden Sevtap’ın sözlerine cevap veren tek kişi Reha oldu, o da her kelimesini ilgisizce dile getirdiği için ortada hoş bir sohbet yoktu. “Ederdin.”
“Niye edeyim, bir adamın kulaklarını kesip onları çiğ çiğ yiyecek kadar çıldırmış olsaydım kendimi ihbar edecek kadar sağ duyuya da sahip olur muydum ki?”
“Bir seri katil için çiğ çiğ insan kulağı yemek çılgınlık değil, kendisini ihbar etmek de sağ duyulu olmak değil.” Uygar dalgın dalgın izlediği kızdan gözlerini zorlukla çekip boynunu arkadaşlarına çevirdi, suratına bir gülüş oturacak olsa da kendini durdurmayı son anda başarabilmişti. “Biri bağımlılık, diğeri de tedavi yöntemi.”
“Haklı olmasına haklısın, ama konu o değil…” Sevtap karşısındaki iki adamın da kendisini yarım yamalak dinlediğini bilse de kollarını önünde bağlayıp sırtını sınıf kapısının hemen yanındaki duvara verdi, önünden geçen herkesi merakla incelerken bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. “Yapmamalılar bence, kendini tedavi etmek isteyecek o bilinçleri de hasar görmüş olmalı.”
“Sana bu konuyla ilgili okuduğum bir kitabı vereceğim.” Sözleri arasında başını tekrar merakla koridorun sağ tarafına çevirdi, otomatın çaprazında bekleyen Yakut önündekinin çekilmesini beklerken biraz sıkılmış gibi görünüyordu. Uygar ellerini pantolonunun ceplerinden çıkardıktan sonra boynundaki siyah, ince kravatı hafifçe gevşetip oraya gideceğini belli edercesine son bir bakış attı Yakut’a doğru, hemen sonra Reha’yla Sevtap’a kısa bir baş selamı verdi. “Ama şimdi gitmem lazım.”
“Nereye ya? Ne oldu birden?”
“Biraz işim var.”
Reha koridorun sonundaki siyah saçlı kızı görse de pek ses etmedi, onun yerine gözlerini kısıp Uygar’a şüpheci bir bakış atan Sevtap olmuştu. “Haa… Tamam, ben şimdi başımı çevirdiğimde o kızı göreceğim değil mi?” derken az sonra bir yerlerde Yakut’la karşılaşacağından çok emindi, ve tam da tahmin ettiği gibi oldu. Uygar’ın ısrarla baktığı otomat tarafında Yakut Yalınkılıç vardı. “Aynen yanılmadım, öyle oldu.”
Dudaklarını aralayıp ufak, haylaz bir gülüşle bu sözleri karşılayan Uygar hemen sonra kaşlarını atik bir tavırla kaldırıp indirdi, alnını hafifçe kaşırken ilk kez hissettiği bu duygunun aklını kaçırmasına sebep olacak heyecan evresini yaşıyordu; halbuki siyah saçlarına taktığı kurşun kalemi unutup yana yana arayan Yakut’u gördüğü ilk andan beri hislerini hiç inkâr etmemişti Uygar, yine de bu coşku azalmak yerine katlanarak artmayı seçmişti. “Hala orada mı?” diye sorduktan sonra yüzü arkadaşlarına dönük halde geri geri adımlamaya başladı.
“Orada orada, bir tur azarlamak için yanına gitmeni bekliyor.”
“Keşke beklese.” Kısaca iç çekti, gömleğinin yakasını çekiştirdi ve ardından tamamen uzaklaşacağını bilerek iki parmağını alnına yaslayacak şekilde son bir selam verdi onlara. Bedenini bu sefer Yakut’tan tarafa çevirmişti, koridoru adımlarken kendisine seslenen birkaç tanıdığını, arkadaşını ayaküstü selamlarla karşılamıştı sadece; çünkü sabırsızca başını geriye yatıran Yakut biraz sıkılmış, sanki gidecekmiş gibi duruyordu. Uygar ona yetişmek için adımlarını hızlandırdıktan sonra tamamen otomatın yanına geldiğinde tedricen yavaşladı, şimdi siyah saçlarını tek omzunda toplayıp kollarını önünde bağlayan genç kızın sesini daha net duyuyordu. “Müsaade eder misin? Vaktim kısıtlı…”
Otomatın önünde başka bir öğrenci vardı, yarı yarıya dolan kahve bardağı tamamen dolmadığı için onu yan taraftaki çöpe atıp yeni bir tane almaya hazırlanırken “Otomat bozuk galiba, bir tane daha alacağım,” demişti Yakut’u hiç duymuyormuş gibi. “Bu tam dolmadı çünkü.”
