
Biz tekrar geri döndük..💘 Geç dönüyorum farkındayım, bunun için her seferinde özür dileyeceğim... Üzgünüm, hayatımın hala tepetaklak bir dönemindeyim ama her seferinde daha büyük heyecan hissederek dönüyorum onu söyleyeyim. Kitapla ilgili aklımda daha çok şey beliriyor artık, bunun için çok mutluyum.. Ve fazla da uzatmadan sizi bölümle bırakıyorum. Keyifli okumalar dilerim. 💝✨
Uygar Özkurt
Bir hoşça kal bile diyememenin yüküydü kalbindeki ağırlık.
Söylenmemiş onca sözün birikimiydi insanların suratına bakarken hissettiği doluluk, yorgunluk.
Her konuşacak olduğunda sonradan susmasının sebebi, hatıra yüklü bir şehre gittiğinde oraları yad edecek asıl kişiyi yanında bulamamasıydı.
Kalbini hızlı attırmayan şey, şimdi böylesine yarım kalmışlığıydı.
Hiçbir zaman tamamlanmayacağına inanmasıydı.
Merakının bitmesinin sebebi, nedenini sormak istediği sorulara hiçbir zaman cevap alamayacak olduğunu bilmesiydi.
Adım atarken sürekli duraksamasının, etrafa çok bakmamasının, kaybolduğu için korkmamasının sebebi, gidecek hiçbir yeri olmadığını fark etmesiydi.
Aynalara da bakmıyordu uzun uzun, insanların gözlerinin içine de.
Zaman geçtikçe yara gerçekten kapanıyor olsa bunu o da fark ederdi.
Bilakis zaman onun keskin bir bıçaktı ve açık yarayı bir daha kanatıyordu ama bu sefer daha derinden, çok derinlerden.
O an oturduğu araba koltuğu hiç rahat değildi, sebepsiz bir ağırlık vardı içinde. Yerinden kalkmak ve dışarıda, mart ayının yalancı güneşli soğuğunda biraz yürümek ve ağırlığını atmak istiyordu üstünden; ama ne zaman böyle bir şeye yeltenecek olsa içindeki yük biraz daha katlanıyor, onu daha da gömüyordu olduğu yere.
Sanki oturmak ve yeryüzünü dolaşmak arasındaki tek denge noktası ölmekmiş gibi bir yok olma arzusu doğuyordu zihninde.
Arabanın içinde bulunan beş kişilerdi, diğerlerinin konuşmalarına kulak kesildi Uygar. “Şey, şimdi…” derken telefonunu kaldırıp kısaca kontrol eden Sevtap’ın, ekranı kapattıktan sonra daha tereddütlü bir bakışla aralarına döndüğünü görmüştü o sırada. “Ben de sergi salonunda olacağım. Duruma göre Caballero ile direkt iletişime de geçebilirim. Eğer o an uygun olmazsa garsonların arasına karışacağım. Serginin durumu çok değişken görünüyor, önce içeriye bakmam lazım.”
“Benim tablom hazır mı?”
Tekin’in sorusuna karşı Sevtap hemen başını salladı. “Seninkinde sıkıntı yok, istediğin zaman giriş yapabilirsin.” Uygar onun mavi gözlerinin ara ara arabanın paspasına dalıp gittiğini fark ediyor, müsait bir zamanda nedenini sormak istiyordu.
Belçin Öncel’in kaçak yaşadığı ayların ardından ilk yaşam belirtisi gösterişi, kızının daha önceleri bir sanat okulunda eğitim gördüğü Barselona’da gerçekleşmişti. Gael Caballero da Belçin’in kızının arkadaşının babası, sanat tutkunu ve eski bir küratördü. İkisinin iletişim halinde olduğunu öğrendikten sonra ekipçe geldikleri Barselona’da bir otelde Belçin’i gizli saklı yaşatan da bizzat o adamdı hatta.
Tekin, akşam gerçekleşecek resim sergisinde tam da Caballero’nun tarzında bir tablonun sahibiymiş gibi görev yapacakken, Caballero’nun kızı Pilar’la iletişim kurmak da Direncan ile Uygar’a kalmıştı. Reha bu esnada Belçin’i gözden kaçırmamak için kameraların başında olacaktı her zamanki gibi.
“Tek eksiğimiz şu…” Sevtap sıkıntı dolu bakışlarını Diren ve Uygar arasında gezdirdi hızlıca. “Pilar’ı kim tavlıyor?” derken yavaş yavaş, sanki onları bu gerçeğe alıştırmak ister gibi konuşmuştu.
Esasında, ikisinin de bu görevi istemez gibi bir hali vardı. Tek fark, Diren kaşlarını havaya kaldırarak buna hayır dediğini açıkça belli ediyor; Uygar ise hiç o tarafa bakmadan arabanın siyah paspasını seyrediyordu sadece.
“Uygar’ımın eline kimse su dökemez.” Tekin sırtını geriye verip kendine doğru çektiği ayakkabısının bağcığını bağlamaya başladı. Bir yandan da başını yana eğip dudaklarını şişirmişti kendi nefesiyle. “Yapsın şovunu,” dedi gevrek gevrek gülerek. Kimse ona eşlik etmese bile gülüşünü tek bir an bile durdurmadı. “Pilav’ın saniyesinde dibi düşmezse şerefsizim.”
