
Erim'in gözünden...
Aynada kendimi izlerken saçlarıma sinir olmamak elde değildi. Parmaklarımı arasından defalarca geçirsem de önüme düşen tutamları koparmamak için zor duruyordum. Tahmini ne kadardır buradayım? Şu lanet saçla uğraşmak nedense ömrümün kısmi bir sürecini yemiş gibi hissediyordum.
Telefonum masanın üzerinde titreşip kendini kaydırırken aramayı cevapladım.
"Erim, anlamadığın bir nokta var."
Göz devirip ceketimi üzerime geçirdim.
"Neymiş o?"
"Saat 2'de buluşacağız dedik, hazırlanmaya başlayacağız demedik!" Sinirle yükselen sesine karşı güldüm.
"Beni iki haftadır göremediğin için bu tavırlarını heyecanına bağlıyorum."
Söylediğim sözlerle iyice sinirlendiğini belli eden homurdanma sesleri keyfimi yerine getiriyordu.
"Erim!"
"Gökmen."
İsmini uzatarak söylerken tekrar güldüm. Bunun için ona sonrasında üzgün olduğumu söylemeliyim, ki onu sinirlendirmek epey de hoşuma giden bir durumdu aksine. Yine de tanıştığımız andan itibaren geçen bu birkaç haftalık süreçte benim için en keyif verici sebeplerden birisi onun sinirlerini bozmak olduğu aşikardı. Her telefonda konuştuğumuzda ses tonundaki artış ve kelimelere sinirle takılıp istediği cümleyi kuramaması, her görüntülü konuştuğumuzda kaşları çatılıp gölge yaparken yüzüne bir yandan kızarıklığın da düşmesi ve her mesajlaştığımızda harfleri büyük, hızlı yazdığı için karışık yazmasından aldığım zevkten mahrum kalmak istemiyordum. Eminim ki ona üzgünüm desem tekrar sinirlenir ve beni güldürmeyi başarırdı.
"Çıktım ben biliyorsun değil mi? En fazla 10 dakika içinde orada olacağım."
"Tamam 10 dakika sonra gelmiş olurum komutanım."
"Hah!" Tekrar sinirle verdiği nefesin ardından ben sırıtırken telefonu yüzüme kapattı.
Boynuma taktığım çantaya defteri ve kalemimi atarken odadan çıktım hızlı adımlarla.
"Anne! Çıkıyorum ben." Kapının önünde eğilip spor ayakkabılarımı hızlı hızlı giyinirken annem lafıma karşı mutfaktan çıkıp yanıma geldi.
"Hayırdır oğlum? Şeytan mı kovalıyor? Ne diye bu kadar acele ediyorsun?"
"Anne, şeytan değil ama... Bu gidişle Gökmen'in kovalaması muhtemel."
Sessizce kıkırdayıp elini sırtımda gezdirdi.
"Dikkat edin. Selam söyle." Doğrulup annemin yanağına bir öpücük koyarken aralık kapıdan çıktım.
"Görüşürüz." Merdivenlerden atlayarak inip kendimi son hızla sokağa attım.
En son hastaneden çıkarken canlı kanlı görmüştüm onu. Sonrasında görüntülü aramalardan yüzünü görebilmiştim. Bu aramıza giren iki hafta bizi yalnızca bedenen uzak tutmaya yetmişti. İşin özüne baktığında uzaktan da olsa birbirimizin tüm günlük sürecine dahil olmuştuk. Daha fazla yakınlaşmış, onu daha fazla tanıma fırsatı bulmuştum. Sebzelerden hoşlanmadığını, sıcak tatlılar sevdiğini -annesi puding yaptığında hazır olur olmaz yiyen tek kişi oydu-, ben biraz daha koyu renkleri seçerken benim aksime o, daha ferah ve canlı renkleri tercih ediyordu.
Atabildiğim kadar büyük ve hızlı adımlarla buluşmak için karar verdiğimiz parkın önünde nefes nefese ulaştım. Hava soğuk olsa da vücudum aceleme yenilmiş, terlemiş ve duzeltmek için uğraştığım saçlarım alnımı kapatmıştı.
Gözlerim sokağın bir sağına bir soluna bakarken nihayetinde onu gördü. Dudaklarım istemsizce kıvrılırken tüm yorgunluğum dinmiş olacak ki ona doğru birkaç adım atmayı başarabildim.
Başta çatık kaşlarıyla bana doğru yürürken yüzüne yavaş yavaş sakinliği indi. Burada zamanında olmam onu memnun etmişcesine gülümsedi. Elimi uzattım selamlamak için. Elime ters bir şekilde bakıp -sevmediği sebzelerden birisini gördüğünde de bunu yaptığına eminim- ittirdi geriye doğru. Kollarını boynuma uzanmak için kaldırıp parmak uçlarında yükseldi. Beni sıkıca sarıp kendine çekerken ona eğilmek zorunda kaldım. Belini sardığımda ise vücudu vücuduma yaslanmış haldeydi. Etrafa yayılan kokusunu içime çekerken rahat bir nefes verdim. Sonunda üzerine sinmiş hastane kokusundan kurtulmuştu.
"Ne oldu? Bu kadar çok mu özledin?"
Geri çekilirken ilk başta görmediğim ama şimdi yanaklarına sinsice yerleşmiş kızarıklık dikkatimi çekti.
"Ne özleyeceğim seni it! Sinir olduğum için boğmaya çalıştım da yanlış anlaşıldı..."
Gülüp kolumu omzuna attığımda gıcık olmuş gibi itti beni.
"Böyle emellerin olduğunu en başından söylemeliydin Gökmencim. Çünkü ben iki haftamın her bir anını telefonda seninle görüşmekle geçirirken gerçek yüzünü görememişim." Yalandan dudaklarımı üzülmüşcesine büzerken sinirle bir nefes verdi bana karşılık olarak.
"Çok boş konuşuyorsun." Eliyle göğsüme bastırıp beni iterken önümden yürümeye başladı. Gözlerimi baştan aşağı onda kısa bir süre gezdirdikten sonra birkaç büyük adımla yanına ulaştım.
Sessiz sayılabilecek bir yürüyüşün ardından ısrarları sonucu gitmek istediği kafeye vardık. Kendini rahat hissettiği, çok fazla insanın doluşmadığı ve göz zevkine uyabilecek bir yerin onun için en iyisi olduğuna zamanında karar vermiş, nihayetinde dilediği kafeyi de bulmuş ve beni de oraya sürüklemek istemişti. İçeriye girip sanki buraya defalarca gelip en sonunda ona göre bir yer olduğuna karar vermiş gibi cam kenarında duran masaya gitti. Üzerindeki ceketi çıkarıp sandalyesine astı ve oturdu. Gökmen hızlıca yerleşirken gözlerim ilk defa geldiğim bu yeri gezindi. Israrlarına değecek kadar mütevazi bir yer olduğu konusunda şüpheliyim. Oldukça sade ama modern bırakılmış, okul çıkışı arkadaşlarınla iki lafın belini kırmaya bahane olsun diye dizayn edilmiş bir kafeydi. Öğlen saatlerine göre içerisi olması gerektiği kadardı. Ne abartılacak kadar dolu, ne de kötüleyecek kadar boş. Yinede buraya bir göz gezdirince fark ediyorum ki, Gökmen'i anımsatıyordu tüm bu atmosfer. Bu onun kendi gücü mü bilmiyorum ama, Gökmen nerede olsa kendisi oraya değil, olduğu yer ona uyum sağlıyordu.
Ceketimi Gökmen'in karşısındaki sandalyeye asıp oturdum. Çantamı masaya bırakırken yüzümde gezinen gözleri çantama kaydı.
"Ne getirdin bana?" Alayla konuşup arkasına yaslandı.
"Ömrümün sonuna kadar seninle yapabileceğim her şeyi getirdim."
Gözlerinin içine baktım. Tedirginlik gözlerinin içinde dolanıyordu. Kötü bir anlamda değil, çantamın içinden ne çıkarabilirdim ki bu laftan sonra, bilinmezliğin tedirginliği.
"Kısa sürecek öyleyse."
"Kabasın." Homurdanıp bize bakması için garsona el işareti yaptım.
"Gerçekleri söylemek ne zaman kabalık oldu Erim?" Durumu benimkinden farksızmış gibi sırıttı.
"Ne alırdınız?" Masanın başına gelmiş garsona baktık aynı anda. Sonra tekrar birbirimize döndük.
"Kahve?" Sorumu yönelttim.
"Sütlü olsun. İki tane." Beni tamamlayıp garsona istediği cevabı verdi. Başıyla onaylayıp uzaklaştı.
"Belki süte alerjim var?" Çantamı açıp defteri ve kalemi çıkardım.
"Senin mi Erim? Süt içmediğin gün görmedim henüz. İki hafta önce içmiyor muydun?"
"Ne yapayım seviyorum.." Mızmızlanırken defterin ilk sayfasını açıp aramıza koydum.
"Bugün ne yapacağız biliyor musun?"
"Tahmin yürüterek uzatayım mı konuyu?"
Başımı iki yana sallayıp kalemi defterin arasına bıraktım.
"Ne yapmak istiyorsak onları yazalım."
Dudakları cevap vermek istercesine açılıp kapandı. Gözleri tekrar yüzümü bulurken aramak istediği tek şey söylediğim lafın ciddiyeti olsa gerekti.
"Ailenle veya yakın arkadaşlarınla yapmak varken... Neden Erim?"
"İkimizi birbirimizden daha iyi anlayacak kimsenin olduğunu düşünmüyorum. İkimizi birbirimizden başka daha çok güldürecek kimseyi de.. Doğrusu..." Derin bir nefes alırken garsonun kahveleri bırakıp gitmesini izledim.
"İkimizden başkasının bunun ne anlama geleceğini bileceğini, duygusal olarak yaklaşmaktan kaçınacağını sanmıyorum. Sadece o da değil... Kimseye söyleyemedim annemler dışında. Annemlere de bunları yapmak istiyorum demeye gücüm yet-" Sonrasında her zaman soğuk ellerine inat sıcacık teni elimi kavradı.
Ona bakmaya cesaret edebildiğimde teni kadar sıcak bir gülümseme bahşetti bana. Parmakları nazikçe elimi okşadı.
"Eğer anladığımı iddia ediyorsan neden bana bu açıklamayı yapma zahmetinde bulunuyorsun?"
Dudaklarındaki tebessüm gitmemek için direniyordu.
"Erim, senden başkasıyla ölümü beklemek ve ona giden yolu sayarken bir şeyler yapmak pek de eğlenceli olmazdı doğrusu."
Elini hafifçe sıkıp bıraktım ve onun gibi gülümsemeye özen gösterdim. Zira, karşımda oturan bu çocuk sahte şeyleri hak edecek türden birisi değildi. Benimle bir tiyatroda oynayarak zaman kaybetmesi değil, gerçek halimle günleri heba etmesi kayda değer olurdu.
Defterin üzerine bıraktığım kalemi ona uzattım.
"Ne gibi şeyler yapmak istersin mesela?"
Kalemi alırken düşünüyormuş gibi duraksadı.
"Mesela..." harfleri yavaşça ve uzatarak söylerken deftere ilk rakamı verdi.
"1-"
Tekrar düşünmek için kendine zaman ayırırken kahvemden bir yudum aldım onu izlerken. Önce yüzümde dolandı bakışları, sonrasında deftere eğildi ve birkaç kelimeyi yazmayı başardı.
"1- Bilmediğimiz bir şehire veya ülkeye gitmek."
Yazdığını okurken gülümsedim.
"İkincisi.." Sözlerimi dinleyerek deftere yazmaya devam etti.
Birkaç gülüş, yazıların üzerine sohbet etmek -ki bu sohbetin çoğu söylediğimiz şeylerle alay etmek üzereydi-, birkaç kez benim söylediğim şeyleri yazmak ve hemen aklına yüzyılın fikrini bulmuşcasına heyecanlanarak kendi isteklerini yazmak... Neticesinde son ana kadar kendimizi kaptırınca geriye kahveleri soğuk içmek kalmıştı.
Defteri bana çevirip kalemi bıraktı.
"Aklımıza geldikçe ekleriz, zorlamayalım şimdi." Başımı sallayarak karşılık verdim ve defteri elime aldım.
Az önce bunları kendimizden duymamışız ve ilk defa denk geldiğim bir deftermiş gibi elime alıp okudum. Okuduğum her maddede gülümsedim.
"1- Bilmediğimiz bir şehire veya ülkeye gitmek.
2- Dövme yaptırmak.
3- Piyano çalmayı öğrenmek.
4- Konser vermek.
5- Gece denize girmek.
6- Kamp yapmak."
Onun yaptığımız işten memnun kalıp kalmadığımı anlamak için hevesle üzerimde gezinen bakışlarına karşılık verdim.
"Olur..." dedim yavaşça ve defteri aynı yavaşlıkta çantama koydum.
"Aklımıza geldikçe yazmaya devam ederiz."
____________
Selamm, nasılsınız?
Cumadan cumaya biraz uzak görünüyor ancak bu sürece hem yapmam gereken diğer işleri sıkıştırıyor hem de sizden gelen geri dönüşleri bekleyebiliyorum.
Umarım beğenmişsinizdir, bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakınn <3
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |