
Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,
Mahallemize Hoş Geldiniz.
🎵
Ey Aşk- Sezen Aksu
Bi Gece Gidebilirim- Mert Demir
Seyredursun Aşk- Gülşen
Aşk- Gökhan Türkmen
12. Bölüm| Yaralar ve Merhemleri
14 Mart 2024
Yaklaşık üç senedir çalıştığım hastaneden, az önce istifa etmiştim.
Şimdi, hastanenin döner çıkış kapısının biraz gerisinde durmuş verdiğim kararın üstüme çöken ağırlığıyla senelerimi geçirdiğim yere bakıyordum. Acil'de tuttuğum sayısız nöbetleri düşünüyor, zorluğuna rağmen bana iyi gelen tek şeyi yani işimi kaybedişimi kabullenmeye çalışıyordum.
Aylardır süren fizyoterapi seanslarım sonucunda fiziksel olarak iyi bir yol kat etmiştim. Hızlı toparlanıyor ve bunun için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Ancak ellerimin titreyişini, sık sık göz kararmaları ve baş dönmeleri yaşamayı durduramıyordum. Basit günlük faaliyetlerimi bile ellerimin titremesinden, ve bunun tetiklediği panik atak yüzünden yerine getiremiyordum.
Kullandığım ilaçlar yüzünden gün içerisinde pek çok kez uyuyordum. Bazen saatlerce aynı duvarı izliyor, içinde boğulduğum bir zihin seyahatine çıkıyordum. Dış etkenden bir ses duyana dek bu böyle devam ediyordu. Yüksek bir korna sesi bazen, bazen de sitede sertçe çarpılan bir kapı. Telefonuma aniden düşen bir arama mesela. Dünyamın merkezinden.
Bazen Cihan' la bir zamanlar kanlı bıçaklı düşman oluşuma çok şaşırıyordum çünkü ne kadar tutarsız bir insan olduğum kabak gibi ortaya çıkıyordu. Birini gönlümde aklamak benim için beraberinde ya hep ya hiç şartını da getiriyordu. Cihan' la birlikte fark etmiştim bunu.
Sert bir ses tonu ve üslupla söylediğim Cihangir'den Cihan' a terfi etmişti önce. Gönlümü sert bir ayazdan, sımsıcak bir yaz gününe çevirmişti. Gönlümde mevsim devirmişti.
Şimdi ise adının anlamı dünyamın merkezine eş değerdi benim için. Hayatımda olan ve onu güzelleştiren tek şeydi Cihan.
Annem tarafından her zaman inadım hor görülmüş sanki çok ayıp ve kötü bir kusurmuş gibi hissettirilmişti bana. Benim de bulunduğum ortamlarda çok inatçı olduğumla ilgili aşırı memnuniyetsiz ve yargılayıcı konuşur beni hiç hak etmediğim halde mahcup hissettirir, utandırırdı. Senelerce inatçılığı karakterime entegre edebilmekle ve kendimi olduğum gibi sevenbilmek ile uğraşmıştım onun yüzünden. Şimdi annem bilmiyordu ama beni hayatta ve ayakta tutan o inadımdı. Pes etmeyip tüm yorgunluğuma ve yılgınlığıma rağmen devam edebilmemin kaynağıydı.
Her bir günün sonunda pes etmeye karar vererek uyanıyor, sabahına gözlerimi açtığımda ise inadıma tutunup yola devam ediyordum. Her gün istisnasız yaşadığım, mentalimi yerden yere vuran bir döngüydü bu.
Panik atak ve yüksek anksiyetenin sonucunda artık aynadaki kadına baktığımda eski Eda' yı göremiyordum. Çok kilo kaybetmiştim. Bana çok yakışan bir kilom vardı ve senelerdir sabitti. Fakat sağlığım tepetaklak olduğunda onun kontrolünü de yitirmiştim. Eskisi gibi iştahlı birisi de değildim artık. Bazen tek öğün ile bir günümü geçirdiğim bile oluyordu. Bazen ise tokken bile yiyip geçirdiğim bir kriz sonrası kusarak hepsini çıkardığım da oluyordu. Ve bu önüne geçebileceğim bir durum değildi şu an için. Kontrolünü hiçbir şekilde sağlayamıyordum bu durumun.
Sabah iyi hissederek nadiren uyanıyordum. Vücut ağrılarımın en yoğun olduğu saatler sabah saatleriydi çünkü. Uyanıp ilaç içmeme yetecek kadar karnımı doyuruyor sonra da ağrılarımın hafiflemisini bekliyordum. Önceden bir sabaha mutlu ya da sağlıklı uyanmanın ne denli kıymetli bir şey olduğunu hiç bilmezdim. Artık biliyorum.
Bazen yaşadığım en ufak şey bile boynuma kadar dolu oluşumu tetikleyebiliyordu. Oturup ya da olduğum yere aniden çöküp içim dışıma çıkana dek ağlıyordum. Sanki ağlayamadığım zamanlar için de telafi yapıyor gibi. Zihinsel çöküşüm öylesine net ve sağlamdı ki belirtileri toparlayıp kendi kendime bir sonuca varmaya çalışmam kaçınılmazdı. Saatlerce bilgisayarımda bu belirtileri araştırıp durmuştum birkaç gün önce. Ağır bir depresyona girdiğime karar vermiş, bunu ertesi günkü haftalık seansımda psikoloğum ile de paylaşmıştım.
Bana, kendi kendime tanı koymamın profesyonel olmadığım takdirde çok yanlış olduğunu söylemişti. Depresyonda değil ağır bir travmanın etkisinde olduğumu ve bu yaşadığım krizlerin çok normal olduğunu uzun uzun anlatmıştı bana. Sorun şuydu ki onun yanındayken her şey kolaymış gayet atlatılabilirmiş gibi geliyordu ancak travmalarımla aynı evin içinde yalnız kaldığım anda işler değişiyordu. Tüm kolaylıklar yok oluyordu.
Hal böyle olunca bir karar vermem gerekmişti. Hastane babam ortağı olduğu için bana sonsuz bir imtiyaz hakkı tanıyabilirdi belki. Ama ben imtiyaza karşı birisiydim. İzinlerimin tamamını bitirmiş, ekstradan sağlık raporları alarak izin kullanıyordum bu zamana dek. Çünkü toparlanacağıma inanıyordum ve planlarımı da ona göre yapıyordum. Ancak hesaplamalarım doğru çıkmamışlardı.
Toparlanmanın yakınından bile geçmiyordum.
Bir hastayla ilgilenirken aniden üstüme çöken anksiyete yüzünden bir köşeye çekilip ağlayamazdım. Acil müdahalelerde travmamın tetiklenmeyeceğinin bir garantisi yoktu. Kendime hiçbir faydam olmadığı gibi çalışma arkadaşlarıma ve hizmet ettiğim mesleğe de bir yararım dokunmayacaktı.
Başhekim birden fazla kez emin olup olmadığımı sorduğunda her defasında aynı yanıtı vermiştim. Kararımdan emindim. İstifa etmiştim çünkü şu anda ve muhtemelen uzun bir süre daha mesleğimi yapmaya uygun değildim.
Kısa bir süreliğine iş arkadaşlarımın yanına uğramış müsait durumda olanlarla vedalaşmıştım. Onlardan birisi de Şevval'di. En yakın zamanda kendimi toparlayıp işime geri döneceğim konusunda ikna etmeye çalışmıştı beni. Henüz hayatıma yeni giren biri olmasına rağmen samimiyeti ve desteği ile kalbimi kazanan birisiydi. İkimizin de müsait olduğu zamanlarda görüşmeye devam edecektik onunla.
Kaybedene dek işimi de ne kadar çok sevdiğimi fark etmemiştim. Severek yapıyordum elbette işimi ancak yorucu ve zor oluşundan da sık sık yakınırdım ben. Ve artık o yakınmalardan da bir ders çıkarmıştım. Bir şeyin yokluğu ile sınanana dek o şeyin ne kadar değerli olduğunu anlayamıyordunuz.
Dakikalar önce başhekimin odasında çıkana dek ne kadar yavaşlatmaya çalışsam da , çıkışa ulaşmıştım artık. En nihayetinde ben yavaş atıyor olabilirdim adımlarımı ancak zaman yavaş akmıyordu.
Döner kapıdan çıkarken son bir kez hastanenin içinde gezdirdim gözlerimi. Neden bilmiyordum ama gözlerim dolmuştu. Sanki içimde yeri doldurulamayacak bir boşluk oluşmuştu. Kocaman bir delik açılmıştı kalbimde ve yerini nasıl dolduracağımı bilemiyordum. İnsan nasıl , sanki damarlarından birisi tıkanmış gibi hissedebilirdi ki?
Peki ya insan, bu hissin üstesinden nasıl gelebilirdi ki?
Hastaneden çıktım. Geniş girişte dikkatimi anında çeken şey, arabasının yolcu kapısına yaslanmış elleri cebinde beni bekleyen Cihan' dı.
Hastaneye istifamı vermeye gideceğimi söylemek için aradığımda açmamıştı. Vi müddet bana geri dönmediğinde ben de mesaj atmıştım. Başhekimin odasının önünde içeri girmek için randevu saatimi beklerken bana cevap vermişti. Ben aradığımda toplantıda olduğunu bu yüzden aramama cevap veremediğini ve sekreterinin de aramayı gözden kaçırdığını yazmıştı. İstifa kararını benden yeni öğrenmiyordu Cihan. Önceki haftalardan bugüne dek bu kararımdan ona birkaç kez bahsetmiştim. Her ne karar verirsem vereyim yanımda olduğunu ve o güzel canımı telafisi olan şeyler için sıkmamam gerektiğini söylemişti.
Ve tıpkı her mesajının sonuna eklediği gibi beni çok sevdiğini söylemişti. Her seferinde çiçek ismini değiştirerek bu sevgiye bir miktar çizmeye çalışıyordu, ikimiz de her ne kadar sonsuz olduğunu bilsek de. Bu defaki papatya tarlası kadardı.
Sevdiğin kadar sevilmek, insanın kalbine her gün bazen bir gülüş bazen bir söz ile suladığın nadide bir çiçek ekiyordu. Toprağı umuttan yapılan.
Onu gördüğümü fark ettiğinde derin bir şekilde gülümseyerek gözlerindeki siyah güneş gözlüğünü, gözüme oldukça havalı gelen bir hareketle çıkardı. Hava Mart ayına yakışır bir şekilde buz gibiydi. Tepemizde parlayan güneşin soğuğa hiçbir etkisi yokken tek niyeti gözlerimizi kamaştırmaktı. Cihan' ı süzdüm ona doğru yaklaşırken uzun uzun. Hiç çekinmeden. Koyu lacivert bir gömlek ile siyah bir kumaş pantolon vardı üzerinde. Siyah, kaşe dizlerine kadar gelen bir de kaban giymiş simsiyah güneş gözlükleri takmıştı. Eskisi kadar kısa kestirmese de saç ve sakal tıraşı olmuş, ikimizin de gönlünü edecek bir modelde karar kılmıştı. Artık saçları ensesini kapatmıyordu ancak çok kısa da değildi. Kaç numara olduğunu hiç bilmiyordum ama ona çok yakıştığı aşikardı.
Yani manzaram, hey maşallah dedirten cinstendi.
"Sevgilim hoş geldin. Bu ne sürpriz böyle?" diyerek parmak uçlarımda yükselip boynuna sarıldım. Elleri saniyesinde ince belimi kavramıştı. Boynumdan uzun bir nefes çekti önce. Sonra da derin bir öpücük bıraktı. Ayağımdaki sivri topuklu botlar sayesinde aramızdaki yirmi santimlik boy farkını biraz da olsa indirebilmiştim ancak yine de parmak uçlarımdan kaldırdığım bedenimi belimdeki elleriyle desteklemesi gerekmişti. Bunu yaparken zerre zorlanmıyor oluşuna fena halde dibim düşüyor, yüzüm ona dönük olmadığı ve eriyik haldeki yüz ifademi görmediği için çok şanslıydım.
"Canıma tak etti. Dünden beri göremiyorum seni. Toplantıdan sonra birkaç evrak işim vardı ama onları İlhan'a kitleyip kaçtım şirketten." dedi ve iki yanağımdan da koklayarak öptü. "Aferin vallaha bana çok da iyi yapmışım."
"Yazık değil mi benim abime?" diye sordum yalandan kaşlarımı çatıp.
"Bana yazık değil mi ya? Kurusa mıydım sensizlikten çiçeğim?"
"Yok, yok kuruma da," gömleğinin yakasıyla oynayarak bozdum önce. Sonra da düzeltmek bahanesiyle oyalana oyalana düzeltmeye başladım. Gömleğinin üstten iki düğmesi açık olduğundan yakası ayrık halde duruyordu. Elim istemeden açıktaki çıplak tenine değdiğinde ürperdi Cihan. Pür dikkat beni ve yakasıyla uğraşan ellerimi izleyen gözleri, dokunuşumla birlikte birkaç saniye kapandı. Başını sağa doğru eğip boynunu kütleterek sesli bir nefes verdi.
Tek kaşım havalandı bu haline. Yanlışlıkla bir dokunuşum bile onu bu hale mi getiriyordu yani? Üstesinden gelemediği bir etkim mi vardı üstünde?
Hiçbir çekince göstermeden bu defa bile isteye ama sanki istemeden, farkında olmadan yapıyormuşum gibi tekrar temas ettim tenine. Ufak tefek kırışıklıklar hariç hiçbir şeyi olmayan yakasını itinayla düzeltmeye devam ettim.
"Eee?" diye birden yükseldi Cihan. Bakışlarımı ona çevirdiğimde çenesi kasılmış halde bana bakıyordu. Muhtemelen içinden düzinelerce sabır çekiyordu şu anda. "Kuruma da, dedin kaldın öyle. Devamını getirsene cümlenin."
Ha o mu? Boğazımı temizledim. "Kuruma canım işte. Baktın ki bensizlikten alarm veriyorsun, düşük güç moduna geçtin çık gel yanıma. Ne olacak sanki, kendi işinin patronusun sen."
İyi ki kamusal alanda çalışmıyordum ben zira bu üstün sorumluluk bilinciyle işim zordu. Gerçi ben hiçbir yerde çalışmıyordum artık. Sorumluluk bilincimin geliştirilmesinin gerekmesi dertlerimin en sonunda olabilirdi.
"Senden izin aldıysam tamam o iş." dedi ve yakasındaki ellerimi aniden yakalayıp kendi ellerinin arasına sıkıştırarak çekti yakasından.
"Uslu dur." dedi birleştirdiği ellerimiz ile beni tamamen kendine doğru çekip yanağıma sesli bir öpücük bıraktı. "Uslu dur yoksa bende kopacak şiraze bak."
Yakalanmış olmanın verdiği his ile bir an utanırım sandım ancak hiç beklediğim gibi olmadı. Aksine bakışlarım utanmak yerine meydan okuyan, kışkırtan cinstendi. "İki temaz ettik diye niye kopuyormuş şirazen senin? O kadar mı iradesizsin sen insanlara karşı?"
"Benim bu hayatta irademi ezip geçen tek biri var. O da uyanık bir tilki. Bunu bilmesine rağmen bilmemezlikten geliyor kendileri." dedi imalı imalı.
Bence bu adamın bana olan aşkının en büyük avantajı, yaptığım en ufak harekete kadar her şeyimi ezbere biliyor olmasıydı. Defalarca bıkmadan usanmadan okuduğu bir kitap gibiydim onun için. Ezberlemişti beni ve bana dair olan her şeyimi.
"Pek bir şikayetçi gördüm senin kendilerinden?" dedim gözümü kırparak. Lafı yüz seksen derece döndürüp kendimize çevirmesini de en iyi biz bilirdik. "Hayırdır Cihangir?"
Yüzünde gergin bir ifade belirdi. "Saniyesinde Cihangir olduk iyi mi?" diyerek homurdandı. "Yalnız çok iyi özellik bu. Her şey iyiyken Cihan, bir şeyime kuruldun mu da Cihangir'i yapıştırıyorsun hemen. Çok opsiyonlu bir kullanım şekli gerçekten. Tebrik ederim bir tanem seni."
"Rica ederim Cihangir Bey." dedim daha da sinir olsun diye. "Şikayetleriniz hız kesmeden devam etmekte. Bravo size. Bu üstün hanzoluğunuz için ben de tebrik ederim sizi. Asıl bravolar size."
Yaptığı hatayı fark ettiğinde anında panikledi. "Şikayet mi, tövbe Eda' m. O ne yeniyor mu?"
"Ya bırak." diyerek ellerimizi ayırmaya çalıştım. Nafileydi. Orantısız güçden ötürü onun tutuşu daha sıkı kalıyordu. "Yemezler Cihangir efendi, yemezler."
"Deme işte onu hiç deme. Travmam var tetikleniyorum."
Bak mesela bu bilgi bende yoktu.
"Cihangir efendi diyince mi?" diye sordum merakla.
"Evet. Sen öyle diyince aramızda kırk kat mesafe varmış gibi oluyor. Askerlik arkadaşım mısın kızım sen benim? Efendi ne demek?"
"Askerlik arkadaşların sana Cihangir efendi mi diyorlar ki?" Konu gittikçe ilginç bir hal alıyordu.
"Demiyorlar ama hissettirdiği samimiyet derecesi bence oralarda. Karşılaştırma yap diye örnek vermek istedim ama lafı yine alıp başka bir yere getirdin sen."
"Ben boş mu konuşuyorum yani Cihangir?" Ama bu kadarı da çok fazla oluyordu artık.
"Sen benim karşıma geçip alfabeyi saysan ben yine de hayran hayran dinlerim seni? Boş konuşmak da ne demek? Öyle bir ihtimal yok."
Bu kez sesli, içten nefesler veren de ellerinden tutarak onu eğip yanağından kocaman öpen de bendim. Sebebi içimi sımsıcak yapan iltifatı değildi sadece. Çünkü her bir kelimesinin doğru olduğunu hissettiriyordu zaten bana. Bir keresinde Cihan'a uzun uzun anatomi anlattığımda da çıt çıkarmadan tıpkı iddia ettiği gibi hayranlıkla dinlemişti beni, hangi ojeyi seçmem gerektiği konusunda kararsız kalıp onunla fikir alışverişi yaparken de. Bir gram bile ilgisini çekmeyen konulardı bunlar ancak anlatan ben olduğum takdirde sanki işin muhatabıymış gibi bir ilgiyle dinleyen de oydu. Bunu fark ettiğimde aynı hassasiyeti ben de ona karşı göstermeye başlamıştım. Futbolla hiç alakam yoktu mesela ama ne zaman ki Cihan, bana gününün nasıl geçtiğini anlatırken yeni yaptıkları transferlerden bahsetmeye başlamıştı; ben de onu aynı ilgi ile dinlemeye başlamıştım. Ve fark etmiştim ki bunu yapmak çok ama çok hoşuma gidiyordu. O anlatsın yeter ki derken buluyordum kendimi. Gözlerini böylesine heyecanla parlatan, sesinden memnuniyet fışkırtan şeyleri benimle paylaşsın zaten. Tam aksi duyguları da. Onun içini açtığı yegane kişi ben olayım.
"Tamam inandım tamam. Sakin ol Cihan, inandım sana."
"İyi misin sen?" diye sordu ona takılma çabalarımı es geçip. Çünkü konuyu bu kadar uzatmamın sebebinin kafamı dağıtmak olduğunu pek âlâ anlamıştı Cihan.
"Hem iyiyim hem kötüyüm. Orta." diyerek yanıt verdim hiç gizlemeden. Deminden beri kıkır kıkır gülen yüzüm, aniden solmuştu şimdi.
"Hep derim, sendeki inat ilik kurutur diye. O yüzden kendinden her şüphe ettiğinde bunu hatırla. Sen dünyadaki en inatçı insanlardan birisin. Bu geçici durumu atlatıp mesleğine geri döneceksin o yüzden. Beni duydun mu Eda?" Bir elini ellerimin arasından çekip enseme yerleştirdi ve ona bakmamı sağladı. O da yukarıdan ciddiyetle bana bakıyordu. "Bu geçici. Senin bu inat ve azimle üstesinden gelemeyeceğin tek bir şey bile yok bu hayatta. Neyi ardında bırakmak zorunda kaldıysan geri alacaksın, nokta. Tamam mıdır bu anlaşıldı mı?"
Gözlerimin içine baka baka dikte eder gibi söylediği şeyler, bana kurulan bin tane farklı teselli konuşmasından daha iyiydi. Çünkü bana her şeyiyle güvenen ve inanan bir kalpten geliyordu. Cihan bana dünyayı fethedebileceğimi söylese ben ona da inanırdım bu yüzden. Bana benden bile daha çok inanarak umudumu tazeliyordu.
"Anlaşıldı." dedim uslu uslu.
Bu ses tonu ve ciddi ifadeyle konuşması da beni pek bir hoş ediyordu ayrıca. Başımda kavak yelleri estiriyor, ritmi göğüs kafesimin içinden gelen şarkısını da kulaklarıma dolduruyordu.
"Peki şimdi şunu söyle bana, o yemeğe gitmek istiyor musun gerçekten yoksa mecbur bırakıldığın için mi gidiyorsun? Eğer öyleyse direksiyonu o ev hariç her yere kırarım. Tek bir lafına bakar."
Yemek meselesi... Annemin bir başka oyunuydu bu da.
Eşi ve çocukları ile birlikte Almanya'da yaşayan bir halam vardı. Şahika Hâlâ. Babamın tek kız kardeşi oluyordu kendisi ve bir hala olarak bu dünyaya algıları yıkmaya gelmiş olabilirdi çünkü kendisini çok ama çok severdim. Annemle yıldızları bunca yıldır tek bir gün bile barışmamıştı ancak yeğenleri için ölüp biterdi halam. Öyle harika bir kadındı ki biz de ona aynı şekilde bayılırdık. Beni ve Yeşim ile Sevim'i bir başka severdi ama. Kız çocuklarına olan düşkünlüğünden ötürü.
Benim kaza haberimi geçte olsa aldıklarında gelmek istemişler ancak eniştemin işlerinin yoğunluğundan dolayı gelememişlerdi. Sonrasında benden iyi haberler aldıklarında da en kısa zamanda geleceklerini söylemişlerdi babama. Dün akşam abim beni aramış halamların bu akşama doğru geleceklerinin haberini vermişti. Buraya kadar hiçbir sorun yoktu. Fakat sonrasında söyledikleri beni saatlerce süren bir krize sürüklemişti.
Annem, her zamanki gibi hatalarından ders çıkarmamış ve üstünden atlayarak geçip gitmeyi tercih etmişti. Aile içinde yaşanan büyük krizden asla kimseye bahsetmemiş sanki her şey çok yolundaymış numarası yapmıştı telefonda herkese. Çünkü yaptığı hataları kabul etmeyi ve sorumluluk almayı asla kabul edemezdi. Başkalarına kendi hataları yüzünden rezil olmayı kaldıramazdı. Hep birlikte her zamanki gibi bir yemek yiyeceğimizi söylemişti yalanlara. Onların gelişi şerefine. Hep birlikte.
En sevdiği şeyi yapmıştı yine. Kendi isteğini başkalarını mecbur bırakarak, emrivaki yoluyla yaptırmak. Bu onun ustalıkla icra ettiği bir sanattı adeta. Hiç utanmadan bana bunu bir kez daha yapmıştı. Yetmemiş memleketten babaannemleri de çağırmıştı. Beni o eve getirtmek için. O masaya oturtmak için. Laflarımı bir bir yutup onun haklı olduğu senaryodaki rolümü oynamam için.
Çünkü Eda böyle biriydi. Kendi canını yakar gerekirse durmadan kanatırdı ama bir başkasına yapamazdı bunu. Bir kendine bencil olurdu, bir kendine sızlamazdı yüreği. Yine sırf bu yüzden hiç kimseyi üzmemek için susardı Eda. Yine kendinden ödün verir, kendi gururunu bir rüzgarla yıkar geçerdi.
Annem henüz bilmiyordu ama artık öyle bir Eda yaşamıyordu. Çok büyük dersler çıkarmıştı kendine ölümden dönerken. Artık yalnızca kendisi ve sevdikleri için kıymet bilecekti Eda. Hayattan yüz çevirmesine neden olan insanlara karşı değil. Onlara gösterdiğim affedicilik ve nezaket sona ermişti. Bu saatten sonra hiç kimse bana zorla, mecbur bırakarak istemediğim bir şey yaptıramazdı. O devir son nefesime kadar kapanmıştı.
Bu akşam o yemeğe gidiyorsam eğer, bu tamamen kendi isteğim olduğu içindi. Abimin beni arayıp olanları anlatmasının ardından telefonu nasıl kapattığımı bile hatırlamıyordum. Yüzüne kapatmış bile olabilirdim zira çok büyük bir sinir krizi geçirmiştim. Annemin bir bana olmayan kalbi, kalpsizliği suratıma çarpıp durdukça onun tarafından, yönetilmesi zor bir öfke kabarıyordu içimde.
İnsan evladını her defasında çekinmeden üzüp hor görmeyi nasıl başarabilirdi? Hiç mi içi sızlamıyordu?
İnsanın kalbi annesinden nasıl bu kadar soğurdu peki? Bu nasıl işti?
Bizi geri döndürülmesi imkansız bir yere doğru sürüklüyordu.
Yastıklara yüzümü bastırıp çığlıklar attığım, önüme gelen her şeyi tekmeleyip vurduğum, kendimi pek çok şekilde kaybedip en son nefes daralması yaşadığım için kendimi soğuk mermer zemine bıraktığım dakikaların ardından orada öylece, dakikalarca belki saatlerce uzanmıştım sere serpe. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum yaşadığım krizin ardından fiziksel ve ruhsal olarak bitik bir haldeyken beni bu hâle getirenin öz mü öz annem olduğunu idrak etmiştim. Hikayenin en başından en sonuna kadar. Her şeyin sorumlusu oydu ve şimdi en masumu oynuyordu kendi içinde.
Şakağımdan kalbime bir yıldırım düştü o an. Oysa en masum bendim ve annem bir kez daha olduğum kişi olmama izin vermiyordu. Annem ödemesi gereken bir bedeli daha yok sayıyor ve bunu yaparak bana hakaret ediyordu.
O halde ben, o bedeli onun gözünün içine baka baka ödetecektim ona. Kendi rızası ile bir köşede kabahatinin suçunu, vicdan yükünü çeksin istemiştim oysa ki. Madem ki bir kez daha cezasını elinin tersiyle itiyordu, o zaman devreye ben girerdim. O benim, hala daha kanadığım yerden yara almama sebep olmuştu madem, o da en çok koruduğu yerinden kanayacaktı. İtibarından. Eda' nın hiç kimseye eyvallahı yoktu artık, öğrenecekti.
O yemeğe gidecek, ama o masada başta annem olmak üzere hiç kimsenin afiyetle yemek yemesine müsaade etmeyecektim. O masada olan ve benim yaşadıklarımdan sorumlu olan hiç kimse o masadan mutlu mesut bir şekilde kalkmayacaktı. Herkes annemin itibarından bir parça koparacaktı. Maskeyi ise bir ben takacaktım yüzüme. Anneminki düşecekti.
"Bu saatten sonra kimse bana istemediğim bir şeyi yaptıramaz Cihan. O yemeğe gidiyorum çünkü öyle istiyorum. İnsanlar o kadar yolu sırf beni görmek için gelmişler. Hoş geldiler ama hoş gidecekler mi onu göreceğiz." diyerek cevap verdim Cihan' a. Tek bir kelimesi bile yalan değildi sözlerimin. Eksiği yoktu fazlası vardı hatta.
Gözlerim arasında mekik dokuyan bakışları aradığı şeyi bulduğunda durdu. "Anladım." dedi yalnızca Cihan. "Sen nasıl istersen." diyerek başka bir yorumda bulunmadı ancak bakışlarımda arayıp bulduğu şey her neyse hakkında yorum yapmamayı tercih etmişti.
Elimden tuttu ve arkasını dönerek yolcu kapısını açtı.
Ben arabaya binip kemerimi bağlarken o da kapımı kapatıp kendi tarafına doğru geçti. Yıllarımın geçtiği hastaneden uzaklaşırken bakabildiğim kadar uzun baktım kocaman binaya. Belki bir daha kapısından içeri hemşire olarak giremeyecektim belki de Cihan' ın dediği gibi her şey yoluna girecek, hayatım kaldığı yerden devam edecekti. Gelecek ne kadar belirsiz olursa olsun ben şimdi olduğum kişiye, enkazdan doğan Eda' ya tutunmaya devam edecektim.
Cihan' ın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Sessizliğimden özellikle bugün hiç hoşlanmadığının farkındaydım. Endişeleniyordu benim için. Bu yüzden içimde akıp giden hüznü ve kederi bir kenara bıraktım. Yeni ben, sevdiklerinin hislerini kendininkilerden üstün tutuyordu. Belki bu da yanlıştı. Aralarında bir denge olmalıydı belki de ancak bunun da doğrusunu deneyerek öğrenecektim.
Bol, içi yünlü deri ceketimin cebinden telefonumu çıkardım. Bluetooth ile arabaya bağlanıp dakikalardır içimden söyleyip durduğum şarkıyı açtım. Şarkının melodisi arabada çalmaya başladığında gözlerimi yanımda tek eliyle araba kullanan sevgilime çevirdim. "Bu şarkı benden sana." dedim göz kırpıp yerimde süzülerek. Ben bu işve cilve işlerinde doğuştan yetenekliydim bence. Cihan' a kalbimi açmam ile birlikte bu işve cilvenin de içimde bir yerlerde olan düğmesi açılmıştı.
Sibel Can, "yine başımda kavak yelleri" derken omuzlarıma oynattım. Şarkıya onunla birlikte ben de eşlik ettim. Güzel olmayan ama kötü de olmayan ortalama bir sesim vardı ve sevgilime ithaf ettiğim şarkıyı mahvetmediğim için çok şanslıydım.
Şarkının "çakmak çakmak gözleri, tam on ikiden vurdu kalbimi" yerinde Cihan bakarak iç geçirmişti. Açık kahve gözlerimin neresi çakmak çakmaktı bilmiyordum ancak onu pek bir etkiliyor olarak yorumlamıştım ben.
Şarkı bitene dek birbirimizi süzüp tatlı tatlı cilveleşmeye devam etmiştik. Bu kısma ilişkinin cicim aylarımı diyorlardı bilmiyordum ama inanılmaz hoşuma gittiği bir gerçekti.
"Biz hep böyle cicim aylarında mı kalsak ki ya?" diye bir teklif sundum Cihan' a. "Ben aşırı keyif alıyorum bundan."
"Oldu canım." diyerek yükseldi Cihan. "Benim gençliğim kurudu gitti kızım. Kalan son birkaç yılı da böyle yiyemem kusura bakma."
Ne vardı yani her söylediğime tamam ya da sen nasıl istersen deseydi. Dünya ve biz ne güzel olurduk.
"Doğru söylüyorsun." diyerek şaşırttım onu. Vurucu darbeyi sona saklamaktı amacım.
"Sen yaşlandın artık."
"Ne?" diye sordu gözlerini irileştirerek.
"Tabii." dedim içimden gülüp dışımdan mimik oynatmazken. "Gelmişsin yirmi dokuz yaşına. Otuz sayılırsın sen artık. Koca adam oldun. Bundan sonrasında ne var ki? Gözünü açıp kapayıncaya kadar otuz beşsin. Öbür açışında da kırk. Bitti gitti gençlik zaten."
"Yuh be sana." dedi boştaki elini bana doğru sallayarak. "İki saniyede on yaş yaşlandırdın beni. Utanmasan dede falan da yapacaktın. Çekinme söyle ya Eda. Dede olmuşsun sen Cihangir, de de bana."
Ciddi ciddi morali bozulmuştu adamın. Kaşları çatık bir halde araba kullanıyordu. Bir şeylere homurdanıp duruyordu ağzının içinde. Benden tarafa bakmayı kesmiş trip atıyordu bir de bana. Az evvel birbirimize cilve yapmaktan eriyorduk. Olay buralara nasıl gelmişti cidden?
"Senden dede değil de bu alınganlık göz önüne alındığında koca bebek olur aşkım."
"Ha bir de," dedi sesinden taşan bir inkarla. Araba kullanmasa söylediklerimi duymamak için kulaklarını tıkayacaktı sanki. Koca bebekti işte. Söyleyince de kızıyordu Cihangir efendi.
"Evet, aynen öyle." dedim fikrimi savunarak. Hiç alttan alamayacaktım çünkü ben haklıydım. "Hatta koca bebek diyeceğim sana bundan sonra. Koca bebeğim ya da."
"Kızım sana kediyiz falan da ortamlarda aslanız bak biz. Öyle koca bebek demek ayıp oluyor bak. Hele de o abin olacak herif duyarsa yanarım." Öyle tatlı tatlı savunuyordu ki kendini sırıtasım geliyordu. Damarıma bastığı takdirde başına neler geleceğini bildiğinden yapıyordu bunu da. Şu şekil kime nasıl davranman gerektiğini bilecektin işte.
"Tamam yalnızken derim sadece üzülme." dedim ve ballandıra ballandıra ekledim. "Koca bebeğim."
"İnadını seveyim." diyerek mırıldandı Cihan. "Senden gelen güzel bir söze gıcık olacağım hiç aklıma gelmezdi."
"Şikayetçiysen söyle Cihangir efendi."
Sıkıyorsa söylesindi tabii.
"Şikayet mi, tövbe. O ne yeniyor mu?"
Kahkaha attım. Onun yanındayken dünyam tam da böyleydi işte. İçime çöken sıkıntının bile devası vardı onda. Beni dert sahibi yapanların aksine, yüzümü güldürenimdi Cihan. Karanlıkta kaldığımda bir köşeye sinip oturuyordum artık ben. Işığı açmak aklıma bile gelmiyordu. Benim yerime Cihan, ışığı benim için açıyordu.
Cihan, varlığı ve bana koşulsuz gösterdiği aşkıyla yaralarıma merhemdi.
Sessizlik ile geçen birkaç dakikanın ardından aylar önce kapısını çekip çıktığım evin önündeydik. Ailemin evinin. Yıllarca tüm çabam, kendimi ve hayallerimi yok sayışım bu kapıdan kırgın çıkmamak içindi oysa. Ailemi geride bırakmamak içindi. Şimdi ise geride bırakacak bir ailem yokmuş gibi hissediyordum.
Babam ve abime kırgın ya da kızgın değildim. Benim için daha fazla mücadele edebilirlerdi ancak etmemeyi seçmişlerdi. Benimle annem arasında kaldıklarında annemin huzurunu düşünüp onu savunmayı tercih etmişlerdi hep. Ben kimseye gönül koymaz, beni savunmuyorlar diye küsmezdim çünkü. Annem bu işin ustası olduğundan desteği hep o kazanırdı.
Onları affetmeyi tercih etmiştim kendi vicdan mahkememde yargıladığımda. Karşı tarafta annem vardı ve onun suçu herkesten büyüktü çünkü. Terazi daima ondan tarafa ağır basacaktı. Mahkeme asla onu haklı çıkaracak bir sebep bulamazdı.
Onlara kızgın değildim evet ama artık bir aileymişiz gibi de hissetmiyordum hiç. Aile demek bir arada olmak demekti çünkü mesafeler fark etmeksizin. Kalplerin bir attığı, üyelerinin tamamının saygı ve sevgi gördüğü bir topluluktu. Ben o topluluğun içinde kendi fikrilerimi savunduğum vakit, sırf bir kişi desteklemiyor diye hiç saygı görmemiştim. Hayallerim noktasında bile bir kısıtlanma söz konusuydu. Ve bunu bile o çemberin içinde çıkıp baktığımda fark edebilmiştim.
Fark ettiğim bir diğer gerçek hemen bunun beraberinde gelmişti. Biz aile olmayı çok uzun bir zaman önce bırakmıştık. Yahut onlar bana, aile olmayı bırakmışlardı. O çember yalnızca benim dünyadaki yerimi daraltmak için vardı benim gözümde.
Beynimde uyarı lambaları yanıp sönüyordu. Arkama bakmadan kaçıp gitmem için. Beynimi ele geçirmek üzere olan anksiyeteyi uyuşturmak için bulabildiğim tek bir çözümüm vardı ve nadiren de olsa işe yarıyordu. Öfkeme sımsıkı tutunup harekete geçmek. Bu defa da işe yaramasını umdum.
Hızla emniyet kemerimi çözüp kapımı açtım. Kucağımdaki çantamı omzuma asarak arabadan indim. Kendi kapımı kapatmamın ardından şoför tarafından da bir kapı sesi duydum. Dönüp bakmadım ama Cihan'ın da hemen ardımdan indiğini adım gibi biliyordum. Yanıma yaklaşan adım sesleri bile beni gözlerimi diktiğim evin üstünden ayıramadı.
Soylu'ların evi.
Tam önündeydim ama hiç içinde var olmamış gibiydim. Böyle hissedebilmek mümkün müydü ki?
Belime dolanan güçlü bir kolun varlığı, yüzüme örtülen incinmişliği silip götürdü. Evden dışarıya taşan gürültünün tam aksine sessiz ama kudretliydi Cihan' ın desteği. Bana tam şu anki bakışındaydı mesela. Söylemesine gerek bile yoktu. Burada olduğumu biliyorsun, diyordu bana. Biliyorum, dercesine gülümsediğimde o da beklediği cevabı almıştı. Giriş kapısının önündeki üç basamağı çıktık yan yana. Tam elini kaldırıp zile basıyordu ki Cihan, o zile basamadan kapı açıldı. Başta karşımızda birini görmeyi bekledik. Özellikle de ben birini görmeyi bekledim ama kimse yoktu. Oysa ben onun saçmalık boyutundaki egosunu ezmek için bugun buradaydım. Bizzat bu yüzden gelmiştim. Bak diyecektim onun gözlerinin içine bakarak.
Bak ben, senin o itibarını ve egonu ayağımın altında ezmek için karşına çıkabilecek kadar güçlüyüm. Yaralarımı kanatmam gerekti ama geldim.
"Abla! Canım ablam hoş geldin. Seni çok özledim." diyerek belime kollarını doladı bir beden. Kendisi küçük ancak kalbi büyük kardeşim Mustafa Can'dı beni sımsıkı kucaklayan. Onun büyük kalbine karşılık ben karşısında küçük kalıp ezildim o an. Onu hiç arayıp sormamıştım bu süreçte. Nasıl olduğunu, neler yaptığını öğrenmemiştim. Abimle her konuşmamızda soruyor, nasıl olduğunu öğreniyordum ama önemli olan ona sormam, onunla konuşmamdı. Çocuk kalbi onu ihmal etmeme rağmen bana alınıp küsmemişti ama. Büyük bir heyecanla ev bildiği yere gelmemi beklemiş, geldiğim gibi de kollarımın arasına girmişti. Ne kadar kötü bir abla olduğumu o değil ama bulunduğum konum yüzüme vurmuştu. Şimdi büyük olan ben miydim yoksa o muydu?
"Hoş buldum canım benim." Kollarımı göğüs kafesimin biraz altında kalan bedenine doladım ben de. Sıkıca sarıldım hala bebek kokusunu üstünde taşıyan kardeşime. Yokluğumda kilo vermiş gibiydi sanki. Bir sağlıkçı gözüyle daha rahat ayırt edebiliyordum bunu. Bizim yüzümüzden onun da hayatı alt üst olmuştu. Bir gün uyumuştu bütün aile her zamanki gibi aynı çatı altındaydı. Sabah olup uyandığında ise ablası yoktu ve bir daha da hiç bu eve adımını atmamıştı bugüne kadar. Üstelik ölümlerden dönmüştü. Onun psikolojisinin normal kalmasını, hayatına hiçbir şey değişmemiş gibi devam etmesini bekleyemezdim elbette. Her ne kadar yer yer yaramaz ve çok iştahlı bir çocuk olsa da yine çocuk olmasıyla aynı sebepten, fazlasıyla dikkatli birisiydi Mustafa Can. Çok hassas ve duygusal bir çocuktu üstelik. Bu yüzden empati derecesi de çok yüksekti. Tüm bunlar düşünüldüğünde bu olaylardan etkilenmemesi imkan dahilinde değildi.
Onun için de bir uzman ayarlamayı aklıma not ettim.
"Ben de seni çok özledim ablacığım." dedim saçlarının üstüne bir öpücük kondurarak.
"Özledin mi ki gerçekten sen de beni?" diye sordu sahici bir merakla kafasını kaldırıp çenesini karnıma yaslayarak. "Ama özleseydin ararmışsın, nasıl olduğumuzu ne hallere düştüğümüzü merak edermişsinkine sen. Hiç aramadın beni. Özlememişsin beni sen, öyle dediler hep."
Kızgınlık ile bir nefes verdim. Senin kalbini hiç düşünmeden kırıp, nazik kalbindeki ablanı kötülemeye çalışan, bu akşam hayatının dersini alacak ablacığım. Seni üzecek kadar kafası toplu olmayacak bu akşamdan sonra. Yemin ederim sana.
"Öyle bir şeyin olması mümkün mü hiç? Ablanın seni sevmemesi, özlememesi olacak iş mi hiç canım benim. Sen ablanı hiç mi tanımıyorsun bakalım?" Tombiş yanaklarını severek ilerledim yüzünde. Onu özlemediğimi düşünen tarafının yaydığı hüzün kalbime bir diken gibi batıyordu adeta.
"Tanıyorum ama," dedi aynı kırgın gözlerle bana bakarak. "Ablam beni sahiden de arayıp sormadı hiç. Ben onu çok merak edip aradığımda da babamdan, açmadı yine. Geri de dönmedi aramama sonra. Çok üzdü böyle yaparak beni. Çok."
Babamın aramalarına da doğru düzgün geri dönmüyordum çünkü. Adımlarıma ket vuran bir uçurum açılmıştı babamla benim aramda. Sanki kızgınlığımı ve kırgınlığımı o üçü arasında bölüştürmüştüm. Babama kızgındım ve aramızda bir uçurum vardı çünkü o annemin bana karşı baskıcı tutumunu engelleyebilecek güçteydi. Onun üzerinde istediğinde otorite kurabilen bir adamdı babam. Ağırlığını koymak kstediği takdirde pekala koyardı. Benim yaşadıklarımı ve mutsuzluğumu bizzat görüp müdahale etmemesi başıma gelenlerden sonra göz ardı edemeyeceğim bir meseleydi.
Elinde benim dünyamı değiştirmek için bir şans vardı ve o kullanmamıştı. Kurması oldukça basit ancak kabullenmesi çok zor bir hakikatti bu.
Hak etmeyen hiç kimseyi affetmek istemiyordum artık. Benim iyiliğimi öncelikleri arasına koymayacak birini istemiyordum hayatımda. Çok üzgündüm ama benim iyiliğimin ve mutluluğumun hiç kimsenin önceliği ya da umru olmadığı bir evde büyüyüp yeşermek bundan sonra sınırlarımı çok net çizmem konusunda bana yardımcı olmuştu fazlasıyla.
"Çok özür dilerim bebeğim benim." dedim saçlarını severek. "Seninle büyüklerin de hata yapabileceğini konuşmuştuk hatırlıyor musun?" Başıyla onayladı sorumu. Koyu kahve gözleri benim yüzümden dolu dolu bakıyordu bana. "Ben de iyileşmeye çalışırken seni çok ihmal ederek hata ettim ablacığım. Çok hatalıyım biliyorum özür dilerim. Affet beni olur mu? Söz bir daha olmayacak."
Elleriyle gözlerini ovaladığında canımdan can koptu sanki. Minik kalbi benim yüzümden kırılmıştı ve ben bunu fark etmemiştim bile. Dizlerimin üzerinde eğilip başını göğsüme doğru yatırdığımda kollarını doladı boynuma. Bir an boynumdaki baskı stres seviyemi artırıp midemi hareketlendirdi ancak derin nefesler alarak sakinleşmeye gayret ettim. Ben onu göğsümde, kimi zamanda boyun girintimde büyütmüştüm. Bana öyle düşkün bir bebekti ki gözü camda benim okuldan gelmemi beklerdi. Her kapı sesine koşar, kapının ardında beni görmeyi beklerdi. Öğle uykusuna insanların saatlerce uğraşmasına rağmen yatmaz, ben eve gelir gelmez kucağıma o tombik bedeniyle yerleşir başını boyun girintime yerleştirip onu uyutmamı beklerdi. Okuldan geldiğim gibi yaptığım ilk iş çantamı odama fırlatmak ikincisi ise onu kucağıma almak olurdu benim. Ablalıkla birlikte ister istemez anneliğin de ucundan bir parmak bal çaldığım bebeğimdi. Şimdi kalbinin benim yüzümden kırılmış olması kalbime bir kıymık batamsıyla eş değer bir acıydı.
"Tamam affettim, üzülme sen." dedi başı hala boyun girintimdeyken. Bir eliyle de sırtımı okşuyor ablasını şefkatiyle teselli etmeye çalışıyordu küçük adam. "Peki iyileştin mi sen artık?"
"İyileştim ablacığım." dedim onu daha fazla üzmek istemeyerek.
"O zaman benimle vakit geçirebilir misin artik? Görmeye gelir misin mesela beni?" diye sordu sesinden belli olan bir heyecan ve umutla. Başını boynumdan nazikçe çekmesini sağlayıp saçlarını karıştırdım.
"Bugün Cuma. Hafta sonu bende kalmak ister misin ablacığım? Abla kardeş doya doya hasret gideririz olur mu?"
"Gerçekten mi?" diye sordu coşkuyla. Anın etkisiyle yerinde kıpırdanmaya başlamıştı. Heyecanlı ve sabırsız olduğunda bunu hep yapardı. "Kalabilir miyim seninle? Hem de iki gün boyunca."
"Kalabilirsin tabii ki." diyerek gülümsedim. "Ben babama söylerim merak etme. Akşam buradan giderken birlikte gideriz tamam mı? Sen yemeğini yedikten sonra doğruca odana çıkıp hafta sonu için yanına alacaklarını hazırlarsın, birlikte gideriz olur mu?"
"Bal gibi olur bal." dedi hevesle. "Ben pijamalarımı, ödevlerimi ve bir de oyuncaklarımı hazır ederim gidesiye kadar. Büyük kırmızı kepçemi unutmamalıyım ama bana hatırlat olur mu? Bir de dinazorlarımla legolarımı. Bana hatırlat olur mu ablacım?"
"Olur tabi ki hatırlatırım canım."
Elimden tutarak büyük bir mutluluk ile içeriye doğru ilerletti beni. Henüz daha kapının girişinde içim sıkıntıyla dolmaya başlamış, kalbim deli gibi atmaya başlamıştı. Bu akşamın üstesinden yalnızca kalbimi cayır cayır yakan öfkem sayesinde gelebilirdim. Beni tüketecek raddeye getiren öfkeme ilk defa bu kadar minnettardım. Arkamı dönüp Cihan' a bakmak, ondan destek almak istediğimde henüz gözlerim ona değemeden benim ne yapmak istediğimi anlamış, büyük eli belimdeki yerini almıştı. Bu hissi, bu kalplerin konuşması durumunu çok ama çok seviyordum. Ona baktığımda gözlerinden benimkilere akan bir güven ve aşk vardı. Birer parça da kuşku ve endişe. Kuşku elbette ki bir şeylerin peşinde olduğumu anladığı ve endişe ise sonucunda üzülebilecek olma ihtimalimdendi.
Ama merak etme sevgilim, bu gece buradan omzumdan bir yük atarak ayrılacağım.
Üzülmek değil ödeşmek amacım.
Ayakkabılarımızı girişte çıkardık Cihan' la. Mustafa Can ikimizin de önüne birer çift ev terliği bıraktı. Ayakkabılarımı rahatça çıkarabilmem için elimi bırakmıştı ancak yanımdan ayrılmamıştı. Yüzünde tatlı bir gülümsemeyle yanı başımda durup beni izliyordu.
Önüme bıraktığı terliklere baktım. Benim bu evdeyken giydiğim yumuşak, beyaz terliklerimdi. Bir terliğin bile içime dokunması nasıl bir şeydi böyle? Oysa ki ben de misafirdim artık bu evde. Benim önüme de sıradan bir terlik konulmalıydı. Böyle genzime dolup beni içeriden dolduracak bir hissiyata sürüklenmemeliydim ben.
"Hoş geldin abiciğim." Abimin hemen önümden gelen sesi derin düşüncelerim ile arama girdi. Bu eve hiç de hoş gelmeyeceğimi o da farkındaydı aslında. Yalnızca nezaketen kurulmuş bir cümleydi onunkisi. Hoş bulduğumu dile getimek yerine yalnızca gülümsedim abime. Zira yalan söylemenin bir manası yoktu.
Kolunu omzuma atarak beni kendine çekti ve saçlarımdan öptü. Geri çekilip yüzüme baktığında onun da yüzünden benim adıma okunan bir endişe vardı. Tıpkı Cihan gibi. "İyi misin sen?" diye sordu emin olmak için.
"Şimdilik idare ederim. Ama daha iyi olacağımın garantisini verebilirim abiciğim."
Tek kaşı sorguyla havalandı. Benden bir açıklama gelmediğinde bu defa kaşlarını çatarak bakışlarını bir adım arkamda duran Cihan' a çevirdi. Ben temkinli adımlarla içeriye ilerlerken Cihan' ın abime benim yerime yaptığı açıklamayı duydum. "Kıyamet öncesi sessizlik evresinde kardeşin. Kısaca ortalığın içinden geçecek. Buraya gelmeyi onca olan bitene rağmen kabul ettiğine göre hesabını düreceği biri var. Her şeye karşı hazırlıklı olsan iyi olur birader."
Kısa bir an gülümsedim. Bu gece olacaklar daha iyi özetlenemezdi çünkü. Bu gece o yemek masasında son kez oturuyor olacaktım ve hiç kimse bu hatırayı iyi anamayacaktı. Tam aksine herkes belki ilk belki değil bu anı, üstü karalanmış bir tarih olarak kabul edecekti.
Benim için ise kendi akıl sağlığım için kutlanılası bir gün varsayılacaktı.
Çünkü bazen ödeşmenin bir diğer adıyla kısasa kısas dedikleri şeyin, çok etkili bir ilaç olabileceğini ôğrenecektim.
Annemin kalabalık misafirlerini ağırlayabilmek için bir yemek odası vardı. Holün hemen karşısında bulunuyordu. Evin dışına kadar taşan sesler de tam olarak oradan geliyordu. Aheste adımlarla ilerledim yemek salonuna. Ardımdan gelen adım sesleri istemsizce omuzlarımı dikleştirmemi sağlıyordu. Yemek salonundan içeri girdim. Herkesin uzun ve kalabalık sofrada birileriyle konuştuğu masada benim fark edilmem ile bir sessizlik oldu. Yalnızca birkaç saniye sürdü bu sessizlik. Masanın sağ başının hemen yanında oturan halam beni görmesiyle birlikte hemen ayağa kalktı ve bana doğru hızla ilerledi.
"Halacım, benim güzel Eda' m." diyerek bağrına bastırdı beni. Eğilerek göğsünün üzerine koydum başımı. Okşayarak saçlarımı sevdi halam. Minyon ve balık etli bir kadındı ancak bir bu kadar da yerin altında var denilen insanlardan birisiydi kendisi. Tanıdığım en çetin ceviz en kül yutmaz ve aynı zamanda da kini diri insandı. Annemle araları ilk günden bu yana bir kez bile iyi olmamış, yıldızları hiç barışmamıştı. Asla ama asla birbirlerini sevmezlerdi. Bunun nedeni olarak annem hep abisini onunla paylaşmak istemeyecek kadar şımarık oluşuna ve kendisini kıskandığına bağlar bize böyle anlatırdı. Babam ise ikisinin bir araya geldiği ortamlarda tampon görevini üstlenir iki tarafında birbiriyle onun hatrını gözeterek kötü olmamasını sağlamaya çalışırdı.
Bir gün halam ben ve Yeşim üçümüz alışverişe çıkıp ardından bir yerde oturup yemek yediğimizde annemle aralarındaki durumun sebebrini ona da sormuştuk fakat halam bir anda buz kesilmiş, saatlerdir yüzünde olan sevecen ifade yüzünden kalkmış ve bize bu konu hakkında konuşmak istemediğini söylemişti. Bir anda büründüğü ciddiyet ve ifadesindeki ani değişim karşısında Yeşim'le oldukça şaşırmıştık. Bu konunun biz de dahil hiç kimseyi ilgilendirmediğini annemle onun arasında olduğunu söyleyip bizden saygı göstermemizi istemişti yalnızca. O saatten sonra biz de Yeşim ile susmyş bir daha da bahsini açmamıştık. Halamın ne benim yanımda ne de başka bir yerde annem hakkında öyle hissetmesine rağmen kötü konuştuğunu işitmemiştim hiç. Yüzüne bir kez baksanız onun bulunduğu ortamda annemden bahsedilmesinden bile ne kadar rahatsız olduğunu anlardınız ancak ağzını açıp tek bir laf etmezdi. Duyguları açık bir kitap gibi yüzünden okunmasa onu da anlayamazdınız.
Annemin bana her kızışında, bana karşı duyduğu her memnuniyetsizlikde halama çektiğimi dile getirmesi de bu sebeptendi. Oysa ben halama benzediğimi hiçbir zaman inkar etmemiştim. Söz konusu duyguların yüzümüze yansıyışı olduğunda açık kitap kesilmemiz, kindarlığımız ve can yakıcı derece de açık sözlü oluşumuz bizi ruh ikizi bile yapabilirdi.
"Seni sapasağlam gördüm ya, dünyalar benim oldu canparem benim."
Halamı ve tüm sevecenliği ile söylediği hitapları çok özlemiştim gerçekten de. Onun yeri bende her zaman çok başkaydı. Yeri gelip annem bile benimle oyun oynamaktan, bitmek bilmeyen isteklerimden sıkılmış beni başından savdığı zamanlar olmuştu. Bir tek o, bir tek halam hiç sıkılmamıştı benimle oynamaktan. İlgiye çok muhtaç olduğum zamanlarda bana koşulsuz şartsız o ilgiyi vermekten hiç gocunmamıştı. Sevgisi, anlayışı ve şefkatiyle beni etkilemişti hep.
"Merak etme halacım, iyiyim ben." dedim sırtını sıvazlayarak. "Sen nasılsın?"
"Seni böyle karşımda ve gayet iyi halde gördüm ya çok iyiyim bal kızım. Bize senin haberini çok geç verdi bu abim." dedi kızgınlıkla masanın sol başında oturan babama bakarak. "Sonrasında kalkıp gelmek bir anda zor oldu bizim için. Seni iyi demeseler her şeyi bırakıp geliyorduk bile."
Alaylı bir hükime sesi araya girdiğinde duraksadı halam. Kim olduğuna bakma gereği duymadık çünkü ikimiz de annemden geldiğini biliyorduk. Buram buram yargılama kokan o sesi nerede duysak tanırdık ikimiz de rahatlıkla. "Duy da inanma. Haftalar oldu kızım kaza geçireli. Haftalardır anca gelebildiniz."
"Benim yalanla işim yok Ünzile Hanım." dedi anında halam. Kendine hakimliği ve hazîr cevaplılığı ile de aile içinde çok ünlüydü kendisi. Onunla uğraşmak herkesin harcı değil derdi hep babaannem. Babamın sağında oturduğu masadaki yerinden aklından bu cümlenin aynısını geçirdiğini de hissedebiliyordum. "Birilerinin aksine, hiç de olmadı."
Salonda bir anda soğuk bir rüzgar estiğini hissettim sanki. Sıcaklık aniden çok düşmüş etraf buz kesmiş gibiydi. Annemin alaylı bakışları halamın sözleriyle sekteye uğradı. Birkaç saniye halamla bir bakışma savaşına girdiler ancak pes eden annem oldu. Az önceki alaylı tavrını kesip masadaki tabaklara odaklandı. Halam ise gözlerini hiç çekmeden saniyelerce ona bakmaya devam etti. Seneler evvel içime gömdüğüm merak bu akşam tekrardan gün yüzüne çıkmıştı. Halamla annem birbirlerini neden sevmiyorlardı? Bu nefret derecesindeki anlaşmazlığın sebebi neydi?
"Canını hiç sıkma hala. Benim sana hiçbir kırgınlığım yok. Gelmeni gerektirecek bir durum da olmadı ayrıca." Ölüm gibi.
"Allah'a çok şükür ki olmadı." dedi bana tekrardan sarılarak. Boyu ancak belime geliyordu ve bu hali bana nedense her zaman çok tatlı geliyordu. Ayrılıp birlikte masaya geçtik. Babaannemin elini öptüm, o da dualar ve şükürler eşliğinde benim saçlarımdan, yanaklarımdan öptü. Ondan ayrılıp halamın eşi, Tufan enişteye yöneldim. Elinden öpmeme her zamanki gibi izin vermedi. Sevecen ve daima saygılı kibar bir adamdı Tufan enişte. Elimi iki elinin arasına alıp babacan bir tavırla sıktı ve beni iyi gördüğü için ne kadar mutlu olduğundan bahsetti. Onun ardından kuzenlerime yöneldim. Halamın iki kızı vardı ve bu dünyaya bir erkek çocuk getirmediği için hep kendisiyle övünürdü.
Üniversite çağındaki iki genç kıza baktım onlara doğru ilerlerken. Talia ve Parla. Onlara ilerlediğimi fark eder etmez ayağa kalktı ikisi de. Benden önce davrandı Talia. Büyük olan kız kardeşti. Kazadan sonra kendime geldiğim, telefonla konuşabildiğim zamanlarda hem o hem de Parla beni defalarca kez aramış, her gün benimle iletişim halinde kalmışlardı. İkisiyle de sarılıp kucaklaştık. Bir ara kendimizi sohbete bile kaptırdık. Parla'nın salonun ortasında duran, kolunu boş sandalyelerden birine yaslayıp babamla konuşan Cihan' a bakıp bana kaş göz yapmasıyla önce yalandan koluna vurup sonradan kıkırdamıştım. Cihan' ın oturmak için beni bekliyor olması genç kızların radarından kaçmamıştı elbette ki.
Kızlardan zar zor ayrılıp geriye kalanlara da kısaca selam verip Cihan' ın elini koyduğu boş sandalyeye ilerledim. O sandalyeyi benim oturabilmem için sahiplendiğini biliyordum. Sandalyeye oturmadan önce çok kısa bir an buluşan gözlerimiz ile çok şey konuştuk yine. Cihan bana gözlerini kapayıp açarak sonsuz güvenini bahşetti.
Öyle bir histi ki kalbimi doldurup dışına taşırdığı güveni, sanki ona "bu evi içindekilerle birlikte yakacağım" desem cebinden çakmağını çıkarıp verirdi.
Kimsenin fark etmemesini umarak saniyelik bir anda sandalyenin tepesinde duran parmaklarını okşayıp usulca yerime oturdum. Tam karşımda oturan abim sinir olmuş bir şekilde bana bakıp gözlerini tehditkar bir halde kıstığında, az önceki dokunuşu yakaladığını anladım.
Tüh.
Ne var? Bakmasaydın, dercesine kafamı iki yana salladım ona aynı tehditkar tavırla karşılık vererek.
Sonra görüşeceğiz anlamında aynı hareketle karşılık verdi bana. Omzumu silktim. Görüşmek isterse görüşürdük. Veremeyeceğimiz hesap yoktu. En azından benim. Aynısı bu masada oturan ve beni tekrar bu masaya oturtmuş olmaktan ötürü inanılmaz keyifli görünen başka biri için de söyleyemeyecektim ama.
Herkes tabağındakileri afiyetle yemekle meşguldü. Resmen bir ziyafet sofrası kurulmuş, uzun masada yok yoktu. Ben ise hiç tabağımı doldurmakla uğraşmadım. Nafile bir çaba olurdu zira. Bu masadan tek bir lokma koymayacaktım ağzıma. Afiyetle yiyenler için ise sadece üzgündüm çünkü az sonra tüm lokmalarını boğazlarına dizecektim. Bir gram bile pişmanlık duymadan üstelik.
Hemen yanımda oturan Cihan' ın elini bacağımda hissettim. Cesaret verircesine okşuyordu. Dönüp ona bakmama gerek bile yoktu. Anlamam gerekeni anlamıştım zaten. Abimin yanında oturan ve tabağını çoktan bitiren Mustafa Can'a baktım. Bu kıyametten önce onu sağ çıkaracaktım.
"Mustafa Can." diyerek seslenip dikkatini çektim. Anında bana dönen gözleri ışıl ışıldı. "Hadi yukarı çık da çantanı hazırla canım. Hafta sonu bende kalacağın için iki günlük hazırla tamam mı?" Kafasını hızla aşağı yukarı sallayarak heyecanla ayağa kalktı. Yukarı fırlayacağını bildiğim için hızla konuşmaya devam ettim. "Babaannemi de çıkar. Namazını kaçırmasın." Sağ çıkaracağım bir diğer kişi de oydu. Hassas kalbi burada olacaklardan etkilensin istemiyordum asla.
"Doğru diyorsun kızım." diyerek ayaklandı babaannem. Mustafa Can onun koluna girdi ve yavaşça çıktılar salondan. Merdivenlerden çıkarak gözden kayboldular. Babam ve abimin bakışmasını yakaladım. Her ne düşünüyorlarsa, doğru düşündükleri kesindi.
"Madem olmazlar oldu, maaile bu akşam bu masada bir araya geldi. Biraz da gerçeklerden konuşalım mı?" Sözlerimle birlikte annemin çatalı sertçe tabağına düştü. Bakışları ağır ağır benim onun üzerinde olan bakışlarımla buluştu. Panik ve korku gözrlerine yerleşmiş durumdaydı.
Gaddar Eda. Bu akşam onun için ben buydum.
"O ne demek şimdi kızım?" diye sordu Tufan enişte. Kaşları bilinmezlikle çatılmış bir bana bir de sanki sorunun cevabı ondaymış gibi babama bakıp duruyordu.
Ben de babama baktım. Sırf meraktan. Acaba ne yapacağımı biliyor mu diye. Baktım ve cevabımı aldım. Biliyordu. Bana çevirdiği gözlerinde mutlak bir kabullenme vardı. Belki de daha en başından beri, bu evden içeri adımımı attığım andan beri niyetimiz ne yapacağımı biliyordu ancak engel olmayacaktı. Olmamayı seçmişti.
Babam seneler sonra bu akşam, taraf değiştirmişti.
Fakat ben artık bunun benim için bir önemi var mıydı, onu bilmiyordum işte.
Tekrardan anneme baktım. "Eğer, bir daha adımımı atmam dediğim eve beni mecbur bırakarak getirtiyorsan anne," dedim annenin üzerine bastırarak. "Benim o mecburiyetin bedelini ödeteceğimi de aklında bulunduracaksın."
Derin bir sessizlik oldu.
Tek tek masada oturan herkesin yüzüne baktım. Halamlar neler olduğunu anlamadan birbirlerine bakarken babam ve abim bir an başlarını yere eğmiş sonrasında da sanki anlaşmış gibi geri kaldırmışlardı. Amcam, yengem ve kızlar ise neler olacağını fark etmiş sessizce bekliyorlardı.
Cihan dokunuşunu bir an bile çekmemişti bacağımdan. Onun ifadesini anlamak için yüzüne bakmama bir kez daha gerek yoktu çünkü bu savaşı benimle birlikte verdiğinin farkındaydım. Kalplerimiz birdi bir kere bizim.
"Bir dakika." diyerek sessizliği ilk bozan halam oldu. "Bir daha adım atmayacağım ev de ne demek oluyor? Sen burada yaşamıyor musun zaten Eda?"
"Hayır, bir süredir burada yaşamıyorum. Kendi evime taşındım."
Halamın bedeni kasıldı sanki. Kötü bir haberin kokusunu alıyor gibiydi. Her zaman böyle olmuştu. Hisleri kuvvetli bir kadındı halam. Aileden birkaç kişinin ona insan sarrafı dediğini de duymuştum.
"Genç ve özgür bir kadın olduğun için bunda bir problem yok." diyerek bir kez daha farkını ortaya koydu halam. "Ama bunun bizden saklanmasının nedeni ne, onu anlayamadım işte? Biz geldiğimizden beri annen her şey her zamanki gibiymiş gibi davranıyor. Neden evden ayrıldın kızım sen?"
"Aile arasında küçük bir sorun sadece." diyerek araya girmeye çalıştı annem. Beni susturmaya, bastırmaya çalışıyordu son ve boş bir çabayla. Ancak izin vermeyecektim.
"Çünkü annem beni şeytana sattı."
Halamlar benim ne demeye çalıştığımı anlayamazken, bilenler acı bir ifadeyle bana bakıp sessiz kalıyorlardı. Cihan' ın bacağımdaki dokunuşu bir anlığına sertleşmişti. Söylediklerimin ona hatırlattıklarından ötürü olduğunu biliyordum. Bacağımı oynattığımda öfkeli halinden sıyrıldı ve dokunuşunu sertleştirdiğini idrak etti. Anında bacağımı istemsizce sıktığı dokunuşunu gevşetti ve özür dilercesine sıktığı yeri ovaladı.
"Aynı soruyu sormaktan bıktım ama ben. Ne diyorsun Eda sen? O ne demek şimdi? Parça parça anlatıp bizi delirtme ne olursun halacım. Bak bana sağdan soldan gelmeye başlıyorlar. Ne oluyor bu evde? Ne oldu ya da? Kim ne yaptı kızım sana?"
"Kısaca özetleyeyim hala. Ben bu evi terk ettim çünkü hayır diyip reddetmeme rağmen peşimde dolanan birisi vardı. Annem görüşmem için çok ısrar etti, aynı hayır cevabını ona da vermeme rağmen üzerimde baskı kurmaya çalıştı. Onunla görüşeyim diye sayısız randevu ayarladı bana istemediğimi bildiği halde. Sonra o çocuk bir gün," Duraksadım çünkü içimden taşan öfke yüzünden bir an nefessiz kalmıştım. Kalbim yaşadığım çaresizliği hatırlamam ile deli gibi çarpmaya başlamıştı. Önümdeki suya uzanıp içmek istedim bir an ama durdurdum kendimi. İçmeyecektim bir yudum su bile.
"İşten eve dönerken ara sokakta yolumu kesti benim. Geçip gitmeme müsaade etmedi. İçime büyük bir korku salmaktan başka bir şey yapamadı, bir şekilde kurtuldum elinden. Sonra ne öğrendim biliyor musunuz?"
Halam neredeyse taciz edilecek olduğum gerçeği ile elini ağzına kapatmış bana bakıyordu. Çok sarsılmış ve benim adıma korkmuş görünüyordu.
"O adam babamın en büyük düşmanının oğluymuş meğerse. Ve annem bunu en başından beri biliyormuş."
Halam duydukları karşısında şokla anneme baktı. Annem ise sanki buna hakkı varmış gibi incinmişlikle bana bakıyordu. Günahlarını servis ettiğim için kızgındı. Belli ki işlediği günahlar için aynı şeyi hissetmiyordu. Öyleyse hissettirmesini de bilirdim. Bundan sinra hiç kimse benim günahıma girip bunun içinden sıyrılamayacaktı.
"Niyeti beni onlara verip düşmanlığı bitirmekmiş. Artık ailemi rahat bırakın demek içinmiş."
Aile. Ben aileden değil miydim?
Halbuki seneler boyunca pek çok kişiden annemin beni ne kadar çok istediğini dinlemiştim. Bir kızı olsun diye dualar ettiğini. Peki ya her şey bunun için miydi? Çok istediği kızını kurban etmek için miydi?
"Sonrası hakkında ben de çok bir şey bilmiyorum. Bu evden bir bavulla çıktım gittim. Babamlar ve Cihan, o adamdan bana yaptıklarının hesabını bir şekilde sormuşlar sanırım. Her ne yaptılarsa daha çok bilenmiş. Artık düşmanlık daha da büyümüştü. Sanırım anneme göre bu da benim suçum." dedim imayla gülerek.
Annem bana gizlemediği büyük bir öfkeyle bakıyordu. Bilmediği şey masada herkesin de ona aynı öfke ve utanç ile baktığıydı.
"Siz benim büyük bir trafik kazası geçirdiğimi zannediyorsunuz çünkü size öyle söylendi. Ama gerçek bu değil." Her şey netlik kazanana dek değil annem böyle bilinsin istediği için bu yalanı söylemişti. "O adam benim arabamın altına bir bomba yerleştirtmiş. Zaman ayarlı bir bomba."
Halamlardan ardı ardına şaşkınlık nidaları yükseldi. Öfkeyle ayağa kalktı halam.
Bir an sesler birbirine karıştı. Masaya bir kaos hakimdi. Yüzümden ne düşündüğüm anlaşılmazdı ancak içimde binlerce ağaç devrilmişti. Öylece utançtan değil de kibrinden kıpkırmızı olan anneme bakıyordum.
Bir an sonra kafamın içi, dışarıda kopan fırtınaya üstün geldi. Derin bir sessizlik oldu. Biz hâlâ annemle birbirimize bakıyorduk. O an bir şeyden emin olmuştum. Bugünden, ömrümüzün sonuna dek annemle aramızda asla kapatılmayacak bir mesafe olacaktı. Ya bir masanın birer ucunda olacaktık ya da bir şehrin. Aramızdaki mesafe ancak bu kadar kısalacaktı. Ancak kalbimdeki mesafenin o kadar dahi kısalması mümkün değildi.
Kabullenmek gerekti, bazı yaralar açık kalırdı. Her yara kapanacak diye bir kaide yoktu.
Hazmetmek gerekti, kanayan her yara acıtmazdı. Bazı yaralar kanayarak iyileşirdi.
Ve son bir kez bırakmak gerekti. Her yaranın merhemi olmazdı.
Merhemi olmayan yara için savaşmaya değmezdi. Bırakmak gerekti.
🌹
Instagram/ authbal
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.49k Okunma |
236 Oy |
0 Takip |
15 Bölümlü Kitap |