“Sen her koşulda şerefsizsin Tekin.”
“Elhamdülillah birader.” Tekin alnını Sevtap’ın kafasına güm diye çarptıktan sonra ondan gelen “Aptal!” nidalarına gülerek geri çekildi. “Dur kız, vurma!”
“Hayvan!”
“Sevtap, uyma şuna hadi ver görevi de işimize bakalım,” diyerek kısaca uyardı onu Direncan. Hava kararmadan yerlerine geçmeleri gerekiyordu. “Daha araba ayarlayacağız.”
Sarı saçlarını ensesinden ayırıp sırtına attıktan sonra önündeki tutamları kulaklarının arkasına sıkıştırdı düşünceli bir şekilde. “Tamam,” dedi ve kısa bir süre sustu; ama kimse onun sözleri arasına da karışmamıştı. “Diren’in kıza asla kibar davranabileceğini düşünmediğim için Uygar,” dedikten sonra sıkıntıyla kısılan gözlerini Uygar’a dikti. Onu zor duruma sokacağının farkındaydı. Telefonunu tekrar açıp son kez bildirim ekranını kontrol etti hızlıca, ve ardından bakışlarını Uygar’a kaldırdı. “Bu görev sende.”
Kapı tarafında oturuyordu, camda beliren buğuya değen omzundan sonra görüşü açılıp da dışarıyı seyretme şansı doğduğunda Uygar güneşin ara ara geri çekildiği soğuk ve rüzgârlı havaya kısaca bakmış, hiç zaman kaybetmeden Sevtap’a geri dönmüştü. “Hallederim,” dedi kimse ona bu konuda bir şey sormasa bile. Bir görev veriliyorsa her zaman, sorgusuz sualsiz halledilirdi sonuçta.
“Harika. Ekstra bir şey yapmana gerek yok, sergi salonuna girene kadar Pilar’ın ilgisi sende olsun yeter, bunu her türlü halledersin sen aslansın kaplansın.” Destekleyici sözleri esnasında Sevtap gitmek üzere ayaklanıyordu da aynı zamanda. “Ben içeri geçiyorum o zaman,” deyip elini hemen yanında oturan Tekin’in ensesine vurdu. “Tekoş, hadi sende.”
Sevtap ve Tekin’in arabadan ayrılmasının ardından Reha da her ihtimale karşı erkenden kameraların başına geçmek için otele giriş yapmıştı. Yalnızlıklarının ilk anında Diren, sırtını arkaya yaslayarak Uygar’ı seyretti kısa süre. Sessizdi, durgundu, sanki oraya bir başkası tarafından bırakılmış gibi hareketsizdi. En sonunda “Rahat edemeyecek el ver Uygar,” dedi anlayışlı bir sesle. “Üstüne bir şey yıkmam istemem bak.”
Uygar yorgun görünmemek için defalarca kapatıp açtığı bakışlarını, hemen karşısında oturan arkadaşına kaldırdı. “Görevden mi kaçacağım Diren?” derken inanılır olmak için sesini epey sabit tutmuştu. “Ne biçim bir söz şimdi bu?”
“Kaçmak değil de… Sanki senin garezine yapıyormuşuz gibi düşünmeni istemiyorum ben.”
“Bir şeye garezim yok.”
“Yapma Allah aşkına, görmüyor muyum halini?”
“Diren,” deyip içindeki hezeyanı belli edercesine, gayriihtiyari iç çekti Uygar. Tişörtünün yakalarına dokunarak kendisini toparladı ve oturduğu yerde kıpırdandı. “Beni cidden acınacak durumda görüyorsan bir daha yüz yüze gelmeyelim kardeşim.”
“Estağfurullah, ben acımıyorum.” Bakışlarını, onun iyice feri solmuş yeşil gözlerinde dolaştırdı. Onu bu denli çökerten şeylerden bir diğeri de henüz acısı dinmemesine rağmen durmaksızın yaşama yetişmeye çalışmasıydı zaten. “Ama yas sürecini atlatamadığının da farkındayım.”
Yas süreci…
Kayıp için mi tutulurdu?
Giden için mi?
Yoksa sadece ölen için mi?
Dişlerini birbirine bastırıp “Bunu niye görevimizden önce konuşuyoruz?” dedi ağır ağır, aklını tamamen odaklamak üzereyken birden hatıraların çıkagelmesinden hoşlanmıyordu o zamanları düşünmeyi çok sevmesine rağmen. Aptal, diye bir ses yankılanıyordu zihninde; ince ince, huysuz ve de nazlı. İnsan nasıl dağılır böylesine ufak ve alelade bir kelimeyle?
“Seni düşündüğüm için açtım bu konuyu.”
“Biliyorum.” Uygar duygularını o an ilk kez gerçekten göstererek kaşlarını çattı acı içinde. “Biliyorum, hepinize bir yük gibi davrandığımın farkındayım-”
Diren onun sözlerini telaşla kesti. “Olur mu lan öyle şey?”
“Oluyor işte, olabiliyor,” dedikten sonra dirseklerini dizlerine yaslayarak öne eğildi Uygar, parmaklarını kumral saçlarına geçirdi. Neden şimdi dokunduğu, Yakut’un güzel siyah saçları değildi? “Kusura bakmayın, gerçekten toparlamaya çalışıyorum ama siz de yardıma muhtaçmışım gibi davrandıkça keyfim kaçıyor benim, öyle olduğuma inandırmayın artık beni.”
“Unutamıyor musun?”
Bu çarpıcı sorudan sonra Uygar’ın sesi kırıldı. “Unutamıyorum,” diye mırıldandı. “Unutmayacağım,” dedi net bir şekilde. “Ben istemiyorum zaten unutmayı. O hep aklımda kalacak, kalsın da zaten niye kalmasın ki? Hatırası gitmesin benden. Ben içimde yaşar dururum. Ama yalvarırım siz de sürekli konusunu açmayın.”
“Uygar…”
“Oğlum yemin ederim çok acıyor, yapmayın şunu… Ben hep böyleymişim gibi davranın be ne olur!”
“Peki bu durum nereye kadar sürecek böyle?”
“Ben son nefesimi verene kadar.” Çaresizce yutkunduktan sonra başını yan tarafa çevirip ön koltuğun arkasında biriken su şişelerini seyretti bir süre ama en sonunda Diren’e geri döndü. Onda da yardımcı olmaya çalıştığı için umarsız bir ifade vardı. “Zaten… Belki çok yakında görüşmeyiz.”
“O ne demek lan?”
“Bilmiyorum, belki istifa ederim. Daha tamamen düşünmedim.”
“Hadi lan oradan! Bunun nesini düşüneceksin?”
“Hala bu mesleğe layık mıyım, onu.”
“Layıksın tabi ki de,” diyerek, lafla sözle halledilmeyecek bir meseleyi telaşla düzeltmeye çalıştı Diren; halbuki inanç öyle kolay inşa edilen, aynı şekilde kolay yıkılabilen bir şey değildi. “Öyle şey mi olur?”
Uygar yavaş yavaş geri doğruldu. “Revan başkan da aynısını düşünüyor gibi,” derken onun gözlerinde gördüğü yansımayı hatırladı, kafasını karıştıran da buydu. Artık kime baksa, onları beceriksiz ve yetersiz bir adama maruz bıraktığı için utanıyordu. “Ben kimseyi kendime karşı tetikte tutmak istemiyorum. Bu güveni en başında kaybetmemem lazımdı ama oldu bir kere, sonuçlarına katlanacağım.”
“Uygar bence sen kafanda kuruyorsun biraz.”
“Öyle ani bir karar değil bu.”
“Ne demek ani değil? Sen görevlerine hep bu düşünceyle mi çıkıyordun?”
“Performansımı izliyordum sadece, yeterli miyim değil miyim ona bakıyordum.” Bakışları camdan dışarı kaydı. Tek bir şehir değişikliği bile dağılmasına yetmişti hemen. “Ama sanki bu görevden sonra tüm amaçlarımı kaybedecekmişim gibi hissediyorum,” dedi, ağlamak da istemişti bu sırada. “Şu ana kadar dayanmışım da bu andan sonrasına katlanamazmışım gibi. Saçma sapan bir şey.”
“Bence de saçma sapan. Belçin’e istediğini kendi ellerinle veriyorsun göz göre göre… Kadın sizden boktan bir intikam almak istedi ve sen onun kazanmasına müsaade ediyorsun kendini bırakarak.”
“Kendimi bıraktığımı düşünmüyordum aslında.” Uygar, yeşil gözlerini yavaşça Diren’in telaşlı suratına kaydırdı. “Ama baksana, sürekli teselli halindesiniz. Böyle mi geçecek zaman? Ben ne yapacağım?”
“Yakut böyle yapmanı mı isterdi senden? Yoksa sonuna kadar savaşmanı mı?” Diren, arabada yeterince yakın olsalar bile biraz daha öne kaydı koltukta. “Hatırlatmak istemiyordum ama kusura bakma, onun seni tutuklatışında bile bir inanç vardı. Gördün, Tekin bütün delilleri getirdi koydu önüne. Yakut da oyuna gelmiş, senin bir hain olduğunu bile bile bu gerçekle yaşamaya devam etmiş kız, üstelik sana kör kütük aşıkmış da o sırada… Sen de aynısını yap, sana Yakut’u unut demiyorum onu hiç unutma ama kendini de bırakma.”
Uygar bir süre birbirine doladığı parmaklarını seyrederek bekledi. Kendini teselli edilmek zorunda bıraktığı için utanç dolu hissediyordu. Dik durduğunu düşünüyordu ama böyle gafil avlanınca da vazgeçiyordu kendisinden, her şeyi mahvettiğini düşünerek. Görevini hiçbir zaman riske atmayacağını herkes bilse de kişisel hayatında bu kadar dağıldığı için insanların kendine olan inancını da zedeliyordu artık.
“Onun için savaş; çünkü Yakut olsa böyle yapardı Uygar, ki yaptı da… Attafları yok etti,” dedikten sonra sustu Direncan, hemen peşinden konuşacaklarını iyi seçmesi gerekiyordu. “Şimdi yanımızda olmayışı onun her şeyden vazgeçmesinden kaynaklanmıyor, Yakut vazgeçmediği için değil sonuna kadar savaştığı için bizimle değil bunu sakın unutma.”
Dilini yavaşça kuru dudaklarında gezdirdi, daha sonra dudaklarını birbirine bastırıp kendini gülümsemeye zorladı. Diren’in sanki Yakut gerçekten de ölmüş gibi konuşması, acaba bir gün çıkar gelir mi diye düşünmesinin ne kadar hayalperest bir sanrı olduğunu fark etmesini sağlamıştı şimdi. “Eyvallah kardeşim,” dedi usulca.
“Seni kırdım mı?”
“Korktuğun şey bu olsun.” Başını yavaşça aşağı yukarı salladı, yüzündeki donuk gülüşü henüz silememişti. Birbirine doladığı parmaklarını sertçe bastırarak teninde gezdirmeye devam ederken tekrar kuru dudaklarını yaladı hızlıca. “İyi ki konuştun, bazen bazı şeylerin kafama vurulması gerekiyor yoksa ben… Kendi kendime başka şeylere inanıp kapılıyorum öyle gereksizce. İyi ki konuştun.”
“Bana el verecek misin görevde?”
Gülüşü az da olsa gerçeğe dönüşüp boğazındaki yumru geri çekildiğinde Uygar başını yana yatırıp ‘yapma’ der gibi baktı Diren’e. “Bunu yapmayı zerre istemediğini biliyorum, hiç zorlama istersen.”
“O zaman hadi, işimizin başına!”
-
Hazırlanmak için girişini yaptığı otelde, odasında, yağmur damlalarının usul usul aşağı kaydığı camı seyrettikten sonra perdeyi örtüp arkasını döndü. Tek başına beklediği otel odasının içindeki fan sesini az önce yağmuru seyrederken duymayı bırakmış ama geri dönünce tekrar işitmeye başlamıştı.
Ceketinin altından görünen beyaz gömleği kapatmak için siyah ceketi biraz daha aşağı çekti, daha sonra kol düğmelerini düzeltti. Kulağında bekleyen kulaklık önce birisinin konuşacağını belli edercesine cızırdadı, daha sonra Sevtap’ın sesi ilişti kulağına. “Uygarcım, ayrıldın mı odadan?”
“Şimdi çıkacağım Sevtap.”
“Pilar Caballero gecikmiş. Direncan yerinden çıkışını birkaç dakika erteledi. Sen de ona göre vaziyet alabilirsin.” Sevtap sözleri arasında kısaca öksürdü. “Sadece ortalıklarda fazla görünme. Gael Caballero güvenliklerle görüşüyor sık sık. Gözüne batarsın.”
Uygar, kısık ve şüpheci gözleriyle etrafı kontrol ederek otel odasından ayrıldı. Gri halılarla kaplı yolların, altın varaklı merdiven korkuluklarının boğucu bir görüntüsü vardı. “O kadını göz göre göre elden kaçırmayacağız, değil mi?” derken bahsettiği kişi, adını dile getirmekten artık yorulduğu Belçin’di.
“O ne demek be? Orospunun saçını yolmak için an kolluyorum ben, biraz sabır lütfen halledeceğiz.”
“Gereğinden fazla sabrettim onun varlığına,” dediği esnada dudaklarını olabildiğince az kıpırdatmıştı Uygar, yolu adımlıyor ve merdivenin başına ilerliyordu. “Biraz daha bu yeryüzünde nefes almaya devam ederse, ölümü çok acı olacak.”
“Ölüm gibi tatlı şeylerden bahsetmeyelim Uygarcım, bizi ancak esaslı bir işkence paklar.”
Bu sefer araya Reha’nın kısık uyarısı karıştı. “Zevk listesini ne olursunuz sonra check edin, dikkatim dağılıyor…” Hemen sonra fısıldayarak devam ettirmişti kalanını. “Canıma saçma sapan şeyler çektiriyorsunuz.”
“O zaman ben dışarıda biraz hava alacağım.”
Uygar herhangi bir papyon ya da kravat takmadığı boş yakasındaki düğmeleri, birbirine yaklaştırdıktan sonra altın varaklı korkuluğa tutunarak aşağı inmeye başladı. Dikkatli bakışlarını etraftan hiç çekmiyor, sanki karşısına her an Belçin’in intikam alınmasını beklercesine solmuş suratı çıkacakmış gibi tetikte yürüyordu.
“Tabi, temiz hava iyidir insana intikamını özletir,” diyen Sevtap’ın keyifli sesi kulağına ilişince, sabırsızca dudaklarının içini kemirmeye başlamıştı Uygar. “Sen al havanı Uygarcım, başkalarına hiç bırakma. Çek hepsini içine, hepsi sana kurban olsun.”
Yine dudaklarını az kıpırdatmaya özen göstererek “Kalabalığa karışırken sebebini merak edeceğim kadar tuhaf konuşma,” diye mırıldandı Sevtap’a hitaben, kulağını kaşıma bahanesiyle elini kaldırmış ve gizli kulaklığına dokunmuştu bir de. “Niye böyle keyiflisin sen?”
Sevtap, psikopatiye yakın bir hazla cevapladı onu. “Çünkü haklı ölümler beni her zaman keyiflendirir.”
Kulaklık cızırdadı. O anda sonra konuşan kişi Tekin’di. “Kadının kılına bile dokunamayıp suspus adalete teslim etmek zorunda kalınca Sevtap’ın yaşayacağı şok…”
“Sesi kes, burada adalet benim zaten.”
Uygar’ın gözler, kulaklığında dönen sohbeti takip ettiği sırada sergi salonuna doğru yürüyen adamı seçti. Jilet gibi bir takım elbise, özenle takılmış kravat ve parıldayan saçlara rağmen Gael Caballero’nun teni, uyumsuz bir şekilde kırmızı görünüyordu. Uygar gözlerini onda daha uzun gezdirmek için cebinde bir şeyler arar gibi yapıp merdivenin son kısmında oyalanmaya koyuldu hemen.
Ellili yaşlarının başındaki adam, sanki sergiyle çok ilgiliymiş gibi tabloları seyrederek salonu adımlıyordu. Hepsinin önünde sanki içinden sayıyormuş gibi tam tamına altışar saniye durduğunu fark etmişti Uygar, belki de Gael dikkat çekmemek için gerçekten içinden o saniyeyi sayıyor olabilirdi.
Gael Caballero ilerledi, ilerledi ve en sonunda arkası dönük, siyah elbiseli bir kadının yanında, aynı zamanda kendisinin de en sevdiği tarz olan grotesk bir tablonun önünde durdu. O tablo, Tekin tarafından Gael’in zevkine göre özenle seçilmiş bir tabloydu. Tam da beklediği üzere kendine çekmişti adamı. Hatta Caballero, tablo hakkında yanındaki genç kadınla bir sohbete de başlamıştı çoktan.
Uygar o saatten sonra işlerinin daha kolay olacağına inanarak otelin çıkışına ilerledi. Döner kapıdan kendini alelacele içeri atan birkaç kişi saçlarına dokunarak ıslaklığı silkelerken Uygar hiçbir şeyi umursamadan dışarı çıktı ve güvenli bir yere geçti. Ceketinin iç cebinden çıkardığı sigarayı, üstüne sıçrayan yağmur damlalarına rağmen güç bela yakıp dudaklarının arasına yerleştirirken elini de kumaş pantolonunun cebine soktu ve sanki üşüyormuş gibi kıpırdandı olduğu yerde.
Kolunu kaldırıp saatine hiç bakmıyordu çünkü az sonra Gael Caballero’nun kızı Pilar’ın gözleri önünde ufak bir kazaya uğrayacağını çok iyi biliyordu. Direncan yapacaktı bunu, bir kahraman gibi araya girmekse Uygar’ın göreviydi.
Ve çok geçmeden, otelin önüne yaklaşmak için sapağı dönen arabanın önünü ansızın kesen başka bir araba ile Uygar irkilir gibi yapıp geriye çekildi, sırtını arkasında duvara yasladı. Direncan’ın burun buruna geldiği arabadaki Pilar’a bağırmak için öfkeyle kapıdan çıkışını seyrederken önünde süzülen sigara dumanını silkeleyip dikkatini dağıtmasına izin vermedi.
Direncan, elini havaya kaldırıp aksanının neredeyse hiç belli olmadığı bir İngilizce ile bağırdı. “Hey, önüne baksana biraz!”
Pilar Caballero de hiç beklemeden arabanın camından başını uzattı ve seslendi, onunki İspanyol aksanlı bir İngilizceydi. “Asıl siz önünüze bakmalıydınız beyefendi, yolun bana ait olduğunu görmüyor musunuz?”
“Çok konuşma, arabanı geri çek!”
“Pardon? Haklı olan benken mi?” Pilar elini kaldırdı ve geri gitmesini işaret eder gibi parmağını salladı. “Asla! Sen çek arabanı!”
“Pekâlâ, ezilmek mi istiyorsun?” Diren arabasına geri binip durdurulmaz bir öfkeyle motoru kızdırdığında Pilar’ın ne kadar şaşırdığını, ne yapacağını bilemez gibi eli ayağına dolaştığını uzaktan çok rahat görmüştü Uygar; artık araya karışması gerektiğini düşünerek sigarasını dudakları arasından çekti ve üstüne tek parmağıyla bastırıp külünü dağıttı.
İki arabanın burun buruna olduğu yere yaklaştığında, kuru sesiyle “Bir problem mi var?” diye mırıldanmıştı.
Uygar’ın sorusunu Pilar’ın yanıtlamasına müsaade etmeden Diren başını arabanın camında uzattı. “Evet,” derken sesindeki hiddet, kulak dolduran bir ağırlığa sahipti. “Bu kadın yolun kendisine ait olduğunu iddia ediyor ama az kalsın arabamı mahvedeceğini unutmuş olmalı.”
“Sen de kendini, onu ezerek mi savunmayı düşünüyorsun?” Uygar çenesini havaya kaldırıp geri git der gibi salladı, o sırada ne kadar sert göründüğünün farkında değildi. Birkaç balayı hatırasının omuzlarına yük gibi binmiş duruşunu değiştirmiş, yetmezmiş gibi suratına konup ifadesindeki tüm ışığı alıp götürmüştü apansız. “Çek arabanı geri, kimseye zarar vermeyeceksin.”
“Sen niye karışıyorsun? Bu bizim kavgamız.”
“Eğer kendine hâkim olmazsan benim arabama da çarpacaksın ve bu,” deyip sigarayı tuttuğu haliyle, çok da yapay bir öfke takınmadan kendisini işaret etti Uygar. “Benim kavgam haline de gelecek.” Diren’le birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar, sadece ikisinin bildiği gerçekleri bakışlarıyla konuşuyorlardı. “Öder misin parasını? Epey pahalıdır.”
“Bence biraz sallıyorsun.”
“İstersen uygulamalı göstereyim?” diyerek Diren’in oturduğu taraftaki kapıya yöneldiğinde, Diren bundan hoşlanmamış gibi yapıp “Siktirin,” dedi ve camını kapatıp hızla uzaklaştı oradan.
Uygar onun gidişini seyrettikten sonra suratı kıpkırmızı halde kalmış kadına yaklaştı. “Siz iyi misiniz?” derken açık cama tutunarak öne eğilmişti, buradan bakınca Pilar’ın gözlerindeki korku, saklamaya çalışsa bile daha net görünüyordu. “Bir yerinize zarar gelmedi, değil mi?”
“H-Hayır, ben iyiyim…” Kadın dalgın bakışlarını Uygar’a çevirdi usulca, sonra aksanlı İngilizcesiyle bir küfür mırıldandı. “Orospu çocuğu…”
“Bana mı dediniz?”
Pilar, Uygar’ın bu sorusundan sonra ellerini telaşla havada sallamıştı. “Ah, hayır tabi ki de size değil çok üzgünüm… Ben giden adama söyledim, boş yere zamanımı çaldı ve sinirlerimle oynadı! Tam bir orospu çocuğu…” derken öfkeden tizleşen sesi, Uygar’a büyük bir baş ağrısı katıyor olsa da buna katlanmak zorunda olmasından dolayı, anlayışla kafasını aşağı yukarı salladı.
Ya bu şehirde, Yakut’la çok hatırası var diye bir an önce terk etmeliydi bu toprakları ya da zaten bu şehirde Yakut da yok diye uzaklaşmalıydı buradan… Ancak bu anılarla dolu şehre; onu, kendini zorlu bir görevde feda edecek kadar utanç çukuruna düşüren kadından alacağı intikam için katlanmak zorundaydı.
Bunun bir yolu da karşısındaki öfkeli kadınla biraz olsun iletişim kurmaktı.
“Haklısınız, ama artık bir önemi kalmadı,” dedikten sonra Pilar’ın gözlerinin hapsinde arabadan geri çekildi ve eliyle boş yolu işaret etti ona. “Siz böyle buyurun.”
“Teşekkür ederim, çok naziksiniz.”
Uygar, o an daha fazla ne yapacağını kestiremeyerek geri çekildi. Sigarasından son bir kez içine çekip onu kenardaki çöp kutusuna bastırarak söndürmüş, sonrasında da içine fırlatmıştı. Gözleri, Pilar’ın arabasını bırakacağı yerin uzaklığını ve kendisinin o yolu ne kadar yavaş yürürse giriş kapısında karşılaşacaklarını hesaplıyordu.
Adımlarını ve saniyeleri sayarak yürürken, Pilar’ın dikkatini olumsuz anlamda üstüne çekecek kadar ısrarcı davranmadığı için tatminkâr ama iletişimleri kopacak diye de tereddütte hissediyordu. Kulağı ve gözleri önünden ilerleyen arabadaydı, onun ne zaman duracağını ve kadının kapıdan ne zaman ineceğini hesaplıyordu içten içe.
Pilar Caballero çok geçmeden arabasından inmiş, anahtarı da valeye teslim etmişti. Üstündeki parıltılı elbisenin eteklerini düzeltirken saçlarını düzeltme bahanesiyle gözlerini kaçamak bir şekilde arkasından yürüyen Uygar’da da gezdirmişti. Adamın, neredeyse karanlığa karışan siyah takım elbisesi içinde yürek burkan bir görünümü vardı; ama bu aciz bir izlenim değildi, aksine sigarayla tatmin edilmeye çalışılan bir acıya rağmen onun çok dik durduğunu fark etti Pilar.
Ve birkaç dakika sonra tekrar yan yana geldiler.
Uygar, ufak bir tebessümle ona baş selamı verirken ne diyeceğini düşünüyordu. Fazla konuşabileceği bir şey yoktu zaten. “Tahminde bulunacağım,” dedi gözlerini, bir kestirimde bulunur gibi kısarak. Artık sigarasını tutmadığı için iki eli de cebindeydi ve çok içine kapanık duruyordu dışarıdan. “Sergiye mi geldiniz?”
Pilar bu isabetli sorudan sonra mahcup bir şekilde gülümsedi. “Tahminde bulunacağım, sen de aynı sergiye geldin?”
“Başka hiçbir ihtimalde takım elbise giymem zaten,” diye mırıldandı Uygar; sıkılıyordu, yüzünü asmak isterken sürekli gülmek zorunda kalmak diğer her şeyden daha da bunaltıcıydı.
“Güzel bir akşam yemeğinde de mi?”
Ne var ki Pilar’ın sormak için seçtiği sorular da o kadar yardımcı olmuyordu.
Akşam yemeği…
Yakut’la yediği ilk akşam yemeği.
Onu evinden almak için yalvarırken Yakut’un inadını kıramayışı…
Ettikleri ilk dans.
Dokunuşlar.
İtiraflar.
Neden her şeyde seni anımsamak zorundayım ben, diye serzeniş dolu bir soru yankılandı zihninde; karşısında olsa onu omuzlarından tutar ve sarsardı. Unutmayacağım, söz veriyorum son nefesime kadar aklıma olacaksın sen, ama kendini bu kadar ufak anlarda hatırlatman da öyle böyle yakmıyor canımı Yakut… Neden beni sadece anılarınla yaşamak zorunda bıraktın?
Başını hızla iki yana salladı, otel kapısından içeri girerken biraz olsun nazik davranmış ve Pilar’a vermişti önceliği. O sırada, hırıltıya boğulan sesini açabilmek için öksürdü ve fırsattan istifade burnunun ucuna dokundurdu elinin tersini. “Güzel bir akşam yemeği ihtimaller arasında bile değil,” derken gözlerini ihtişamlı otelin girişinde gezdirdi ve en sonunda Pilar’ın meraklı bakışlarına döndü. İkisinde de yarım yamalak bir gülüş vardı.
“Anlıyorum… Umarım güzel bir akşam yemeğinde ne giyeceğini sana şaşırtacak kadar değerli birisi çıkar karşına.” Pilar Caballero ara ara sergi salonunu girişini gözetliyor, kimi zaman da kaçamak bakışlarını az önce kendisine yardım eden yabancının ifadesiz suratına çeviriyordu. Onun soğuk bir çekiciliği olduğunu hissettiğinden yakın davranmak konusunda tereddütteydi ancak yollarının aynı olduğu o dakikalarda hiç konuşmamayı da ziyan sayıyordu. “Ihm, o pislik adam yüzünden sergiye gerçekten çok geç kaldım biliyor musun? Babam da var içeride, o böyle gecikmelerden pek hoşlanmaz dakik bir adamdır. Sen beni onun iyi bir azarından kurtardın, gerçekten çok teşekkür ederim.”
“Rica ederim, hadsiz insanlara tahammül edemiyorum.”
“Beni savunuşunun, o adamın senin pahalı arabana çarpmasıyla hiç alakası yok yani, öyle mi?”
Pilar’ın bunu şaka yollu söylediği belliydi. Uygar dudaklarını iki yana kıvırıp başını salladı aşağı yukarı; sonra umursamazca omuzlarını silkti. “Aslında orada bir arabam bile yok,” derken gözlerini biraz mahcup görünmeye özen göstererek doğrultmuştu Pilar’a.
“O zaman harika bir oyuncusun.”
“Dediğim gibi, hadsiz insanlara tahammül edemiyorum. Ama sen bana inanmak istemiyorsan…”
“Hayır!” Genç kadın ansızın Uygar’ın koluna dokunup peşi sıra hemen geri çekti. “Hayır, lütfen beni yanlış anlama sadece şaka yapmıştım…”
Davetiyelerini gösterip girdikleri sergi salonundaki uğultu Uygar’a kendini toparlaması için gizli bir uyarıydı adeta. O an, elini kol düğmelerine götürüp onları yavaşça düzeltti ve ceketinin kollarını çekiştirdi aşağı. Pilar’a bir cevap vermemeyi unutmamak ise zihnine kazıdığı ikinci nottu. “Sorun değil, benim yalanım da pek hoş görünmüyor galiba.”
“Aslında iyiydi, hızlı düşünülmüş gerçekçi yalanları severim.”
“Öyle mi?”
Pilar gözlerini, göz alıcı bir şekilde aydınlatılmış sergi salonunda dolaştırırken suratında çekingen bir gülüş vardı; bazen dudaklarını açıp kapatıyor, bu da onu söyleyeceklerini ifade etmek konusunda tereddütte olduğunu belli eden bir tavır ekliyordu. En sonunda “Öyle; çünkü baskıcı bir baban olduğunda onlara gerçekten çok ihtiyaç duyuyorsun,” dediğinde Uygar da dişlerini sabırlı kalabilmek için sıkıca birbirine bastırdı.
“Peki şimdi ne diyeceksin babana?”
“Gerçeği… Dışarıda kötü bir adamla kavga ettiğimi ve sonra iyi adamın beni korumak için orada bulunduğunu.”
Uygar kaşlarını havaya kaldırdı dikkatle, Pilar’ın gözlerinin içine bakarken sallantılı bir ipte gibi hissetmişti kendini. Sona ulaşmak için bir süre düşeceği hissine kapılmak zorundaydı demek ki. Sıkıntıyla yüzünü buruşturmamak ve iç çekmemek için içinden defalarca kendisine telkin verdikten sonra konuştu. “Ama geç kalışının asıl sebebi bu değil,” derken isabetli konuştuğu Pilar’ın artan gülüşünden belli oluyordu. “Yani dolaylı olarak ben de bu savunmandaki gerçekçi yalanlardan birisi sayılıyorum.”