“Dolmamış olabilir, ama sen sıranı savdın.” Yakut arkasında bekleyen ve kendisini ilgiyle seyreden Uygar’ın farkına varmadan otomatın önündeki adama doğru sızlandı. “Ne yani, her seferinde birkaç defa deneyecek misin? Farkındaysan burada ben de bekliyorum.”
“Otomat arada böyle yapabiliyor işte, birkaç dakika beklesen ne olur?”
“Vaktim kısıtlı demiştim az önce.”
“Ee benim de öyle.”
“Ben senin vaktinden çalmıyorum ama.”
“Gerçekten ne gıcık bir şe-” Adam yeni çıkardığı bardağı otomatın çeşmesine tutacakken gözüne çarpan Uygar’la duraksadı, suratındaki ifadeden onun da bir rahatsızlık yaşadığı belliydi. “Aa, dostum sen de mi buradaydın?”
Yakut, ufak bir anlaşmazlık yaşadığı adamın gözlerinin arka tarafa kaymasıyla bedenini hafifçe geri çevirdi; hemen arkasında, elleri pantolonunun ceplerinde bekleyen Uygar’ı görünce ise irkilmiş ve utanarak bir adım geri kaçmıştı, son zamanlarda onun bakışlarını sürekli üstünde yakaladığı için aynı ortamlarda bulunmaktan sıklıkla kaçınıyordu ama dersin hemen sonrasında, sınıfın yakınındaki otomatın önünde yakalanabileceğini unutmuştu bir anlığına.
“Ben de buradayım evet, senin çekilmeni bekliyorum.”
Elinde hala boş bir karton bardak tutan adam, iki ayıplayan bakış altında durmanın rahatsızlığıyla aldığı bardağı geri bıraktı; birkaç adım arkaya doğru giderken başını sallamıştı aşağı yukarı. “Haklısın, pardon,” dedikten sonra ilk niyeti uzaklaşmak olsa da bu sefer Yakut’un sorusundan ötürü duraksadı.
“Bir dakika, benden özür dilemeyecek misin?”
“Neden dileyecekmişim senden özür?”
Yakut parmaklarını hafifçe kendisine dokundurdu. “Çünkü az önce bana gıcık dedin, ben mi yanlış duydum yoksa?”
“Of tamam, özür dilerim, altı üstü bir kahve içmek istemiştim yani… Neyse.”
Uzaklaşan adamın ardından otomatın önünde bir yalnızlığı paylaştıklarını çabuk fark etti Yakut, ve bunun gerginliğiyle bardaklara hızlı bir adım atıp kahvesini alarak aceleyle uzaklaşmak istemişti; ancak kendisinden önce Uygar’ın öne geçmesiyle adımlarını yavaşlattı, gözleri merakla onun üstünde dolaşırken düşünmesi gereken ilk şey bu cüretin sebebi olsa da aklı kısa bir anlığına Uygar’ın taşıdığı kıyafetlere takıldı. Çok klasik şeyler giymişti, tıpkı ilk günkü gibi siyah bir pantolon, gri bir gömlek ve üstüne, ince siyah bir kravat; fakat bunları kusursuz taşıdığı aşikardı. “Ben vardım,” dedi ilgisini onun kusursuzluğundan sıyırarak. “Bekliyorum burada, görmüyor musun?”
“Kapuçino mu?”
“Ne?”
“Kapuçino mu içeceksin?”
Yakut kızgın bir tavırla kaşlarını çattı. “Kendim alabilirim.”
“Ekstra şeker?” Bu soruyu sorarken bir elini otomata yaslayıp hafifçe öne eğildi Uygar, bozuk olduğunu bildiği makineyi tekrar nasıl düzeltebileceğini ona söyleyebilirdi ancak kısa bir süreliğine de olsa Yakut’un kızgın yanını görmek için amacını hemen belli etmedi; ancak çok geçmeden Yakut’un kolunu itip bedenini sinirle otomatın önüne atması da beklediği bir şey değildi, bu kadar yakın olmayı göze almış olması muhtemelen öfkeden kaynaklanıyordu. İşte onun bu halleri Uygar’ın yüzünde keyifli bir gülüşe sebep olan yegâne şeydi.
“Kendim alabilirim dedim sana!” Yakut hazırladığı parayı makineye atarken başını geriye çevirip kızgın bakışlarıyla karşılık verdi, hemen sonra sırf Uygar’dan duyduğu için içme hevesi gitmiş olsa da bir kere canı çektiği için ‘kapuçino’ tuşuna bastı… “Ayrıca ekstra şekerden de hoşlanmam.” Yeterli miktarda para atmasına, tuşa da düzgünce basmasına rağmen otomatın musluğundan sadece birkaç damla köpük akmış ve bardak bomboş kalmıştı. Az önce kızdığı şeyi kendisinin de yaşamasından ötürü bir süre dişlerini sıkarak o tarafa baksa da ikinci kez denemeyecekti, sadece geri çekilecekti; eğer kulağının dibinde Uygar’ın hoş, pürüzsüz sesini duymasaydı tabi. “Halledebildin mi?”
Ne kadar dinlenebilir bir sesi olsa da onu duymak kekre bir hisse sebep oluyordu Yakut’un kalbinin etrafında, bu yüzden ürpermiş tüylerine kıyafetinin üstünden dokunup bedenini hafifçe geriye çevirdi; şimdi sırtı makineye yaslı sayılırdı, Uygar ise tam karşısında duruyordu suratında kışkırtıcı bir ifade taşıyarak. “Bir şey halletmeye çalışmadım ki,” derken umursamazca omuz silkti Yakut. “Paramı attım sadece, düzgünce…” Hızlıca kuru dudaklarını yaladı. “Normalde çalışması lazım, benim her zaman kullandığım otomat bu.”
“Ama öyle olmuyor, çünkü bozuk.”
“Bana öyle bir şey söylemedin.”
“Söylememi beklemedin.” Uygar elini uzatıp onun yanından görebildiği kadarıyla makinenin birkaç düğmesine bastı, bir kere tamir için gelen adamla sohbet ederek bozulduğu zaman nasıl hızlıca düzeltebileceğini öğrenmişti, bu yüzden az sonra ‘kapuçino’ düğmesine bastığında bardak yavaş da olsa tamamen dolmaya başladı. “Kapuçino,” dedi gözlerini en sonunda bardaktan ayırıp kendisini seyreden Yakut’a kaydırarak, koyu gözlerin sıkı bir kavrayışla kendisine tutunduğunu fark ettiğinde ise aralık dudaklarından sıcak bir nefes bıraktı dışarı. “Ekstra şekersiz.” Sesi artık dalgın çıkıyordu. “Tam da istediğin gibi.”
Eline konan sıcak bardağı yavaşça aldıktan sonra ters bakışlarını alttan ona dikti, az önceki sükuneti yerini tanıdık huysuzluğuna bırakmıştı. “Aferin mi demem lazım?”
Onun bu agresifliğinin kendisinden kaynaklandığını bildiği için Uygar hiç alınmayarak sadece güldü. “Belki teşekkür edebilirsin?”
“Hayır.”
“Peki.” Hemen sonra ellerini ceplerine sokarak onun asık suratını seyretti, güldüğüne pek denk gelmemişti ama öyle bir şey olsa, şu halinden daha şahanesini nasıl yansıtacağını çok merak ediyordu Uygar. “Bari şu çatık kaşlarını düzelt.”
“Sana ne benim kaşlarımdan.”
“Kollarını da mı açmayacaksın?”
“Kollarımla derdin ne?”
Uygar elini kaldırdı, onun bardağa rağmen önünde bağladığı koluna parmağını sürtüp geçtikten sonra ince bileğini kavradı, tenleri birbirine değince ikisi de elektrik çarpmış gibi hissetse de bunu gizleyen sadece Yakut’tu, bu esnada Uygar nazikçe onun kollarını açmış ve daha önce söylediği yine tekrar etmişti. “Böyle yaptığında karşındaki kişi muhtemelen onu dinlemek istemediğini düşünür.”
“Keşke sen de böyle düşünebilsen.”
“Bir gün muhakkak dinleyeceksin de… Uğraşacağız, o belli.”
Ama yine de dirayetli bir karşılık almıştı ondan. “Bu sözlerini birden fazla kez dile getirince gerçekleşme ihtimali artmıyor Uygar.”
“Allah Allah?”
“Başarılı bir öğrencisin tabi,” derken dişlerini birbirine bastırmıştı genç kız. “Benimle uğraşmak yerine kendine odaklasan belki müsteşar falan olursun.”
“Sahada bulunmayı seviyorum,” dedi Uygar da ayak uydurarak. Yine de farklı parıltıların gezindiği yeşil gözleri pek hayra alamet değildi. “Önceliğim o.”
“İyi o zaman sabit tut önceliğini. Hiç yerinden ayırma. Elde edebilmek için her şeyi yap.” Yakut işaret parmağını kaldırıp Uygar’a doğru sallama niyetiyle o tarafa uzattığında tenine değdiğinin farkında değildi. Ancak karşısındaki genç adamın yaramaz gözlerinin aşağı, parmağına kaymasıyla fark etmişti ne yaptığını. Elini geri çekip hızlı hızlı konuştu. “O gözlerini de etrafa fazla çevirme.”
Sözlerinden sonra Yakut’un neredeyse bardağı yere bırakacak kadar afallayışına şahitlik ederken Uygar dudaklarını ıslatıp keyifle seyretti o anı. Ve uzanıp bardağı elinin üstünden kavradı. “Dikkat et yakar,” derken başka bir şeyden bahseder gibiydi.
Yakut gözlerini bir saniyeliğine sıkıca kapatıp açtı. O imaları hasarlı beyni uyduruyor gibi hissetmişti. “Benden ondan daha yakıcıyım,” dedi ansızın, bunun aptal bir gövde gösterisi olduğunu biraz geç fark etmiş olsa da.
Uygar bu sefer dilini hafifçe ısırıp birkaç saniye sessizce bekledi. “İyi sen yak o zaman.”
En sonunda sabırsız bir nefes çekti içine. Göğsü hızla alçalıp yükselirken “Bana bak!” diye çıkıştı Yakut.
Uygar’ın gülüşü azaldı ama sonlanmadı, bu anlardan keyif alıyordu. Yakut karşısında yere yığılacak gibi gergin hissederken o ise tutmaya hazır gibi kuvvetle bekliyordu orada. “Genelde onu yapıyorum,” dedikten sonra baş parmağını ona ufak bir teselli vermek maksadıyla bardağı tutan eline sürdükten sonra usulca geri çekildi. “Sana bakıyorum Yakut.”
Titrek bir nefes aldı burnundan. Bardağı üst kısmındaki boş yerinden daha sıkı kavrayıp göğsüne yapıştırdı Yakut. Dokunuşları tamamen birbirinden ayrıldığında bir esaretten kurtulmuş gibi rahatlamış ama aynı zamanda o kurtulmanın ince bir sızısı da kalmıştı içinde.
O yakıcı gülüşe sahip surata hiç bakmamalıydı. Bakınca ateşe dair bir şeyler oluyordu içinde; ya Uygar yakıyordu ya da o tutuşuyordu ansızın. Ama bir şeylerin yandığı kesindi.
Kahveden, diye geçirdi içinden.
Şu an sıcak şey o.
Kesinlikle kahveden.
Ve onun omzuna çarparak yanından geçti. Adım adım uzaklaşırken önüne düşen seyrek saç tutamlarını arkaya ittirdi Yakut. “Deli midir nedir,” diye mırıldanırken neredeyse bir çocuk mızmızlığı vardı üstünde. Söylediklerini Uygar’ın duyduğunun ise hiç farkında değildi. “Hayır kendisi deli olsun bana ne… Ama beni etmesin en azından. Benim aklıma ihtiyacım var, onu da alacak gibi yapıyor.”
Mırıl mırıl konuşarak uzaklaşan Yakut’un kendi sözlerine şaşırdığını işitti Uygar. Ellerini ceplerine sokup onun siyah saçlarını arkadan seyrederken kulağına giren son şey “Pardon kim alıyormuş aklımı ya?” diye alçak bir serzeniş olmuştu.
Dayanamadığı için uzaklaşmış olsalar da cevapladı onu. “Ben, ben.”
Yakut apansız gelen cevapla arkasını döndü ve kimse duymasın diye kıstığı sesiyle homurdandı. Yüzündeki kızgın ifadenin sevimli göründüğünün farkında bile değildi. “Sen sürün mümkünse!”
-
Bir daha gecikmemek için yazdığımın bir kısmını teminat diye kenara ayırırken hissettiğim çaresizlik... Sapasağlam yazacağım diye düşünürken Sarraf dosyasına bir harf eklemenin ömrümden ömür götürmesi... Yemin ederim iyiydim, keyifliydim ve hiçbir şey modumu düşüremez sanıyordum ta ki Sarraf'ın dünyasına giriş yapana kadar. 😓 Daha olaylara giriş yapmadan gözyaşları gözlerimden dökülüverdi. Alıştım ama artık. Sarraf'ı yazacak olduğumda ağlayacağımı bilerek başlıyorum. Hatta beni fazla etkilemesin diye günlük hayatımda Sarraf'la ilgili şarkılar dinlemeyi bıraktım. Sarraf'la ilgili fotoğraflara denk gelirsem de hiç bakmıyorum. Uygar'la Yakut arasındaki o toksik bağ keşşşke sadece kurgu olsaydı 😅😅
Boş laflardan sonra başka şeyler söyleyecek olursam... Kitabın en başından beri farklı farklı yoğun süreçler atlattım ama bunları sürekli bahane gibi öne sürmek istemiyorum. Bölüm geciktirmem bir hata ve hatamın farkında olarak özür dilerim. 🙏 Sadece şunu bilin, gecikiyor olsam da tamamen geri dönmezlik yapmayacağım. Ama maalesef bütün vakitlerimi yazmaya ayırabilmek için ettiğim dualar daha kabul olmadı 😔
Hoşça kalın, kendinize çok iyi bakın. 💘
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.84k Okunma |
3.07k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |