
Herkese merhaba, gececiler için iyi geceler daha sonra uğrayacaklar için iyi günler. Nasılsınız? Umarım çookk iyisinizdir. 🙏💘
Sanırım bu uzun zaman sonra yazdığım en normal bölümlerden birisi oldu. Sıkı sıkıya bağlanmış bir düğümü açar gibi. Hatta yazdığım için de bir nebze olsun rahatladım. Sanki hiç düzlüğe çıkmayacakmışız gibiydi ama onu da hallettik, bundan sonrası umarım çok güzel olur. Keyifli okumalar dilerim herkese! 💝
-
Sen hastasın, demişti zihnimde kendine çok ufak bir kısım ayırabilmiş kısık bir ses.
Gözlerin görmediğinde bu dünyaya gerçekten katlanabilecek misin acaba? Hiçbir şey duyamaz olduğunda özlemeyecek misin sana birinin geldiğini haber verircesine çalan zilin sesini? Konuşamadığında, insanın canı sıkkınken bir şarkı mırıldanmasının ne kadar kıymetli olduğu aklına gelmeyecek mi Yakut? Ellerini kullanamayıp sadece birkaç dakika bile olsa başkalarına muhtaç kaldığında ‘keşke’ demeyecek misin? Tüm bu fütursuz duaların seni gerçekten mutlu edeceğini mi sanıyorsun sen?
Suçmuş, bedelmiş…
Sen misin kızım şu dertli dünyanın tek hamalı?
Ama o zamanlar, o kısık sesi kolayca bastırabilecek daha büyük çığlık vardı zihnimde. Onun tuzağına düştüğümde her şey için çok geçti ve ben artık geri dönülmez bir cezayı yaşamaya başlamıştım.
Uygar hala karşımda donakalmış haldeyken tekrar yutkunma ihtiyacı hissetti. Elini kaldırıp burnunun ucunu tutarken kendisini yanlış bir tepki vermemek için öfkesinden alıkoyduğunun farkındaydım, yüzü kızarmıştı. Sonra eğik başına rağmen bakışları bana kalktı.
Defalarca dudaklarını araladı ve kapattı. Ona hiçbir şey söyleyemeyecek kadar büyük bir yük yüklediğimin farkındaydım, bu yüzden ben devraldım sözleri. “Attaf köyündeki patlamada oldu,” dedim kolumu kaldırıp sanki önemsiz bir şeyden bahseder gibi. Aslında bunun hayatımın en büyük dönüm noktalarından olduğunu biliyordum ama nedense konuştuklarımla içten içe inandığım şey birbirine ters düşüyordu.
Uygar bir adım bana yaklaşacakmış gibi bedenini kıpırdatsa da yaklaşmamıştı. Onun ne yapacağını bilemez halini anlayışla seyrettikten sonra sol elimle tekli koltuğu işaret ettim. “Ayakta kaldın otursana.”
Bir süre çatık kaşlarla zemini seyretti, sonra epey pürüzlü ve zorlanır bir sesle “Oturayım,” diye mırıldandı o da.
Ben de çok beklemeden tekli koltuğun karşısındaki yatağa yerleştim. Dizlerimi birbirine doğru yaslayıp Uygar’ın duyguların birer karmaşaya dönüştüğü suratını seyrederken onun aksine biraz daha rahattım; aylar sonraki bu ilk karşılaşmanın yükünü atlatmıştım en azından, hatta nedensizce gülümsemek istiyordum fakat Uygar’a saygısızlık olmasın diye yapmadım bunu.
O ise artık yaptığının yanlış anlaşılacağını anlayarak elimin yokluğuna bakmaktan vazgeçti ve suratıma çıkardı yeşil gözlerini. Konuşacaktı; eğer öfkesi koyu bir duman gibi yüzünü boğmasa muhakkak konuşacaktı, kelimeleri onun yerine ben devralmak zorunda kaldım yine. “Nasıl… Neden burada olduğumu merak ediyorsun sanırım.”
Keskin bir tavırla ağır ağır başını salladı Uygar, sürekli dudaklarını içe kıvırıp ısırır haldeydi. “Haliyle,” derken gömleğinin yakalarını sanki duygularını dizginler gibi nafile bir çabayla toparlamaya çalıştı ama ikisinde de başarılı olamıyordu.
“Patlamadan sonra örgütten birkaç kişi ölmediğimi, yaşadığımı fark edince esir aldı beni.” Utandığım için bir süre başım öne eğik devam ettim sözlerime. “Örgütü tekrar dirilteceklerine inandıkları için beni yanlarında tuttular ama çok zarar görmüşlerdi, ellerindeki her şeyi kaybettikleri için eskisi kadar güçlü değillerdi.”
Tekrar başımı kaldırdığımda Uygar’ın hınca bulanmış gözlerini üstümde milim milim dolaşırken buldum. Dizleri arasında duran ellerini sıkıca birbirine bağlamıştı ve sürekli alt dudağını ısırıyordu. Aslında kalkıp yanıma gelecekmiş gibiydi ama ikimiz de verdiğimiz sözden cayamazmışız gibi mesafelerimizi korumaya devam ediyorduk hala.
“Nasıl kurtuldun oradan?”
“Zor olmadı… Gerçekten, patlama sırasında örgüt çok fazla kayıp yaşadığı için ellerinden kurtulmak zor olmadı benim için.” Başım hafifçe yana eğildi, ona tekrar utangaç bir bakış attım. Bu esnada saçlarım yana doğru düşmüş, sağ omzum açıkta kalmıştı. Elimi oraya koyup, o zamanları anımsamanın zorluğuyla tenimi ovaladım. Beni acıtan şey esir düşmek, bir elimi kaybetmek ya da örgütün elinden kurtulurken yaralar almak değil ki… Ben yaşadıklarıma üzülmüyorum, tüm bunları delicesine isteyişime üzülüyorum.
“Yakut-”
Uygar’ın konuşmasına devam etmesine müsaade etmeden alelacele son kalanları anlattım. “Benim geri döndüğümde tedavi sürecim uzun sürdü sadece, göreve tekrar dönebilmek için bazı yeterliliklerimi kanıtlamam gerekiyordu ondan dolayı ortalıklarda yoktum. Çok büyük bir sorun yaşamadım yani, endişelenecek bir şey yok.”
Bir şeyler söylemek için tekrar dudaklarını kapatıp açtı ama hiçbir şey söyleyemedi Uygar. Neden yaptın bunu diye soracak olsa cevabı belliydi zaten.
“Sana da hep görevlerim sürpriz denk geliyor,” deyip sessizliği biraz olsun kırabilmek için alçak bir tonda güldüm. “Daha önce de olmuştu hatırlıyor musun?”
Kalkan’ın mekânında karşılaştığımız, benim peruk takmak zorunda kaldığım zamanı anımsarken Uygar’ın gardını kıramadığım için benim de gülüşüm azalmıştı fakat konuşmayı bırakmadım. “Gerçekten bilerek olmuyor ama… O zaman yanlış hatırlamıyorsam benim oraya geleceğimi senden saklamışlar, şimdi de doktorum son anda izin çıkardığı için göreve dönebildim o yüzden herkese haber vermediler. Sevtap da Revan başkandan dolayı yanımdaydı, çok destek oldu bir tek o biliyordu beni.” Sonra gözlerimi kıstım hafifçe. “Şey, bir de Tekin biliyordu ama o sadece tedavi sürecinde olduğumu biliyordu, yanlışlıkla öğrenmiş tabi ben söylemedim ona.”
Daha fazla konuşmayı bırakıp bir süre halısız zemini seyrettim. Uygar da konuşmadı. Bana iyi gelen kişinin kendisi olmak istediği aşikardı, bunu ben de isterdim… Ama birbirimizi dünyayı devirircesine de sevsek ruh sadece kendine muhtaç olduğunda bir çaresi kalmıyordu acıların.
Dakikalar sonra Uygar yine hırıltıya boğulan sesiyle mırıldandı. “Şimdi nasılsın peki?” derken sorabileceği en doğru soruyu sormuştu.
“Ben mi?” dedim fuzuli bir şaşkınlıkla.
“Sen,” dedi, yeşil gözleri içli içli bakıyordu.
“Çok iyiyim.”
Aslında bu cevaptan daha fazlasını söylemeyecektim ama gözlerim, Barselona’nın yağmurlu havasını bize gösteren perdesi açık pencereye kaydı bir süre. Cama vuran ve tıpır tıpır sesler çıkaran yağmuru dinledim. Kokusunu da çekmek isterdim içime. Islak toprak kokusunu. Üstüne basılmış çimenlerin kokusunu. Fırtına çıktığında hırçına dönen denizin kokusunu.
“Kuş gibi hissediyorum kendimi,” diye bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. Dalgın bakışlarımı pencereden alıp tekrar Uygar’a doğrulttum. O da uzun uzun beni seyreder haldeydi. “Sanki bütün taşlar yerine oturmuş gibi. Yaşanması gereken her şey yaşanmış gibi. Çok iyi. Anlıyor musun?”
Parmağının tersini birkaç defa burnuna sürtüp bakışlarını yere eğdi Uygar. “Anlıyorum,” derken sesinde hala kırılması zor bir öfke taşıyordu.
“Sen nasıl hissediyorsun?”
“Bildiğin gibi.”
“Yani, nasıl?” diye sorumda direttim.
Sorumdan sonra derin bir iç çekti ama cevap vermedi, endişeleneceğim kadar uzun bir süre konuşmayı tercih etmedi hatta. Dakikalar sonra ters giden bir şeyler olduğunu hissedince yatakta oturmak zorlaştığı için “Uygar,” diyerek yerimden kalktım. Aynı anda o da uzun bedenini tekli koltuktan kaldırıp karşıma dikildi. “Yakut,” dediğinde sanki benimle konuşmuyormuş gibi irkilip bir adım geriye kaçmıştım. Uygar’ın üstüme yürüyüşü derin bir yutkunma ihtiyacı uyandırdı ansızın.
“Caballero…” deyip sanki koyu bir sohbetin ortasına anlamsız bir şey katarmış gibi mırıldandım. Söylediğime hiç aldırış etmedi Uygar, varlığıma karşı atlatamadığı bir asabiyetle üstüme geliyordu adım adım. “Reha’nın yemini yutmuş mu? Onunla ilgili bir şey söylemedin…” dediğim an belim arkamdaki konsola değmiş ve duraksamak zorunda kalmıştım.
“Söylemeye hal mi bıraktın?” Sert tavrına rağmen ellerini iki yanımdan konsolun üstüne yasladığında kıskacına almış oldu beni. “Ha? Hal mi bıraktın Yakut?” Sesi artık daha yakındı; kokusu, düşüncelerle dolup taşan gözleri, her şeyi. “Yemin mi ettin sen benim aklımı almaya?” diye sorunca ciddiye alıp “Hayır,” diye sızlandım.
“Sen ikimizi de delirtmeye yemin mi ettin ne yapıyorsun?”
“Hayır gerçekten niyetim bu değildi.”
Yine derin derin soluklandı. “Ne diyeyim ben şimdi sana?” derken son nefesini verir gibi zar zor konuşuyordu.
“Lütfen kızma,” diye fısıldadım, onu dinlemek istiyordum ama anlatmak istediklerim de çok fazlaydı. “Lütfen yalvarırım kızma Uygar.”
“Keşke kızsam ya...” Kırılır gibiydi kelimeler. “Keşke kızabilsem sana.”
“Biliyorum bak hoşuna gitmiyor, sana da gereksiz vicdan azapları yüklüyorum ama yemin ederek bilerek olmadı. Sana yemin ederim gerçekten ne yaptığımın farkında değildim, kendimi kaybettim… Lütfen kızma bana.”
Hemen önümde duran göğsü hınçla kalkıp iniyordu. “Ne yapacağım ben şimdi? Ha?” Suskunluğum sürünce Uygar kaşlarını sorarcasına havaya kaldırdı. “Bir şey söyle Yakut! Yaşıyorsun buradasın karşımdasın ne yapacağım ben?”
Bu minvalde bir tepki vereceğinin bildiğim için onun kadar aksileşemiyordum zaten buna hakkım da yoktu. “Kızmasan olmaz mı?” diye fısıldadım sadece, bunu da söylemeseydim kendimi anlatabileceğim başka hiçbir yol kalmayacaktı.
“Sen karşımdayken sakin kalmak kolay mı sanıyorsun?” İki yanımdan konsola yasladığı ellerinin baş parmaklarının ucu sanki dokunsa kaybolacakmışım gibi kaçamak kaçamak bana değerken gözleri ise daha derinleri görmek ister gibi çehremde bekliyordu. “Gözlerimin içine bakıyorsun, sakin kalabilir miyim sence?”
“Haklısın,” dedim mırıltıyla. Yaramaz bir çocuk gibi defalarca ondan kaçsam da yeşil gözlerini seyretmekten bir türlü vazgeçemiyordum. “Çok ani geldim, her konuda haklısın ama… Kızma.”
Uygar hala tüketemediği bir hınçla üstüne bastıra bastıra sordu. “Mutlu musun gerçekten?”
“Sorma öyle imalı imalı…”
“İma kinaye hiçbir şey yok çok ciddiyim Yakut, gerçekten şu an mutlu musun?”
Sanki bir kavgayı devam ettirirmiş gibi davranmak istemediğim için gözlerinin içine bakarak bir süre bekledim. Aradan geçen sessiz dakikaların sonrasında başımı ağır ağır sallayıp “Aslında mutluluktan ziyade bir çaba var içimde, ben o çabayı hissedebildiğim için mutluluk duyuyorum,” dediğimde Uygar da sertçe yutkunmak zorunda kalmıştı.
Bir şeyler söyler diye bekledim ama derin derin nefeslenmek dışında hiçbir şey yapmadı. Yine ben konuştum, belki de bunu istiyordu benden. “Canım yandığı için ya da kendime bedel ödettiğim için huzurlu değilim, her şeye rağmen yarını merak edebildiğim için sevinç duyuyorum. Hayat bir merakın kalmadığında hiç yaşanmıyor Uygar, hala öyle olsa herhalde ölmediğime üzülürdüm. Kader bana bir şans daha verdi ve…” Omuzlarımı ne diyeceğimi bilemeyerek kaldırıp indirdiğimde Uygar derin ve gürültülü bir nefes bıraktı dışarı, dişleri de hala sıkı haldeydi. “Ve içimden sürekli şikâyet etmek geçmiyor artık, geceleri uyuyabiliyorum sabahları uyanabiliyorum. Aslında çok basit görünüyor ama önceden yapamıyordum işte, olmuyordu yani olduramıyordum. Sana belki tüm bunlar kaybedilmiş bir el, elinden tutulamamış bir insan, kurtarılamamış bir hayat gibi görünebilir canını sıkan bu biliyorum sana yok yere vicdan azabı yüklediğim için öfkeleniyorsun bana. Emin ol yapabileceğin bir şey olsa senden hepsini isterdim, tüm merhametini aşkını sevgini… Fakat çaresi bu değildi. Ben sana değil gecelerce kendime yalvardım iyileşebilmek için. Hem benim kendimi kaybettiğim kadar senin de hakkın vardı buna, inkâr edebilir misin?”
Ağlamaklı bir duygunun içimi yoklamasıyla burnumu çektim. “Edemezsin, etme zaten. Bir şeylerin bizim kontrolümüzde olmadığını kabullenmemiz gerek artık, en azından ben öyle yapıyorum. Baksana ölmeye yeltenmek bile ölmek için yeterli değilmiş, ezkaza yaşıyorum Uygar bana bir bak. Sence bu saatten sonra her şey için kendimi, seni ya da bir başkasını suçlamanın bir anlamı var mı? Kolaya da kaçmayacağım, çünkü tüm her şeyi en doğrusunu bildiğime inanmaktan dolayı yaşadığımın ben farkındayım.”
Dudaklarımı ihtiyatlı bir gülüş zorladı. Gülüşüme böyle içten içe hüzünlenir gibi bakarken Uygar ona karşı pişmanlık duyduğumu sanıyordu herhalde. Aptal, hiç pişman olmadım ki olmayacağım da zaten. Dünya başıma yıkılsa beni ezilmekten onun hatıraları çekip kurtaracak. “Senden çok şey öğrendim. Bu hayatı en baştan bir daha yaşayacağımı söyleseler seninle tanışacağım anı yine sabırsızlıkla beklerim. Tüm acısına, yorgunluğuna rağmen senin için gerçek bir pişmanlık hissetmedim, sadece bazen yalan söyledim o kadar.” Sesim gitgide buğulanıyordu. “Seni bulmanın yollarını aradım hep, bunun da başıma neler açtığını çok iyi biliyorsun son mektubumda sana söylemiştim. Ama bu zamana kadar yaşayabildiysem hatıraların sayesinde Uygar, o çok değerli gururum bile yüzüstü bıraktı beni ama seninle yaşadıklarımı tekrar tekrar anımsarken bir kez olsun heyecanımın azaldığını hissetmedim... Çünkü seni düşünmek bana bir ömür yeter. Yaptıkların az sanıyorsun, büyük ihtimalle beni kurtaran sen olmadığın için kendini suçluyorsun ama sen aslında hayatı için çok kaygılanan bir kızı sakinleştirdin, ona bir anlam verdin. Beni sadece bir gece kollarında uyutmanın ne demek olduğunu bilseydin kendinle o kadar gurur duyardın ki…” Titrekçe yutkundum. “Sen hayatıma dahil olmadın Uygar, hayatıma birkaç yıl ekledin ve ben bunun için sana sonsuza kadar hep minnettar kalacağım.”
Dudaklarını araladığında kelimelerden önce sıcak soluğu vurmuştu yüzüme. “Seni sadece bir kere dinleseydim-”
“Ben de sana hiç ‘neden’ diye sormadım, neden karşıma çıkıyorsun demedim, tüm bu suçlamaların gerçek olup olmadığını sormadım sadece seni suçladım Uygar. Hem ben biliyorum artık, Revan Başkan bana anlattı. Belçin sana bir rapor göstermiş, ben yazmışım sözde. İstihbaratta bir hain varmış ve ben senin neden bu hain profilini karşıladığını teker teker yazmışım oraya, beni kandırırken seni de es geçecek değillerdi ya üstümüze oynadılar görüyorsun.” Tekrar omuzlarımı silktim. “Bana kızacaktın elbette, darılacaktın… Şimdi dönüp bak bir hiç mi hakkın yoktu bunları hissetmeye?”
Tam karşımda duran yüzü pare pare umutsuzluğa gömülüyordu, bunu yaşadığı şaşkınlığa bağlamaktan başka çarem yoktu. Aylar geçmişti sonuçta, sadece birkaç gün geçmiş olsa yine aynı dehşeti yaşardı bunun yadırganacak hiçbir yanı yoktu. Kızma diye yalvarsam da onu masumiyetimize inandırmaya çalışsam da bazı duygular onları yaşamadan bırakmıyordu yakamızı. Bu yüzden sessiz kaldım, Uygar ise kendini sakinleştirmek için derin derin soluklanmaya devam etti.
Dakikalar sonra içimde zehirli bir duman gibi gezen o merakla mırıldandım. “Peki sen iyi misin şimdi?”
Tam o sırada telefonu çalınca Uygar yaslandığı konsoldan kalkıp cebinden telefonunu çıkardı. Elinin tersiyle kaba bir tavırla burnunun ucunu silmiş, sonra da telefonu açmıştı. “Efendim Reha?”
Kalçamı arkamdan hiç ayırmadan konsola yaslanmaya devam ettim, bir yandan da gözlerimdeki nemliliği temizliyor ve Uygar’ı dinliyordum. “Odadayız, sizi bekliyoruz,” dedi ciddiyetle, arada bir başını sallıyordu. “Anladım, anladım çıkıyoruz şimdi.”
Telefonu kapattıktan sonra direkt bana döndü. “Ne diyor?” diye sordum onu beklemeden.
“Pilar, Gael’in yanına gitmiş. Babasını ikna etmek için uğraşıyor Belçin’e yardım etmesin diye.”
“Hayır bu inat ne gerçekten anlamadım. Belçin, Pilar’ın arkadaşının annesi değil mi neden böyle davranıyor?” derken yan tarafa geçip elbisemi fırlattığım yerden çıkarmıştım bile. Hiç aldırış etmeden üstümdeki atleti ve şortu sıyırıp yalnızca iç çamaşırlarımla kalırken kendi kendime söyleniyordum. “Gael eser kaçakçılığından mimli dememiş miydin? Babası bile yeterince masum değilken Pilar neden Belçin’e böyle ters tepki veriyor ki? Acaba babasının daha fazla başını belaya sokmasını falan mı istemiyor?”
Elbisemin fermuar kısmını ararken arkamdan Uygar uzandı ve çekti aldı elimdekini. Sanki yerini biliyormuş gibi ilk çevirdiği yerde fermuarı bulduğunda, karşısında böyle çıplağa yakın durmam ikimiz için de hiç sorun değilmiş gibi önüne bakıyordu sadece. O an ne yaptığımın farkına vardım, gözlerim şaşkınlıkla kapandı ve alt dudağımı dişledim kendime kızarak. Aptal mısın Yakut?
“Sanmıyorum, aksine kendisi de babasına rahatça yalan söyleyen birisi buna çok da takılacağını sanmıyorum.” O sanki çok olağan bir andaymışız gibi siyah elbisemin boyun kısmını bulup başımdan geçirdi, nazikçe beni giydirişine en azından bir dur deseydim ya… Ama o an dilim tutulup kaldı işte, sadece kollarımı geçirip bana yardım etmesini bekledim.
“Öyle mi? Öyle biri mi bu kız?”
Uygar usulca saçlarımı dışarı çıkardı, daha sonra sırtımdaki açık fermuarı kapattı. “Dışarıda ona yardım ettiğimde çok da doğru söylemekte ısrar eden birisi gibi davranmamıştı, babası inandıktan sonra yalanların önemi olmadığı gibi şeyler söyledi hatta… Ama bilmiyorum, sınırlarına tam hâkim değilim.”
“Teşekkür ederim.” Sol elimle boynumu kaşıdıktan sonra utanç dolan gözlerim ona değmekte epey sıkıntı çekmişti, aptal gibi soyundum adamın karşısında… Ne bu şimdi, balayı hatıralarının yadı mı? “Ihmm, şey ben en iyisi onlar otelden ayrılmadan Gael’in odasına gideyim.”
“Pilar’ı biraz kızdırırsan onunla konuşabilirim, belki bir şeyler anlatır.”
“Yapabilir miyim bilmiyorum ama denerim.”
Odadan kısa arayla ayrıldığımızda Uygar yakınlarda bir yere geçmiş, bense kafamı duvarlara çarpma Gael’in odasının önüne gelmiştim. Dışarıya bazı sesler taşıyordu ama pek anlaşılmıyordu. Orada çok beklemeden kapıyı çaldım fakat benim beklediğimden daha uzun süre sonra açıldı kapı. Karşımdaki kişi nefes nefese kalmış olan Pilar’dı. Beni görünce bozuk bir tebessüm sergilemeye çalışsa da gergin olduğu çabuk fark ediliyordu. “Merhaba, hoş geldin…”
“Merhaba.”
“Adelina!” Arkadan Gael Caballero çıktı birden, beni görünce yorgun gözleri aydınlanır gibi olunca ben de zar zor gülümsedim.
“Selam, rahatsız etmiyorum değil mi?”
“Hayır asla, lütfen içeri gel.”
Pilar alttan alta bir kinaye iletmeye çalışarak mırıldandı. “Baba…”
Sanırım Uygar’ın bahsettiği kızdırma tam olarak buydu, herhangi bir şey yapmama gerek kalmadan Gael’in beni görünce sevinmesi bile Pilar’ın öfkelenmesi için yeterliydi. Sanki çekinir gibi yavaşça içeri adımladım. “Aşağıda sergiden çok çabuk kayboldun, benim de konuşacağım pek kimse yoktu sıkılınca en azından tablomuzu görmek için sana bir uğramak istedim.”
“Bar eğlenceliydi aslında?”
Pilar’ın söylediği şeyden sonra ona bakmadım bile, yalnızca Gael ile konuşuyordum. Onun da arkasında toplanmaya çalışılan ufak bir çanta vardı. “Çok iyi yapmışsın Adelina,” derken elini belime koyup beni daha da içeri çekti. Artık yatağın önünde, yere bırakılmış tablonun karşısındaydık. “Oturmak ister misin?”
“Baba senin acelen yok muydu?”
“Pilar misafirim varken… Lütfen kızım.”
“Ben yanlış zamanda mı geldim?” Gözlerimi sanki rahatsız olmuş gibi ikisi arasında gezdirdim. Pilar’daki bezginlik beni dinledikçe daha da artıyordu, öyle ki bir cevap vermeye bile yeltenmedi. O odada adım adım dolanarak şifonyerin üstündeki şeylerle ilgilenip oyalanırken ben de Gael’e yaklaşıp “Acelen mi vardı? Bu kadar erken ayrılacağını bilmiyordum,” diye mırıldandım.
Başını sanki bir dalgınlıktan sıyrılmak ister gibi iki yana salladı Gael. “Pilar geceyi dağ evimizde geçirmek istiyor ama orada yalnız kalamadığı için beni de ikna etme derdine düştü… Neyse. Sen ne yaptın? Seni sergide yalnız bırakmak zorunda kaldım çok üzgünüm, bir arkadaşımın odama geldiğini söylediler ama tablo için gelen bir çalışanmış sadece.”
Burada bahsettiği kişi Reha’nın yem olarak yolladığı Belçin’e benzeyen kadınlardan biriydi. Ancak bu Gael’i odasından çıkarmaya yetmemişti, sadece telefonla iletişim kurarak ona odasında kalmasını söylüyordu hala. Tek sorun Belçin’in otelde kaldığına dair hiç oda kaydı yoktu, büyük ihtimalle onu kaçak göçek işler için kullanılan gizli odalarından birine saklamışlardı.
Sanki darılacakmışım gibi oyunbaz bir tavırla Gael’e güldüm. “Arkadaşın için beni ektin yani?”
“Yani, baş belası arkadaşlardan diyeyim. Bir kere yapıştıklarında bir daha bırakmıyorlar.”
Arkadan Pilar konuştu bu sefer. “Aynen öyle.”
Bakışlarımı çevirdiğimde az önceye nazaran daha rahat bulmuştum onu. Fakat o sahte gülüşünü hiç bozmadı, ellerini üstündeki deri ceketin ceplerine soktu ve gözleri kısılacak kadar daha da artırdı tebessümünü. “Neyse, ben artık çıkıyorum babacım. Seni beklemekten biraz sıkıldım.”
Pilar odadan çıkınca artık yalnız kaldığımız için bakışlarımı Gael’e epey çekinerek çevirdim fakat kızının gidişinin ardından onda da tuhaf bir rahatlama belirince gülüşü gözüme daha rahatsız edici gelmeye başlamıştı. “Eğer kızını rahatsız ettiysem üzgünüm,” dedim, Belçin’e açılacak konulara ucundan dokunmaya çalışsam da bir türlü o noktaya varamıyorduk sanki.
Geal Caballero başını iki yana salladı. “Sıkıntı yok, her şeyin kendi istediğine göre olamayacağını öğrenmeli artık. Sonuçta büyüdü.”
“Yine de bir dağ evi için bu kadar problem çıkaracak birine benzemiyor, sevimli ve nazik buldum onu.”
Sıkılarak iç çekti. “Bilmiyorum, bazen tam olarak ne istediğini ben bile bilmiyorum.”
Konuşmayı istediğim yere çekecekmişim gibi görünmüyordu. Dilimi hafifçe dudaklarımda gezdirdikten sonra “Anlıyorum,” diye mırıldandım. “Böyle ansızın geldim ama umarım baş belasıyla arkadaşınla randevunu falan bölmüyorumdur. Pilar’ı da kaçırdım zaten, kendimi iyice kötü hissettim.”
Gael birden elini elbisemin üstünden koluma koydu, o böyle yapınca mide bulandırıcı bir sıcaklık yayıldı tenime. O an yüzümü buruşturmamak çok zordu, gülümsemeye devam etmek de öyle.
“Sen konusunu açınca baş belası arkadaşım daha da baş belası gibi hissettirdi şimdi… Hayır, o herhangi bir şey bölemez rahatla Adelina.”
“Daha önce odana geldiğini söylemiştin ama?” derken gerilerek kaşlarımı havaya kaldırdım.
“Onun başka bir çalışan olduğunu söyledim ya, merak etme baş belası arkadaşım gelmez… Gelemez.” Gael aramızdaki mesafeyi daha da azaltıyordu.
“Bir tuhaf konuşuyorsun?”
“Seninle başka şeyler konuşmak istiyorum çünkü.”
Sanki onun aklına yön verebilecekmişim gibi nafile bir çabayla arka tarafı işaret ettim. “Tablomuz-”
Ancak o gitgide azalan sesiyle sözlerimi yarıda kesti. “Bence… Biz bir tablo olabiliriz,” dediğinde yüzüm düşmüştü hemen. Henüz onunla işim bitmediği için saldırgan davranmak da istemiyordum, bu yüzden başımı iki yana salladım. “Sanmıyorum,” derken aslında daha fazlasını yapmaya ihtiyacım vardı.
“Hadi ama… Geceyi güzel bitirebiliriz.”
“Konuşmak yeterli.”
“Adelina…”
Elimi pek içim almasa da yakasına koyup onu itmeye çalışınca parmaklarımı kavradı birden. Ellili yaşlarda olmasına rağmen uzun boyunun ona kattığı güç tutuşundan hissedilebiliyordu. Onu küçük görmemem gerektiğini kendime defalarca hatırlatıp “Neden böyle yapıyorsun?” diye sordum. “Lütfen biraz uzaklaşır mısın?”
“Çok güzelsin...”
“Birbirimizi yanlış anladığımızı düşünüyorum.”
Durum bambaşka yerlere uzandığı için canım sıkılmıştı, onunla aramızdaki bağlantının böyle sonlanmasını istemiyordum. Belçin hakkında daha fazla şey öğrenmeye ihtiyacım vardı benim.
Gael Caballero’nun bir eli bu sefer belimi sarınca yüzüm engel olunamaz bir sertlikte buruştu. “Kızın seni bekliyor, dağ evine gidecektiniz,” dedim telaşla. “Belki de baş belası arkadaşının yardıma ihtiyacı vardır, gidip halini hatırını sorsana. Yapacak çok şeyin var bence, vaktini benimle harcamamalısın.”
“Kızımın gönlünü yarın da alabilirim, arkadaşım ise ben ona yardım etmek isteyene kadar bekleyebilir ama sen nedense bir günlük rüya gibisin Adelina… Seni bu gece sonuna kadar yaşamak istiyorum.”
İçimdeki direnç karşımdaki adama karşı tükenince bir elimi kaldırıp Gael’in sakalsız yanaklarına sert bir tokat geçirdim. “Sana bunu istemediğimi söylemiştim!” derken artık tek çarem onu zorla konuşturmaktı. Revan başkan polisle başımızın derde girmesini istemediğini söylemişti ama bu gece daha insaflı bir sonucu hak etmiyordu artık.
“Adelina!”
“Şaşırıyor musun bir de pislik herif? Uzak dur derken aklın neredeydi?”
Saçma bir şekilde şaşkınlığa bürünen adama daha fazlasını da söyleyecektim fakat tam o sırada kapının tıklatılmasıyla ikimiz de duraksadık. Hızlı hızlı nefesler alıp verirken Gael’in kısa bir süre beni kontrol edip sonra hiç beklemeden kapıya gitmesini seyrettim, arkadan kimin geldiğine bakarken sol elimle diğer kolumu sıvazlayarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
Caballero sanki öfkelenmekte çok haklıymış gibi söyleniyordu bir de. “Kim şimdi bu?”
Gözlerimi o taraftan hiç çekmeden kimin geldiğine baktım, pek de beklemediğim şekilde kapının ardındaki kişi Uygar’dı. Odada dağılan haline nazaran şimdi daha derli toplu, yüzündeki ifade daha belirgin, konuşması ise daha keskindi. “Merhaba rahatsız ediyorum,” derken elini kaldırıp bana doğru bir şey fırlattı. Attığı şeyi sol elimle havada kaptıktan sonra ne olduğunu kontrol ettim, ufak bir anahtardı.
“Merhaba ama Pilar burada değil ne yazık ki, gitti.” Gael, aşağıda bir arada oluşumuzu düşünerek direkt bir cevap vermişti. Aslında o an Uygar’ın neden buraya geldiğini ben de anlamadığım için bir adım oraya yaklaşıp daha net görmeye çalıştım ikisini.
Uygar, Gael’in bu sözlerini hiç dinlemeden yakasını tuttuğunda ise gerçek niyeti benim için daha anlaşılır gale gelmişti.
“Sorun değil benim işim seninle zaten,” dedikten sonra hızlı bir yumruk geçirdi Gael’in yaşlı suratına. “Puşt herif.” Öfkeli sözlerine rağmen sakince yere düşen Gael Caballero’nun üstüne eğilip öfkeli yumruklarını vurmaya devam etti. Az önce Gael ile aramızda geçen şeyi tablodaki kameradan görmüş olmalılardı, bu yüzden kızgındı Uygar.
Onun yere düşen adamı dövmesine hiç aldırış etmeden yanlarına yaklaştım. “Anahtar?”
Uygar, Caballero’nun yakasını tutarak onu dövmeye devam etse de soruma cevap verdi. “Tekin seni asansörlerde bekliyor ona sor,” dedikten sonra ayağa kalkıp Gael’in de ayaklanmasını beklerken derin derin nefesleniyordu. Birden dayak yediği için kafası karışan adamın “Siz ne yapıyorsunuz? Kimsiniz siz?” sorularını dinlediği sırada elinin tersini burnuna da sürmüştü kabaca. Yüzündeki ifade sakinleşmeye çalışmaktan çok o anı uzatmak ister gibi hınç dolu görünüyordu, hatta Gael’in sorularına İngilizce konuşmaya yeltenmeden direkt Türkçe cevap verdi aceleyle. “Kes lan sesini! Soruyor bir de şerefsiz?” dedikten sonra ise bana dönmüştü. “Sen iyi misin?”
Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. “Hı hı, bir şeyim yok.”
“Tamam. Tekin seni bekliyor, gecikme istersen.”
“Sen çok uzun duracak mısın?”
“Eğer istemezsen-”
“Yoo,” deyip hafifçe tebessüm ettim. “Tadını çıkar,” derken gözlerim kendini toparlamaya çalışan Gael’e de değmişti. “Bayağıdır tutuyordun kendini zaten.”
Uygar’ı, zaten birkaç saattir kesmeyi beklediği hesapla bir başına orada bırakıp odadan ayrıldım. Asansörlere ilerlediğimde Tekin’i elindeki kartları diğer avucuna vurup telaşla volta atarken bulmuştum, dikkatli gözleri etrafı tararken beni görünce o da birkaç adımla karşıma geçti hemen. “Yakut! Uygar almış mı anahtarı?”
Avucumu açtım ona doğru. “Ne anahtarı bu?”
“Otelin gizli katlara açılan anahtarı işte. Pilar az önce içeride babasından çaldı, Uygar da ondan.” Tekin’in defalarca düğmesine bastığı asansör açılınca ikimiz de içeri geçtik.
“Neymiş bu Pilar’ın derdi?” diye hoşnutsuz bir şekilde mırıldandım, o engel olmasa belki de Gael çoktan Belçin’in odasının yolunu tutacaktı.
“Sorma ya… Reha iki dakika araştırdı meğer Belçin’in kızı Pilar’ın sevgilisini elinden alınca bilenmiş ikisine de,” derken bayat bir hikâye anlatır gibi yüzünü buruşturdu Tekin. Üstünde hala aşağıda giydiği renkli takım elbise vardı ve onu ciddiye almak benim için epey zordu. “Onu boş ver de sen iyi misin? Gördüm o pezevengin sana yaptığını.”
Anahtarı asansör düğmelerinin yanındaki kilide geçirdikten sonra açılan panelle bakıştım bir süre, zaten basılacak tek bir numara vardı. “İyiyim iyi, tek bir tokat yeterli gelmedi ama olsun. Uygar hallediyor.”
“Barselona’dan çıkışımız uzun sürecek yani.”
Gizli katın numarasına bastıktan sonra sakince Tekin’e döndüm. “Fark etmez, o yapmasa ben takışacaktım polisle.”
Beni sakin ve hatta epey rahat görünce Tekin birden saçlarıma elini daldırdı ve kafamı sevdi, bir çocuk sever gibi de değildi sanki köpek tüyü okşar gibi davranıyordu. “Aferin kız sana, aferin lan kafayı kırdın ama iyi kırdın! Helal olsun sana!”