“Babam inandıktan sonra buna bir yalan diyemeyiz, sonuçta bu onun gerçeği olacak.”
“Görelim bakalım, inanacak mı?” dedikten sonra Uygar, bunu yapmayı pek istemese de kolunu Pilar’a uzattı. Az sonra Gael Caballero’nun karşısına çıktığında onunla daha uzun uzadıya konuşabilmek için bu bağlantıya ihtiyacı vardı. Belçin bu otelin herhangi bir yerinde, pis bir fare gibi saklanırken onu elden kaçırmamak için sessizce hareket etmek zorunda oluşunun sıkıntısını ise anbean yaşamak zorundaydı. “Baban sanata çok ilgi duyuyor mu?”
“Hem de çok… O eski bir müze küratörü. Onun sayesinde gezmediğim sergi kalmadı diyebilirim.”
“Anlıyorum.”
“Ya sen?”
“Bazen sanata ihtiyacım oluyor, düşünmek için iyi fırsatlar sunuyor insana.”
“Özür dilerim, fakat biraz acılı bir adama benziyorsun zaten… Gözlerin neden o kadar mutsuz bakıyor?”
Uygar gerçek bir hayretle, yeşil gözlerini yanındaki kadına çevirdi. Onu kolundan çıkarıp kendisinden uzaklaştırmamak ağır bir sınavdı o an. “Mutsuz mu görünüyorum?” diye mırıldandı.
“Dediğin gibi, biraz yardıma ihtiyacın var gibi görünüyor. Benim yapabileceğim bir şey varsa söyle, sana borçlarımı ödemiş olurum.”
“Teşekkürler, ama yapabileceğin bir şey yok.”
“Anlıyorum…” dedikten sonra Pilar dalgınlaşır gibi kelimeleri yayarak ifade etmeye başladı birden. “Ihmm, şey seni hemen babamla tanıştırayım o zaman. O bayılır böyle senin gibi derin adamlara. Bak, orada.” Genç kadın kolunu kaldırdı ve önündeki tabloyu seyretmekten vazgeçip yanındaki siyah elbiseli kadının belini tutarak kendilerine doğru dönen babası Gael Caballero’ya el salladı. “Baba! Babacım… Sonunda geldim!”
O an, almakta çok geç kalmış olduğu intikamının ilk safhasıydı Uygar için. Belçin gibi kıymetsiz bir kadın için bu kadar uğraşmak zorunda kalışı can sıkıcıydı sadece… Yine de sabrını muhafaza etmek için dudaklarına son kez ufak bir tebessüm yerleştirdi ve Gael Caballero’ya bir baş selamı vermek için kendini hazır tutmaya çalıştı.
Önünden bir garson gibi geçip giden Sevtap’ı görmek bile onu rolden çıkartmamıştı; sadece içten içe şaşırmıştı çünkü Sevtap’ın bu görevde, Gael’in yanında onunla Tekin’in tablosu üzerine sohbet eden kişi olacağını sanmıştı.
Oysaki karşısındaki adamın belinden tutarak usul usul yanlarına getirdiği kadın başka biriydi.
Dakikalar önce otelden çıkarken hiç dikkat etmemişti ama o siyah saçlıydı.
Yeri seyrederek yürüyen kadın başını kaldırınca, en sonunda onun gözlerini de gördü.
Kadın, kahırla seyredilecek bir gece kadar koyu bakışlıydı.
O andan sonra kendini sadece Gael’i Belçin’e uzanacak basamak olarak kullanmak konusunda yeni bir göreve hazırlayan Uygar için yeni bir sınav çıkmıştı karşısına.
Çünkü karşıdan gelen kadın, daha dakikalar önce hatıralarının neden can yakıcı bir sadakate sahip olduğu konusunda içten içe serzenişlerde bulunduğu Yakut’un ta kendisiydi.
-
Ay ben bu karşılaşmaları çok seviyorum maalesef zaafımdır... İki bölümdür Yakut gerçek anlamda bizimle değildi, bunu çok geciktirmek istemesem de biraz ihtiyacım vardı onun duygularından uzak kalmaya. Bu yüzden Yakut'un yaşadıklarından sonra bir de Uygar nasıl hissediyor buna odaklanmak istedim. Az çok benzer şeyler, zaten bizim ana temamız hep hatıralardı. Bu hatıraların yükü ne olacak bilmiyorum, geçmişe takılı kalmaktan nefret edip geçmişin bu kadar esiri olduğum için kendimi tutuklayacağım yakında 😔
Bir de yeni akım varmış, koşa koşa yaptım onu buraya eklemek istiyorum 🥺

Bu bana çok gençlikleriymiş gibi hissettirdi. Bir tane daha var, onu da çok eskiden yapıp kenara atmıştım. Buraya ekleyeyim, hatıra olsun.

Umarım kısa zaman içinde, tekrar görüşmek üzere 💘✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.84k Okunma |
3.07k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |