12. Bölüm

11. Bölüm| Cihan Diye Yazılır Eda' nın Dünyası Diye Okunur

E. B 🍯
authbal

 

 

Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,

 

 

Mahallemize Hoş Geldiniz

 

🎵

 

 

Elleri Ellerime- Duman

 

 

Ellerinden Öper- Gülşen

 

 

Derdim- Gökhan Türkmen

 

 

Bi Seni Konuşurum- Göksel

 

 

Ben Senin Delinim- Hande Yener

 

 

11. Bölüm| Cihan Diye Yazılır

"Eda' nın Dünyası" Diye Okunur

 

20 Şubat 2024 19:30






 

 

Eda Soylu

 

 

 

 

Her felaketin iki ilacı vardır; zaman ve sessizlik.

 

 

{Siyah Lale- Alexandre Dumas}

 

 

Tanıdık sokaklarda nefes nefese koşuyordum. Neyden ya da kimden kaçtığımı bilmeden hem de. Koşmaktan boğazım kurumuş, acıyordu. Her iki adımda bir arkama bakıyor, orada birinin olup olmadığını kontrol ediyordum. Öyle bir korku vardı ki içimde koşan bedenimi tir tir titretiyordu. Yüzümün ıslandığını fark ettiğimde ağladığımı anladım. Hem de delirmiş gibi. Neyden kaçtığımı bile bilmeden çığlıklar atıyordum. Cihan' a seslendim. Abime seslendim. Babama seslendim. Hiç kimse cevap vermedi.

 

Bir sokağa girdim. Ben koşarken açık olan sokak ben sonuna geldiğimde birden kapandı. Nasıl olduğuna anlam veremedim ama birden demirden bir kapı belirdi ve sokağı kapattı. Sağa dönerek başka bir sokağa girdim. Arkamda adım sesleri duyduğumda bağırışlarım arttı. Tökezledim ama koşmaya devam ettim. Koştuğum sokağın sonunda birden annem çıktı karşıma. Hiçbir şeyin durduramadığı adımlarımı onu görmek durdurdu. Israrla devam etmemi ona doğru koşmamı söyledi bana. Ama ben sola dönerek ona koşmayı eş geçtim. Seçimimden bir an bile tereddüt etmedim.

 

Sanki saatlerce koştum, koştum, koştum. Sonra aniden, sokağın karşısında Ecevit belirdi. Öyle ani durdum ki yere kapaklandım. Dizlerim çizildi. Canım çok acıdı ama hiçbir acı onu karşımda görmek kadar canımı yakamazdı. Yerden kalkıp arkamı döndüm, onun tam tersi istikamette koşmaya başladım. Koşarken arkama baktığımda orada değildi Ecevit. Neredeydi?

 

Önüme döndüğüm anda onu karşımda gördüm. Çığlık atıp geri sendeledim. Bu defa sağa dönüp başka bir sokağa girdim. Çıldırmış gibi koşuyordum. Ta ki Ecevit'i bir kez daha karşımda bulana dek. Avazım çıktığı kadar bağırarak haykırdım. Ondan uzaklaştım. Ellerimi saçlarıma götürerek canımı acıtacak kadar sıktım. Aklımı yitirecektim. Yardım bulmak için etrafıma bakındım ve tüm sokakta yerlere saçılmış çiçekleri gördüm. Paramparça edilmiş haldeydi hepsi.

 

Pes etmedim. Sola dönüp bir başka sokağa girdim. Cihan gelirdi. Beni kurtarırdı. Yalnızca o gelene kadar dayanmam gerekiyordu. Cihan gelirdi. Cihan gelecekti. Nefes nefese koşmaya devam ettim. Sonra Ecevit'i tekrar karşımda buldum. Neden kaçamıyordum ondan?

 

"Eda, Eda... Seni bana annen verdi. Sen benden kaçamazsın ki?"

 

Ondan kaçmaya meyilli ayaklarım oldukları yerde kalakaldı. Oynatmak istesem de başaramıyordum ayaklarımı. Çakılıp kalmışlardı sanki yere. Aramızda üç adımlık mesafe vardı. Kan çanağına dönmüş gözleriyle bana bakıyordu Ecevit ama sanki gördüğü ben değildim.

 

Söylediği sözler sebep olmuştu buna. Kalbimi bir lav gibi ateşler içinde yakmıştı.

Ben annesi tarafından düşmanın önüne atılan bir kızdım. Düşman bana acısa ne olurdu acımasa ne olur.

 

Gerçeğin tesiriyle kalbim bin parçaya bölünürken Ecevit’in yüzünde şeytani bir tebessüm belirdi. İliklerime kadar titreten bir tebessümdü yüzündeki. Ayaklarım yerde çakılı kalmış dilim lal kesilmişti karşısında. Sanki bin yılda geçse korkudan titreyecektim karşısında. Oysa Eda öyle cevval bir kızdı ki kimseden korkmazdı. Şimdi ise şeytanın karşısında dik bile duramıyordu. Şeytanı besleyen annesiydi ancak onun günahına girilmişti. Bu nasıl işti?

 

Ecevit aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapattı. Kaçmak için hiçbir şey yapamadım. Üstten üstten bana bakarken yüzünü iyice bana doğru yaklaştırdı. Hiç beklemediğim bir anda elini boğazıma sarıp sıkmaya başladı. Öyle bir kuvvet uyguluyordu ki boğazımı sıkarken nefesimi anında kesmişti. Nefes alamıyor, boğuluyordum. Genzimden feryat edercesine çıkan sesleri duyuyor, bu seslerin onu daha da mutlu ettiğini ve yüzündeki midemi bulandıran tebessümünü genişlettiğini görüyordum. Çırpınmaya, onu durdurmak için vurmaya çalıştım ancak ayaklarım beni yarı yolda bıraktı. Hareket ettiremiyordum hala daha onları. Ellerimle vuruyordum ona. Yüzüne, boynumu sıktığı koluna vuruyordum ancak nafileydi. Onun gücü karşısında hiçbir işe yaramıyordu. Boğazımdan çıkan hırıltı sesleri artık sona yaklaştığımın habercisiydi, biliyordum. Ona olan faydasız vuruşlarım bile tükenmişti. Kurtulmak için çabalayamıyordum bile artık. Ölümümü bekliyordum öylece. Dünya üzerindeki en çaresiz anımdı belki de bu. Son anımdı.

 

Arkaya doğru kayan gözlerim o anı yakaladı. Gökyüzünden yere hepsi yer yer kendisi yer yer yaprakları yanmış çiçekler yağıyordu. Tabiri caizse hepsi olmüştü. Solmuş, kopartılmış ve yanmış bir halde. Her yeri ama her yeri kapladılar. İçim o kadar acıdı ki sanki mümkünmüş gibi canım daha da çok acıdı. Ölümü canlı bir varlık gibi yanıbaşımda hissediyordum artık. Azraili ise aramama gerek yoktu çünkü tam karşımda duruyor, boğazımı sıkıyordu.

 

“Senin canını alarak tüm düşmanlarımı bitirmiş olacağım Eda. Bir taşla çok tuş.” dediği yankılanarak kulağıma geldi Ecevit’in. “Eğer benim olmayı seçseydin bunların hiçbiri olmayacaktı aptal kuş. Ne yazık ki hayat böyle bir cehennem. Yaptığın yanlış tercihlerin bedelini mutlaka ödersin.”

 

Bu dünyada bedelleri daima kadınlar öderdi. Kadınlar daima suçluydu ve bunun başında ne yazık ki kadın olmak geliyordu. Ve ben de bunun bedelini ödemek üzereydim. Ölümün son nefesimde olduğunu biliyordum. Sanki çevrelemişti beni. Gördüğüm son yüz katilimin yüzü olacaktı. Mücadele etmeyi, pes etmemeyi en çok bu yüzden isterdim aslında. Şeytana yenilmemek için. Ancak benim bulunduğum anda ve durumda gerçek anlamını taşıyamayan son nefes kapıma dayandığında da elimden hiçbir şey gelmedi. Şeytanın elinde, korkunç bir acıyla can verdim. Eli boğazımdan ölümüm ile birlikte çekildiğinde külçe gibi yere yığıldım. Dünyaya sonsuza dek kapanmış göz kapaklarımın ardından bakıyordum artık. Ecevit başını sola doğru eğmiş yukarıdan bana bakıyordu. Sanki ölümümden bile tatmin olamamış gibi mutsuzdu şimdi. Tekrar tekrar ölmem mi gerekiyordu yani? Eda bunu da mı hak ediyordu?

 

Bir müddet ifadesizce beni izledi katilim. Öldüğümde bile ondan kurtulamazmışım gibi bir his doğdu içimde onun yüzünden. Bir an kendime dışarıdan bakabildim. Saçlarım yere dağılmış ve başım sağa doğru düşmüş halde yatıyordum yerde. Boynum ve dudaklarım morarmış, çok solgun görünüyordum. Bedenim bir deri bir kemik kalmış, görünürdeki tenimde tüm damarlarım belirginleşmişti. Bir elim karnımın üzerinde diğeri ise avucum açık vaziyette yerdeydi. Tenim içindeki tüm kan çekilmişçesine beyaz ve cansız görünüyordu. Çünkü ölmüştüm.

 

Kalbimin olduğu yerden, tam göğüs kafesimin içinden dışarı taşan bir yaram vardı. İçinden akın akın kan akıyordu. Halbuki nefessiz bırakılarak öldürülmüştüm ben. Neden kalbim kanıyordu? Ardımda bıraktığım ve şükrüne varamadığım hayatıma ağlıyordum belki de. Ailemden geriye kalanlara ve Cihan’a. Bir kalbe sığdıramadığım sevdama. İşte kalbim tam da bu yüzden kanıyordu.

 

Ecevit ifadesiz bakışlarını çekti bir anda üzerimden. Üzerime basarak geçip gitti yanımdan. Cansız bedenimin bu acıyı hissetmemesi gerekiyordu ancak hissetmişti. Bir kez daha kendime dışarıdan baktığım o ana geldim. Bu defa ölü bedenimi ardında bırakıp giden Ecevit’i görüyordum. Dışarıda olup olanları izleyen ise ruhumdu benim.

 

Ecevit ondan uzakta arkası dönük bir şekilde duran bir adama doğru ilerliyordu. Benden o kadar uzaktaydı ki o diğer adam kim olduğunu hiçbir şekilde seçemiyordum. Yalnızca uzun boylu, yapılı bir adam olduğunu seçebilmiştim. Geniş omuzları ve güçlü bir duruşu vardı. Kimdi ki bu adam? Ben tanıyor muydum? Ecevit adama doğru yürümeye devam ederken birden elinde bir silah belirdi. Ve aynı saniyelerde silahı ateşledi. Benim sessiz çığlığım bir ruhtan ibaret olduğum için duyulamamıştı ama yere yıkılan heybetli bir bedenin sesi adeta kulakalrımda yankılanmıştı. Kalbimden akan kan birden şiddetlenmeye başladı. Adeta fışkırarak akıyordu artık. Tekrardan yere yıkılan adama baktım. O da tıpkı benim bedenim gibi yere yığılmıştı. Bu mesafeden seçebildiğim kadarıyla hareket etmiyordu hiç. Muhtemelen ölmüştü. Tekrardan yerdeki bedenime baktığımda akan kan yüzünden tüm bedenimin kanla kaplandığını gördüm ve tam o anda anladım. Ateş edilen ve muhtemelen ölmüş olan adam kimdi bilmiyordum ancak benim kalbimde olan biri olduğunu biliyordum. Çünkü kalbim, kan kusuyordu.

 

 

 

Çığlık atarak uyandım. Öyle ki beni uyandıran attığım çığlıklardı. Terden sırılsıklam olmuş, deli gibi nefes alamaya çalışıyordum. Hemen elimi boğazıma sardım. Titreyen ellerimle başucumdaki lambayı aradım. Bulmaya çalışırken bir şeyleri devirip yere düşürdüm ancak umrumda değildi. Hıçkıra hıçkıra ağlarken en sonunda lambayı buldum ve dünyam aydınlandı. Odamda, evimdeydim. Yalnızca bir kabustu. Kabus. Ancak bilinçaltım ve bedenim girdiğim stresi kabul etmiyor adeta dışarıya atmaya çalışıyordu. Tıpkı rüyamdaki gibi nefes anlamıyordum şu anda. Bu defa boğazımdaki eller benimdi ve sanki bir yardımı olacakmış gibi boğazıma dokunuyordum.

 

 

 

Üzerimdeki siyah tişört resmen üstüme yapışmıştı. Saate baktım, akşam yediyi gösteriyordu. Akşamüzeri yemeğimi yedikten sonra ilaçlarımı içmiştim. Psikoloğumun verdiği ilaçlar ağırdı ve çok uyku yapıyordu. Kısa bir süre sonra vücudum ağırlaşmaya, gözlerim usul usul kapanmaya başladığında uykuya direnmemiş yatak odama zar zor gelerek rahat bir uyku çekebilmek için yatağıma yatmıştım. Aferindi bana, ne kadar da güzel bir uyku çekmiştim.

 

Camı açmak istedim ancak çok terliydim, hastalığa davetiye çıkartmış olurdum. Psikoloğumun geçtiğimiz seanslarda öğrettiği nefes egzersizlerini uygulamaya çalıştım. Kabusumu tekrar tekrar kafamın içinde canlandırmasam bir noktada başarılı olurdu aslında. Bu böyle olmayacaktı. Yatağımdan çıkarak sarsak adımlarla odamdan çıktım. Onun pis ellerini boğazımda hissediyordum. Sanki şeytanımı yanı başımda görmüştüm, hâlâ beni görebiliyordu sanki.

 

Banyoya girerek kapıyı ardımdan kapattım. Kendi odamdaki banyoyu kullanmak istememiştim çünkü bu banyoda jakuzi vardı. Küvetin içine girip uzun bir banyo yapmak istiyordum. Küvetin tıpasını takarak suyu açtım. Küvetin üzerindeki raflardan özel duş losyonlarından alarak küvete sıktım. Normalde hangi kokuyu seçtiğimi çok dikkat ederdim çünkü rahatlamak için bu seanslara çok önem veriyordum ancak şu anki durumum biraz aciliyet içerdiğinden hangi kokuyu sıkacağım düşüneceğim en son şey bile değildi.

 

Suyu bir miktar sıcak akıttıktan sonra en soğuk ayara çevirdim. Benim bünyemi ancak biz gibi soğuk bir su kendine getirebilirdi. Hala daha titremelerim ve paniğin yarattığı etki gücünü kaybetmemişti. Aksine anksiyetinin de peşinden gelmesi an meselesiydi.

 

Su hızla dolarken üzerimdeki tişört ve şortu çıkarmaya başladım. Hemen arkasından da iç çamaşırlarımı. Bembeyaz köpüklerle kaplanmış su yeterince dolmuştu. Suyu kapattım ve hiç beklemeden küvetin içine girdim. Tüm vücudumu soğuk suyun içine gömdüm nefesimi tutarak. İliklerime kadar işleyen soğuk kesinlikle beynimdeki düşünceleri susturmuştu. Ellerimle küvetin kenarlarını tuttuğum yerleri sıkarak suyun altında durmaya devam ettim. Soğuk su şükürler olsun ki beynimi uyuşturyordu. Boğazımdaki pis elleri üzerimden çekebiliyordu. Gözlerimde bir yanma hissettiğimde yeniden ağlamaya başladığımı fark ettim.

 

Ben o felaketten kurtulmuştum belki ancak ondan ve gerçeklerden kurtulamayacaktım. Hiçbir zaman. Ya da öyle bir umut taşıyamıyordum içimde. Bir gün yanımda Cihan oluyordu tüm umutsuzlukları bir bakışıyla, bir dokunuşuyla silip atıyordu üstümden. Sonra ertesi gün oluyordu ve dünya kaldığı yerden üstüme yıkılmaya devam ediyordu. Cihan yanımdayken tüm dertlerim rafa kalkıyordu sanki ama yalnız kaldığım anda hepsi kalbimi elleri arasında büzüp nefesimi kesiyorlardı. Ben bu hayatı nasıl toparlayacaktım?

 

Daha fazla nefessiz kalamadığımda kafamı suyun içinden çıkardım. Jakuzinin oyuntulu yerine yasladım. Sanıyorum ki oyuntulu olmasının tam olarak amacı da buydu. Sık nefesler alarak soğuktan uyuşan bedenimi hissettim. Kışın ortasında buz gibi soğuk suyla banyo yapmak akıl işi değildi ancak bir gram bile umrumda değildi. Yalnızca beynimi uyuşturmak istiyordum. Ve böyle zamanlar için bulduğum en etkili çözüm buydu.

 

Hüzün ve keder bir kıyafet gibi oturmuştu üzerime. Yeni bir deri gibi kuşanmıştım onu. Etrafımda insanlar varken melankolimden uzaklaşabiliyor hatta unutuyordum da zaman zaman. Ama evde bir başımayken ondan kaçamıyordum.

 

Geçtiğimiz günlerde amcam aniden rahatsızlanarak hastaneye kaldırılmış hepimizi çok korkutmuştu. Yapılan tahlillerin sonucunda kolesterolü çok yüksek çıkmıştı. Bundan sonra yediğine içtiğine hatta yaşam aktivitelerine bile çok dikkat etmek zorundaydı. Bu yüzden de yanımda kalan Yeşim'i evine geri göndermiştim. Ne kadar gitmemek için diretse de aklının babasında kaldığını biliyordum o yüzden inat savaşını ben kazanmıştım.

 

Düzenli olarak kontrollerime gidiyor ve fizyoterapi seansları sayesinde vücudum çok iyi toparlamıştı. Omzumdaki askıyı birkaç gün önce çıkarılmış yerine su geçirmez bir sargı bezi sarılmıştı. Banyo sonrası sargıyı değiştiriyordum yine de. Bedenim kendini toparlıyordu ancak ruhum hâlâ daha enkaz altındaydı.

 

Bir saate yakın suyun altında kaldıktan sonra saçımı ve bedenimi hızlıca yıkayarak küvetten çıktım. Askıda duran bornozuma uzanarak giydim. Saçıma da küçük bir havlu dolayıp banyodan çıktım. Yatak odama girerken çalan telefonumun sesini duydum. Yatağımın üstündeki telefonumun yanına gittim hızla. Cihan arıyordu. Yüzümü bir gülümseme kapladı. Her zamanki gibi yine içine düştüğüm karamsarlığı hissetmiş gibiydi.

 

"Efendim aşkım?" diyerek cevapladım aramayı.

 

"Efendin değil kölenim desem ne dersin?"

 

"Telefonu suratına kapatırım." diye net bir cevap verdim.

 

"Çok haklısın bir tanem, saçma saçma edebiyatlar zaten bunlar. Nasılsın bakalım? Uyuyor muydun?" Yaptığı usta dönüş tebrik edilesiydi cidden. Gülerek yatağıma oturdum.

 

"Biraz önce uyandım." dedim nasıl uyandığım kısmını atlayarak. "Evin içi çok sıcak, terlemişim uyurken. Bir duş alıp çıktım şimdi."

 

Keşke gerçek sebebi bu olsaydı. Keşke.

 

"Mis gibi kokuyorsun yani şu an." dedi içli bir nefes vererek. "Kıskandım."

 

Kıkır kıkır güldüm. Cihan' ın varlığı beni büyük rengarenk bir balonun içine sokuyordu sanki. O balonun içinde çok tasasız, çok mutluydum ben.

 

"Hadi hazırlan o zaman, on beş dakikaya almaya geliyorum seni.Bu sabahtan beri seni göremedim elim ayağım titriyor bak benim."

 

İçime bir heyecan dalgası vurdu. Onun varlığı işte böyle tüm sorunları silip süpürüyordu. Kendimi onsuz bırakmak, kendime yaptığım en büyük kötülüktü benim.

 

"Tamam aşkım, çok iyi olur. Ben hazırlanmaya başlayayım hemen. Birazdan görüşürüz." dedim telefondan öpücük atarak.

 

"Eda Hanım, geldiğinizde yakından olanını isterim ama ben bunun." dedi imayla Cihan.

 

"Hallederiz Cihan Bey," diyordum ki telefondan bir ses duydum.

 

"Ne istiyorsun lan yine kardeşimden?" Gerilerden abimin sesini duyuyordum.

 

Her ne kadar ilişkiyi onaylıyor olsa da abi teröründen nasibini alıyordu Cihan. İlişkimizin başladığı şu birkaç haftada görmüştüm ki ivedilikle Cihan' ı zorbalıyor ve bundan çok büyük bir zevk alıyordu. Bizi desteklemesinin nedeninin sırf Cihan' ı bu şekilde zorbalayabilmek olduğunu tahmin ediyordum hatta. Bir gün bunun doğruluğunu ispatlayacaktım.

"Geldi gene ruh hastası." diyerek ağzının içinde söylendi Cihan. "Sana ne lan bilader? Seni ne ilgilendiriyor?" diyerek bu defa yüksek sesle abime söylendi.

 

"Düzgün konuş abimle." diyerek şakadan takıldım.

 

"Aynen öyle." diye keyifle konuştu abim. "Düzgün konuş biricik abisiyle. Sen yokken biz vardık oğlum, öyle alelade bir adam değilim ben biricik kız kardeşim için. Ayağını denk alacak, haddini bileceksin sen." Anlaşılan konuşmamızı duyabilecek kadar Cihan' a yaklaşmış ve onu savunduğum kısmı duymuştu.

 

"Ulan," diyerek başladı ama devamını getirmedi Cihan. "Çiçeğim sen hazırlan rahat rahat ben şu abin olacak herifle bir ilgileneyim." dedi bana sıcacık bir sesle.

 

Alt metinde abinin belasına tüküreceğim diyordu aslında.

 

"Dövüşmeyin kuzum." diyerek güldüm. Cihan da gülmüştü telefonun ucundan. "Kapatıyorum görüşürüz."

 

"Görüşeceğiz bebeğim." dediğinde telefonu kapattım.

 

 

 

Telefonu kapatır kapatmaz yatağın üzerine atarak ayağa kalktım. Gardropumun önüne giderek dışarıda giydiğim kıyafetlerimin olduğu bölümü açtım. Çok fazla kıyafet almak gibi kötü bir huyum vardı bu yüzden de en büyük boyundan almış olmama rağmen kıyafetlerim dolaba sığmıyordu. En yakın zamanda buna bir çare bulmayı aklıma not ettim. Koyu kahve v yaka bir bluza uzandım. Geçirdiğim kazadan bu yana boğazlı ya da önü fazla kapalı giysiler giyemiyordum. Gerdanımdan bol bol hava girmesi şarttı o yüzden. Altına siyah yüksek bel kot pantolunumu çıkardım. Şubat ayı için ideal bir kombindi bence. Birkaç gündür evden dışarı hiç çıkmamıştım. Kalın battaniyemi üzerime sarıp elimde kahvemle terasa çıktığım zamanlarda üşüdüğümü hatırlıyordum yalnızca. Ancak yağmurdan eser yoktu havada. Yaydığı soğuğa karşın oldukça ılımlıydı.

 

Önce yeni bir iç çamaşırı takımı geçirdim üzerime. Ardından hızlı bir şekilde vücudumu ve cildimi nemlendirdim. Aksi takdirde soğuktan nasibini alıyordu nazlı cildim. Odamın içindeki banyoya girerek bornozumu ve saç havlumu askılığa astım. Saçlarımı taradım hızlıca. Aparatında takılı duran saç kurutma makinesini alarak çalıştırdım. Duşta şampuandan sonra bir de maske uygulamıştım saçıma. Normalde duştan sonrasında da çeşit çeşit ürün kullanır, uğraşırdım saçımla ama bu akşam ne buna hevesim vardı ne de vaktim. Es geçtim bu akşamlık.

 

Dakikalarca saçlarımı kurutmamın ardından makineyi kapattım. Geri yerine koyup dalganan saçlarımın arasında ellerimi dolaştırdım. Nedense bu ara saçlarımdan hiç memnun değildim. Hem çok fazla dökülüyorlar hem de gözüme çirkin gözüküyorlardı. Aynı şey cildim için de geçerliydi. Liseden beri regl dönemlerim hariç hiç sivilcem olmamıştı ama şimdi çenemde patlatılmış iki tanesi mevcuttu. Ne kendimi ne de cildimi nasıl toplatacağımı bilemiyordum.

 

Aynalı dolabın altındaki büyük çekmeceyi açtım. Makyaj malzemeleri vardı büyük bir çantanın içerisinde. Alıp lavaboya bıraktım çantayı. Önce bir güneş kremi sürdüm çok yararlı olduğunu bildiğimden. Hemen ardından da ne çok açık ne de kapalı olan ten rengine uygun fondötenimi eşit bir şekilde sürdüm. Maksat çenemdeki sivilceleri kapatmak ve yüzümdeki renk tonunu eşitlemekti yalnızca. Bu yüzden fazla sürmeye gerek duymadım. Yanaklarıma allık sürüp fırçayla dağıttım. Solgun yüzüme canlılık gelmişti böylece. Kirpiklerim zaten kıvrıktı doğal halinde. Bu yüzden direkt maskara sürdüm. Gözlerime açık kahve göz kalemi çektim. Kış aylarında bu rengi her yerde kullanmaya bayılıyordum. Ne halde olursam olayım vazgeçemediğim bir zevkti. Elim eyeliner kalemine gidiyordu ancak tekte çekemeyeceğimi bildiğimden onunla uğraşmak istemedim. Dudaklarıma bir nemlendirici sürüp ardından da vişne tonlarında bir ruj geçtim. Üzerine de hafif bir parlatıcı sürdükten sonra dudaklarımı birbirine bastırarak yedirdim. Aynada gördüğüm görüntü biraz önceki halimin aksine daha iyiydi.

 

Ellerimi makyajla ilgilendiğim için sabunla bol bol yıkadım. Ne yazık ki böyle bir takıntım vardı. Banyoda işim bittiğinde odaya geri döndüm. Çıkardığım bluz ile pantolunu giydim. Son zamanlarda kilo verdiğim için pantolon bir tık bol gelmişti. Ben bu kalçayı eritmek için zamanında neler yapmıştım da olmamıştı. Şimdi dengeli beslenmem gereken bir zamanda küçülmeye karar vermesi imrenilesi bir durumdu gerçekten.

 

Dolaptan kalın siyah bir kemer alarak taktım. Pantolon şimdi tam oturmuştu üzerime. Ayaklarıma beyaz çoraplar giyip çantalarımın bulunduğu bölmeyi açtım. Acı kahve tonlarında oval, güzel bir kol çantam vardı. Onu alarak içine cüzdanımı, telefonumu ve rujumu attım. Çantayı yatağımın üstüne bırakıp makyaj masama yöneldim. Masanın büyük çekmecesini takılarımı koymak için kullanıyordum. Makyaj malzemelerimin , kullandığım ürünlerin ya da takılarımın göz önünde durmasından hoşlanmıyordum. Görüntü kirliliği yaratarak başıma ağrı yapıyorlardı sahiden.

 

Çekmeceyi açarak bir süre önünde duraksadım. Ardından hızla seçimlerimi yaptım. Ucunda renkli bir çiçek buketi olan uzun, altın kolyeye uzanıp boynuma taktım. Sol işaret ve yüzük parmağıma yine altın zarif yüzükler taktım. Orta parmağımın başına da küçük bir eklem yüzüğü takmıştım. Melek kanatlarını andıran bir şekli olan küpeleri alarak kulaklarıma taktım. Çekmeceyi kapatıp boy aynama doğru ilerleyerek kendimi inceledim. Bence idare eder durumdaydım.

 

Kendimle daha fazla iç çatışmaya giremeden kapı çaldı. Cihan gelmiş olmalıydı. Askıdan siyah uzun kaşe kabanıma uzanarak aldım. Çantamı da alarak ışığı kapatıp odadan çıkarak kapıya doğru ilerledim. Kalbim bu defa panikten değil göreceği yüzün heyecanından yerinde duramıyor, kapıları zorlarcasına vuruyordu kafesine.

 

Bir an delikten bakarak Cihan' ın geldiğinden emin oldum. Sonrasında hemen kapıyı açtım. Üzerinde gri uzun bir kaban, siyah boğazlı kazak ve siyah bir kot pantolon vardı. Ama en önemlisi yüzünde derin bir tebessüm ellerinde çiçekler vardı.

 

"Ellerimde çiçekler kapında sırılsıklam." dedi gözlerimiz buluşur buluşmaz. Sanki içimin benden akıp ona karıştığını hissederek gülümsedim ona. Bunun mümkün olduğuna tüm kalbimle inanıyordum ayrıca. "Ellerimde çiçekler var ve kapındayım ama teknik olarak yağmurda ıslanmadım çünkü dışarıda yağmur yağmıyor. Ama aşkından sırılsıklam haldeyim, o sayılır mı çiçeğim?"

 

"Tabi ki sayılır sevgilim, aşk olsun yeter ki." diyerek kollarımı boynuna doladım. Bunu yaparken parmak uçlarımda kalkmam gerekmişti aramızdaki yirmi santimlik boy farkından ötürü. Gülen derin sesini duyduğumda içim eridi. Kollarını çiçekle birlikte belime dolayıp kafasını boynuma gömdü. Derin bir koku çekti içine boynumdan. Halbuki parfüm sıkmayı bile unutmuştum. Yumuşacık saçlarını sevdim. Normalde hiç uzatmadan kısa kesim kullandığı saçlarını bir süredir uzatıyordu Cihan. Hafiften ensesini geçmeye bile başlamıştı ve ona çok yakıştırıyordum bu saçı. Büyük ihtimalle sürekli saçlarında dolaşan beğeni dolu bakışlarımı fark ettiğinden ve elbette ki severek dolaşan ellerimi, bu yüzden uzatıyordu saçlarını.

 

Ah bu Cihan' ın, benim dünyam oluşu gerçeği.

 

Küçücük, kendimi bile zar zor sığdırabildiğim dünyamda en çok yeri o kaplıyordu şimdi. Ilık bir esinti başlatıyordu kalbimde. Ruhumu dinginleştiriyordu Cihan. Hâlbuki bu aralar en karmaşık en çalkantılı yerdi orası. Varlığı ile acısına merhem oluyordu can çekişen ruhumun. Her yere yazılmalı, her yerde anlatılmalıydı bu. Bilmeliydi böylesi bir mucizeyi. Hatta yasa ilan edilmeliydi bu. Cihan diye yazılır, Eda' nın dünyası diye okunurdu.

 

"Sana bir iyi bir de kötü haberim var. Önce hangisini duymak istersin?" diye sordu Cihan boynumdaki yerinden. Kaşlarım çatıldı hemen. Ne kötü haberiydi bu şimdi?

 

"Önce kötüyü söyle. Kötü haberi düşünmekten iyiye odaklanamam ben." dedim geriye çekilerek. Boynuna doladığım ellerim şimdi omuzlarındaydı. Şu heybetli mi heybetli, geniş omuzlarına yerleşmişti.

 

"Alttan alttan öyle çipil çipil bakma bana, öperim bak." dedi birden kafasını çok yavaş, canımı hiç acıtmadan kafama tokuşturup. Şimdi böyle tehdit edince de Cihan... Yapasım gelmedi değildi hani. Henüz öyle bir temasımız olmamıştı ama biz böyle yangınken ne olacağı hiç belli olmazdı. Cihan neredeyse her akşam bana geliyor birlikte koltukta yan yana oturup saatler geçiriyorduk. Kimi zaman film izliyor kimi zaman saatlerce konuşuyorduk. Sanki birbirimize senelerdir aşina değilmişiz gibi. Birbirinin kollarına sokulmuş halde uyuyakaldığımız da oluyordu. Sabah gözlerimi açtığımda ilk onu gördüğüm sabahlar açık ara favorilerimdi.

 

Birbirimize senelerdir aşinayız diyordum ama bu akşamlarda onun hakkında bilmediğim pek çok şey öğrenmiştim. Mesela koyu Beşiktaşlı olduğunu biliyordum ama en sevdiği futbolcunun Quaresma olduğunu yeni öğrenmiştim. Çocukluğundan bu yana forma koleksiyonu olduğunu da aynı şekilde. En sevdiği renk siyahtı bu bariz bir şeydi ancak nedeninin saçma erkek adam ideali olduğunu düşünmüştüm ama beni yanıltmıştı. Siyahın asil bir renk olduğunu bu yüzden kendine yakıştırdığını ve günlük hayatta tercih ettiğini söylemişti. En sevdiği filmi de sevgilisi olarak öğrenmiştim. Bu konuda tipik bir erkekti işte. Transformers ve Hızlı ve öfkeli serisi. Hiç izlemediğimi söylediğinde buna abartı bir tepki göstermiş ve asla kabullenememişti. İlk fırsatta bana izletmeyi kafasına koymuştu. En sevdiği kitap benim elimde görüp okuduğu kitaplardan biriydi. Körlük, Jose Saramago.

 

Velhasıl kelam onu onunla baştan tanımak paha biçilmez bir ayrıcalıktı.

 

"Kötü haber şu ki, abin olacak herifi başımdan savamadım bir türlü. Sülük gibi yapıştı herif buluşacağımızı duyunca. Aramızda sap gibi kalmamak için Hümeyra'yı da çağırdı. Baş başa olamayacağız maalesef ki. Dörtlü takılacakmışız. Talihime tüküreyim."

 

Yalan yok, ben de yalnız olmamızı yeğlerdim ama çok da büyük bir sorun teşkil etmiyordu bir yandan da benim için. Abimi ve Hümeyra ablayı çok seviyordum. Ama benim aksime Cihan için büyük problem gibi duruyordu bu. Sevgilimin kaşları çatık suratı da bir hayli asıktı. Ama yerdim onu.

 

"Olsun aşkım, onlar bizim ailemiz. Onları da özlemiştim ben hem, güzel olur." diyerek moralini düzeltmeye çalıştım.

 

"Beni mi özlemedin mi yani?" dedi tek kaşını kaldırarak. Suratı daha da asılmış yavru köpek gibi bakıyordu şimdi bana.

 

"Haaa" dedim inanamaz gibi. "Bana böyle iftiralar atma rica ederim. En son bu sabah görüştük ama üstünden bin yıl geçmiş gibi geldi bana aşkım."

 

Dün akşamı yine dip dibe geçirmiş, salondaki koltukta uyuyakalmıştık. Sabah olduğunda çalan kapının sesine uyanmıştım. Cihan yanımda yoktu, battaniye sadece benim üzerime örtülmüştü. Banyoyu falan kullandığını düşünüp gözlerimi ovuşturarak kapıyı açmaya gitmiştim. Göz ucuyla saate baktığımda ona yirmi vardı. Mahmur bir halde kapıyı açtığımda karşımda Cihan vardı. Ne ara yanımdan kalkıp da dışarı gidip gelmişti bu adam? Yastık izi çıktığına emin olduğum yanağıma kocaman bir öpücük kondurmuş günaydın demişti bana. Biraz önce uyanmış bir müddet tatlı olduğunu iddia ettiği benim uyuyuşumu izlemiş ardından şirkete geçmek için el mecbur yanımdan kalktığını söylemişti. Mutfağa girip su içerken ekmekliğimi kontrol etmiş ve boş olduğunu görünce de planladığından erken çıkmış evden. Ekmek ile birlikte eksik olduğunu fark ettiği kahvaltılık ihtiyaçlarını alıp gelmişti. Saat onda ilaç saatim olduğunu bildiğinden de beni uyandırmaktan çekinmemişti. Şirkette işleri önemli olduğundan benimle kalıp kahvaltı edememiş ve buna da sinirlenmişti. Benimle geçirdiği tek bir anı bile aceleye getirmekten nefret ediyordu kendisi. Mecburen kapı önünde yapılan bir sevme seansının ardından hiç istemeye istemeye şirkete gitmek üzere yanımdan ayrılmıştı. Ve tabii ki kalbim de onunla birlikte gitmişti.

 

"Biliyorum yavrum biliyorum. Çok zor çok." diyerek yanağını kafamın üzerine yasladı. Sesi çok acı bir olaydan bahsedermiş gibiydi. Kıkırdadım bu haline.

 

"Peki iyi haber ne?"

 

"Şu sahildeki mısırcı amca, hani senin çok sevdiğin var ya ne zamandır tezgah açmıyordu. Bu akşam kontrol ettirdim açmış tezgahı. Mısır yemeye götüreceğim seni."

 

"Ayy gerçekten mi?" diyerek aniden kafamı kaldırdım. Başımın üstünde olan yanağını benim tepkim ile birlikte kaldırmak zorunda kalmıştı. Ve öngörülmez bir şey olmuştu. Yanağını başıma yaslamak için bana eğildiğinden kafamı ona doğru çevirmemle yüzlerimiz oldukça yakın bir pozisyona gelmişti.

 

Atmosferdeki sıcaklık birden yükselivermişti. Aramızdaki atmosferin. Ki zaten kaynamak için her arıyordu kendileri. Ben yutkunurken Cihan'ın bakışları ansızın dudaklarıma kaydı. Kaç kere Bismillahirrahmanirrahim diyorduk? Bir de nefesi nereden alıyorduk?

 

Heyecandan sayamadığım saniyeler boyunca bakışları dudaklarımda takılı kaldı. Bir an her şeyi boş verip, beni öpeceğini sanıp heyecanlandım. Bu ilki, deli gibi tatmak istiyordum onunla. Saniyeler geçmeye devam etti ama Cihan o beklediğim hamleyi yapmadı. Kısa bir an gözlerini yumup mentalinde her ne yaptıysa yaptı ve gözlerini geri açtı. Gözlerindeki istek yerli yerinde duruyordu ancak cesaret geri çekilmişti. Ve ben bunun sebebini de biliyordum. Cihan eğer bu buluşma yaşanacaksa bunu benim başlatmamı, ilk hamleyi benim yapmamı istiyordu. Böylelikle bir sınır geçilecek ise bunun kararını verme yetkisi yalnızca bendeydi ve aynı zamanda bunu istediğimi ve emin olduğumu bilmek istiyordu. Bana her alanda özgürlük ve seçim hakkı vermesi zaten sağlıklı bir ilişkide olması gerekendi ve bunu tek bir hataya bile düşmeden uyguluyor olması kalbimi pamuklara sarmasıyla eş değerdi.

 

Saçlarıma bir öpücük kondurarak, "Hadi gidelim. Abin de aşağı sokaktan Hümeyra'yı alacaktı. Beklemeyelim beyefendiyi. İki saat niye bu kadar geciktiniz darlamasını çekemem şimdi onun. Sanırsın kayınpederim ya, ne çektiriyor bana serseri herif."

 

Bu durum gerçekten sinirini bozuyor olmalıydı ki damarı atmaya başlamıştı yine. Ne zamandır denk düşemiyorduk kendileriyle zira. Garipti ama özlemiştim. Aynı zamanda Cihan'ı nicedir delirtmediğimi de fark etmiş oldum. Tam aksine güldürmekle meşguldüm.

 

Ve emin olduğum bir başka şey de şuydu ki: öfkeyle atan damarı yerine gülümsediğinde katlanarak çenesine yayılan gamzelerini tercih ederdim.

 

🪷🪷

 

"Tüm vitaminini kaçırdın şimdi onun. Bin tane şey sıktın içine abicim ya. Nasıl bir yemek vizyonu var sende hiç anlamıyorum ki ben?"

 

Abimi özlediğimi söylememin üstünde sadece yarım saat geçmişti ve ben lafımı hiddetle geri alıyordum. Hiç özlememiştim ben bunu, hiç.

 

Ben tam cevabını vermek üzere ağzımı açmıştım ki avukatım benden önce konuşmaya başladı.

 

"Sana ne bilader. Canı isterse şerbet de koyar, karışmasana sen." dedi Cihan abime dönerek. Çifler olarak yan yana yürüyorduk. Biraz evvel bardakta mısırlarımızı almış henüz daha iki adım anca uzaklaşmıştık tezgahın önünden. Ve abim elbette ki o koca ağzını açmadan duramamıştı. Biri ona renklerin, zevklerin ve vizyonların tartışılmaz olduğunu öğretmeliydi.

 

Ben mısırı ketçap, bol mayonez ve bol cheddar soslu seviyordum. Bu da benim tasarımımdı, ona ne oluyordu ki yani? Tezgahtar amcada cheddar sos olmadığını bildiğimden Cihan' la önce bir markete uğrayıp cheddar sos almıştım. Kendi bardağıma sıktıktan sonra da tezgahtar amcaya bırakmıştım. Ketçap ve mayonezin yanına koymuştu. Satışları çatır çatır artınca ben görecektim ama abimi.

 

"Yahu ful sos doldurdu bardağın içini. Mısır yemiyor ki kız şu an sos yiyiyor."

 

Resmen tüm hevesimi boğazıma dizmişti. Bunun bir kapatma düğmesi falan yok muydu?

 

"Hayatım karışmasana kıza sen, nasıl istiyorsa öyle yesin. Boğazına dizdin kızcağızın lokmasını." diyerek abimi nazikçe uyardı Hümeyra abla. Bir kraliçedir mesela benim için. Aynı zamanda abime katlandığı için de.

 

Abim içine yalnızca tuz attırdığı mısırından bir dolu kaşık aldı. "Bu kadar midesiz oluşu çok garibime gidiyor ben ne yapayım? Küçükken de böyleydi bu kız. Pilava ketçap mayonez falan sıkar öyle yerdi zevksiz."

 

Bana sağdan soldan yetmiyor aşağıdan yukarıdan bir yerlerden gelmeye başlıyorlardı ama.

 

"Sana ne oluyor be bu akşam?" dedim plastik kaşığı sertçe bardağın içine saplayarak. "Benden mi göründüler sana, hayırdır?"

 

Eğer sakin sakin dururken bilinçli bir şekilde sinirlendirilirsem sıfırdan yüze değil bine çıkardım ben anında. Abimin şöyle sağlam bir kavgaya ihtiyacı varsa çok doğru bir adresteydi.

 

"Fikrimizi söylüyoruz abisi. Yasak mı sanki?"

"Senin fikrinin bir önemi yok. Canım nasıl isterse öyle yerim yemeğimi. Konuşup durma artık."

 

Kaşları yukarı kalktı hayretle. Bakışlarında kavgaya dair bir açlık gördüğüme yemin edebilirdim. Ama sıkıntı yoktu, o deliyse ben daha deliydim. İnat benim göbek adımdı, beyefendi unutmuştu herhalde.

 

"Ne biçim konuşuyorsun kız sen benimle?"

"Paşa gönlüm nasıl istiyorsa öyle. Deminden beri sesimi çıkarmıyorum diye bir türlü susmadın. Sinirlerim tepeme çıktı sus bak sen."

 

Cihan' ın sinirlendiğimi anladığı için usul usul dokunuşlarla beni sakinleştirmeye çalıştığının farkındaydım. Elimin içinde olan eli uyarmak istercesine sıkıyor, parmaklarını elimin üstünde dolaştırıyordu. Çok garipti ama küçük dokunuşları bile kalp ritmimi düzeltmeye yetmişti. Sinirden sıklaşan nefeslerim yavaşlamaya başladı. Abimin inatla sinir tellerimin üstüne oynaması içimde kapalı tuttuğum öfkeyi uyandırmıştı. Genelde anksiyete atağının sonrasında gelen ve yaşadıklarıma duyduğum olumsuz hislerden doğuyordu bu öfke. Üzerine ne kadar çalışırsam çalışayım derinin altında sinsi bir şekilde inzivaya çekiliyor, tekrar ortaya çıkacağı anı bekliyordu.

 

"Abinim ben senin, düzgün konuş benimle. Laflara bak ya, hiç büyüğüm falan da demiyor. Sen yakında bizim yüzümüze de bakmazsın Eda Hanım. Annemi sildiğin gibi bizi de silersin sen."

 

Sadece acısını hissettiğim var olmayan bir tokat yedim sanki.

 

Ben ağzından çıkan cümleyle abime bakakalmışken Cihan' la Hümeyra abla onu bizim bulunduğumuz yerden uzaklaştırıyordu. Hümeyra abla kolunu girdiği abime kızgın ve üzgün gözlerle bakıyordu. Ne yapıyorsun?, Sakin ol, Senin öfkenin muhatabı Eda değil ki, gibi şeyler söylüyordu ona.

Belki bir şey söylemeli ya da kendime gelecek bir şey yapmalıydım ama çakılmış kalmıştım öylece. Az önce yaşadığım anın gerçekliğini sorguluyordum. Abim bana o cümleyi nasıl kurmuştu? Sanki kocaman bir taş almıştı yerden ve onu tam kalbimin olduğu yere atmıştı.

 

Bir anda önümde Cihan belirdi. Büyük ellerini yanaklarıma koyarak başını bana doğru eğdi. Onu bir an net göremediğimde gözlerimi kırpıştırdım ve nedenini anladım. Çünkü gözlerim dolmuştu. Bunu görmek Cihan'ın yüzünü acıyla buruşturmasına neden oldu.

 

"Ağlama bir tanem benim." dedi kafamın üstüne bir öpücük bırakarak. "Onun derdi seninle değil, isteyerek yapmadı. Belasını sikmiyorsam bunu bildiğimden. Öfkesini, acısını çıkartacak bir yer arıyordu ve gerizekalı olduğu için beni dinlemeyip kum torbası yumruklamaya gitmedi. Ağlama, ne yaptığını bilmiyor o. Ne olursun."

 

Gözlerimi kırpıştırarak yaşları geri göndermeye çalıştım ama bir iki tanesi firar ederek yanaklarımdan aşağı düştü. Cihan usulca sildi yaşları. En çok ona güveniyordum ve bu yüzden ağlamamamı istiyorsa bir bildiği vardır diyordum. Çünkü biliyordum ki aşkı olsa abim olmasını bir gram bile umursamaz beni ağlattığı için onun canına okurdu.

 

Abimin arkamdan bir yerlerden sesi geliyordu. Hümeyra abla ile konuşuyorlardı. Ve ben abimi de biliyordum daha şimdiden pişmandı bana söyledikleri yüzünden. Abim küçüklüğümden beri beni hep el üstünde tutmuş, beni kırmamaya incitmemeye özen göstermiş bir abiydi. Bana ne kadar değer verdiğini ben hep bilirdim. Daima hissettirirdi de bana. Fakat bazen derdimiz boyumuzu geçtiğinde oku en çok sevdiklerimize saplardık.

 

Arkamdan yaklaşan ayak seslerini duyduğumda kimin geldiğini biliyordum. Sağ kolumdan nazikçe çekilerek arkama döndürüldüğümde tam da tahmin ettiğim gibi abim karşımdaydı.

 

"Allah beni kahretsin, öyle demek istemedim Eda. Yemin ederim ki bak." Kafamı çekerek omzuna yasladı. Saçlarımı severek konuşmaya devam etti. Sanki yüzüme bakamıyor gibiydi. Ama bilmiyordu ki ona sırtımı çevirmem anneme çevirmem kadar kolay değildi. Abim onun sorumluluğu olmadığı halde annemin yerini dolduran biriydi hep benim için. Bir annenin kızını sonuna kadar desteklemesi gereken yerde annem değil abim olurdu hep babamın yanında. Bende kredisi sonsuz olan bir adamdı. Kalbimi kırmıştı evet ama onun için onarırdım kırılan yeri. Abim bu iltimasa değerdi.

 

Belki de kendi sorunlarımla mücadele etmekten ona nasılsın diye hiç sormamıştım. Her gün o beni arar, nasıl olduğumu bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorardı ama ben bir kere de aynı soruları ona sormamıştım. Bu denli büyük, içine sığmayan derdi neydi bilmiyordum mesela. Sorsam belki iyi gelirdim ona, böylesine içinde biriktirmezdi belki derdini. Biz en çok birbirimizle dertleşmeyi severdik, bazen çıkar bir mekana gider uzun uzun bir şeyler anlatırdık birbirimize. Dökerdik içimizi. Öyle bir içime çekilmiştim ki onları dışarıda bıraktığımı fark edememiştim.

 

"Dilim kopsaydı da söylemeseydim, çok özür dilerim. Öyle demek istemedim. Senin bir suçun yok o konuda. Hatta bir tek senin suçun yok. Öyle demek istemedim ben. Allah belamı versin ki ne dediğimi bilmiyordum."

 

Sesi öyle berbat çıkıyordu ki kalbime attığı o taşın benden sekip onunkine de çarptığını anladım. Yalnızca beni yaralamamıştı, kendini de yaralamıştı.

 

Geri çekildim omzundan. Burnumu çekerek gözlerimi temizledim elimle.

"Tamam bir şey yok, sorun değil. Unutalım gitsin."

 

"Benim gece gözüme uyku girmez, böyle yapma ama. Konuşalım halledelim ne olur." Onu geçiştirmek için söylediğimi düşünmüştü sanırım.

 

"Yok ciddiyim ben. Biliyorum isteyerek söylemediğini. Bana kızmak istemediğini biliyorum. Senin bir derdin varmış ben görüp bilememişim demek ki, benim de suçum var o yüzden. Bilseydim oturur konuşur, dertleşirdik eskisi gibi. Hallederdik birlikte her ne olduysa. Bende de kabahat var."

 

Abim benden böyle bir anlayış beklemiyor olsa gerek, afalladı. Sonra beni omzumdan tekrar kendine çekerek sarıldı. "Sana da o güzel kalbine de kurban olurum ben. Bir kabahat varsa müsebbibi benim. Eğer bir eşek varsa o da benim. Senlik bir durum yok canım benim."

 

Bende elimi sırtına pat pat vurarak, hatta biraz sert vurmuştum, ona sarıldım.

 

"Kabahati paylaşmamız konusunda ısrarcıyım ama eşek olmana bir şey diyemem." dedim boğuk bir ses ile. Sonra geri çekildim. Sessizce bizim ateşkesimizi izleyen ikiliye baktım. Cihan, derin düşüncelere dalmış hâlde bizi izlerken Hümeyra ablanın yüzünden düşen bin parçaydı adeta. Hüzünlü bir şekilde abime bakıyordu. Abimin göğsünde taşıdığı dert her neyse, onun da derdiydi. Dokunsam ağlayacak bir hâlde kafasının içinde kaybolmuş gibiydi sanki.

 

"Hadi," diyerek abimin yanağına sevgiyle pat pat vurdum. Küçüklüğümden beri aramızda süren bir sevgi diliydi bu. Abisine hayran, onun peşinden bir türlü ayrılmayan bir kız çocuğu olduğumdan aramızda yeşeren çok kuvvetli bir bağın eseriydi. Bunu yaptığımda üzgün bakışları ışıldadı abimin. Olayı gerçekten de unutmak ve büyütmek istemediğimi böylelikle anlatabilmiştim ona. "Canım tatlı istiyor benim. Mısırın üstüne de iyi gider. Şu benim sevdiğim tatlıcıdan helva alıp gelin bize. Bol dondrumalı ve çikolata soslu olsun benimkisi."

 

Abim birkaç saniye bana baktı. Ardından bir kolunu omzuma atarak, "Tatlı senin köpeğin olsun be kızım." diyerek saçlarımı sevdi. "Benim yaşım senden büyük olabilir ancak bu akşam büyüklük eden sensin. Teşekkür ederim." Yalnızca gülümsedim omzunda benim bilmediğim yükler taşıyan abime. Hümeyra ablaya baktı kolunu omzumdan çekip. Birkaç saniye boyunca gözleriyle bir şeyler konuştular. Biz ne olduğunu bilemedik. Abim başını sallayıp gözlerini çekti Hümeyra abladan. Cihan' a hadi dercesine bir işaret yapıp önden ilerledi. Cihan yanıma gelip alnıma bir öpücük kondurdu ve iyi olduğuma emin olduktan sonra abimin peşinden gitti. Ona hızlı adımlarla yetişip yanına vardığında omuz atarak abimi öne doğru sendeletti. Bir anlık afallamanın ardından abim de Cihan' a omuz attı. Birlikte itişe kakışa bulunduğumuz sahil yolunun çıkışına doğru ilerlediler.

 

Bakışlarımı onlardan çekip Hümeyra ablaya çevirdim. Çoktan hemen sağımdaki yakın bir banka oturmuş elindeki mısır bardağını da bankın kenarına koymuştu. Kederin usul usul aktığı bakışlarını denize mıhlamış, öylece izliyordu.

 

Gidip yanına oturdum. Öyle üzgün gözüküyordu ki içim düğümlenmişti.

 

"Hümeyra abla iyi misin sen?" diye sordum kucağında duran sağ eline uzanıp tutarak.

 

"Hiç iyi değilim Eda." dedi yaşları serbest kalırken. "Hiç iyi değiliz."

 

Biz. 

 

"Abimle aranızda bir problem mi var?"

 

"Evet. Babam. Bizim için ilişkimizdeki tek sorun oluyor kendileri."

 

Sıkıntıyla bir nefes verdim. Hümeyra ablanın babası Şeref amca, mahallede laz inadıyla bilinen bir adamdı. Senelerden beri hem abime hem de kendi kızına kök söktürüyor, evlenmelerine bir türlü müsaade etmiyordu. Araya sokulmadık insan, aile büyüğü kalmamış biri bile onun gereksiz inadını yenememişti. Normal şartlarda abimle Hümeyra ablanın evliliklerinde seneleri devirmiş olması gerekiyordu. O hayalini kurdukları hayatı birlikte kurmuş ve yaşıyor olmaları gerekiyordu. Abimin Hümeyra ablaya evlilik teklifi etmesinin üzerinden iki yaz geçmişti. Hiçbirinde de düğünleri olamamıştı.

 

"Hâlâ şu saçma sapan denklik meselesi mi?" diye sordum. O kadar yorgun o kadar yıpranmış görünüyordu ki, onu böyle görmek çok dokunmuştu bana. Beni bu hale getiren görüntü babasına hiç mi bir şey yapmıyordu peki?

 

"Evet, hâlâ o mesele." dedi Hümeyra abla bıkkınlıkla. "Babam bizim, sizin ailenizle denk olmadığımızı düşünüyor. Kırk kere anlattım sizin öyle üstten bakan insanlar olmadığınızı ama anlamak istemiyor. Uygun değiller diyip kestirip atıyor her seferinde. Baba benim kalbim denk ama onunkine diyorum, dönüp arkasını gidiyor bana."

 

Biz seneler içinde maddi olarak ne kadar güçlenirsek güçlenelim özümüzden bir şey kaybetmemiştik. Bilakis bunun için çabalamıştık hatta. İnsanı insan yapan taşıdığı yürekti. Kazandığı para olmamalıydı hiçbir zaman. Biz ailemizden böyle görmüş, böyle büyütülmüştük. Şeref amcanın anlamadığı bu tutumun tam tersini sergileseydik işte o zaman bu iki ailenin gerçekten de birbirine denk olamayacağıydı. Nereden geldiğini unutanın geleceğine de güvenilmezdi çünkü.

 

Şeref amca mahallenin yirmi küsur yıllık marangozuydu. İşçiliği ve dürüstlüğü ile çok takdir edilen bir adamdı mahallede. Ben gözümü bu mahallede açtığımda onlar buralara yeni taşınmış bir aileydiler. Evine bir şey yaptıracak olan herkes gidip Şeref amcanın kapısını çalar ondan başkasına yaptırmak istemezdi. Ben küçük bir çocukken babamın beni için ona yaptırdığı tahtadan sallanan bir atım vardı, hala daha evin bodrum katında saklıyordum onu. Bir genç kız olana dek, kilom el verdiğince o sallanan ata binmeye devam etmiştim. Ve gelecek için sakladığım nadir şeylerden biriydi o at.

 

Tüm bunları düşündüğümde Şeref amcanın bizi ötekileştirmesi çok garip geliyordu. Bu denklik durumunu ben de pek çok kez düşünmüştüm. Fakat benim dikkate aldığım nokta hep kalplerin ve karakterlerin denkliğiydi. Kalbin zemginliğiydi, cüzdanların değil.

 

Ne bizim ne de abimin onlardan bir beklentisi yoktu zaten. Kendine yapılacak hićbir şeyde gözü yoktu ki. Yalnızca kızlarını istiyordu onlardan, o kadar.

 

Annemin de babamın da pek çok kez anne babasıyla bizzat konuştuğunu biliyordum onlar için. Hümeyra ablanın annesi Hayriye teyze ben karışamam, Şeref Bey ne derse o derken Şeref amca ise net bir şekilde reddediyordu bu evliliği. Biz onun inadını kıramayıp bir arpa boyu yol bile kat edemezken abimle Hümeyra abla da hep eksik hissetmeye mahkum oluyorlardı.

 

Elimdeki bardağı kenara koydum ben de. Var gücümle sarıldım ona. Öyle çaresiz ve sanki kimsesiz gibi görünüyordu ki benim de gözlerim dolmuştu bu haline. Abimle asla çözemedikleri kısır bir döngünün içinde hapsolmuş olmak onları da ilişkilerini de çok yıpratıyor olmalıydı. Biraz önceki öfke patlaması bunun bir sonucuydu.

 

Bir şeyler söylemek, onu teselli etmek istedim ama ne söyleyebileceğimi bilemiyordum bir türlü. Bir yanda ailesi vardı, bir yanda aşık olduğu adam. Onun derdi hepimizden büyüktü.

 

Kollarımız omuzlarına sarıp, başımı başına yaslamışken birkaç sessiz dakika geçti.

"Emin olduğum bir şey varsa o da abimle senin birbirinizi çok sevdiğiniz ve birbiriniz için doğru kişi olduğunuz Hümeyra abla. Benim abim hep güzel bir adamdı ama seni tanıdıktan sonra olgunlaştı. Şu an dönüştüğü o harika adam oldu. Bunu ona sen yaptın. Öyle ki aşık adamın halinden anlayan ve buna saygı duyması gerektiğini bilen bir adam oldu. Daha ne kadar inadı sürecek ne kadar meşakkatli olacak inan bilmiyorum ama Şeref amcanın da bunu göreceğine eminim ben. Bu hayatta bir tek ölüme çare yok. Ne olur buna tutun ve bırakma kendini."

 

Titrek bir nefes vererek ağlamaya devam etti omzumda. Ama omzunda duran elimi sıkmasından ben, bana hak verdiğini ve bana teşekkür ettiğini anladım. Elinin üstüne kendi elimi kapayıp sıkarak ben de onu anladığımı gösterdim.

 

Hayat size güller verdiğinde onların açıp filizlenmesine şahit olabileceğimiz gibi solup gitmelerini de izleyebiliriz bazen. Hayatın bize vadettikleri her zaman açan güller olamaz. Solduğu yerden gülü tekrar canlandırmak belki de başımıza gelen en büyük sınav.

 

Biraz önce yaşanan şey bir aile kavgasıydı ve ben tam da şu anda o kavgayı edebiliyor olmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu anladım. Sahip olduğun ya da sonradan kurduğun aile hangisi olursa olsun, sırtını dönüp giden biri ailesine ne yaptığını asla ama asla anlamayacaktı. Kalbine yüklediği ağrının, sırtından taşıp gittiğini fark etmeyecek, hep kör kalacaktı.

 

Sonradan kurduğun aile bu yükü seninle paylaşırdı. Tıpkı bizim gibi. Biri beni üzse tüm gemileri yakabilecek olan Cihan sırf bu bağ sayesinde abimle arama girmemiş onu da beni de kollamıştı. Bu bağ sayesinde ben, abime sırtımı dönmemiş aksine yüzümü daha da çok ona çevirmiştim. Bu bağ sayesinde abim ve Hümeyra abla hâlâ daha el ele savaşmaya devam ediyorlardı. Hayattaki her şey gibi sevgi de ektiğini biçiyordu.

 

Bu akşam Hümeyra ablayla ikimizin ne kadar benzediğini fark ettim. O da ben de sahip olduğumuz aile tarafından, en yakınlarının bile seni kalbinden vurabileceğini öğrenmiştik. Ve hayata kurduğumuz aile sayesinde tutunuyorduk.

 

Dakikalar geçti, biz birbirimizi ve yaralarımızı sardığımız bu bankta sessizce oturduk. Sonra gözyaşlarımızı silip savaşmaya kaldığımız yerden devam ettik. Aşık olduğumuz adamlar yanımıza döndüklerinde dertlerimizi rafa kaldırıp aileye ve bizi bağlayan o derin bağa tutunduk.

 

Saatler geçti, akşamı geceye devirdi. Ve biz bir arada kalıp gülümsemeye devam ettik.

 

🪷

 

(Yazarın Anlatımından)

 

Karanlığın daima aydınlığı yuttuğuna dair bir yargı vardı. Bir mum yakar karanlığı aydınlatırdınız ancak ışığın hakimiyeti mum eriyip bitinceye kadardı, bilmezdi.

 

Haftalardır bir mum ışığıyla karanlıkta yaşıyordu Ecevit Sungur. Işığın bile onun varlığına çok geldiği bir hayata sıkışıp kalmıştı. Kendine kurduğu imparatorluğu yıkılmaz sanırdı, yanılmıştı. İlmek ilmek ördüğü saltanatı, tek bir darbeyle yıkılmıştı üstelik. Bir zamanlar onunla iş yapmak için kapısında yatan adamlar şimdi yüzüne bile bakmıyorlardı. Nasıl ki o devranı kendine döndürmüşse bir zamanlar, şimdi tekrar yapayalnız kalmıştı.

 

Polis tüm mal varlığına el koymuştu. Üzerine kayıtlı ne kadar ev, araba varsa gitmişti. Bugünler için elbette önlemini almıştı Ecevit. Herkesten gizlediği bir banka hesabı vardı. Onu da elinden almaları mümkün değildi. Hakkında arama kararı olduğundan legal yollarla çıkamıyordu ülkeden. Babası her telefon konuşmalarında illegal yolları denemesi için baskı kuruyordu üzerinde ancak bunu yapmayı da o kendine yediremiyordu. Hiçlikten var etmişti kendini. Şimdi binbir çabayla sahip olduğu her şeyini elinden almış onu yok etmişlerdi. Öylece çekip gitmeyi asla kabul etmeyecekti.

 

Bundan yıllar evvel de Sungurları o iki aile bitirmişti. Tarihin tekerrür etmek gibi zalim bir yanı vardı.

 

Bu gerçek iyice körüklüyordu Ecevit'i. Onlar tarafından yenilmek bir kez daha kabul edebileceği bir şey değildi onun. Nasıl ki onlar ondan her şeylerini almıştı, aynısı o da onlara yapmak istemişti. Kısasa kısas savaşmaktı onun kitabına göre bu.

 

Kılıçarslan ve Soylu ailesinin en büyük ortak noktasını hedef almıştı bu yüzden. Eda Soylu. Soyluların göz bebeği, Cihangir'in aşık olduğu kadın.

 

Halbuki Eda' yı gerçekten sevmişti Ecevit. O henüz onun varlığından bile haberdar değilken Ecevit'in gözü Eda' nın üzerindeydi. O kadar stabil bir hayatı vardı ki kızın her bir detayını ezberlemişti Ecevit. Tepeden tırnağa çok güzel bir kadındı Eda. Onu izlemek gününün en eğlenceli en güzel anları olurdu hep. Özellikle onu Cihangir ile izlemek onun intikam duygusunu kamçılamıştı. Eda Cihangir'i elinin tersiyle iterken onu seçebileceğine çok güvenmişti bu yüzden. Onun tercihi olmak istemişti. Cihangir'i yenmek ve onlardan intikam almanın en haz dolu yoluydu bu.

 

Ancak ne var ki Eda soyadının hakkını veren, akılsız bir kızdı ona göre. Doğru yolu seçmeyi o da başaramamıştı. Eğer kabul etseydi birlikte çok şey başarabilirlerdi oysa. En başta ailesinin can güvenliğini sağlardı mesela. Eda bilmezdi ama babası pek çok kez silahlı saldırıya uğramış, abisinin almak için çok çalıştığı işlerine çomak sokulmuştu. Ecevit birer birer ilgilenmişti bununla.

 

Bu sebepler bu evliliğe annesini ikna etmeye yeterli olmuştu mesela. Ancak Eda Soylu bu fedakarlığı yapamayacak kadar bencil biri çıkmıştı. Ne yazık.

 

Onu bu hayattan koparmak harika bir plandı. Başarılı olmaya çok yaklaşmıştı bu plan ile Ecevit. Yalnızca bir an ile harika hamlesi suya düşmüştü. O arabaya on saniye erken varsa belki de Eda' nın işi bitmiş olacaktı. Bedel ödenmiş olacak, Ecevit de def olup gidebilecekti bu ülkeden. Fakat ne yazık ki bu gerçekleşmemişti. Eda Soylu ölmediği için Ecevit hiçbir yere gitmiyordu.

 

O kazanmadığı müddetçe bu savaş bitmeyecekti.

 

Dün akşam babasıyla yaptığı son telefon görüşmesi işleri iyice kızıştırmıştı. Bu hayatta babana bile güvenmeyeceksin dedikleri bu olsa gerekti. Babası ona inatla geri çekilmesini, kaçıp gitmesi gerektiğini söylüyordu. Delirmiş olmalıydı. Ecevit Sungur şartları eşitlemeden asla geri çekilmezdi.

 

Babasına bunu söylediğinde esip gürlemiş artık bu savaşta yalnız olduğunu, kendisini hiçbir şeye karıştırmaması gerektiğini söylemişti. Ne babaydı ama. Halbuki tüm bu savaş, babası için onun intikamını almak için başlamıştı. Ne yaptıysa ne kadar güçlendiyse hepsini babası için yapmıştı Ecevit. Ve ona sırtını ilk dönende babası olmuştu. Babasının yıllardır yaşadığı ve alıştığı bu lüks hayatı, her kapının tek bir isim ile ona açılmasını Ecevit sağlamıştı. Şimdi daha da fazla kaybetmemek uğruna oğlundan vazgeçmişti Süha Sungur. Bunun kendine yaptığı en büyük kötülük olduğundan ise henüz haberi yoktu.

 

Ecevit o telefon konuşmasından sonra kaldığı derme çatma kulübeyi terk etmişti. Babasının bildiği konumundan ayrılmıştı. Gizli müttefiki sayesinde şimdi çok daha iyi bir yerde saklanıyordu. Ve yine onun sayesinde bu savaşı da kazanacaktı.

 

Bir süre daha sessiz kalmak zorundaydı. Elini göstermeden beklemeye devam edecekti. Yeraltı aleminin en güçlü en korkulan patronlarından biri nasıl olduysa onun peşindeydi. Adıgüzel Sadi.

 

Onun yanına yöresine hiç yaklaşmamıştı oysa Ecevit. Bilakis uzak durmuştu Adıgüzel'den çünkü düşman olunmaması gereken bir adamdı o. Ya dostu olacaktın ya da ondan kaçacak delik arayacaktın. Bu böyleydi alemde.

 

Cihangir'in Adıgüzel'i peşine taktığını biliyordu Ecevit çünkü aptal bir adam değildi. Eda' ya yaptırdığı öldürme girişiminin ardından peşine düşmüş bu savaşa dahil olmuştu Adıgüzel. Asıl kendine yediremediği yeraltının en güçlü liderilerinden biri ile Cihangir gibi bir hiçin nasıl bir bağlantısı olabildiğiydi. Nasıl onun tek bir lafıyla Adıgüzel'in onun peşine düştüğüydü. Kendisine ait bilinen veya bilinmeyen hiçbir mekana ayak basamıyordu Ecevit. Tamamına Adıgüzel tarafından el konulmuştu. Alemde yaptığı isim ve yükseliş onun tek bir lafıyla veto yemişti. Yardım eli uzatanın elinden olacağı hükmünü vermişti Adıgüzel. Ecevit'e dönülmemiş bir tane bile sırt yoktu onun yüzünden. Aklını kaybetmek üzereydi Ecevit. Deliliğin sınırlarında geziniyordu.

 

Işıkların aydınlattığı odada, bir koltuğa kurulmuş yanan mumu seyrediyordu. Alışkanlıklardan kolay vazgeçebilen bir adam değildi çünkü. Aydınlığın içinde bile kendi karanlığını yaratırdı.

 

Önüne bir kalkan çekmişti, hiç kimsenin bilmediği. Sessiz sedasız hesap gününün gelmesini bekliyordu.

 

Keyfi belki de hiç olmadığı kadar yerindeydi zira oyunu çoktan kazanmıştı yalnızca bunu herkesin anlamasını bekliyordu. Çünkü Ecevit, Cihangir'in kalbinde saklanıyordu.

 

🌹

 

 

22.06.25

 

 

Instagram/ authbal

Bölüm : 22.06.2025 20:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...