38. Bölüm

36. Kefaret

tuğba fc
askilav

Merhaba... Bu sefer erken döndüm, çok mutluyum aradan ay geçmedi 😭 Diğer bölüme göre daha uzun tutmaya çalıştım ama yine muhakkak kısa görünecektir, uzun aradan sonra açılarak gittiğim için buna takılmıyorum. Daha uzun yazmaya gayret ediyorum sadece. 😍 Umarım beğendiğiniz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerimm💝

-

Yakut Yalınkılıç

Yüksekten uçanın düşüşü çok can yakarmış. Yaşayarak anladım pek çok şey gibi. Ama neden hayattan zaten çokça ders almama rağmen hatalarımı tekrarlamakta inat ettim, bilmiyorum.

En sonunda hangi hatamız düzeltecek bizi? Ayrıca herkesin kaderi midir düzelmek? On kere olmayan şey, on birincide neden olsun ki? Benim aklımı başıma bu saatten sonra ne getirsin?

Yoksa ben, insanlar aslında kendi değerlerinin farkına varsın diye hayatın köşesine bırakılmış bir ufak numune miyim?

Başarısız, asıl gücün aslında dünü unutabilmek olduğunu bilmeyen, dünü düşündükçe gelecekten de için için korkan, gelecekten korkunca ileriye doğru tek bir adım bile atamayan... Ama geçmişin bir daha hiç dönülemeyecek bir yer olduğunun farkına varamamış, gerçek duygularımı duyanların burun kıvıracağı biriyim işte. Halimi görenlerin ayıplayacağı, bir köşede sessiz sedasız uzanmamın sebebini soranların bir daha yanıma uğramayacağı kadar vazgeçmiş bir kadınım.

Kabul ediyorum; güçsüzüm, olduğumu sandığım kadar başarılı değilim, hayal ettiğim adil ve makul kişi olmaktan çok çok gerideyim... Ama şu da var; kim uydurdu bunların asla yaşanmaması gereken şeyler olduğunu?

Susuz kalmış bir çiçeğe 'solmaya hakkın yok' demek gibi bir şey bu. Güneşte fazla kalan bir perde yırtılmamalı, bıçağın derinden battığı yer kanamamalı, koşmaktan yorulan hiç oturmamalı, çölde kalan susamamalı... Artık tek bir soluğu kalmasa bile insan muhakkak yaşamalı demek gibi bir şey bu. Fakat imkânsız. Nerede görülmüş hiç uyumayanın, uykuya ihtiyacının olmadığı?

Ben hiç düşmezsem ayakta durmanın kıymetini nasıl bileceğim?

Ya da hiç ölmezsem, yaşamanın hakikatini nasıl öğreneceğim?

Barselona'daki otelin sergi salonuna girdiğimde içerisi pek kalabalık görünmemişti gözüme ancak insanlar sürekli hareket ettiği için sanki bir karmaşa yaşanıyormuş gibi duruyordu. Birbirinden çok farklı renklerde giyinmiş kadınlar arasındaki tek uyumlu şey sadece siyah takımlar giymeyi tercih etmiş adamlardı.

Çantamı sıkıca tutup fotoğraflardan tanıdığım adamı orada aramaya başladım, loş ışıklar dikkatimi dağıtmasa da duvarlara asılı tablolar merak uyandırıyordu. Birkaç klasik tablonun önünde yavaş yavaş duraksayıp gerçekten de ilgimi çekerek onları seyrettim bir süre. Bir tanesinin tüm koyu çizgilerinin arasında fark edilmesi zor açık pembe bir çiçek vardı. Ancak bakabilenler görsün diye oraya konmuş gibi.

Vakit kaybetmekten endişe ederek tabloda dalgınlaşan bakışlarımı toparladım ve usulca salonun içinde gezdirdim. Şık giyimli onca insan arasında benim aradığım kişi de olmalıydı. Gael Caballero... Fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla elli altı yaşındaki bir adama göre fazlasıyla fitti ve burada da muhakkak dikkat çekecekti o.

Salonun giriş kısmından daha da ileriye adımlayıp sanki birisini arıyormuşum gibi görünmemeye çalışarak kısık bakışlarımla o adamı aradım. Sol elimde sıkıca tuttuğum çanta elbisemin uzun kollarının altında kayboluyordu neredeyse ama rahatsız edici değildi; fakat elbisemin sağ kolunun ucu kıvrılmıştı, onu hemen düzelttim. Bakışlarımı geri kaldırdığımda ise önünde yürüdüğümü fark ettiğim tablo adımlarım gitgide yavaşlamasına, en sonunda ise orada duraklamama sebep oldu.

Gael Caballero için özel olarak getirilmiş tabloydu bu. Rahatsız edici görüntüsüne rağmen açıklayamadığım bir sıcaklığı vardı tablonun; absürt bir yana sahipti ama aynı zamanda insani, karmaşık fakat anlaşılabilir... Başından kırık ağaç dalları uzanan tepkisiz suratın binlerce sesi olduğunu hissedebiliyor, hatta kendi zihnimde işitebiliyordum; bu yüzden Gael Caballero'yla tanışmak için orada bekleyişim ansızın gerçek bir ilgiye dönüşmüştü.

Oradan ayrılmadım. Geçirdiğim kısa zaman içinde yanıma bir başkası da uğradı ancak çok durmadan uzaklaştı tablonun önünden. Neden orada olduğumu belli etmemek için değil, sadece çok düşündüğüm için etrafıma da bakamıyordum. Tepkisiz suratın başından uzayan kırık dalların bir sesi vardı sadece... Ta ki dakikalar sonra birinin ağır adımlarla sağ tarafıma geçtiğini fark edene kadar.

O an sıkı parmaklarım çantama daha çok gömüldü. Nefeslerim artık sıradan bir yaşam kaynağı olmaktan çok beni bu görev için ayakta tutan son çarelerim gibiydi, öyle ki çok nadir rahatlıyordu göğsüm. Kısa bir saniye beni rahatlatacak kadar soluklandıktan sonra gözlerimi ondan tarafa çevirdim.

Caballero'nun tabloya dönük bakışları inceleyiciydi; sanata karşı sahici bir ilgisi olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Onu rahatsız etmeyecek kadar seyrettikten sonra tekrar önüme döndüm, sessizliğimiz salondaki uğultunun altında ezilirken hiç de konuşacak gibi görünmüyorduk.

Heyecanlıydım, buna sebep olan şey Gael Caballero'nun dikkatinin arada bir bana kaydığını fark etmemdi; ama hiçbir şekilde iletişime geçmiyordu, bunun sadece ondan beklemekle gerçekleşemeyeceğini bildiğim için dudaklarımı aralayıp konuşmak üzere kendimi hazırladım hemen fakat ağzımdan sızan tek şey sıcak bir nefes oldu.

Tenimin bir zehrin yayılması gibi yukarıdan aşağıya uyuştuğunu hissediyordum. Bugünün sonunda uzun bir intikamın sonlanacak olması mı yoksa başaramama korkusu muydu beni susturan bilmiyorum; fakat neyse ki uzun sürmemişti. "Pardon," diye mırıldandım. "Tablo için alıcı mısınız?"

"Düşünüyorum," derken Gael Caballero'nun sesi biraz ağırdı, kelimeleri yoğun bir aksanla telaffuz ediyordu. Yaşını dışarıdan çok belli etmese de kısık ve pürüzlenmiş sesinden anlaşılıyordu genç olmadığı. Bakışları bana hiç değmeden sergi salonuna bakındı hemen yanımda. "Ama eserin sahibinden bir iz yok gibi?"

"Öyle," dedim, daha sonra ben de onun gibi etrafı kontrol ettim. Bu esnada dikkatime, masalar arasında bir garson gibi dolaşan Sevtap da değmişti. "Ne zaman gelir acaba?"

Bu sorumdan sonra Gael'in kenarları kırışmaya başlamış gözleri ilk kez beni buldu. "Siz de mi almak istiyorsunuz tabloyu?" En azından o bakınca tükenmişti tenimdeki uyuşma, hatta daha da gerginleştiğimi hissettim. Belki de bana daha çok bakmalıydı, bu sayede neden burada olduğumu daha iyi hatırlar ve sağlam tutardım kendimi.

"Evet, hoşuma gitti doğrusu."

"Tuhaf... Groteskten hoşlanan bir kadına ilk defa rastlıyorum." Sözlerinden sonra işaret parmağını hafifçe tabloya doğrulttu, tepkisiz fakat korkunç görünen suratı ve onun kafasından çıkan kırık kuru dalları kastediyordu. Dışarıdan bakınca gerçekten de rahatsız eden bir yanı vardı tablonun. "Gerçekten onu alacak mısınız?"

Kendimi biraz daha tebessüm etmeye zorladım. "Bu size imkânsız bir şey mi göründü?"

"Biraz..." dedikten sonra Caballero da ince dudaklarını kıvırdı ve sözlerini toparlar gibi başını yana eğdi hafiften. "Ama bu imkansızlığa sebep olan ben değilim tabi ki. Kadınların genel olarak daha klasik ve romantik motiflere ilgi gösterdiğini herkes bilir, bu yüzden tuhaf buldum."

Bedenimi tamamen ondan yana çevirdim, tam dizlerimde biten elbisenin uçları yanımdan birisi hızla geçip gittiğinde uçuşmuş ve daha sonra tekrar tenime çarpmıştı. "Tuhaf..." derken onu taklit etmemeye özen göstersem de ansız çıktı bu kelimeler dudaklarımdan. Caballero ise yanlış bir karşılık verdiğini bilmeden sırıttı. Koca sergi salonunda sanatla ilgili tutkulu düşüncelerinden bahsetmek için doğru kişiyi bulduğunu sanıyordu muhtemelen. "Bu düşüncenizin tıpkı sizin gibi çoktan eskidiğini düşünüyordum ben ama..."

Gael Caballero ellerini pantolonunun ceplerine sokup daha da dikleşti karşımda. "Bana yaşlı mı diyorsunuz?" diye ağır ağır mırıldandı adam.

Tek kaşım usulca havaya kalktı. "Az önce kadınlar için gerçek güzelliği göremediklerini ifade ettiniz?"

"Ama sizi tenzih ediyordum bunu söylerken?"

"Ben de bu saçma yargıdan sadece kendimi kurtarmaya çalışmıyorum zaten?" deyip omuzlarımı silktim hafifçe.

Söylediğim şeyden sonra Caballero bir süre çatık kaşlarıyla gözlerimin içine bakarak bekledi ve daha sonra elini pantolonunun cebinden çıkarıp tokalaşmak üzere bana uzattı. Sol elimde tuttuğum çantayı sıkı sıkı tutsam bile her an düşürecekmişim gibi geliyordu. Böyle bir tedirginlik tüm vücudumu ele geçirirken gözlerim onun üst tarafı yavaşça buruşmaya başlayan elinde kaldı ve beklemekle yetindim sadece.

"Gael Caballero," diyerek kendini tanıttı, sanki 'hadi artık elimi tut' der gibi bastırarak dile getirmişti adını. Ama yine de onunla tokalaşmadım. Caballero uzun kollu kıyafetimin altından sanki görebilecekmiş gibi ellerime baktı fakat bir karşılık alamadı benden.

Kuru bir sesle sadece sahte ismimi mırıldandım. "Adelina."

Gael'in gözleri hala ona uzatmadığım ellerimdeydi, kendi kolunu da hiç indirmemişti. Bekleyişi o kadar kaba olmayacağımı düşündüğündendi büyük ihtimalle. Fakat en sonunda ısrarımı fark edip "Memnun oldum Adelina," demek zorunda kaldı. "Daha önceleri hep Barselona'da mıydın?"

"Hayır kısa bir tatil için geldim sadece."

"Yalnız geçen bir tatil mi bu peki?"

"Evet, neden sordunuz?"

"Eğer bir partneriniz varsa ve sizi bu muhteşem sergide yalnız bırakabiliyorsa ona derhal tekmeyi vurun diyecektim." Esprili olduğunu düşündüğü sözlerine benden önce kendi güldü Gael Caballero. Ufak ufak, hatta biraz da utangaç halde tebessüm ettiğimi görünce göğsü kabararak konuşmaya devam etti daha sonra. "Anlaşılmamak korkunç bir şey çünkü."

"Başka birisi tarafından buraya yalnız gelmek zorunda bırakılsaydım bile, anlaşılmadığım fikrine nasıl kapılabilirsiniz ki?"

Sadece kaşlarını hareket ettirerek tabloyu işaret etti. "Bu ilginiz bana hiçbir şey anlatmayacak değil, sonuçta sanat ruhun dışavurumudur diye boşa söylememişler."

Başımı hafifçe yana yatırıp ben de merakla mırıldandım. "Sizin anlaşılmadığınız konular nedir peki? Tabloya özel ilgi duyan sadece ben olmadığım için soruyorum."

Caballero'nun tam bana cevap vereceği sırada üstümüze başka bir gölge düşünce, başımı sağ tarafıma çevirip kimin geldiğine baktım. Beyaz pantolonu, düğmelerinin çoğu iliklenmemiş beyaz gömleği ve buz mavisiyle bu haline hiç tanık olmadığım kişi Tekin'di. "Sizi Jo'nun önünde bekleten nedir böyle?" derken sanki bana bakmamaya özen gösteriyordu; çünkü ne zaman mavi gözlerini üstüme doğrultsa tanıdık bir parıltı fark ediyordum harelerinde.

Topuklu ayakkabımdan ötürü neredeyse dengemi kaybedeceğim esnada Caballero'nun beni tutuşuna sığınıp "Jo?" diye sordum. Hiçbir şey anlamaz gibi saf duran bakışlarım Gael Caballero'ya da uğradı. O da şaşırmış gibi görünüyordu.

"Tablom hanımefendi." Tekin yüzüklü parmaklarından birisini arkamdaki absürt tabloya kaldırdı. O kadar ustaydı ki kullandığı aksandan dolayı kelimeleri zor algılıyordum. Mimiklerini takip etmekte zorlanırken doğal bir rahatsızlıkla baktım ona. "Ben, Thiago Alvarez," deyip kendini gösterdi bu sefer. "Eserin sahibiyim. Sizi uzun bir konuşma içinde görünce yaklaşmak istedim."

"Biz sizi bekliyorduk aslında," diye söze karıştı Gael Caballero. "Tablonuz için bir satış düşünüyor musunuz?"

"Satış mı?" Tekin rahatça sergilediği oyunculuğu sırasında tek kaşını havaya kaldırıp mağrur bir duruş kazandı. "Jo çok değerli bir parça..." derken sesi bile normalde sahip olduğu tondan çok çok uzaktı, daha ince ve kibar konuşuyordu şimdi. Onu bu halde seyretmenin bu kadar eğlenceli olacağını bilmezdim, resmen kaşlarım çatık durabilmek için kıvranıyordum burada... "Onun sizde uyandırdığı duygulardan önce benimle satış konuşmanız bile tüylerimi ürpertti şu an!"

"Değerli olduğu belli, onu resmederken içinizde yaşanan karmaşayı tahmin bile edemem..."

"Büyük bir karmaşa," diye gizemli bir şekilde mırıldandı Tekin, hatta gözleri bile ansızın tablosuna dalıp gitti. "Fark edilmesi güç... İnsanlar normalde eğlenmek ya da onları korkutmak için bunu yaptığımı düşünürler ama siz az çok anlıyor gibisiniz?"

Gael Caballero bu övgüden etkilenmiş gibi iki elini birden, Tekin'i ikna etmek istercesine havaya kaldırdı hemen. "İşte bu yüzden onu bana satmalısınız," deyip daha nefes bile almadan hızlı hızlı İspanyol aksanıyla konuşmaya devam etti. "Uzun zamandır hiç böylesine kendimi bulduğum bir eserle karşılaşmamıştım ama Jo adeta bir zinciri kırdı içimde, onunla gerçekten çok özdeşleştim Sayın Alvarez!"

"Teşekkür ederim..." Sarı sakallarının ucunu okşayıp ona yakışan bir kibirle gülümsedi Tekin. "Jo'yu bu şekilde tabir ediyorsanız belki de ona hiç paha biçmemem gerekiyordur."

"Haksızlık ediyorsunuz... Jo'ya sizin gibi değer vermem mümkün olmasa da hak ettiğine ulaşmasını sağlayabilirim." Hemen sonra ona da elini uzatmıştı Caballero. Çıldırdığını anbean seyrediyordum tavırlarından. "Gael Caballero. Katalan Ulusal Sanat Müzesinin eski yöneticisiyim, koleksiyon oluşturmak konusunda epey tecrübeliyim yani."

"Bana ne gibi bir yardımınız dokunabilir peki?"

"Çağdaş Sanat Müzesine ulaşana kadar şans sunabilirim bu muhteşem esere..." Hemen sonra ufak bir adımla yanına yaklaşıp Tekin'in koluna dokundu Caballero. Ben de direkt arkasında, hazırda bekler haldeydim. Tekin'e bakıyordum; fakat onun bana bakmamak için hususi çaba gösterişi sol elimde tuttuğum çantayı parmaklarım arasında daha derinden sıkmama sebep oluyordu.

"Sayın Alvarez... Bilmelisiniz ki Gael Caballero ismi bir imzadır."

"Ama beni saf dışı bırakıyorsunuz şu an," deyip yanlarına yaklaştım. Gael başını bana doğru çevirip sırıttığında beyaz parlak dişleri loş ışık altında belirgin bir şekilde ortaya çıkmış oldu. "Aksine sizi kendimden sayıyorum," deyip göz kırptı bana.

"Hmm..." Gael Caballero'nun bu sözlerinden sonra Tekin'e döndüm. "Eğer bu takımdaysam şansınızı kaçırmamanızı tavsiye ederim Sayın Alvarez," dediğimde tekin gereğinden uzun tutmuştu mavi bakışlarını bende.

Tenim yine baştan sonra uyuşmaya başlamıştı, alt dudağımı hafifçe ısırıp titrek nefesimi gizlemeye çalıştım. Burnumdan sızan soluk ise normalden daha sıcak, daha da yakıcıydı.

"Çift misiniz?" diye sordu Tekin neredeyse Thiago Alvarez olmaktan çıkıp gerçekten kendisi gibi davranacakken; ancak son anda duraksamış, hatta ufacık öksürerek boğazını da temizlemişti. "Çünkü hiç rakip gibi görünmüyorsunuz?"

Caballero yanında geldiğim an, elini tekrar belime yasladı ve boğazında bir ağırlık taşıyormuş gibi yavaşça güldü. "Olabilirdik de..." derken gülmekten kısılan gözleri kaçamak bir şekilde bana dönüyordu bazen.

Tekin havaya kalkan sarı kaşlarının altında fazlasıyla belli olan mavi harelerini hızlı hızlı ikimiz arasında gezdirdi. "Ne olabilirdiniz? Rakip mi çift mi?"

Buna cevap veremeden tam o sırada Caballero dalgın bir şekilde ceketinin iç cebine uzandı ve bir telefon çıkardı, aydınlanmış ekrana bakıyordu. Onunla yanındayken ben de görmüştüm kayıtsız bir numaranın aradığını. "Pardon buna bakmam lazım," dedikten sonra kenara çekilmiş, sonra bu yeterli gelmeyince biraz daha uzaklaşmıştı yanımızdan.

Nefesimi tutup kuru dudaklarımı yalayarak onun gidişini seyretmenin ardından sakince önüme döndüm. "Gitti," diye mırıldanışım esnasında Tekin'in bir kanca gibi bana batan gözleri kısıldı ve dişlerini birbirine bastırarak sanki her an beni yırtacakmış gibi suratını neredeyse öfkeli bir ifade sardı.

"Sevtap yerinde, az sonra haber getirir," derken söylemek istediği ilk şey bu değilmiş gibi kendini kastığını fark ettim. Hemen sonra karın ağrısını, epey keskin bir sesle dile getirmişti zaten; artık kibar sanatçı halinden zerre iz taşımıyordu. "Hani gelmeyecektin sen?"

Tek omzumu kaldırıp indirdim. "Son anda doktorum kararını değiştirdi ve geldim işte..."

Dişlerini birbirine bastırmaktan vazgeçip dudaklarını örttü. "Bundan haberi olan var mı peki?"

"Sevtap."

Kuru cevabımın ardından Tekin'in bana kızacağını biliyordum. "Bu kadar sürprizli olmayın yahu, sonra kalpten falan gideriz," derken takındığı sinir bunu kanıtlıyordu zaten. Kısık gözlerini çevrede gezdirip ellerini arkasında bağladı ve kimseye sezdirmeden bana doğru eğildi. Korktuğum için değil ama nedensiz bir utanmayla üst dudağımı ısırdım. Çantam ise parmaklarım arasında muhtemelen bir paçavra gibi hissediyordu artık, onu çok sıkmıştım.

"Tekin..."

Başını yana eğip ona bakışımın ardından keyifsizce güldü. "Hiç de sevimli değilsin."

"Biliyorum."

Dudağını büküp burun kıvırdı bana. "İticisin ayrıca."

"Tamam," deyip derin bir nefes bıraktım. Tekrar konuşacaktım ki Tekin'in küçümser bakışlarıyla karşılaşınca sustum. "Alındın mı?" deyip ifadesine epey uygun olan ses tonuyla mırıldandı o da.

Gerçekçi bir cevapla başımı iki yana salladım, dudaklarıma oturan ufak tebessüm onun da içini rahatlatıyor muydu bilmiyorum ama sanırım benim çok... çok rahatlatıyordu. "Alınmadım," dedim rahatlıkla. Keşke biraz daha böyle davransa, diye bir arzu yokladı içimi. Bakalım o zaman da aynı hissedecek miyim? Çünkü ben böylesine tasasız bir ruh halini sonuna kadar yaşamayı çok bekledim...

Tekin ciddiyetini gevrek gülüşüyle bozmadan önce "Tüh," dedi, sonra üstündeki kostümünün yakası açık kısmını düzeltti. "Alın diye söylemiştim halbuki, hatırlat da en kısa zamanda biraz daha aşağılayayım seni... Geri zekalı."

Dudaklarım karşı koyulamaz bir kıkırtıyı engellemek istercesine birbirine yapıştı. "Belki sonra..." dedim içime kaçan bir sesle.

"Mantıklı," dedikten sonra tekrar tablosunu seyretmeye başlamıştı Tekin, neden orada olduğumuz konusunda hiç bozuntuya vermiyordu. "Gördün mü az önce?" dedi konuyu değiştirerek. "Piç herif tablom için delirdi az önce."

"Gördüm gördüm, harika iş çıkarmışsın."

"İyi para kaldıracağım bundan galiba... Sevtap'la gömeceğiz."

"Yaa nasıl?"

Hafifçe omuz silkti Tekin, bir yandan da sırtını salondaki diğer herkese çevirip o tanıdık gevrek gülüşünü saklamaya çalıştı. Mavi hareleri yavaş yavaş bana kaydığında muzipçe göz kırpmıştı bir de. "Romantik bir akşam yemeği diyorum, ama haberi olmayacak. Sinirden bayılmasını istiyorum."

"Seni de o bayıltır ama?" Başımı omzuma doğru eğip Tekin'in arkasında kalan Sevtap'ın sürekli Caballero'nun çevresinde servis yaparak onu dinlemeye çalışışını seyrediyor ama... Şeye, başka tanıdıklara denk gelemiyordum.

"Bayıltsın, yüzünü görmekten iyidir."

"O zaman görüşme onunla."

"Salak mısın sen? Sevtap'ın tek bir saniyeyi bile huzurlu geçirmesine izin veremem." Onu dinlesem bile arayış dolu bakışlarımın arkalarda dolaştığını fark etmiş olmalı ki Tekin duraksayarak başka şeyler mırıldandı bu sefer. "Neyse o burada görevde şimdi de Uygar gelemedi hala ya... Genç kızların gönlünü fethetmekle meşgul herhalde şerefsiz."

Kısa ve sık nefesler alarak önüme döndüm. Tekin bir elini sarı sakallarına sarmış bundan keyif alır gibi onları okşarken beni seyrediyordu dikkatle. Tam o sırada bakışlarım, elindeki servis tepsisiyle yanımıza yaklaşan Sevtap'a değdi. Üstünde buradaki tüm çalışanların giydiği kıyafetten vardı. Herkese hiç olmadığı kadar güleç davranıyor ve sanki hep yapıyormuş gibi kibarca ikramda bulunuyordu. Bazen tepsiyi tek eliyle tutuyor, sıkıca topladığı saçlarını yolmamak için kendini zor tutarmış gibi başını sıvazlıyordu çaktırmadan.

Diğer tarafta işini bitirip bizim yanımıza geldiğinde de tavrını bozmadan tepsiyi uzattı ve dudaklarını kısık bir sesle konuşabilmek için belli belirsiz kıpırdatmaya çalıştı. "Belçin'le konuşuyor, odasından çıkmamasını söyledi. Yakut sen takip cihazlarını yerleştirdin mi?"

"Hallettim, sıkıntı yok." Hiçbir içecek almasam bile Sevtap'a doğru teşekkür edercesine gülümsedim.

"Tekin, sen de muhakkak odasına ilet o tabloyu. Gerekirse hediye et ama o tablo adama ulaşsın."

"Oldu bil Cemile."

"Kes sesini geri zekalı." Sevtap hiçbir şansı olmadığı için kibar gülüşünü daha da arttırdı ve Türkçe konuşmayı bırakıp hızlı geçiş yaptığı bozuk bir İngilizce ile güzel dileklerde bulunup uzaklaştı yanımızdan. O gittiğinde Caballero da yanımıza gelmişti. Telefonunu ceketinin iç cebine koyarken "Oh geri dönebildim sonunda," demişti sanki bir sıkıntıdan kurtulmuş gibi. Belçin'i o da sevmiyordu belki de. "Satış konusunda bir karara varabildiniz mi?"

"Adelina Hanım'ın yoğun ısrarlarına maruz kalıyorum dakikalardır."

"Öyle mi?" Caballero kaşlarını havaya kaldırıp bana baktı hoşnut bir hayretle. "Yokluğumda ortaklığımızı bitirdiniz mi yoksa?"

Benim yerime Tekin konuştu hemen. Gael Caballero'nun karşısında dik duruşu bile farklı bir tavır kazanıyordu, oyunculukta çok iyiydi. "Ah hayır yanlış anladınız, size olan güveninden bahsediyordu. Tablomun kitlelerce tanınmasını o da çok istermiş."

Tek omzumu kaldırıp indirdim. "Bana ait olursa sadece bir ziyaretçisi olacağı aşikâr."

"İki," diye düzeltti Caballero, başını bana bir şey anlatmak ister gibi öne eğdiğinde sıkı gömleği boynunun sarkmasına sebep olmuştu.

İmasını anlayıp tebessüm ettim ufaktan. "Teşekkür ederim ama bir sanatçının önünü kesmeyeceğim."

"O zaman tabloyu odanıza yönlendirelim Sayın Caballero? Ne diyorsunuz?"

Gael'in benden zar zor kopardığı bakışları Tekin'e döndüğünde gözlerimi yere eğip derin bir nefes bırakmıştım dışarı. Onların tablo konusunda anlaşmasını dinlerken kollarımı sallıyor, uzun kollu kıyafetimin uçuşmasını seyrediyordum. Çantamı tutan elim bile görünmüyordu, yalnızca kolumu kaldırdığımda kumaş yukarı sıyrılmış ve öyle karşılaşmıştım çantanın üstüne gömülmüş sıkı parmaklarımla.

Dakikalar sonra tablonun satışı konusunda sözlü anlaşmayı bitirdiklerinde Tekin gülümseyerek ve el sallayarak yanımızdan uzaklaşmıştı, Gael Caballero ise hala yanımdaydı. Göğsü kabarmış halde artık kendisine ait olan tabloyu seyrettikten sonra orada olduğumu hatırlıyormuş gibi bana döndü.

Ondan önce davranıp "Tebrik ederim," dedim.

Dudaklarını kıvırdı, kibirle gülümsedi. "Tebriğini seninle bir şey içerken kabul edeceğim," derken yine elini belime koymuş ve beni salonun orta kısmında davet masalarına yönlendirmişti. Fakat attığımız birkaç adımın ardından "Ah," dedi başka bir durum olduğunu belli edercesine. "Hatta seni kızımla da tanıştırayım."

"Kızın mı?" diye mırıldandım, ondaki beklenmedik tepki bana da sirayet etmişti.

Caballero hevesle başını salladı hemen. "Biliyorum şaşırdın, o kadar yaşlı görünmüyorum değil mi?"

Buna karşılık olarak payıma sadece gülmek düşmüştü; hatta çok uzatamadım bile, dudaklarımdaki kıvrılma azalıp giderken derin bir nefes almaya çalıştım. Sanki gülüşümün tükenişi kendine daha sağlam bir sebep arar gibi o sığındı bakışlarıma, sadece birkaç adım ötemden.

Uzun uzun seyretsem yine de bıkmayacağım yeşil gözlerdi beni ilk karşılayan şey. Çıkık elmacık kemikler, hafiften içe çökük yanaklar... Solgun bakışları dışında değişen hiçbir şey yoktu. Beni görmek onda da içten içe büyük bir tesire sebep oluyor mu acaba? Çünkü benim kalbim gitgide artan bir sızlayışla göğsümü yoruyordu şu an. Ancak inkâr edemediğim, geçmişten bu yana kendimle büyüttüğüm bir gerçek var ki; hayat hep bir ayrılıktan ibaret olsaydı, özlemek isteyeceğim kişi yine o olurdu.

Uygar.

Haklı olarak bir şaşkınlık oturmuştu yeşil harelerine. Ansızın aralanan fakat bir şey belli etmemek için kapanan dudaklarından okuyabiliyordum, beklemiyordu. Başını çevirip yanındaki kızı kontrol etti önce, sonra tekrar bizden tarafa döndü ve Gael Caballero ile aramızda gezdirdi çatık kaşlı ifadesini. Ama zaman daha fazlasını yaşamamıza izin vermiyordu, bu yüzden kendimi yanımdaki adamın konuşmasına odaklamak zorunda kaldım.

"Adelina, seni kızımla tanıştırayım."

"Tabi ki."

Onlarla karşı karşıya geldiğimizde nereye bakacağımı şaşırmıştım. Kalbim aslında tek bir kişiyi seçiyordu fakat ben, beni merakla seyreden karşımdaki kıza bakmaya mecburdum. Caballero'nun kızı yakından bakınca yaşını yansıtan, hoş ve güzel bir kızdı. Parlatıcı sürülmüş dudaklarını devamlı yalayarak gülümsüyordu. Uygar'ın kolunu bu kadar sahiplenmiş haline karşın çaresizce yutkunup önüme döndüm.

"Padre..." deyip babasına yaklaşırken en sonunda Uygar'ın kolunu serbest bıraktı kız. Onun babasına yönelişini fırsat bilip donuk fakat titrer gibi görünen yeşil harelere baktım. O an Uygar'a anlatmak istediğim bir şey yoktu ama o nedense bir şeyler anlıyor gibi bakıyordu bana; gitgide yatışan soluklarından fark etmiştim, hayret onu terk ediyor yerini bambaşka bir duygu alıyordu.

"Meleğim, biraz gecikmedin mi?" demişti Gael Caballero kızından ayrıldıktan sonra.

"Üzgünüm babacım, dışarıda bir aksilik yaşadım."

"Ne aksiliği?"

Caballero'nun kızı arkasına dönüp Uygar'a baktıktan sonra tekrar babasıyla konuşmaya devam etmişti. Ben de merakımın bir kısmını onlara ayırmış, ikisini dinliyordum. "Az kalsın bir kaza geçiriyordum," dedi kız, yavaş konuşunca aksanı daha çok belli oluyordu. "Karşı aracın sahibi de çok kabaydı ama neyse ki şey... Ah, hiç adını sormadım ki?"

Kız utangaç bir kıkırtıyla geri çekildi ve bu sefer sadece bakmak yerine Uygar'a yaklaştı tekrardan. "Sanırım ben o adamdan daha kabayım, adını nasıl hiç sormam? Çok özür dilerim..."

"Hiç sorun değil." O an Uygar'ın sesini ilk kez duymamı sağlayan şey olmuştu bu. Kibar tebessümü ona çok yakışıyordu; eğer kimsenin bilmediği fakat benim gönlümü çelen diğer gülüşlerini hiç görmeseydim böyle düşünürdüm tabi... "Ali adım," deyişini can kulağıyla dinledim. "Şimdi babana rahatça tanıtabilirsin."

"Ali..." Caballero'nun kızı bir Uygar'a bir babasına bakıyor ama tam olarak kimde kalacağına karar veremiyor gibiydi. "Baba, Ali de oradaydı ve bana çok yardımcı oldu. Sergiye katılacağı için de beraber geldik. Ona merhaba de lütfen."

"Merhaba Ali, çok naziksin. Kızıma yardımcı olduğun için çok teşekkür ederim," deyip yine bir tokalaşma için elini uzattı Gael Caballero. "Ben Gael Caballero," derken dakikalardır onu tanıyışımdan fark ettiğim kadarıyla gerçek gururla dile getirmişti ismini, bunu seviyordu.

"Rica ederim," deyip sakince tokalaştı Uygar da. Üstünde siyah, kravatsız bir takım elbise vardı. Sık sık yakasındaki düğmeleri toparlıyor, bana kravat takmayı çok da beceremediği o birkaç ay öncesini hatırlatıyordu.

"Ve bu da Adelina..." Caballero beni tanıtmak için belimden hafifçe ittirip bir adım öne çıkardığında dalgın bakışlarımı toparlayıp kendimi tebessüm etmeye zorladım. "Aynı tabloyu satın almak konusunda ufak bir sohbetimiz oldu kendisiyle."

"Ah öyle mi?" Caballero'nun kızı kibarca elini uzattığında ister istemez sevimsiz bir tepkiye dönüştü tebessümüm. Kıpırdayamadım. Onunla tokalaşmadım. Uygar'ın bakışları üstümde daha çok toplandı, kaşları da çatılmıştı üstelik. Karşımdaki kızın kibar gülüşü bozuldukça ortamı tatsız bir hava sarıyordu. "Memnun oldum Adelina, ben de Pilar..."

Çaresizce yutkunmak zorunda kalmıştım yine. "Memnum oldum," diye mırıldanmakla yetinebildim. Sevimsiz gülüşüm sonlanıp geriye sadece yanaklarımda bir kızarıklık kaldığında bakışlarımı da kaçırdım oradan.

"Ee peki şey..."

Uygar sahte bir öksürükle boğazını temizleyip ortamdaki durağanlığı dağıttı hemen. Parmaklarını dudaklarında gezdirirken kaçamak bir şekilde ellerime, bazen de belimdeki dokunuşa bakıyordu. "Bir karara varabildiniz mi peki tabloyu satın almak konusunda?"

Gael daha sıkı tuttu belimi. "Adelina ile artık ortağız diyebilirim."

Uygar tek kaşını kaldırdı ve mırıldandı. "Ortaksınız?" derken adımlarımın Caballero'ya yaklaşmasını, onun tutuşunun bir sahipliğe dönüşmesini anbean seyretmişti karşımda. Benimle karşılaşmanın şaşkınlığı, orada olmamın sebebini çözme ihtiyacı, öfke mi hissetmeli yoksa özgür mü bırakmalı tüm duyguları... Henüz karar verememiş olmalıydı. Buna rağmen ondaki bocalayışı fark eden tek bendim; çünkü ancak bir tanıdığın fark edebileceği kadar izin veriyordu karşısındaki insanlara.

Caballero durumumuzu açıkladı hemen. "Tablo o kadar iyiydi ki sahip olmak için iş birliği yapmam gerekti işte, yoksa asla paylaşımcı birisi değilimdir."

"Babamın eski bir müze yöneticisi olduğunu söylemiştim Ali," diye Pilar karıştı araya bu sefer. "Gördüğü her güzel tabloda aklı kalır, kafayı takar ve elde etmeden vazgeçmez."

"Öyle... Gördüğüm her güzel tabloda aklım kalır," diye ağır ağır mırıldandı Caballero. "Kafayı takarım ve elde etmeden vazgeçmem."

"Bu yüzden Jo senin," dedim ona. "Belki de odanda, senin onu anlamanı bekliyordur?"

"Tabi benim ama istediğin zaman görebilirsin ortak." İnce dudaklarının arasından düzgün beyaz dişlerini göstere göstere sırıttı ve hatta üstüne göz kırptı. Yüzümde asılı kalan donuk tebessümümle önüme döndüğümde direkt yere bakmayı tercih etmiştim.

"Baba..."

Pilar'ın tatlı uyarısından sonra Caballero bir elini kaldırıp avucunu açmıştı 'ne oluyor' dercesine.

"Ne yapabilirim? Adelina tablonun karşısında epey düşünceli görünüyordu ama tablonun yeri artık belli, onu davet edecek olan tek kişi de benim... Yoksa sen babanın iyilik yapmasını mı istemiyorsun kızım?"

"Tabloyu görmeyi çok isterdim." Uygar'ın sesiyle bakışlarımı ona çevirdim. Önündeki kokteyl masasına yaslanıp az önceye nazaran daha rahat bir pozisyon alırken direkt Caballero'ya sabitlemişti bakışlarını. "Ondan bahsediş şekliniz merak ettiriyor doğrusu."

"Görsen kusacağın kadar rahatsız edici bir şeydir muhtemelen Ali," diye babasına bakıp çekingen halde mırıldandı Pilar. "Sürrealizm tutkusunu bence bugünlük bizden uzak tutsun babam, gece uykularımın kaçmasını istemiyorum."

"Abartıyorsun kızım..."

"Az bile söylüyorum."

"Sen en çok ne popülerse ona tapmaya devam et o zaman, bana ve ilgi alanlarıma dil uzatma Pilar." Sanki bu konuda çok hassasmış gibi suratını astıktan sonra yutkunup Uygar'a döndü Gael Caballero. Kızının söylemlerinden hoşlanmamış olmalıydı, eli bile belimde kaskatı haldeydi. Gözlerini birkaç defa kapatıp açtıktan sonra "Ne zamandan beri buralardasın Ali?" diye mırıldanmıştı. "Adın yabancı anladığım kadarıyla."

"Birkaç yıldır buradayım."

"Ne için?"

"Önceleri maç takip etmek içindi, buralar hoşuma gidince daha sık gelip gitmeye başladım ve bir gün kalmaya karar verdim."

"Barselona taraftarı mısın yoksa?"

Uygar masaya yaslanmaktan vazgeçip geri çekildi ve dikleşti. "Severim," derken aslında başka bir şeyden bahsetmek istediğini biliyordum. Hiç anlaşılmayacak olsa 'Beşiktaşlıyım' derdi mesela. Tıpkı hiç var olmayan oğlumuza küçücük, siyah beyaz bir forma giymeyi arzuladığı gibi... Takımına olan bağlılığından bahsederdi.

Ansızın aklıma düşenlerle içim gitmesin ve ben bugünü rezil etmeyeyim diye bakışlarımı çabucak salonun içinde gezdirdim, saat ilerledikçe uğultu artıyor içerisi kalabalıklaşıyordu. Belçin de buralarda bir yerlerdeydi biliyorum; ancak yanımdaki adam onu saklıyordu, kamera kayıtlarından hiçbir iz çıkmamıştı çünkü.

"Hala gidiyor musun maçlara?"

Dikkatimi sergi salonundan koparıp Uygar'a kaydırdım; yine elini boğazına atmış ve gömleğinin düğmelerini toparlamaya çalışır haldeydi. Başını iki yana salladı aynı zamanda. "En son 2019'da müzeye gitmiştim," deyişinde bir donukluk vardı; ya hatıraların ağırlığıydı onu bu hale getiren ya da unutma arzusu... 2019, Barselona'da geçen yağmurlu bir Ekim ayı. Ayrılacağımızdan habersiz geçirdiğimiz balayımız.

Bu yüzden benim ona bakınca gördüğüm tek şey, sıcak bir yatağın içinde, gezecekleri yerler konusunda karısını ikna etmeye çalışan, tutkuyla çıldırtmak konusunda usta, aşk dolu bir adamdı. "Daha sonraları da gitmeyi çok istedim ama fırsatım olmadı," dedikten sonra Uygar'ın derin iç çekişi birkaç ay önce olsa kalbimi çok kırardı herhalde.

Kendimi suçlar, her şey bu hale geldiği için kahrolur, asla düzeltemeyeceğim şeyler konusunda kendimi çaresiz bırakır ve umutsuzluğa kapılırdım. Şimdi de üzülüyordum Uygar'a; hatta bazen beni tamamen unutmuş olma ihtimali geliyordu aklıma... Peki bu durum canımı sıkıyor muydu?

Elbette, hem de çok.

Ama geçmişin aksine, ben artık korkularıma rağmen gerçek bir yarına sahiptim; rahat uyuyabiliyor, gerekirse uzun uzun düşünüp kendi çözümlerimi üretiyor ve her duygunun bizde kaldırabileceğimiz kadar var olduğuna inanıp hislerimle yüzleştiriyordum kendimi.

Kaçmak, unutmaya çalışmak, çatışmak...

Başkalarından önce ben kendime düşman olmamayı öğrenmiştim artık.

Uygar ve Gael Caballero arasındaki konuşma Pilar'ın sıkılıp oflamaya başladığı bir noktaya ulaştığı sırada, Gael'in telefonunun çalmasıyla hepimiz duraksadık. Masaya bıraktığım çantadan sonra boştaki sol elimi dudaklarıma götürüp boğazımı temizlemek maksadıyla öksürdüm ama dikkatim tamamen telefondaydı. Neyse ki bu sefer yanımızdan uzaklaşmamıştı Caballero.

"Efendim?"

Babasının konuşmasını fırsat bilip Uygar'a doğru fısıldadı Pilar. "Babamla bu kadar anlaşacağınızı bilsem sizi asla yan yana getirmezdim," derken kaşları çatık, yüzü bıkkındı. "Ne sıkıcıymışsınız ikiniz de... Burayı acilen terk etmek istiyorum."

Pilar'ın fısıltısı, sergi uğultusu, kalbimin içten gümleyişi... "Kim geldi?" diyen Caballero'nun sesini kaybetmemek için Uygar'ın devamlı toparladığı gömleğinin yakasını seyrederken kaşlarım çatıldı. Nereye gideceklerdi acaba? "Beyaz saçlı mı?" derken yanımdaki adamın sesinin alçaldığını seçti kulaklarım. "Ne zaman geldi?" diye sormuştu peşi sıra, yavaştan telaşlanmaya başlıyordu. "Tamam... Tamam, geliyorum şimdi."

Telefon konuşması sonlandığında Caballero bu sefer uzun uzun yaslamak yerine bir kez belime dokunup elini hemen geri çekti. Bakışlarımı ona çevirdiğimde arkasından hızlı hızlı geçip giden insanların dikkatimi dağıtamayacağı kadar Caballero'nun gözlerinin içine baktım. O ise bazen bana bazen Pilar'a dönüyordu ama kızına olan bakışlarında ayrı bir ima vardı. Belçin'i ikisi de tanıyordu çünkü. "Ihmm, maalesef biraz işim çıktığı için size eşlik edemeyeceğim şu an."

"Bir sorun mu var babacım?" Evet, gerçekten de ses tonlarındaki kinayeyle bizden habersiz başka bir şey konuşuyorlardı.

"Yok bebeğim, ama gerekirse seni ararım olur mu?" İkisi arasında gözleriyle bir bakışma geçti. "Şimdi gitmeliyim, keyfinize bakın lütfen... Adelina, seni bulacağım merak etme. Tabloyu kaçırmak gibi bir niyetim yok."

"Çok teşekkür ederim, çok düşüncelisin."

Gael Caballero son bir gülümseyişin ardından yanımızdan tamamen uzaklaştı. Onun kaçar gibi gidişini Uygar da başını çevirerek seyretmiş, sonra kaçamak bir bakışla beni kontrol etmişti; ancak "Sanırım burayı terk etmene gerek kalmadı, baban senin için halletti bile," derken gözleri Pilar'daydı.

"Gerek kalmadı mı?" deyip gözlerini devirdikten sonra Uygar'ın bileğinden kavrayıp onu salonun çıkışına doğru yönlendirdi Pilar. "Benimle geliyorsun..."

Nefeslerim boğazıma takıldı kaldı, o an öksürmemek için kendimi zor tuttum. Masadaki çantamı almak için uzandım, vazgeçip saçımı düzelttim; başka taraflara baktım, zaten şimdi buradan gitmeli ve diğerleriyle beraber Caballero'nun izini sürmeliydim. Dinleme ve takip cihazları, tablodaki kamera boşuna koyulmamıştı sonuçta... Ama Uygar ne yapacaktı ki o kızın yanında? Sonuçta o da bizimle aynı görevdeydi.

Pilar da Gael Caballero'nun kızı ya Yakut, adam başka ipuçları bulmaya çalışıyor, dedi içimdeki ses.

"Nereye gidiyoruz?" dediğini duydum Uygar'ın, aramızdaki mesafe tam olarak açılmamıştı çünkü Pilar'ın kendini çekiştirmesine izin vermemişti o.

"Bara geçelim, daha rahat ederiz."

Uygar bu cevaptan sonra başını hafifçe bana çevirdi. Pilar bunu fark edince "Aa şey," demişti sanki beni orada unutmuş gibi. "Adelina, sen de bizimle gel istersen burada yalnız kalma."

"Ben..."

Kararsız cevabımdan sonra Uygar'ın hemen kaşları çatılmıştı. "Gael Caballero ilgilenecek bir tablo da bırakmadı zaten," derken başını biraz boynuna eğmiş, sonra belli belirsiz çıkışı işaret etmişti. Onlarla gelmem gerektiğini anlatıyordu şu an. "Sahi neydi o tablo, görmek mümkün olmadı."

Çantamı kokteyl masasından alıp aramızdaki kısa mesafeyi yavaş adımlarla kapattım. Ben yanlarına yaklaşınca Pilar da elini Uygar'ın kolundan çekmiş, normal bir şekilde sol tarafına geçmişti. "Sanatın absürt yanı," dedim anlatabileceğim en sade şekilde. "Herkesin kolay kolay ilgi duymayacağı bir tür. Gael beni bile ilk an tuhaf karşıladı," derken salonun çıkışına yürüyorduk.

"Aynen sana dedim ya Ali, kusturacak kadar saçma şeyler işte..."

Bakışlarım bazen yerde, bazen kıyafetimin uzun olduğu için sürekli uçuşan kollarındaydı. Artım tüm sohbet Pilar ve Uygar arasında devam ettiği için susmakla yetinmiş, sadece sessizliği üstlenmiştim.

Az sonra geldiğimiz barda canlı müzik vardı. Hareketli müziği duyduğu an kalçasını kıpırdatmaya başlayan Pilar "İnanmıyorum!" diyerek heyecanlandığı sırada ben kendime oturacak bir yer seçmeye çalışıyordum. Aslında cazip gelen bir koltuk vardı ama yine de geriye dönüp Uygarları kontrol etmek istedim.

O sırada gördüm Pilar'ın Uygar'ı dans etmek için ikna etmeye çalıştığını; ve yapacak bir şeyim olmadığı için el mecbur rahat edeceğim koltuğa yerleşip bacak bacak üstüne attım. Gözlerimi onlardan tarafa çevirmediğimde de aklım oradaydı; ama en azından daha az oradaydı. Gael Caballero'nun yukarıda ne yaptığını, Belçin'in şimdi nerede olduğunu merak ediyordum ama bir haber alabilmek için ya buradan gitmem lazımdı ya da Uygar'la konuşmam.

Pilar, Uygar'ı dans etmek konusunda ikna edemeyeceğini anladığında tek başına kalabalığın arasına karıştı. Uygar ise ağır ağır benden tarafa dönüp olduğum yere yaklaştı. Bakışlarını benden hiç ayırmadan aramızda biraz mesafe bırakarak koltuğa yerleşirken ben onun kadar sabit davranmamış, barın kırmızı koltuklarla dizayn edilmiş içini de seyretmiştim. Bir yandan da bacağımı sallıyor, dans edenleri seyrediyordum.

Çok geçmeden Uygar'ın kısık sesli mırıltısını işittim. "Döneceğini bilmiyordum," derken bedeni bana dönük değildi ama bakışları üstümdeydi, kolunu da koltuğun sırt kısmına yerleştirmişti sanki başka birisinin oturmasını istemezmiş gibi. Hemen sonra "Yaşadığını bilmediğim gibi," dediğinde acıtıcı bir şekilde yutkunup kendimi sağlam bir cevaba hazırlamaya çalışmıştım.

Aslında... Ben de ilk başta habersizdim yaşayacağımdan.

Beş ay öncesiydi.

Uygar'a birbirimizi unutmamız gerektiğini söylemiştim; çünkü kalbim tek bir kavgayı kaldıracak güçte değildi artık, kazanmak için çırpınmaktansa sonsuza dek kaybettiğimi bilip kendimi bu yarıştan koparmak o kadar cazip gelmişti ki...

Ama başka bir savaş daha vermek zorundaydım; o da nankör olmayışımın yanı sıra devletime sadık oluşumu ispatlamaktı. Attaf Köyü, Belçin ve ortaklarının kurduğu bir terör bölgesi olmasına rağmen kendimi suçlayıcı bakışlar altında mahkûm hissediyordum sürekli... Sanki her şeye ben sebep olmuşum gibi. Berbat bir duyguydu bu.

Göreve için geldiğimiz köyün olduğu bölge çöle benzeyen bir yerdi, sıcaktı; görevin zorlu olmasının yanı sıra koşulların da bizi güç duruma sokan bir hali vardı. Attaf Köyünü yok etmek için uyguladığımız planın en kritik noktasındaydık ve ilerleme gösteremiyorduk. Üstelik teröristlerin de Türkiye'de büyük bir patlamaya hazırlandığı konuşuluyordu o sıralarda. Yalnızca telaşa kapılan ben değildim, aslında hepimiz başarısız olmaktan endişe ediyorduk.

Ve ben o an hepimiz çaresiz bir haldeyken her şeye son vermek istedim. Aslında var olmayan ama hep varmış gibi hissettiğim suçlayıcı bakışlara, sevdiğim adamı 'hain' diye tutuklatırken aslında büyük bir ihanetin sebebi oluşuma, içimdeki kırgınlığa, hasar almış gururuma... Her şeye son vermek istedim.

O an hüzünlü değildim, korkak da. Sadece tamamlanmış gibi hissediyordum; hatırlıyorum, her şey o kadar yolundaydı ki benim için sanki gözüm hiç geride kalmayacaktı. Beni kendine sığdıramayan bu dünyaya bir daha geri dönme gibi bir niyetim yoktu. Gittiğim yer bana her şeyi unutturacaktı sonuçta... Ardımda bıraktığım insanlar beni iyi anarlar mıydı bilmiyordum ama bunu umursamadım.

Gözlerimi kapatınca son bulacaktı her şey... Tüm acılar, tüm pişmanlıklar bitecek ve bu hikâye hayalini kurduğum o adil sona ulaşmış olacaktı en sonunda. Suçlarımla beraber ortadan kaybolacaktım.

Uygar'a bıraktığım son bir mektubun ardından örgüte teslim oldum. Onun ölümümün ardından neler hissedeceğini tahmin etmeye çalışarak kendimi son bir acıya boğmadım bile; düşünmedim hiç, bencillikse bencillik... Ne yapayım canım çok yanıyordu, devam edemiyordum işte, boğuluyordum, kahroluyordum, mesele yalnızca yaralı bir aşk hikayesi olmanın ötesine çoktan geçmişti ben kendimi temiz hissedemiyordum artık.

Bu yüzden iyi bir amaç uğruna ölmeliyim, dedim.

Uygar'ın hakkımda bildiği son şey buydu.

"Sana dedim," diye bir uyarı işitince daldığım yerden gözlerimi ayırıp Uygar'a baktım tekrardan. Sol eliyle çenesinin sağ tarafını kaşırken bir yabancıymış gibi bakıyordu gözleri bana. Sonuçta rol yapıyorduk. "Beni dinliyor musun?"

"Göreve döndüğümü nereden biliyorsun?" diye sordum ona.

Sanki istihbarattan ayrılmışım gibi konuşmama karşın Uygar ufacık tebessüm etti. "Haberini aldım. Sevtap geç de olsa söyledi bizimle çalıştığını," derken elini kaşır gibi yapıp kulağına getirdi, kulaklığı vardı tabi... "Ama sorun da bu zaten, neden bu kadar geç öğreniyorum?"

"Geç geldim çünkü."

Uygar diretti, sert ifadesi gülüşünü de yok etmişti en sonunda. "Neden?"

Derin bir nefes alıp bıraktım. Artık müzik sesine rağmen bacağımı sallamıyor, hareketsiz oturuyordum koltukta. "Öyle oldu."

"Ben neden geç öğrendim?"

"Caballero'nun yukarıda ne yaptığını ben ne zaman öğreneceğim?"

İmalı bir şekilde omuzlarını kaldırıp indirdi Uygar. "Bilmem. Çok sevgili arkadaşın Sevtap Hanım sana onu söylemedi mi?"

Aşırı sert davranmıyordu, bu davranışları canımı da yakmıyordu, sadece... Şey, ben... Parmağımın tersini burnuma sürüp canımın istediği şeyleri kendime unutturdum hemen. "Söylemedi," diye mırıldandım üstüne basa basa. Israrlardan ötürü tekrar başlayan livin la vida loca müziğinden sonra tekrar bacağımı sallamaya başlamıştım. "Sadece adamın üstüne takip cihazı yerleştirip çekildim, o kadar," derken bakışlarım tekrar Uygar'a döndü.

"Çok da çekilmiş durmuyordun?"

"Ne alakası var?" deyip istemsizce kaşlarımı çattım. "Lafın gelişi öyle söyledim, yoksa görevim bu benim elbette gerektiği kadar yanında duracağım."

"Görevine laf mı ettim ben? Çekilmediysen çekilmemişsindir, hareket durumunu daha açık izah et. Kelimelerin önemi burada büyük."

Sanki ben hatalı davranıyormuşum gibi beni iğnelemesinden sonra kısık bakışlarım üstünde duraksadı. Uygar da tepkisizliğini koruyordu, bu halimizin dışarıdan bakınca birbirimize meydan okuyormuşuz gibi göründüğüne emindim. Sinirim bozulmamıştı; itiraf etmesi zor, ama o tabiri caizse en aptal anındaydı işte... En aptal.

"Caballero ne yapıyormuş?" dedim en sonunda bu konuyu dağıtıp.

Donuk bir mırıltıyla cevapladı sorumu. "Belasını sikmem için odasında beni bekliyormuş."

Gözlerim irice açılınca Uygar da derince yutkunup önüne döndü ve gömleğinin yakasını toparladı yine. "Başkan seni uyarmadı mı Barselona polisiyle takışmaman konusunda?" dediğimde suratıma sanki bu durum hiç umurunda değilmiş gibi bakmıştı.

"Dinlemedim, bilmiyorum. Haberim yok." Kendi pervasız sözlerinden sonra yine kulağını kaşır gibi yüzünü buruşturarak kulaklığına dokundu Uygar. Sanırım oradan konuşan birileri vardı. "Haberim yok dedim Reha, boşuna bağırma. Ben duymadım öyle bir şey."

"Duydun ama işine gelmiyor bence," diyerek araya karıştım, öne eğik duran başına rağmen bakışları bana kalktığında Uygar bilseydi kalbimin olduğu yerde nasıl sıkıştığını asla öyle bakmazdı; söz hakkımın olmasını çok isterdim, onu muhakkak uyarırdım. Bana öyle bakma, derdim.

"Niyet de okur olmuşuz?" derken başını iki yana salladı yaramaz bir çocuk azarlar gibi.

Tek omzumu usulca kaldırıp indirdim. "Bana öteki taraftan iletiyorlar, malum..." deyip yutkundum. Söylemese miydim acaba bunu? Ama komikti bence. Uygar eskiden en kötü şakalarıma bile gülmeye çalışırdı. Bu kötü mü değildi yoksa? "Biz tanışığız," dedikten sonra dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi tamamen susturmaya uğraştım.

Ona göre epey saçma olan şakamdan sonra Uygar parmaklarını gözlerine yasladı ve neredeyse çıkarana kadar ovaladı göz pınarlarını. "Bana gaipten sesler geliyor herhalde," derken beni yok saymaya çalışıyordu, dudaklarım engel olamadığım bir gülüşten ötürü kıvrılacak gibi olduğunda derin derin nefes alıp yutkundum ve tuttum o gereksiz gülüşü. "Ama oradakilerin de bu kadar kötü şaka anlayışına sahip olduğunu düşünmüyorum," deyip sertçe boğazını temizledi Uygar.

"Caballero ne yapıyormuş?"

Israrlı sorumdan sonra Uygar en sonunda parmaklarını yüzünden çekip bakışlarını bana doğrulttu, gözlerimin içine bakarken yutkundu bir de. "Caballero'nun ne yaptığını dinliyorum şu an," dediğinde, eminim bunu söylemek geçmemişti içinden; mecbur kalmıştı... O anlardı da gözlerimin içine bakınca ben anlamaz mıydım hiç? Caballero'nun ne yaptığı umurunda bile değildi onu sağlam bir dövmek dışında; ama umursamak zorunda kalıyordu. "Odasında telefonla konuşuyor," diye yeni bir bilgi geçti bana. "Az önce odasına gelen kadın bizim aradığımız kişi değildi, Reha onun dikkatini çekmek için bilerek yollamış."

Dans edenleri izliyormuş gibi yaptıktan sonra dudaklarımın üstünü kaşıyıp alçak bir tonda mırıldandım. "Belçin'i sakladığı yerden hiç bahsetmiyor mu peki?"

"Hayır, odasından çıkmamasını söylüyormuş sadece. Ona yardım etmek bile istemiyor."

"Neden?"

"Çünkü kendisinin başı dertte zaten, Caballero eser kaçakçılığından mimli."

"Anladım... Belçin odasından hiç çıkarmazsa yerini nasıl bulacağız peki?"

"Adamın onu ya kaçırmasını ya da kovmasını bekleyeceğiz."

Bu kesin bir sonuca sahip olmayan cevaptan sonra derin bir nefes alıp önüme döndüm. Kalabalık arasında dans eden Pilar henüz bundan yorulmuş gibi durmuyordu, bir yandan da içiyordu. Onu beklemek bu saatten sonra anlamsızdı çünkü biraz daha içerse konuşulacak hiçbir yanı kalmayacaktı. Uygar da bunu düşünmüş olmalı ki "Sen odana geç artık, sabahı bekleyeceğiz," dedi birden.

"Sen ne yapacaksın?" diye mırıldandım.

"Biraz daha burada bekleyeceğim."

"O kız için mi?"

Sorumdan sonra duraksadı, ben biraz daha kibar sorsaydım Uygar'ın vereceği cevap da muhakkak kibar görünürdü ama yanlışlıkla çok kaba dile getirmiştim bu soruyu... Sanki kıskanır gibi. Uygar dilini kuru dudaklarında gezdirdi ve sonra alt dudağını dişledi. "O kız için," derken en azından sakin kalmış, hala bir görevde olduğunun bilinciyle sabit tutmuştu ifadesini.

Çantamı alıp bir süre kucağımda beklettim. Düşüneceğim bir şey yoktu. Aramızda gerekli kontağı kurduktan sonra geriye sadece Caballero'nun hareketlerini izlemek kalmıştı o kadar. Uygar'ın burada kalmasının sebebi de Pilar'ın dikkatini çekecek şekilde ortadan kaybolmamaktı. Kendimi bu fikre odakladıktan sonra ayaklandım. Saçımı kulağımın arkasına iterken bakışlarımı kaçırmış, sonra son kez konuşmak için Uygar'a dönmüştüm. O da barın karanlığa yakın aydınlatmasının altında oturmaya devam ediyor ve başını yukarı kaldırmış bana bakıyordu. Ademelmasının hareketini anbean takip ettikten sonra tekrar gözlerinin içine bakıp "O zaman ben bana ayrılan odaya geçiyorum," dedim.

"Geç," dedi.

"Sabahı bekleyeceğiz mecbur."

"Mecbur."

Çantamı tuttuğum elimle, arkaya attığım siyah saçlarımı tekrar omuzlarıma bıraktım. Geriye dönüp son bir kez Pilar'ı kontrol ederken "Sen de onu takip et," demiş, sonra oradan bir adım uzaklaşmam gerekmişti.

Uygar başını bir defa öne eğip kaldırdı. "Ederim," derken cümlelerimin sonunu tekrarlıyordu hala dalgın dalgın; sesi müzikte kayboluyor muydu kaybolmuyordu bilmiyorum, belki de ben dudaklarının hareketini okuyordum. Sıcaklamıştım sadece; büyük ihtimalle bar bunaltmıştı beni.

"Ee iyi geceler o zaman sana, kolay gelsin."

"Sana da çok iyi geceler, haber bekle."

Dudaklarımı hafifçe kıvırıp selama benzer bir tebessüm ettim. "Bekleyeceğim," derken bir sohbet nasıl bitirilir unutmuş hissediyordum kendimi. Sonra artık yapmam gerekeni yapıp adımlarımı ileri attım, uzaklaştım; ama bu gece nasıl geçecekti hiç bilmiyordum. Bana ayrılan odaya varıp üstümü değiştirdiğimde bile aklım gecenin içine saklı sırlardaydı.

Son bir kurtuluş için Belçin bu otelin içinde bir yerlerdeydi. Aradan geçen beş aya rağmen Uygar'la yan yanaydık ve birkaç sürtüşme dışında iyiydi her şey; ben ondan korkmuyordum, o benden nefret eder gibi davranmıyordu... Hatta onu artık çok iyi tanıdığımdan ve anladığımdan olsa gerek iyi ki huysuz davranıyor diyebiliyordum; bana kendimi hatırlatıyordu bu halleri.

Sol elimi yüzüme atıp "Her şey yolunda," diyerek yavaş yavaş tenimi sıvazladım. Az önce yıkadığım ama havluya silmediğim ıslak elim kirpiklerimin yapışmasına sebep olunca geri çektim avuçlarımı. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp kısa bir süre beyaz çarşafı seyrettim.

Zaman akıp gidiyordu, merakım kabarıyordu. Gözlerimi kaldırıp odadaki saati kontrol ettim. Gece yarısını çoktan geçmişti, barın kaçta kapandığından haberim bile yoktu. Payıma yine sadece düşünmek ve kendi gerçeklerime inanmak düşmüştü yani. İçimde sıkışan nefesi dışarı bırakıp gözlerimi sertçe yumdum ve geri açtım. Beyaz çarşafa bakarken hissettiğim bulanıklık geçmişti şimdi. Parmaklarım ise bir oyalanma ihtiyacıyla yorganı buruşturuyordu durmadan.

Öylece durarak biraz daha zaman geçirdim. Uyumak gibi bir seçeneğim yoktu çünkü birisi muhakkak oda servisi bahanesiyle yanıma gelecekti; ya da başka bir seçenek bulacaklardı bundan eminim. Konuşmamız gereken anlardaydık.

Tam da bunu düşündüğüm sırada odamın kapısın tıklatıldı. Yerimden kalkıp merakla oraya ilerlerken parmaklarımı boğazıma sardım hafifçe, sonra kapı kulpuna sarılıp biraz öne eğildim. "Kim o?" derken gözlerim kapının pervazla birleştiği noktadaydı.

Sorumdan sonra ise pek beklemediğim bir ses ilişmişti kulaklarıma. "Ben," diyen Uygar'dı.

Ufak bir rahatlamayla kapıyı yavaşça araladım ve onun yorgun bir geceye rağmen hala dinç görünen suratına baktım. Dirseğini kapıya yaslamıştı, azıcık açtığım aralıktan beni görmek ister gibi dikkatle bakıyordu. "Konuşmamız lazım, gelebilir miyim?" diye fısıldarken öylesine temkinliydi ki sesi... Sanki ondan korkacağım ihtimalini göze almış gibi. Halbuki böyle bir şey yoktu. Biz sadece sıfırı yaşıyorduk; yabancılıktan sonrası, birbirimizi her şeyiyle tanımamızdan bir öncesi.

Uygar içeri geçsin diye kapıyı biraz daha açtım. "Hayır hayır gel," dediğimde koridoru son bir kez kontrol edip içeri girdi. İlk girdiğinde ne yapacağını bilemez gibi bana bakmış, sonra odayı seyretmişti. "Uyuyor muydun yoksa?" derken hoş bir çekingenlik vardı üstünde.

"Yok hayır, Sevtaplardan birinin gelmesini bekliyordum."

Sanki onu reddedecekmişim gibi duraksadı Uygar. "Ben geldim ama."

"Hoş geldin," derken parmaklarımı dudaklarımın üstüne sürtüp hafif hafif ovaladım, ne yapacağımı bilememiştim. "Çıkarsana ceketini, rahatça otur," dediğimde ise bir süre kararsız kaldı, sonrasında beyaz gömleğinin üstünden ceketini sıyırırken yanına yaklaşıp elinden almak istedim. "Ben koyarım," derken o da ne yapacağını şaşırmıştı; hem bana uzatıyor hem de ceketi koyacağı tekli koltuğa yöneliyordu şaşkın şaşkın.

Kararsız ellerinin üstüne sol elimi yaslayıp onu durdurduktan sonra ceketi yavaşça aldım. "Pilar ne oldu?" diye sormamla mı bilmiyorum, ya da ona dokunmamla mı oldu bu anlamadım; yutkundu ve "Odasında," diye mırıldandı.

"Kim götürdü?"

Beyaz gömleğinin kol düğmelerini açıp yukarı kıvırırken "Aşağıdaki çalışanlara söyledim ama gidene kadar kontrol etmem gerekti herhangi bir sıkıntı çıkmaması için," demişti aynı zamanda. Oda çok büyük olmadığı için ferah parfümü daha çok dolduruyordu burnumu. Yalnız olduğumuz için ona daha çok bakıyordum; yüzündeki yarayı, elindeki yanık izini, duyguların birer yığına dönüştüğü yeşil gözlerini, bazen benim gibi ne konuşacağını bilmediği için defalarca aralanıp kapanan dolgun dudaklarını... Her şeyini.

"Anladım."

"Sonra da," dedikten sonra gözlerini gömleğinin kollarından çekip bana doğru kaldırdı Uygar, beyaz kumaşı kıvırmayı bile bırakmıştı birden. Nereye baktığını, onu neyin susturduğunu bildiğim için ben de konuşmadım. Nefeslerim tekrar sıklaşmıştı; halbuki bu anın yaşanacağını önceden çokça düşünmüş, kendimi epey hazırlamıştım. Fakat yaşamak her zaman daha farklıydı planlardan.

Üstümde artık uzun kollu elbisem yoktu, ellerimi hiçbir şey kapatmıyordu. Bu yüzden sağ kolumda, bileğimden sonrası olmadığını görebiliyordu Uygar. Daha tamamen konuşmaya fırsat bulamadığımız patlamanın bende ne gibi tahribatlar bıraktığından, hayatın hatalarımın kefaretini bana ne şekilde ödettiğinden o da haberdardı artık.

Bakışları karardı, çenesini sıktı. Dualarımın karşılığının onda bir öfkeye sebep açacağını önceden düşünmüştüm; benim kadar metanetli davranamayacaktı elbette... Çünkü o hiçbir zaman benim gibi büyük bir arzuyla beklememişti bu anı; Uygar hiç bilemezdi Allah'ım ya gözlerimi al benden ya kulaklarımı... Bacaklarımı, kollarımı, gerekirse nefesimi, ne olur bir şey al benden de kendimi suçlarımdan aklayayım, diye gecelerce ettiğim duaları.

-

Merhaba... Buraya tam bir saat uğraşıp Sarraf'ın 2.yılı diye not yazdım, cidden bir saat sürdü ama saçma geldi sildim sonra. Eğer olur da yine notu silmek istemezsem finalden sonra yazarım duygusal bir şeyler, o zaman da vazgeçersem kitabımız olur da bir gün basılabilirse o zaman yazarım ahakjda 🙏 Bu şansımı tek bir sefer için ayıracağım, onun da çok iyi olmasını istiyorum niye bilmiyorum

Ben 7 Eylül'de yeni bir kitap yazmaya başlamışım. Çok aniden aklıma geldi ama sadece iki bölümün taslağını yazabildim. Burayı etkilemesin diye kaçıyorum oradan gerçekten. Onun için de bazen kafamda bazı sevimli sahneler dönüyor ama aklımdakiyle yazdığım çoğu zaman birbirini tutmadığı için oturup da tatlı tatlı ben şöyle bir kitap yazıyorum diye bahsedemiyorum çok sıkıcı :')

Neyse şimdi gidip geceyi beraber geçirecek gibi duran Yakut ve Uygar'ı düşüneceğim, düşünülmeyi hak ediyorlar çünkü 😭😭

Hoşça kalın, kendinize çok iyi bakın. Sizi seviyorumm 💝

Bölüm : 30.09.2025 02:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...