“Tekin!” diye sızlandım.
“Alınmıyorsun değil mi?” derken ona kızmamı umursamadan gevrek gevrek suratıma sırıtıyordu.
Başımı yana eğip gülerek ofladıktan sonra tekrar ona döndüm. “Sanki çok umurunda? Alınsam da yapacaksın aynı şakalarını.”
“Hayattan böyle tat alıyorum, beni bir gün sen de anlayacaksın.” Çok kısa bir süre sonra gizli kata geldiğimizde eliyle dışarıyı işaret etti bir beyefendi gibi. “Buyurunuz.”
Koridora çıkıp iki tarafa bakarken hangi odadan başlayacağımızı düşünüyorduk. “Kapıları tıklattık mı bir kere ‘kim o’ deyişine bakar, sesinden tanırız. Sorun, kapıyı nasıl açtıracağımız?”
“Sen, Caballero size çantanızı iletti desen açar zaten,” diye mırıldandım boş odaları geçip dolu olanları ararken. “Senin sesini tanımıyordur, ayrıca şu an çok muhtaç Gael’e… Bilmiyorum, açmazsa da açtırırız. Nerede olduğunu öğrenelim önce.”
“Haklısın.”
Sadece birkaç dakika sonra tıklattığımız kapıların birinden o tanıdık ses geldi. Gururlu, dik başlı fakat korkak… Belçin’e aitti bu ses. Gözlerim Tekin’e kalktığında kapının iyice kenarına çekilip Tekin’in konuşmasını bekledim. Rol yeteneği o kadar iyiydi ki gerçekten de bir aracı gibi “Gael Caballero size çantanızı iletti efendim,” dedi ustaca.
Kalbim çok hızlandığından olsa gerek durmuş gibi hissediyordum; bilmiyorum, belki de böylesine yokmuş gibi hissettiren şey Belçin’e hissettiğim gaddarlık da olabilirdi. Onu son gördüğümde bana söyledikleri dün gibi aklımdaydı hala… Uygar’la ilgili verdiği bilgilerin karmaşıklığı düşününce daha çok gün yüzüne çıkıyordu. Aslında o da bilmiyordu Uygar’ın yerini ama beni uzak tutmak için tekinsiz yalanlar söyleyecek kadar intikam doluydu. Onu hala sevdiğine inanamıyorum, bu sana hiç yakışmıyor demişti bir de. O günkü sesini az öncekinden ayıran şey kendine duyduğu o sonsuz inançtı. Ama işte bir şekilde tükenmişti bu inanç da. Belçin Öncel artık yolun sonundaydı.
Belçin’in gerçekten de Gael’e çok ihtiyacı varmış gibi odanın kapısını araladı birden. Tekin onun kenardan bakışına aldırmadan kapıyı hızla itti ve cüsseli bedeniyle içeri çullandı.
“Ne oluyor, sen kimsin be?”
Belçin’in korkak bağırışını dinlerken Tekin’in ardından ben de girdim. Artık bu soruları sormasına gerek kalmadığını anlayınca Belçin sustu ve neredeyse titreyerek gözlerimin içine baktı. Orada görmesi gereken şeyleri çok iyi biliyordu; mahvettiği hayatımın intikamı, kullanılmış gururumun artık onun canını acıtması için kenara ayırdığım kırıkları ve artık ne yapması gerektiğini bilen bir kadının gaddarlığı.
“Biziz,” dedim sakince. Telaşım artık eski bir hikayenin konusuydu. “Benim.”
“Yakut…”
Üstünde her zaman giydiği o hâkim yaka etek ceket takımından yoktu, bu sefer alelade siyah bir pantolon ve yine aynı renkte bir penye giymişti. Yüzü de solmuştu epey, düşünceler bir zamanlar beni yorduğu gibi onu da yormuştu işte. Kovalamaktan daha yorucu olanın başkalarından kaçmak olduğunu Belçin de artık çok iyi biliyordu.
“Yakut tabi, peşini bırakacağımı mı sandın?” Adım adım yanına yaklaşıyordum, o ise bu yüzümle hiç karşılaşmadığı için yerinden hiç kıpırdamıyordu. Az sonra karşısına geçip saçını arkasından sertçe kavradığımda çatıldı kaşları.
“Ben…”
“Sen,” diyerek sözlerini böldüm, hatta dayanamayıp biraz daha asıldım onun beyaz boyalı saçlarına. “Bu sefer bedel ödeyecek olan sensin Belçin, burası senin yolunun sonu.”
Tam da tahmin ettiğim gibi gururunu kimsenin alaşağı etmesine izin vermeyerek “Ben aldım intikamımı,” diye mırıldandı, ama sanki bu zaferi biz değil o yaşıyormuş gibi davranışına inanan sadece kendisiydi. “Ben beni rahatlatacak intikamımı çoktan aldım Yakut, bu saatten sonra ne yapsan fayda etmez.”
“Kaçmasaydın o zaman, gelip kendin yüzüme söyleseydin bunları,” dedim.
Sırıttı. “Uzatmaları oynadım diyelim.”
“Rahmetli kocan senin kadar şanslı çıkmadı ama,” deyip sahte bir hüzünle dudaklarımı birbirine bastırdım ben de. “Onun intikamını almak istemiştin değil mi? O yüzden katmıştın ortalığı birbirine… Tüh, yaptıkların onu geri getirmeye yetmedi ne yazık ki.”
“Fark etmez-”
“Bırak bu ayakları Belçin, ben senin o gururunu dik tutma çabanı adım gibi biliyorum. Dünkü çocuk mu sandın sen beni? Komik görünüyorsun sadece.” Elini arkaya atıp hınçla asıldığım saçlarını kurtarmaya çalışsa da beceremedi, kendisi bana saldırmaya kalksa iyi bir dayak yiyeceğini bilecek kadar farkındaydı ufak bedeninin bu yüzden hiç böyle şeylere yeltenmiyordu. “Canının istediğini tıkıştırıp tıkıştırıp hesap sorduğun o sorgu odalarında da böyle davranma ama bak, ben karşılaştığın en merhametli kişiyim diğerleri değil. Oyuncağa çevirirler seni, çünkü bilirsin bizim orada hainler pek sevilmez. Sen sadece Belçin olarak bile sevilmiyorsun.”
“Ahhh…” diye sızlandı canı gerçekten de yanmaya başladığında.
Ben de onu fırlatır gibi kendimden uzaklaştırıp arkamı döndüm. Tekin bir emir eri gibi arkamda bekliyordu. Ona baktığımı görünce ise cebinden kelepçeyi çıkardı ve Belçin’e yöneldi. Bu anı Uygar’ın da görmesini çok isterdim, belki de istemezdim. Ona hangisinin iyi geleceğini kestirmek çok zordu.
“Vatana ihanet suçundan tutuklusun Belçin Öncel.”
Bense zaten bunu duyabilmek için gelmiştim buralara kadar. Beş sene önce buna benzer yaşadığımız o anın üstünü örtemeyecek kadar geç kalmış olsak da zamanın her şeyi yoluna koyacağına inanıyorum, çünkü gerçeklerin intikamı her zaman yalanlardan daha büyüktür.
Ertesi Gün
Uygar, Gael’e son yaptıklarından sonra Barselona polisiyle gerçekten takıştığında ülkeden çıkışımız biraz uzun sürmüştü. Revan başkanın araya girişi süreci hızlandırsa da epey vakit kaybetmiştik. Bu yüzden Türkiye’ye, evimize geldiğimizde vakit gece yarısını epey aşmıştı.
Hızlı bir duşun ardından kendimi yarına hazırlamak için alelacele yatağa attım bedenimi. Saat üçü çoktan geçiyordu, sabah erken uyanacaktık; buna rağmen pek de uykumun olmayışı keyfimi kaçırmıştı biraz. Yatakta dönüp dururken fazla gıcırdayan yatağımdan ötürü kaskatı durmak istesem de sabit kalamıyordum. Zaten küçük olan evde gıcırtı sesleri Sevtap’a ulaşmasın diye en sonunda ayaklanıp bedenimi yere, halıya bıraktım. O sırada tekli koltukta uzanan isimsiz kedim de tek bir zıplayışla kucağıma yerleşti. Onun başını okşayıp “Beni mi özledin?” diye mırıldandım, boyun kısmı tam ben öpeyim diye önümde dururken çok da beklememiş, kocaman bir öpücük kondurmuştum tüylerine. Sonra sıkı sıkı sardım onun gitgide büyüyen halini, biraz göbeğini ovaladım. Kedi uyur gibi dururken rahatsız etmesem daha iyi olacaktı fakat ona da dayanamadım. Emanet kedimin mırıltıları kulağıma hoş geliyordu, biraz daha aynı sesi çıkarsın diye biraz daha sevdim tüylerini. “Sana bir şey söyleyeyim mi kediş, artık bir isme sahip olmalısın.”
Fısıltımdan hemen sonra o da sanki anlamış gibi gözlerini yavaş yavaş açıp kapattı bir süre. “Evet diyorsun değil mi? Ben artık senin dilinden anlıyorum çünkü sen de beni anlıyorsun.” Kısaca iç çektim, bu sefer sitemkâr değil de tatlı bir düşüncenin iç çekişiydi bu. “Hmm, sanırım adının Kediş olmasını istiyorum. Çünkü aklıma başka hiçbir şey gelmedi. Uygar olur da sana ne isim verdiğini hatırlarsa o zaman öyle sesleniriz ama benim yanımda olduğun sürece senin adın Kediş. Anlamı da kedilerin kedisi demek. Ben uydurdum ama olsun, bunu kim inkâr edebilir ki? Sonuçta benim adıma da değerli taşların efendisi diyorlardı ama yok öyle bir şey, demek ki herkes bir şeyler uydurabilirmiş. Kısacası Kediş, ne istersen o olursun bu hayatta. Anladın mı?” Pek cevap verirmiş gibi davranmasa da başımı onun üstüne yaslayıp kendi kendine “Hı hı,” diye fısıldadım, gözlerim kapandı kapanacaktı. “Bence de anladın.”
Tam o sırada kapım açıldı ve bir baş uzandı içeri. “Karanlıkta ne konuşuyorsun sen kendi kendine?” derken delirip delirmediğime dair kontrol yapar gibi durmasına karşın Sevtap’a ufacık tebessüm ettim. “Kediş’le konuşuyordum.”
“Ne konuşuyordun?”
“Bir isim verdim ona.”
“Yaa isim verdin mi gerçekten? Ne verdin?”
“Kediş.”
Sevtap’a arkasından koridor ışığı vuruyordu, o koridor ışığı sayesinde ifadelerini seyrek seyrek okuyabiliyordum. Dudaklarını açtı şaşırmış gibi, gülermiş gibi bir tavrı da vardı. “Yaaa…” dedi, aslında çok da hayran kalmadığını anlayabiliyordum fakat benim için gerçekten de hayran kalmış gibi yapıyordu. “Vay bee,” derken daha da abarttı. “Ohaa… Bak, ne desem bilemedim şimdi? Hani… Çüş yani… Vaoovv…” Yorgunca nefeslendi fakat hayranlık tepkisini henüz bitirmemişti, başını bu mükemmelliği kabullenemez gibi iki yana salladı. “Sen çok… Şey bir kadınsın, böyle… İncelikli, derin ruhlu, şey gibi hani… Bulacağım o kelimeyi dur bekle, hmm…”
“Sevtap…”
“Efendim?”
Haline gülmemek için kendimi tutarken dudaklarımı birbirine bastırdım hafifçe. “Zorlamana gerek yok.”
“Tamam o zaman, bok gibi isim.”
“Neyse ki senin ne söylediğinin hiçbir önemi yok.”
Kaşlarını çatıp dudaklarını büzerek kendince beni aşağılarmış gibi bakarken kollarını da bağlamıştı önünde, sonra gayet normal bir soru sordu. İfadesiyle sözlerindeki merakın uyuşmayan bir yanı vardı. “Uyku tutmadı mı?”
“Hayır, nedense dalamadım bir türlü,” diye mırıldandım.
“Kendime fesleğenli ballı süt yapacağım, gel beraber içelim.”
“Tamam.”
Kediş’i uyuyacağı yere geri bıraktıktan sonra ayaklandım. Sevtap direkt mutfağa geçmek yerine beni beklemiş, odamın kapısının önüne geldiğimde ise kolunu omzuma atıp beni kendine çekmişti. “Sana bir şey söyleyeyim mi Yakut? Barselona’da çok iyiydin.”
Gözlerim kısa bir süreliğine yere daldı. Sürekli davranışlarımı düşünüp kendimi utandırmak yerine ara ara hatırlayarak neyi neden yaptığımın ayırdına vardığımdan beri daha iyi hissediyordum; bu yüzden artık geçmişe bakmak benim için bir eziyet değil, kimi zaman yapılabilecek iyi bir şeydi. “Teşekkür ederim,” dedim fakat sonra sesim şikâyete benzer bir tonda inceldi. “Ama böyle de sürekli aferin denmesi gereken bir çocuk gibi görünmüyor muyum?”
“Niye hiçbir şeyden memnun olmuyorsun sen?”
“Ne alakası var? Sadece kendini zorlama diye dedim.”
Ben sandalyeyi çekip masaya yerleşirken Sevtap ise çekmeceden cezve çıkarmaya koyulmuştu. Onu tezgâha bırakıp hiç beklemeden buzdolabına ilerlediği sırada yine küçümser bir bakış attı bana. “Sen o küçük aklınla beni mi düşünüyorsun?”
“Evet. Ben de artık beynimi kullanabiliyorum. Sonsuza kadar hep geri zekalı kalacağımı sandın ama… Kalmadım işte.”
Bizim için yeterli olacak kadar cezveye süt ekledikten sonra başını bana çevirip güldü Sevtap, kendimle ilgili gerçeklerden şaka yollu bahsedebildiğimde benim için çok mutlu olduğunu söylemişti bana daha önceleri. “Aferin geri zekalı.”
Masadaki fesleğenden birkaç yaprak koparıp ona uzattım. “Şaka bir yana, gerçekten kendimi iyi hissediyorum Sevtap. İçin rahat olsun… Hem baksana, gözlerimden bile belli olmuyor mu?”
Fesleğen yapraklarını da cezveye attıktan sonra kısa bir süre gözlerimin içine baktı. “Hiçbir şey düşünmüyormuş gibi görünüyorsun,” demişti sanki derin bir analiz yapar gibi.
Avuçlarımı havaya kaldırıp hevesle sordum. “Bu çok iyi bir şey değil mi?”
Sevtap aynı derin analiziyle bir daha mırıldandı, sesi epey gizemliydi. “Sanki gözlerinin ardında bir beynin yokmuş gibi…”
“Yaa Sevtap!” Masaya öylesine bırakılmış küçük çay kaşığını alıp ona fırlattım. “Dalga geçiyorum ayağına laf falan mı geçiriyorsun sen bana?”
O ise sadece gülüyordu. Dirseklerimi masaya koyup önüme dönerken “Bir kere alınırsam bedelini çok ağır ödersin,” diye mırıldandım, yüzüm düşmedi ama konuşmamdaki sahte tehditten ötürü sesim kısılmıştı. O andan sonra Sevtap sütü ısınmaya bırakıp yanıma geldi ve kollarını arkadan üstüme doladı. Bana çok sarılmazdı ama bunu yaptığında da iyi yapıyordu. “Şaka yapıyorum, valla, gerçekten!”
Attaf köyündeki patlamadan beş ay sonra geri döndüğümde direkt hastaneye yatışım yapılmıştı, birkaç doktor eşliğinde hem fiziksel hem de psikolojik olarak tedaviden geçirilirken yanımda bir tek Sevtap vardı. İlk başta beni o halde gördüğü için afallamıştı; patlamanın etkisi yüzümde birkaç yaraya, en çok da sağ elimin eksikliğine sebep olduğundan çektiklerim apaçık okunabiliyordu halimden. Ben halime çok aldırış etmiyor olsam da Sevtap dayanamadı ve bir gün hüngür hüngür ağladı yanımda.
Sanki tüm bu yaşananlarda kendisinin de bir parmağı varmış gibi pişmanlık ve hüzün doluydu, benden o gün söyledikleri için özür diledi. Tek bir an bile onu affetmez gibi davrandım, hatta herkese karşı duyulabilecek sıradan bir hoşgörü de yoktu üstümde.
O an onu gerçekten anladım; çünkü insanın onulmaz bir öfkenin kıskacında nasıl sıkışıp kaldığını çok iyi biliyordum. Samimiyetten anlayacak kadar sahteliği tanımıştım, düşmanlık edemeyecek kadar yorgundum ve en önemlisi de yaşadıklarım tüm sorumluluğunu bir başkasına yükleyemeyeceğim kadar yaşadıklarımın farkındaydım.
Nasıl derin bir aşk beni iyileştiremeyecekse kimsenin bir anlık öfkesi de beni bu çöküşe sürükleyemezdi. Her şey benden ve karanlığa gömülmüş zihnimden ibaretti, bu yüzden Sevtap’a onu affettiğimi bile söylemedim; çünkü ortada suçlanacak hiçbir şey yoktu ki… Bana ne o sebep oldu ne bir başkası. Zihnim ve ruhum ansızın bir batağa düşmüştü ve ben onunla cebelleşiyordum sadece.
Sevtap birkaç gözyaşı döküp son bir kez özrünü dile getirdikten sonra yanımdan çekip gidebilirdi, ama gitmedi. Ben de yanımda kalışına bambaşka anlamlar yükleyebilirdim; vicdanının esiri diyebilirdim, bana eninde sonunda tükenecek bir pişmanlığı gösteriyor ve muhakkak gidecek diyebilirdim. Demedim; tam tersine inandığım için mi oldu bilmiyorum ama herkesin kısa ömürlü bir pişmanlık sanacağı şey sonunu tahmin etmesi zor bir arkadaşlığa dönüştü ansızın.
“Tamam biliyorum sana inanıyorum,” dedikten sonra kolunu sıvazladım Sevtap’ın. “Ama sen de bir beynim olduğuna inanıyorsun değil mi?”
“Sütüm taşıyor.”
Bana hiç cevap vermeden ocağa ilerlediğinde yerimden hafifçe kalkıp belini çimdikledim çok da acıtmamaya dikkat ederek. Sevtap irkilip “Ah!” diye geri kaçtığında bana şaşkınlıkla bakmıştı. “Yakut sen bu iyileşme işini biraz abarttın bak,” derken şaşkın bakışları sonrasında komik bir bakışa döndü, sanki çapkınlık yaparmış gibi gözlerini kıstı bir de. “Fena enerji dolmuşsun, bakalım nerede boşaltacaksın bu voltajı?”
İması açıktı, alttan alta bana doğrulttuğu bakışları bile yeterliydi demek istediğini anlamam için. Fakat ona pek de uymadan usul bir sesle “Gece kapını kilitlesen iyi olur,” dedim.
Hiç bozuntuya vermedi. “Peki bunun benim hoşuma gitmeyeceğini nereden biliyorsun?”
“Defol git.”
Az sonra önüme bir bardak ılık süt bıraktı Sevtap, fesleğenin kokusu hiç yeltenmeden burnumu aşındıracak kadar yoğundu. Elimi bardağa yaslayıp ılık bardağın tenimi birazcık ısıtmasını umarken gözlerim yanlışlıkla pencereden yansıyan sokak lambasına değmişti. Sevtap uykumuz daha çabuk gelir diye ışığı da örttüğünde sadece dışarıdan yansıyan sokak ışığıyla bir süre sessiz sessiz sütümüzü yudumladık.
Çok sonra Sevtap mahmur bir sesle mırıldandı. “Belçin’in itiraflarından sonra istihbaratta bir sürü tutuklama yapılmış.”
“Hemen itiraf etti hepsini değil mi?”
“Ben yandıysam herkes yanacak diye düşünüyor işte.”
“Kimler var tutuklananlar arasında?”
Hepimizin yıllardır tanıdığı birkaç ismi saydıktan sonra kısaca duraksadı Sevtap ve gözlerimin içine baktı. “Bir de Fatih, havaalanında kaçmaya çalışırken yakalanmış.”
Sanırım onca kişinin içinde en az Belçin kadar kafamda yankı uyandıran tek isim buydu. Hafızamdan kazımanın epey zor olduğu o günü hala dakikası dakikasına hatırlıyordum. Fatih, Uygar’ı götürmek için geldiklerinde Belçin’in arkasında gururla dikilir haldeydi. Sanki büyük bir rakibi ortadan kaldırır gibi durmuştu karşımızda, sözleri ise kendisinin yürekten inandığı birkaç yalandan ibaretti. “Bu zamana kadar aklı neredeymiş?”
“Belçin’in ihaneti ortaya çıktığı sırada kaçsaydı dikkat çekeceğini düşündü muhtemelen; biraz beklemek istedi ama bu sefer de birikmiş parasını toparlamak zamanını almış. Her bakımdan salak işte.” Derince soluklandı sonra. “Sabah hepsi teker teker sorguya alacak, uzun bir gün bizi bekliyor yani.”
“Bakalım, umarım güzel geçer.”
“Umarım…”
-
Saat beş buçukta ister istemez gözlerimi araladığımda Sevtap hala uyuyordu; güneşin doğmasına çok az kaldığı için tekrar uykuya dalamayacağım için uyuşuk bir tavırla koltuktan kalktım. Halının kalın ipli kısmına basarken ılık parkeye değen ayaklarım sanki yerine getirilmesi gereken bir alışkanlığı atlamayayım diye direkt balkon kapısına yönelince sabahın ayazı erken titretmişti tenimi. Sol elimi sağ koluma getirip kendimi sıvazladım ve sonra açılmakta birazcık zorlanan gözlerimi ovaladım.
Günün aydınlanmasına az kaldığı halde karşımızdaki orman hala karanlık görünüyordu fakat ağaçların üstünü örten gökyüzündeki bulutlar erken çıkmıştı ortaya. Çok dikkatli bakınca hareketlerini takip etmek bile mümkündü. Esnemek için aralanan dudaklarıma elimin tersini örttükten sonra başımı hafifçe omzuma doğru bırakıp mahmur bakışlarla hala ortadan kaybolmamış ayı seyrettim. Dik durmak için henüz yeteri kadar gevşememişti benim, bu yüzden fazla yüklenmesem bile ucundan balkon demirlerine tutundum.
Aslında orada yalnız olmadığımı ilk başta bilmiyordum; hatta ormanın aşağısına bakarken gördüğüm karanlıktan koparıp bakışlarımı yan tarafa çevirmesem hiçbir zaman da bilemezdim orada olduğunu. Ama hissetmiştim, aylar önceki gibi ne zaman başımı çevirsem yan balkonda onun kırık bir tabure üstünde otururken bulacağımı sanki hissetmiş gibiydim. Hatta baktım ve gördüm bile diyemeyecek kadar ters bir inanıştı bu; orada bulacağıma inandığım için ona baktım. “Günaydın.”
O da ormanı seyrediyordu; henüz doğmayan güneşi, yeşilden çok siyaha yakın görünen ağaçları ve bazen bulutların ardında kalan ayı. Sesimi duyunca ise mahmur gözlerini bana doğrultmuştu. “Günaydın.”
“Erken uyanmışsın?”
Boğazını açmak isteyerek bir defa öksürdü. “Güzel oluyor bu saatler.”
“Bence de.” Tekrar önüme dönüp tutunduğum balkon demirinin üstünü soymaya başladım. Ne diyeceğimi bilmiyordum; artık konuşacak hiçbir şeyimiz kalmamış gibiydi, bizi birbirimize bağlayan yaralar bile kapanmıştı hatta.
Ancak düşündüklerimin aksine Uygar yan taraftan “Biraz buraya gelebilir misin?” diye sordu birden. “Bazı konuşmak istediklerim var.”
Gereksiz şaşırarak “Ben mi?” dedim.
Uygar başını bir kez öne eğip kaldırdı, sanki hep aynı şeyi yaşıyor gibiydik son zamanlarda. “Sen,” derken yerinden de kalkıyordu yavaş yavaş.
“Tabi, geleyim.”
Gözlerini gözlerimde dolaştırdı sanki balkondan ayrılınca kaybolacakmışım gibi. “Bekliyorum.”
Bozuntuya vermediğim bir suratla balkon kapısından salona geçtiğimde ifadem anında değişmiş, dudaklarımı sanki sıtmalı bir hastanın yaşayacağı kadar hummalı bir titreme almıştı. Sol elimi dudaklarıma bastırıp ne yapacağımı düşünürcesine etrafıma bakındım. Sevtap daha uyanmadığı için kendi kendime konuşurken sesimi alçak tutmaya özen göstermem gerekmişti. “Nasıl gideceğim şimdi? Daha yeni uyandım, ne yapmam lazım…” Koridorda dalgın dalgın etrafa bakınırken banyoyu görmemle o tarafa ilerledim. “Dişlerimi fırçalayayım, elimi yüzümü yıkayayım.”
Açık musluktan akan suyu sol avucuma doldurup hiç beklemeden suratıma çarparken gülmemek için sürekli dudaklarımı yalayıp ısırdığım için su bazen ağzıma kaçıyordu. En sonunda öksürüğe boğulmamak için suyu kapatıp fırçamı çıkardım kutudan. Macunu sıkmak zordu, önceleri hiç kuvvet harcamadan yaptığım bir şeyi artık kara kara düşünerek yerine getirmek kendime dair pek çok şeyi sorgulamama sebep olsa da yaşadıklarımın bir karşılığı olması gerektiğini kabullenip ayak uydurmaya çalışıyordum. Öyle istedin, öyle oldu Yakut… Ağlarsan bir kıymeti kalmayacak, bir hata deme buna artık hataların konuştukça çoğaldığını en iyi sen biliyorsun. Ama bir daha yapma tamam mı? Bir daha sakın kendinden vazgeçme.
Kendi kendine ısınan yüzüme son bir kez su çarptıktan sonra banyodan çıktım. Koridordan geçerken odamızda su içtiğini gördüğüm Kediş’i de suyunu bitirdikten sonra kapıp yan dairenin kapısına geçtim. Çok vaktimiz yoktu; bu yüzden zamandan biraz olsun artırmak için acele ediyordum. Uygar’ın kapısına daha bir kere vurmuştum ki kapı hiç geçmeden aralandı.
“Biz geldik,” diye mırıldanarak içeri adımladım.
Uygar bende nadiren göreceği bu keyifle tavra çabuk uyum sağladı. Kapıyı kapattıktan sonra “Hoş geldiniz,” demiş, kucağımda tuttuğum kediye eğilip onu kulaklarından ve ensesinden sevmeye başlamıştı hatta.
Nereye geçeceğimi bilmiyordum, bu yüzden en son söylediği şeyi sordum. “Ne konuşacaktın benimle?”
“Salona geçelim mi?”
“Tamam.”
Salona ilerledikten sonra masaya geçmek yerine koltuğa oturdum direkt. Kediş de halının üzerinde ağır ağır dolaşmaya başlamıştı. Uygar’ın masadan bir şeyler alıp gelmesini beklerken merak ağır bastığı için kaşlarım da çatılmıştı. Hatta yanıma oturup vereceği şeyi uzatmadan önce “Bunları son kez konuşacağım seninle,” deyince korkum daha da körüklendi.
“Neyi?”
Uygar sesimin titrediğini çabuk fark etti, derin bir nefes alıp başını iki yana yatırarak kütletirken “Üzülürsen vazgeçerim Yakut,” diye mırıldanmıştı. “Titremesin o sesin, yemin ederim korkacağın bir şey.”
“Uygar neyden bahsediyorsun?”
Avucunu açıp aramıza bir tuşlu telefon ve peşi sıra katlı bir kâğıt bıraktığında duraksayıp yutkundum. Gözlerim epey uzun bir süre orada kaldı, sanki bir yaranın üstü deşiliyormuş gibi hissederken derin derin yutkunup kendimi sakin tutmaya çalıştım.
“Sana hesap sormak için getirmedim bunları.”
“Ben…” Doğru tepkileri ararken konuşmakta gecikiyordum biraz.
Uygar ise benim kadar sabırlı davranmadı. “Yakut bana bak,” dedi, hatta çenemi tutup bakışlarımı kendine çevirmişti. Yanaklarımı iki avucu arasında aldığında birkaç dakikalığına içine düştüğüm buhranın üstümü terk ettiğini hissettim. “Bana bak, dinliyor musun beni?”
“Hı hı…”
“Yemin ederim bunları seni ürkütmek için getirmedim, için rahat olsun diye söylüyorum bunlardan haberim var ama kimseye hiçbir şey anlatmadım.”
“Telefonu nereden buldun?”
“Attaf köyündeyken Reha vermişti, o da kimseye söylememiş. Bana verdi sadece.” Baş parmakları tenimde dolaşırken her şey daha katlanılırdı, Uygar’ın sözlerine inanmaktan başka hiçbir çarem olmadığını biliyordum. “Teşkilat mektubu da sordu dolaylı olarak, senin geride hiçbir iz bırakıp bırakmadığını merak ediyorlardı ama ben ondan da bahsetmedim kimseye. Hiç kimseye bunlarla ilgili hiçbir şey söylemedim. Üzülmedim de zaten. Kızgın da değilim. Şimdi bunları sana veriyorum çünkü beraber yok edelim istiyorum. Ne dersin?”
“Yok mu edeceğiz gerçekten?”
“Ortalıkta kalmalarının bir anlamı var mı?”
“Ama sanki…”
Baş parmağını bu sefer dudağımın kenarına doğru sürerek susturdu Uygar beni. “Şştt,” derken fazlasıyla yatıştırıcıydı. Onun gibi yapıp sahte şekilde öksürdükten sonra önünden bir perdenin çekildiği bakışlarımı tekrar Uygar’a çevirdim. “O mesaja cevap bile vermemişsin, zaten sen kendin demedin mi seni bulmanın yollarını arıyordum diye?”
Derin bir nefes bıraktım dışarı. “Kötü bir şey yapmadım değil mi?”
“Yapmadın, öldüreceğim diye gelip öptün sadece beni.”
Gözlerim ani bir şaşkınlıkla irileşti. “Pardon? Asıl sen yaptın onu!”
“Gece yanımda kal dediğimde itiraz bile etmedin, kulübeyi basmasalar gece kollarımda mışıl mışıl uyuyor olacaktın Yakut.” Yutkunarak ona bakıyor, beni kışkırtmasını bile isteye dinliyordum; dinliyordum çünkü onun kışkırtıcı sözlerinin hedefinde kalmak, kendimi yargılamaktan daha iyi hissettiriyordu. “Bir de seni özledim demiştin bana… Sorsalar bunları anlatabilir misin?”
“Sus.”
“Anlatacak mısın herkese ben eski kocamı çok özledim ona dayanamadım diye?”
“Susar mısın? Yok öyle bir şey.” Aramızdaki telefonu ve mektubu alıp ayağa kalktım hemen. Mutfağa ilerlerken dudaklarımı ısırıyor, o günü unutabilmek için başka şeyler düşünmeye çalışıyordum; ancak Uygar’ın arkamdan ağır ağır gülüşü pek de engel olmuyordu buna. Bakışlarımı geriye çevirdiğimde ise onu aheste bir şekilde beni takip ederken buldum. “Seninle iki dakika konuşmaya gelmiyor, ne kadar kötüsün… Çağırma beni bir daha yanına.”
“Ben o gün de çağırmadım seni zaten, sen bana geldin.”
“Yaa bak!” En sonunda sinirlenerek geri döndüğümde Uygar hiç beklemeden mektubu aldı ve paramparça etti karşımda. İçimi rahatlatır gibi ufacık parçalara dönüşene kadar mektubumu yırtarken o tarafa bakmamaya çalışıyor, zaten aylarca yaşadığım bu hezimet bir sabah daha tekrar etmesin diye kendimi telkin ediyordum. “Kabasın da aynı zamanda.”
“Seni çok özledim derken hiç de öyle düşünmüyordunuz Yakut Hanım,” diye mırıldandı Uygar, kâğıdın okunması imkânsız hale gelince ocağı yaktı ve ateşin üstüne attı birden.
Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp ters ters baktım ona yine. “O an telaşlı bir andı, öyle söylemem gerekti.”
Uygar yine saçma sapan kendimi açık edişime güldü. “Telaşlanacak çok şey vardı tabi.” Telefonu açıp parçalarını teker teker kırarken oraya değil bana bakıyordu sadece.
“Senin oyununa gelmeyeceğim Uygar, sadece teşekkür edip gideceğim.” Tek omzumu umursamazca kaldırıp indirdim. Keşke biraz daha kalabilseydim burada. Ancak gözlerim tezgahtaki dijital saate değince bunun gerçekleşmeyeceğini fark etmem uzun sürmemişti. “Gerçekten de geç kaldım sanırım, hemen çıksam iyi olacak!” dedikten sonra Uygar’ın omzuna tutunup yanağına, hatta tam da dudağının kenarına hızlı bir öpücük kondurdum. “Çok teşekkür ederim her şey için, her şey için,” derken farkında olmadığım için devamı da geldi öpücüklerin. Dudaklarımı art arda küçük küçük ona dokundurduğumu fark edince gözlerim şaşkınlıkla irileşti ve hızla geri çekildim Uygar’dan.
“Ben, şey…”
“Ne?”
“Yanlışlıkla oldu.”
Uygar yeşil gözlerini bana kaydırırken telefonu son kez kırıp tezgâha koydu sakince. “Yanlışlıkla mı oldu?” derken sesinin boğukluğu aptallığımı daha belirgin kılıyordu.
“Uygar, yemin ederim fark etmedim özür dilerim.” Adım adım mutfaktan çıkmaya koyuldum, geri geri giderken duvara da tutunuyordum aynı zamanda. “Yanlışlıkla oldu tamam mı? Dalgınlığıma geldi, bakma sen bana.”
Peşimden hiç beklemeden Uygar da mutfaktan ayrıldı, sanki hedefine alır gibi hafifçe işaret parmağını da kaldırmıştı bana doğru. “Buraya gelir misin?”
“Gelemem,” deyip başımı iki yana salladım.
“Yakut.” Yanağını kaşıdı rahat bir tavırla, başını hafif hafif iki yana yatırırken tuhaf bir gerginliği yatıştırmaya çalışırken aslında o kadar da rahat olmadığını fark etmiştim. Daha konuşulmamış şeylerin üstüne neden bunu yaptım ki birden? Ama doğru doğruya, bir an her şeyi unuttum ve dalıp gittim işte.
“Uygar işimiz var, hiç sırası değil,” dedikten sonra huysuzca söylendim. “Ya gelme üstüme!”
“Sen dün de çok dalgındın,” dedi. “Ne oluyor bir uzun uzadıya konuşalım seninle.”
O böyle söyleyince şüpheyle kaşlarım çatılmıştı. “Dün ne dalgınlığım olmuş benim?”
“Bak soruyor bir de,” dedikten sonra en sonunda kaşlarını çatıp hızını arttırdı Uygar, gerginliği sürekli ıslattığı kuru dudaklarına yansımıştı bu sefer. “Yavrum sabır sınavı mısın sen bana?”
Kapıyı açıp alelacele çıkarken ona son kez seslendim. “Çok çalışkansın sen kalmazsın bu sınavdan!”
-
Yavaş yavaş o tuttuğum nefesi bırakıyormuşum gibiydi... Bölümü az biraz duygusal açsak da artık Yakut şaka yapabildiği için çok mutluyum. Onu huysuzlanırken mızmızlanırken yazmaktan da vazgeçemiyorum hep bir sinirlendirip uğraşılması gerekiyormuş gibi geliyor... Uygar ise az kalsın yeni Yakut olma yolunda gidiyordu ki korudum aklını oğlanın. 🙏 Umarım beğenmişsinizdir.
Bu arada bölüm tarihlerini instagramdan duyuruyorum, öğrenmek için takip edebilirsiniz: askilawt
Sarraf'tan sonra yeni bir kitap yazmayacakmışım gibi geliyordu çünkü yazamıyordum ahdhfds Ama geçenlerde can sıkıntısından galerimde dolanırken bir fotoğrafa rastlayıp yeni bir kurguya başladım. Daha henüz giriş kısmı var elimde başka hiçbir şey yok belki biraz taslak. Büyük ihtimalle o yeni kurgum olacak, eğer yayınladığımda haberdar olmak isterseniz beni buradan da takip edebilirsiniz. Ama ona birkaç bölüm biriktirmeden başlamayacağım, umarım bu sefer son alışkanlıklarımı yenip eskisi gibi sabırlı davranabilirim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.84k Okunma |
3.07k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |