
Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,
Mahallemize Hoş Geldiniz.
🎵
Sanki Rüya- Birsen Tezer
Dilimin Kemiği Yok- Sera Tübek
Bir Karanfil- Emir Can Iğrek
Kalbin yolu biliyor... O yönde koş.
{Rumi.}
13. Bölüm| Toprağına Küsen Çiçek
Cihangir Kılıçarslan , 14 Mart 20:30
Bazen dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmenin talihimdeki bir yazı olduğuna inanıyordum.
Kazanmak için bunca çaba verip kendimi tekrar tekrar başlangıç noktasında bulmak, yarın savaşmaya devam edeceğimden emin olmama rağmen yıpratıcıydı.
Uğrunda kapısında köle olduğum kadının evinin önündeydim. Eda' nın evinde. Önceden aile evinde cama çıkacak birkaç saniye de olsa bana bakacak diye beklerdim. Şimdi ise o bana sığınmayı tercih etmediği için kapısının önünde bekliyordum.
Her şey değişir sanırdım ama bazı şeyler hep aynı kalıyordu. Aşık olduğum kadının acısına sahip çıkamıyor oluşum gibi. Bunca dağı aşmış olmamıza karşın onun hâlâ kendinden bazı parçaları benden sakınıyor oluşu gibi.
Eda o yemek masasındaki aile saadetini yeni bilediği pençeleriyle adeta dağıttaktan sonra ardına bile bakmadan çıkıp gitmişti o evden. Ben de hemen arkasından tabii. Çünkü o ışıktı, ben pervaneydim. Yalnızca onun etrafında dönerdi Cihan.
Onu kollarıma alıp sarmak, akıttığı gözyaşlarını gerekirse saatlerce bıkmadan usanmadan silmek istemiştim. Kederini göğsümde yumuşatmak...
Ancak Eda tarafından bir kez daha kapı dışarı edilmiştim. Bana iyiyim, bir şeyim yok numarası çekip bir başına acısına yanmak için evine kapanmıştı. Onu eve bırakmamı ısrarla rica ettiğinde beni içeriye almayacağını kabullenmiştim. Her zamanki gibi.
Eda bana yalnızca iyi anında, mutluluğunda ihtiyaç duyuyordu. Ne acısında ne de kederinde bana kendini açmıyor, beni çağırmıyordu. Bunun bana nasıl koyduğunu, içimi nasıl oyduğunu hiç anlamıyor muydu?
Çünkü ben her şeyin farkındaydım. Çiçeğimin günden güne nasıl solduğunu görüyordum. Çok kilo kaybetmişti ve eskisi gibi düzenli beslenmiyordu. Birlikte yemeğe çıktığımız zamanlarda bile yemeğin yarısına kadar yiyiyor kalan yarısı ile çatalıyla oynuyordu. Saçları çok fazla dökülüyor, üzerine giydiği kaban veya kazakta mutlaka fazlasıyla görünüyordu. Ne kadar kapatmaya çalışırsa çalışsın gözaltları mosmordu. Yeterince iyi uyuyamıyordu.
Uykularına musallat olan kabuslarla savaştığını da biliyordum. Gece uyumadan evvel ona attığım son mesaja sabaha karşı cevap verdiğinde bunu biliyordum mesela. Ya da gece vakitlerinde aralıklarla yanan odasının ışığından anlıyordum. O anlarda eli bir kez bile benim adımın üzerine gitmiyordu.
Telefonum elimde bekliyordum, belki bana ihtiyacı olduğunu kabule eder de arar diye. Ama o hiç aramıyordu. Gerekirse bir daha uyumuyor, yatağından kalkıp salona geçiyordu kendini oyalamak için fakat beni aramıyordu.
Benim sevgilim bana sevgili olmuş olabilirdi ancak aşık olduğu konusunda tereddütlerim vardı. Aşk mevzu bahis olduğunda iki taraftan birinin daha çok sevdiğini ve bazen bunun böyle olması gerektiğini kabul etmiştim ben. Bu aşkta, bu ilişkide bana düşenin daha çok seven taraf olmak olduğunu da biliyordum ama yine de bu canımın acımadığı anlamına gelmiyordu.
Bazen Eda' nın o felaket başına gelmeseydi kalbini bana doğru dönmeyeceğini düşünüyordum. Keşke başına o yaşananların hiçbiri gelmeseydi de bana bir şans verip vermemesi zerre umrumda değildi, o başkaydı ancak bu varsayımın doğruluğu bariz bir durumdu.
Eda, kısa bir süre öncesine kadar beni gururundan daha çok sevmiyordu. Bu nasıl bu kadar çabuk değişmiş olabilirdi ki? Ya da olabilir miydi? Kafam çok karışıktı ve içini bulandıran da bizzat aşık olduğum kadındı.
Ben yine o beni arasın, bana ihtiyacı olduğunu söylesin diye biçare evinin önünde bekliyordum. Fakat salondan cama yansıyan abajur ışığına bakacak olursam, Eda beni bu akşam da aramayacaktı. Saçma sapan bir dizi izleyip kafasını dağıtmayı bana tercih ediyordu.
Anlaşılan benim ne çilem ne de hasretim öyle kavuşunca falan bitmiyordu. Kalbimin daha fazla hırpalanması daha fazla eziyet çekmesi gerekiyordu. Böyleydi demek ki kaderimiz, kabullenmiştim ben.
Bir yandan da saat başı titreyen telefonumla, mesaj yoluyla taciz ediliyordum. İlhan rahat vermek nedir bilmiyordu vesselam. Eda' yı arayıp nasıl olduğunu sormak yemediğinden ben nasıl olduğunu biliyor muyum diye beni darlıyordu. İki saat öncesine kadar telefonla ararken benim bir daha ararsa ona yapacaklarım ile ilgili nazik ve nitelikli konuşmam sonrası mesaj atmaya dönmüştü.
İşin berbat yanıysa ben de onun gibi kardeşinin nasıl olduğunu bilmiyordum. Ailesine olduğu kadar bana da kapılarını kapatmıştı bu akşam.
O kadar kızgındım ki ona bu yapılanlar yüzünden, ağzımdan neler çıkacağından emin olamadığım için Eda' nın yanında bile konuşamıyordum gerek olmadıkça. O Ecevit itinin hayatını kaydırmıştım, bulduğum yerde de soluğunu kesecektim ama gel gör ki içerideki düşmana hiçbir şey yapamıyordum. Ünzile Soylu, kızının sırtına sapladığı bıçak ile hepimizi mahvetmişti. Üstüne üstlük kendini affettirecek tek bir şey bile yapmıyordu. Bir tane kızı vardı, hiç mi kalbi yoktu?
Ellerimi sıkıntıyla saçlarımda dolaştırdım. Dağıttım hatta sertçe. Eda' nın bana gözünün ucuyla bile attığı bakış ben de baş tacıydı. Sırf o beğendi diye uzatmıştım ensemde saçlarımı. Sonra tekrar uzasın, o uzayışına bizzat tanık olsun diye de kestirmiştim. O gönül gözüyle bakmadığında bana, ben de bakmaya değer görmüyordum bendeki hiçbir şeyi. Doğru ya da yanlış bu böyleydi. Benim terazim Eda'ydı.
İlhan'a bu akşam üçüncü kez başımdan siktir olup gitmesini yazdım. Mesajı gönderir göndermez telefonu yan koltuğa fırlattım. Arama veya mesaj sevgilimden gelmediği müddetçe her ikisine de karşıydım.
Kolumu dirseğimden kırıp başıma yasladığım cama tıklatıldığında daldığım derin düşüncelerden koptum. Başımı cama çevirdim. Yunus Emre'ydi tıklatan. "Hayırlı akşamlar abi." dedi ben camı açtığımda.
""Bize pek değil ama sana hayırlı akşamlar olsun kardeşim." dedim Yunus Emre'ye.
"Eyvallah abi. Duydum olanları. Var mı benden istediğin bir şey?" Karşıdan oldukça bedbaht görünüyor olmalıyım ki ondan bir şey istememi umar gibi bakıyordu bana.
Özetle sevgilimi istiyorum, yanımda. Onun tüm acıları dinsin istiyorum, sonsuza dek. Benim konu o olduğunda özellikle uyanık bir adam olduğumu, onun acısından bihaber olmadığımı anlasın istiyorum artık. Beni dışarıda bırakmayı kessin istiyorum. Bir de evlensin istiyorum benimle. Hayatımın, aşkımın ortağı olsun. Şimdilik bu kadardı. Ve bu kadarı bile bizden çok uzaktaydı.
"Sağ olasın koçum. Canının sağlığı. Sen git evine bu akşam işin yok. Burası bende."
O şerefsiz Eda' yı sokak arasında köşeye sıkıştırmaya kalktığı günden beri Yunus Emre, Eda' nın ruhu bile duymadan adım adım her yerde peşindeydi. Kendini belli etmeyecek ancak varlığı eksik olmayacak şekilde arkasındaydı. Bu hayatta kendimden sonra bir İlhan'a bir de Yunus Emre'ye güvenir, canımı emanet ederdim ben. Keza öyle de yapmıştım. Canımı emanet etmiştim. Benim olamadığım her an Eda' nın bir adım arkasındaydı Yunus Emre. Bomba felaketinin olduğu günden sonra ise geceleri de ben gelene kadar hatta bazen Ecevit itinin peşinde olduğum zamanlar bütün gece evinin karşısında nöbet tutuyordu. Sitenin güvenlik kameralarına da yedi yirmi dört erişimi bulunuyor, benim yokluğumda Eda' nın güvenliği hususunda kuş uçurtmuyordu.
Eda bilmiyordu ama benim bir gözüm her zaman onun üzerindeydi. Eve sığamayıp kendini sahile attığı o akşam da onu Yunus Emre'nin haber vermesiyle orada bulmuştum. Eda, benim kırmızı çizgimdi ve Yunus Emre de bunu çok iyi biliyordu bu yüzden hemen bana Eda' nın iyi olmadığını ve evinden çıktığını haber etmişti.
O ağladığında benim kalbime kış geliyordu. En sertinden bir fırtına çıkıyordu yüreğimde ve şimdi onun ışığı yanan salonunda oturup acı çektiğini, ağladığını bilirken burada böyle oturuyor olmak beni mahvediyordu.
Şimdi bu arabadan inip her şeyi boş vererek kapısını çalmak, o bile isteye davet etmemişken yanında kalmak çok kolaydı. Hem de çok. Ama bu aşkın tek kişilik olduğunu, bana kadar olduğunu kabul etmek anlamına geliyordu. Aşkın ve beraberinde ilişkinin bazı eşikleri olmalıydı. Benim eşiğim Eda idi. Onun ruh hali benim tavrımı belirlerdi. Eda bunu da mı hiç bilmiyordu?
Görünen o ki Eda' nın da ilişkide belirlediği eşikler bunlardı. Acıyı yalnız yaşamak. Kedere bir ortak çıkarmamak. Yalnızca mutluluğu paylaşmak. Belli ki o benimle bir tek mutlu günleri kovalıyordu. Ona içerlememek için o denli çabalamıştım ki, yaptığının kalbime nasıl bir ağırlık bıraktığını göz ardı etmiştim.
Ellerimle gözlerimi sertçe ovuşturdum. Başım çok ağrıyordu. Kulaklarıma kadar vuran sert bir ağrıydı. Ve düşüncelerimin de hiç yardımı olmuyordu.
"Sen pek iyi görünmüyorsun abi." dedi bir süre varlığını unuttuğum Yunus Emre. "Ben kalabilirim bu akşam. Sen gidip biraz dinlensen daha iyi olur sanki. Yüzünün rengi çekilmiş resmen, iyi görünmüyorsun."
İyi hissetmiyordum da. Vücudumu sızlatan bir ağrı ara ara yokluyordu bedenimi. İnce bir sızı tenimi ürpertircesine dolanıyordu üzerimde. Ama sorun yoktu. Hâli hazırda var olanlardan daha büyük bir sorun değildi bu.
"Yok ben hallederim, bir şeyim yok başım ağrıyor sadece. Eyvallah kardeşim ama eve gidiyorsun sen." dedim itiraz kabul etmediğimi belirten ses tonumla.
Baktı gördü kararımı değiştirmeyeceğim, üstelemedi Yunus Emre. Arkasında duran adamlardan birine eliyle bir hareket yaptı ve birkaç saniye sonra adamın getirdiği tepsiden dumanı tüten orta boy bir cam bardaktaki çayı alarak açık camdan bana doğru uzattı.
"Al madem, iç de için ısınsın. Sevdiğin gibi demli yaptırdım çocuklara. Termosta daha var, bitince yeniletirsin."
Sıcak çaydan ilk yudumumu alırken, "Adamın dibisin sen. Çay verenlerin çok olsun." dedim ona takılarak. İyi olduğuma biraz da olsa ikna etmeye çalışıyordum onu çünkü biliyordum ki aklı bende kalacaktı. Yunus Emre belli etmezdi ancak ailesi olarak gördüğü, sevip saydığı insanlar için çok endişelenirdi. O bir avuç insan azınlığın arasında kendimin olduğunu biliyordum. Bu yüzden de içi rahat etsin istiyordum.
"Aynen, ondan." dedi belli belirsiz gülerek. Ardından bana son bir bakış atıp iki parmağını alnından düşürerek selam verip arabasına doğru ilerledi. Biraz sonra Yunus Emre'nin arabası yanımdan ayrılıp uzaklaşmış, evinin yolunu bulmuştu.
Ben ise zaten evimin önündeydim. Daha ileriye şu an için gidemiyordum.
Sıcak çayımı yudumlamaya devam ettim. Çayın çok sıcak oluşundan mı yoksa başka bir sebepten mi boğazım acıyor bilmiyordum. Pek umursadığım da söylenemezdi.
Hayal kırıklığı telefonumun beklediğim arama veya mesajla aydınlanmadığı her dakika gittikçe büyüyerek artıyordu. Ne kadar bu akşamın farklı bir yere doğru evrilmesini istesem de olmayacağını kabullenmiştim. O arama hiç gelmeyecekti bu akşam.
Hayal kırıklığımın körüklediği öfkeyi başka bir yere yöneltmeye karar verdim aniden. Çünkü Eda' ya zarar vermesini, yarın hiçbir şey olmamış kalbimi hiç kırmamış gibi davranmam gerekirse buna maruz kalmasını istemiyordum.
Adıgüzel'den gelen bilgileri telefonumda bir dosya haline getirmiştim. O dosyayı açtım.
Dosyada Ecevit itinin günde kaç saat uyuduğuna kadar her bilgi mevcuttu. Belki de polisin elinde bile olmayan tonla şey yazıyordu. Okurken saatleri devirebileceğim cinsten hem de. Zaten görünüşe bakılırsa bu gece daha önemli bir işim yoktu, ben de içimdeki öfkeyi çıkarabileceğim bir kırıntı aramak ile geçirdim saatlerimi.
Ve buldum da. Aradan geçen iki saatin sonunda. Aracın içindeki dijital saat on buçuğu gösteriyorken Eda' nın salondaki varlığı da son buldu. Abajurun ışığı bir an açıktı sonraki an ise kapanmıştı. Gün içindeki son ilaç saatini biraz evvel geçirmişti. İlaçlarını içip yatmış olmalıydı. Gidip yatağına yatmış olmasını umuyordum çünkü felaketten sonra hâlâ daha güçlü vücut ve eklem ağrıları çekiyordu. Benim arabam evinin olduğu sitenin girişinin tam karşısında, kaldırımda duruyordu. Bulunduğum konumdan teras katlı oldukça geniş evinin yalnızca salonu ve mutfağı görünüyordu. Beni arayıp iyi geceler demeyeceğine göre kendine iyi bakıp bakmadığını da öğrenemeyecektim bu gece.
Kalbimden bir ses, sen ara diyip duruyordu ancak hep koşan taraf olmaktan aşkından geberiyor olsam da bu akşam çok yorulmuştum. Elim bir türlü o telefona ve ilk sıradaki adının üzerine gitmiyordu. Bana ihtiyacı olmadığı gerçeğini üzerimde bıraktığı tahribat kaldırabileceğimden ağırdı. Uzun zamandır hiç bu kadar yorgun hissettiğimi hatırlamıyordum bile.
Termosun dibini görünceye dek çay içmiştim fakat onun acıyan boğazıma bir faydası dokunmamıştı. İçten içe kalbimin acısının yerine sığamayıp yukarılara doğru tırmanarak boğazıma vurduğuna inanıyordum.
Saatler devrilmeye devam etti. Uykuyla uyanıklık ve sancılı düşüncelere dalmak arasında sabahın ilk ışıkları çoktan gökyüzünde sahneye çıkmıştı. Yunus Emre'nin arabası hemen soluma park ettiğinde görev değişim saati de gelmişti. Onu kardeşim gibi görmemin yanı sıra benim ve şirketin en önemli adamlarından birisiydi ve uzun süredir tek işi Eda' nın gölgesi olmaktı. Benim için bundan daha önemli bir iş yoktu elbette ancak bazen bana bunun için kızıp kızmadığını merak ediyordum. Eda' nın bazen evden dışarı çıkmadığı günler oluyordu ve Yunus Emre bütün gününü evinin önündeki arabasında oturarak geçiriyordu.
Yunus Emre yolcu tarafındaki camı indirerek bana baktığında ben de camımı indirdim. Göz göze gelmemiz ile birlikte kaşları çatıldı. "Abi iyi görünmüyorsun sen? Bu halin ne?"
İyi hissetmediğimi ben de biliyordum ama aynı zamanda iyi de görünmediğimi öğrenmiş oldum. "Bir şeyim yok. Merak etme." diyerek geçiştirdim onu. "Benim işlerim var. Sonra da şirkete geçerim. Burası sende yine."
Bir şey söylemesine fırsat tanımadan camı geri kapattım. Göz ucuyla gördüğüm kadarıyla hâlâ kaşları çatık sorgulayan ifadesi yerindeydi. Gaza basıp uzaklaştım Eda'ya en yakın olabildiğim yerden.
Sabah olur olmaz yapacağım ilk iş geceden beri belliydi. Adresi zihnime kazımıştım bile. Yakamdaki düğmelerden bir iki tanesini daha açtım. Nefes alış verişlerimde bir sıkıntı vardı. Baştan aşağı bir sıcaklık hissediyordum tenimde. Öfkeye yordum bunu.
Gözlerimi yoldan bir saniye bile ayırmadan sürdüm. Gideceğim yere kadar bir saniye bile durmadım. Ara ara vücudumu yoklayan o sızı yine baş gösterdi, onu da görmezden geldim. Hiçbir şey içimdeki öfkeden kurtulmaktan daha mühim değildi şu anda.
Adrese geldiğimde arabayı durdurdum. Öfkem sırtımı yasladığım güçtü. Beni ayakta tutuyordu. Arabadan indim ve hızla bagajı açtım. Her zaman bagajda taşıdığım bir levye vardı. Uzun ve oldukça sert bir demir parçasıydı. Onu alıp bagajı geri kapattım.
Önünde durduğum güvenlik kameralarıyla korunan kapalı bir garajdı. Üst katı iki kattan oluşan bir iş merkeziydi aynı zamanda. Bu da bana elimde anahtarı olmayan bir garaja başka bir şekilde girebilme imkanı sunuyordu. Çünkü bu tip özel garajlar genellikle sonradan özelleştirilirdi. Birisi kira vermek yerine satın aldığında. Garajın sağ, sol ve arka kanadında başka garajlar da mevcuttu. Bu yüzden her ihtimale karşı içeriden bir kapı olması en mantıklısıydı. Neyse ki diğer garajlarla bir işim yoktu. Ben yalnızca öndeki garaj ile ilgileniyordum.
İlk katta bulunan girişten içeri girdim. Dışarıda bulunan tabelaya göre ilk kat bir emlak kurumuydu. Bekleme alanındaki koltuklardan birine oturarak randevu saatimi bekliyormuşum gibi davrandım. Etraf hareketsizleştiğinde müşterilerle ilgilenen görevli oturduğu yerden kalkarak arkamda bulunan koridora girip gözden kayboldu. Muhtemelen hazır ortalık sakinken tuvalete falan gidiyordu. Bu fırsatı kaçırmadım.
Alt kata inen bir merdiven vardı. Oturduğum yerde onu gözüme kestirmiştim. Hızla o merdivenlerden inerek zemin kata yani garajların olduğu kata yöneldim. Tam da tahmin ettiğim gibi numaralandırılmış üç kapı vardı. Ve ben bir numaralı garaj için gelmiştim. Kapı elbette kilitliydi ancak sorun değildi. Gönülçelen Sokağından üç sokak aşağıdaki çocuklarla oynayarak büyümüştüm ben. Bir kapının nasıl tereyağından kıl çeker gibi açılacağını çok iyi biliyordum. Tekinsizler Sokaktaki serseri arkadaşlarıma bir çay ısmarlamayı aklıma yazdım.
Yanımda taşıdığım ve artık kullanmadığım bir kredi kartıyla kapıyı açmam saniyeler sürdü. Kartı geri cüzdanımın içine koyup içeri girdim. Kapıyı ardımdan kapattım zira açmanın yolunu zaten biliyordum. Işık düğmesini bulmak için telefonumun ışığını açtım. Bulduğumda ışığı açtım ve işte, o şerefsizin zaafı karşımda duruyordu.
Siyah, üstü açık klâsik eski model bir Mercedes araba. Her erkek mutlaka bu arabayla ilgili bir şeyler bilirdi. İşçiliği ve duruşu hayranlık uyandırıcıydı. Ancak bende bıraktığı tüm olumlu etki, sahibinin kim olduğunu öğrendiğim anda son bulmuştu. Artık dünya üzerinde en nefret ettiğim araba oluyordu.
Dosyada yazan bilgilere göre bu arabanın maliyeti dudak uçuklatan cinstendi. Yaklaşık iki yıl önce o itin eline geçmişti ve burada aşırı korunaklı bir hayat sürüyordu. Ve aynı zamanda da tüm dünyada aranıyordu çünkü Ecevit, onu alacak paraya sahip olmadığı için çalmayı tercih etmişti. Hem de oldukça nüfuzlu bir iş adamından. Ondaki yüreksizlik ile bunca işe kalkışması tam bir muammaydı.
Böyle şaşalı arabalara yalnızca Adıgüzel gibi paranın su gibi aktığı adamlar sahip olabilirdi. Ecevit gibi bir keneden farksız parazitler değil. O da bunu biliyordu ve buna rağmen böyle bir arabaya sahip olabildiği için kendini Tanrı yerine koyuyor olmalıydı. Her haftanın iki günü gizli gizli buraya geliyor, bir ruh hastası gibi arabasıyla vakit geçirdiği yazıyordu dosyada. Araba arandığı için binip dolaşamıyordu bile ama anlaşılan sahip olmak onun için yeterliydi. Garajda durmaktan tozlanan arabasına hiç kimseyi dokundurtmuyor, saatlerce kendisi temziliyor hatta bazen de onunla konuştuğu not edilen bilgiler arasındaydı. Gerçek bir ruh hastasıydı bu herif.
Kaçarken biricik arabasını da yanında götüremediği için kafayı yediğine bahse girebilirdim. Onun o çarpık zihnine bugün en afilisinden bir darbe daha indirecektim.
Cebimden telefonumu çıkartıp Adıgüzel'e kısa ama durumu özetleyen oldukça açıklayıcı bir mesaj yazdım.
O itin garajı. Güvenlik kamerası görüntüleri. Hallet.
Olurda birileri sesi duyarsa diye küçük bir önlemdi bu ve aynı zamanda planımın son rütuşu için o görüntüler bana lazımdı da. Her ihtimale karşı polisin ya da davetsiz misafirlerin bu işe dahil olmasını da önlemeye çalışıyordum.
Adıgüzel'den gönderdiğim mesaja oldukça naif bir karşılık geldi. Bana küfür ediyordu. Haklıydı adam, diyecek bir şeyim yoktu açıkçası. Onca işinin gücünün arasında bir de benimle uğraşmaya devam ediyordu neticede. Bir ara ondan helallik istemeyi de aklıma yazdım.
Sonraki an öfkemi tutan dizginleri serbest bıraktım. Elimdeki levyeyi sahip olduğum tüm güçle arabanın camına geçirdim. Tuzla buz oldu. Durmadım. Bir saniye bile. Arabayı paramparça etmeye ant içmiştim. Benim gülüm paramparça edilmişti, bu araba ondan da kötü olacaktı.
Acıyan boğazımdan hınç dolu sesler çıktığını duyuyordum ancak tüm o sesler arka planda oynatılıyordu sanki. Parçalanan arabadan çıkan sesler gibi. Ön tarafın halinden memnun kaldığımda yer değiştiriyor, yana geçiyordum. Nefes bile almadan darbeler indiriyordum. Transa girmiş gibiydim sanki. Yaptığım iş başka, gözümün önüne gelenler ise başkaydı. Şu an ile geride kalan anlar birbiriyle iç içe geçmiş durumdaydı.
Bir araba patlıyor, masum bir can ölüm ile savaşa giriyordu.
Bir aile ihanetle dağılıyor, bir gül solduruluyordu. Rengini kaybediyordu her geçen gün.
Bir çiçek, toprağına küsüyordu.
Ellerime cam parçaları isabet etti. Kimisi derime kimisi ise derine battı. İçimdeki öfke kaynamayı bırakana dek durmadım. En sonunda durduğumda ise zaaftan geriye hiçbir şey bırakmamıştım.
🌹
EDA SOYLU
Bazen hayatıma reset atmanın mümkün olabilmesini diliyordum. Yaşadığım son on yılı sıfırlayabilmek. Baştan yaşayabilmek istiyordum.
Bu defa neyi farklı yaparım diye kendime sorduğumda pek çok cevap elde etmiştim. Pek çok şeyi değiştirmiştim. Hemşirelik değil Tıp okurdum mesela. Bundan on yıl öncesi üniversite sınavına girdiğim yıla tekabül ediyordu. Zamanlama oldukça yerindeydi. Annem o kadar çok üstüme gelmiş o kadar çok baskı oluşturmuştu ki bende aldığım harika puana rağmen hiç kimseden destek göremediğim için hemşirelik yazmıştım. Ne babam ne de abim annemin bitmek bilmeyen söylenmeleri ve psikolojik baskısıyla uğraşmak istemiyordu çünkü.
Ünzile Soylu öyle bir kadındı ki hiç kimsenin hatta babamın dahi onu tam anlamıyla anlayabildiğini zannetmiyordum. Benim okumamı kendisi okuyamadığı için her şeyden çok istemişti. Okul söz konusu olduğunda ağzımdan çıkan her şeyi mümkün kıldığı zamanlar olmuştu. Çeşit çeşit kurslara gitmiştim. Resim, müzik, dil kursları...
Okul için her senenin başında alışveriş yaptığımda hiç eksiğim olmamış aksine fazlam olmuştu. Annem her şeyim eksiksiz ve fazla olsun ister, istediğim her şeyi alırdı. Çalışma masam renk renk farklı kalemlerle dolup taşardı. O masada oturup ders çalışmayı bu yüzden hep çok severdim.
Sadece bununla da sayılı değildi. Annem istediğim her şeye sahip olmam konusunda net bir kadındı hep. Çocuk olduğumda da genç bir kız olduğumda da hiçbir şeyden geri kalmamıştım. Annesi tarafından şımartılan, el üstünde tutulan biriydim ben. Şimdi nasıl onun tarafından gözden çıkarılan olmuştum?
Beni bu kadar şımartması karakterime yansıyacak diye babamın endişlendiğini bunu sık sık anneme söylediğini duyuyordum küçükken. Ama annem beni bu konuda dengelemeyi yetiştirirken o denli başarmıştı ki belki de hayatta yaptığı sayılı doğru şeylerden biriydi bu. Üstümde kurduğu otorite, saygısız ve şımarık bir çocuk olmamı engellemişti hep.
Dönüp dolaşıp aynı soruda takılıyordum aylardır. Bu kadar çok sevdiği kızına bunları nasıl yapabildiği. Buna bir cevap bulamıyordum hiç.
Değiştireceğim şeyler listesini oluşturmaya devam ettim.
Bir yere kadar annemi memnun etmek benim içimden gelen bir seçimdi. Ancak bir yerden sonra kesinlikle bir zorunluluk haline gelmişti. Evde çıkan her kavgada haklı olmanıza rağmen evin huzurunu kaçıran kişi atfedildiğinizde ister istemez bu zorunluluğa doğru itiliyordunuz. Annemle ettiğim her kavagada, kendi hayatım için verdiğim her savaşta babam ve abim beni yargılıyordu, biliyordum bunu. Tarafsız kalarak kavgadan çekildiklerini zannediyorlardı ama hayır, beni desteklemeyerek annemi savunuyorlardı aslında. Sessiz kalmaları benim için bir cevap niteliğindeydi. Konuyu hiç usanmadan her seferinde onlara taşıyarak dallanıp budaklandıran annem de pekala bunu çok iyi biliyordu.
Eğer geriye dönme şansım olsaydı, kendim için savaşmayı asla bırakmazdım. Bu hayatın her şeyiyle benim olduğunu ve en ufak detayına kadar yalnızca benim seçimlerimin önemli olduğunu kendimden başka hiç kimseyi memnun etmek zorunda olmadığımı asla unutmazdım.
Ve son olarak da gururun hayata tutunmaktan ve aşktan daha önemli olmadığını, ikisi arasından gururu seçmenin mutluluğu ertelemekten başka bir şeye yaramadığını bilir, kendime bunu da yapmazdım.
Geriye döndürmeye çalıştığım şeylerin hayatımı bu denli kötü yönetmesi ve direksiyonun başında da bizzat benim olmam, hayatta aldığım belki de en büyük dersti.
Başucumdaki komodinin üstünde duran telefonum bir kez daha titremeye başladı. Biraz önce de zaten onun sesine uyanmıştım. Dün akşamdan beri telefonum susmak nedir bilmiyordu adeta. Eve gelip kendi içime kapandığım, bir ara hıçkıra hıçkıra ağladığım krizlerden sonra pek de kendime gelebildiğim söylenemezdi. Gelen telefonların içinden yalnızca beni açmama rağmen ısrarla arayan halamın aramasını açmıştım. Konuşma yirmi yedi dakika kadar sürmüştü ve neredeyse tamamında anneme ateş püskürmüştü. Bir kısmında da ona bu yaşayanları neden anlatmadım diye bana kızmış ancak kızgınlığı kısa sürmüştü. Çünkü kalbimin ne denli kırık olduğunu, içimdeki tarifsiz kederi o da görmüştü. Benim için en az benim kadar o da üzgün ve yıkılmıştı. Ben kabul etsem hemen o anda telefonu kapatıp yanıma geleceğini o da ben de biliyorduk ancak halamdan kısa bir süre müsaade istemiştim. Kendimi yeniden toparladığımda beni istediği kadar bağrına basmasına seve seve razı olacaktım.
Geriye kalanların telefonlarını açmamıştım. Onlar da çözümü bana ulaşabilmek için mesaj atmakta bulmuşlardı. Her ne kadar bakmak istemesem de gece uyumadan önce hepsine bakmıştım. Bu akşamı yok saymanın acımı geçireceğini düşünüyordum çaresizce. Sabah uyandığımda ve dünyam hala aynı kederin etrafında dönmeye devam ettiğinde yaptığımın doğru bir şey olmadığını anlamıştım.
Eniştemden, kuzenlerimden mesajlar gelmişti. Hepsi de yaşadıklarım için çok üzgün olduklarını ve sonuna kadar yanımda olduklarını yazmışlardı. Yeşim, beni çok sevdiğini ve yarın yanıma uğrayacağını; Sevim ise benim tanıdığı en güçlü insan olduğumu ve benim için her şeyin yoluna girmesi için dualar ettiğini yazmıştı.
Hepsine teşekkür etmiştim. Yalnızca bunu yazmıştım belki daha fazlasını da yazmalıydım ancak bu konuda ne kadar az konuşursam o kadar iyi olacakmış gibi hissediyordum artık. Dün yaşanılan her şeyi bütün aileye ifşa etmek ile bazı şeyleri aşacağımı, içimin rahatlayacağını düşünüyordum. Neden tam aksine her şey daha da kötü olmuş gibi hissediyordum o zaman? Bunları geride bırakıp neden yoluma bakamıyordum? Neden mutlu değildim?
Aniden yatağımdan doğruldum. Telefonumu elime aldım. Gelen hiçbir mesaja ya da bildirime bakmadan başka bir arama yaptım. Psikoloğumun numarasını çevirdim ve telefonu kulağıma götürdüm. Aramayı asistanı yanıtladı. Bugün için özel ve planlanmamış bir randevu alıp alamayacağımı sorduğumda beni bir süre bekletti ardından da gün içerisindeki tek boşluğa bir randevu verdi. Telefonu teşekkür edip kapattığımda iki saat sonrası için randevumu almıştım.
Eğer ben neden böyle hissettiğime dair tek bir neden bile bulamıyorsam, birinin bana bu nedenleri bulup söylemesine çok ama çok ihtiyacım vardı.
🥀
Henüz bir önceki psikolog randevumun üzerinden beş gün geçmişken tekrar buradaydım. Cırtlak kırmızı koltukta oturuyor, neden bu rengi seçtiklerine dair hayatı sorguluyordum. Ofisin vizyonuna o kadar uymuyordu ki bu koltuk, kimin aklına gelip de bu rengi tercih etmişlerdi gerçekten anlam veremiyordum.
Bir dakika öncesine kadar neredeyse hiç ara vermeden hissettiğim her şeyi ve hissedemediklerimi de karşımda oturan kadına anlatmıştım. Songül Hanım beni sözümü hiç kesmeden dinlemiş ve ben konuşurken notlarını almaya her seansımızda olduğu gibi devam etmişti. Açıkçası benim anlattığım şeylerden ne sonuçlar çıkarıyor da oraya yazıyordu çok merak ediyordum. Eğer işin sonunda bir akıl hastanesine yatırılırsam hiç şaşırmazdım.
Az evvel konuşmayı bitirdiğimde bana bir soru sormuştu. Ve ben ne cevap vereceğimi düşünürken bana cevap vermem için baskı yapmıyordu hiç.
Sormuştu ki, "Neden kendine bu yaşadıklarını sindirme hakkı vermiyorsun? Neden kendine karşı bu kadar itimatsız davranıyorsun?"
Öyle mi yapıyordum?
Öyle yaptığıma dair tek bir işaret bile yakalamamıştım kendimde. Dolayısıyla böyle bir şey varsa dahi bilincinde değildim. Bu yüzden de ona neden verebileceğim bir açıklamam yoktu.
"Öyle mi davranıyorum ki ben kendime?" Çekinmeden sordum bunu. Zira karşımdaki kadından çekineceğim evreyi çoktan geçmiştim. Kendimden haberimin dahi olmayışı konusunda utanmamayı tercih ediyordum.
"Bu kadar kısa sürede kendinden bir iyileşme beklemek, tamamen toparlanmayı istemek kendine yaptığın bir haksızlık Eda. Henüz her şey hala çok taze. Yaşadığın acı da taze olduğu için bazı şeyleri göremiyorsun."
"Ne gibi?" diye sordum bu defa.
"Önce hiç beklemediğin bir şekilde annenin ihanetiyle karşılaştın. Her şeyi ardında bırakıp büyük bir değişime gittin hayatında. Daha bununla yüzleşip ardında bırakma imkanı bulamadan da başına başka bir felaket geldi. Hayatta kalma mücadelesi verdiğin bir savaşa girdin. Galip geldin ne mutlu ki ancak bu da hayatında ciddi tahribatlar yarattı. Sonuç olarak bunların hepsini sindirmen ve önüne bakman için henüz çok erken."
"Yaşananları geri alamıyorsam önüme bakmam gerek o halde ama. Bunu bana siz söylemiştiniz. Yüzleşip arkamda bırakmam gerek madem ben de dün akşam aynen bunu yaptım. O zaman neden arkamda bırakmış gibi hissetmiyorum? Neden hiçbir şey geçmedi hiç?" Kendime duyduğum öfkenin sinsi sinsi gün yüzüne çıktığını hissediyordum. Sol işaret parmağımı konuşurken hınçla bağrıma bastırıyordum.
"Yüzleşmek ile iyileşmek aynı şeyler değildir ve dolayısıyla üzerinde aynı etkiyi bırakamazlar Eda. Yüzleşmek iyileşmek adına atılan bir adımdır yalnızca. Ay zamanda da sen annenden intikam aldın dün akşam. Büyük eşikleri aynı anda atlamaya çalışıyorsun ve bu da her zaman işe yarayan bir kombinasyon değildir."
Annemden intikam almıştım. Beni huzursuz eden şeylerden biriydi bu. Beni aylarca karnında taşıyan, büyütüp besleyen, bana anne olan kişiyle bu duruma gelmiş olmak. Çünkü intikam dediğin düşmandan alınırdı. Annem bana düşman olmuştu.
Beklediğim gibi hissedemiyor oluşumun önündeki engellerden birisinin bu olduğunu anladım.
"Yaptığım şey yanlış mıydı yoksa zamanlaması mı yanlıştı peki?" Beklediğim cevabı duymaya çok ihtiyacım vardı.
"Eğer annenle ve onun yaptıklarıyla yüzleşmenin tek yolu onun aile içindeki otoritesini sarsarak intikam almak ise senin iyileşmen adına bu yaptığının doğru bir adım olduğunu düşünüyorum. Ben senin karşında, seni yargılamak için oturmuyorum Eda. Sana iyileşme sürecinde bir yol gösterici olmak istiyorum yalnızca."
Kafamı sallayarak onayladım Songül Hanım'ı.
"Annenden intikam alınca beklediğin gibi hissetmedin çünkü onunla aranda değişen ve belki de kalıcı olacak bu değişimi fark ettin. Daha da ötesinde kabullendin. Bizler fark etmeyiz ancak yaşadığımız her önemli değişim bizde yüksek etkiler bırakır. Sen kabullendiğin değişim neticesinde her zaman sığındığın duyguya sığınmışsın: Yas'a."
Yutkundum. Kelimleri öyle doğru bir yerden işliyordu ki aklıma, karşıt olarak söyleyebileceğim bir şey yoktu. Ben konuşmayınca, "Neyin yasını tuttuğunu biliyor musun peki Eda?" diye sordu Songül Hanım. Bir anda onu bulanık görmeye başlamıştım.
"Annemi kaybedişime."
Ellerini masasının üstünde birleştirerek cevabımı başıyla onayladı Songül Hanım.
"Annemi hayattayken kaybedişime, beni doğurup büyüten kadının düşmanım oluşuna, onu asla affetmeyecek oluşuma, onun yüzünden kendime yaptıklarıma..." Sıralama bu şekilde uzayıp giderdi de daha. Cırtlak kırmızı koltuğun hemen bitişiğinde duran sehpanın üzerindeki kutudan bir peçete çektim. Gözlerimi ve yanaklarımı kuruladım. İlk zamanlardaki seansların aksine artık Songül Hanım'ın karşısında ağlamaktan çekinmiyordum.
"Eğer bunlar için yas tutmuyor olsaydın her şey daha zor olurdu. Aksine yasını yaşaman gerekiyor Eda. Ve bunun için de kendine kızmaman gerekiyor. Manevi sağlık çoğu zaman fiziki sağlığa kavuşmaktan daha zor daha çetrefilli bir süreçtir. Kalbinin iyileşmesi için ona istediği kadar zaman vermelisin."
Bu zamana kadar söylediği her şeyde haklı çıktığına göre bu söylediğinde de haklı olduğunu kabul etmeliydim. Zaten kendi bildiğimi okuyarak pek de bir yerlere gelebildiğim söylenemezdi.
"Tamam, öyle yapacağım." Bunu derken burnumu silmiyor olsam daha inançlı gözükebilirdim belki de.
Songül Hanım bakışlarını bir an masasının üzerindeki dijital saate değdirdi bir an. Bunu daha çok seans saatimizin bitmesine yakın yapardı. Konuşurken vaktin nasıl aktığına en çok terapideyken şaşırıyordunuz gerçekten de. "Başka şeylerden bahsetmek ister misin? Ya da benimle konuşmak istediğin bir konu var mı?"
Aslında yoktu ancak kadın benimle ilgilendiği ve sorma nezaketi gösterdiği için yok demek içimden gelmemişti. Sabahtan beri aklıma takılan bir şeyi söyledim. "Cihan beni dün akşmadan beri hiç aramadı. En son dün akşam beni eve bırakmıştı, sonra hiç görüşmedik."
Kaşları çatıldı hafiften. "Peki sence seni aramamış olmasının sebebi ne?"
"Meşgul olduğunu zannetmiyorum çünkü ben onun için işinden daha önemli olduğumu biliyorum. Normalde böyle yapmazdı hiç. Uyuduğumuz saatler hariç neredeyse her saat başı konuşurduk mutlaka. Beni aramadan ya da görmeden bir saat geçirmezdi. Sanırım," dedim ve duraksadım ancak ipin ucunu salmıştım bir kere. Geri çekilmenin bir manası yoktu. "Sanırım bu dengesiz tavırlarım onu da yoruyor."
Kendimi ne kadar yıprattığım göz önüne alındığında Cihan'ı yıpratmış olmam kaçınılmazdı. Bir iyi bir kötü, bir an gayet mutluyken diğer an yüzümden düşenin bin parça olması benim kadar onu da yoruyordu. Kim katlanabilirdi ki bu kadar dengesizliğe. Üstelik aylardır ailemle aramda büyük sorunlar sürekli tazelenen gerginlikler vardı. Muhtemelen bizim sorunlarımız ortak olduğumuz için onları da büyük ölçüde etkiliyordu.
Her şey bir yana ben, kendi gözümde bile nasıl hasarlı biri olduğumun farkındaydım ve tüm kahrımı Cihan çekiyordu. Ani parlamalarımın, hiç olmayacak yerlerden kavga çıkartıp bir de haklıymış gibi trip attığım ve önümü göremediğim sisli bir dönemden geçiyorduk ilişkimizde. Mevcut bütün kavgaları başlatan da gereksiz büyüten de bendim hep. Bitiren ise hep Cihan oluyordu. O gelip benim gönlümü alana dek ben bir kenarda durmuş ne kadar haklı olduğum ile alakalı düşünüp duruyordum. O benim hırçınlığımı göğsünde yumuşatana dek gözlerime inen perde bir türlü kalkmıyordu. Çoğu zaman Cihan'ın hâlâ bana nasıl tahammül ettiğini sorguluyordum.
Dün akşam beni eve bırakmış ve ben eve girmeden önce arabada kokumu içine çeke çeke öpmüştü beni boynumdaki mabedinden. Sonrasında ne görüşmüş ne de konuşmuştuk. Uyanıp da ondan gelen bir aramayı ya da mesajı görmediğimde her gün görüyor olmanın ne büyük şans olduğunu fark edememiştim bile.
"Sen neden aramadın o zaman?" diye sordu Songül Hanım.
"Ona biraz zaman vermek istedim galiba. Hep o arardı beni çünkü. Hep bir şekilde etrafımda, yanımda olurdu. Bir aramayı bile çok görüyorsa bugün bana, belki yorulmuştur benden. Dinlenmesi ya da durması için biraz zaman ve alan vermek istedim ona."
Ya durmak isterse Eda?
Titredim istemsizce. Bir ihtimal miydi yalnızca beni titreten?
"Çok peşin hükümlü bir düşünce sanki bu. Belki de o da senin için aynı şeyi düşünüyor olamaz mı? Bana anlattıklarından yola çıkarak konuşuyorum, belki de gerçekten yorulmuş olabilir ama sence bunun sebebi senin dengesizliğin mi? Yoksa dengeyi ondan tarafa veremeyişinden olabilir mi?"
Ne söylemeye çalıştığını anlayamadım. "Nasıl yani?" diye sordum bu yüzden.
"Sağlıklı bir ilişkide özellikle de bu hayatındaki insanla yani partnerinle kurduğun ilişkiyse iki tarafın da verici ve yapıcı olması gerekir. Tek bir tarafın değil. Bu olduğu takdirde o ilişki çökmeye zemin hazırlar. Sence Cihangir Bey bu yüzden yorulmuş olabilir mi?"
Sözlerinden anladığım kadarıyla ilişkide çabalayan taraf olmaktan bahsediyordu. Bir süre düşündüm, bizim ilişkimizde gerçekten de bu tek taraflı mı diye. Sonra fark ettim ki eğer öyle olmasaydı bir saniye bile düşünmezdim. Kalbimdeki çarpıntı şokun etkisiyle hızlanmaya başladı.
"Bana dün eve geldikten sonra ne yaptığını kelimesi kelimesine anlattın. Olumlu veya olumsuz pek çok durumdan, tepkilerinden bahsettin ancak tek bir şeyi eksik yapmışsın Eda."
Bir şeyleri kavramaya başladığımı gözlerimden anladı sanki. Anlayışla gülümseyerek konuşmaya devam etti. "Cihangir Bey'i kalbinin dışında bırakmışsın."
Görünmez bir elden tokat yedim sanki sözleriyle.
... Kalbinin dışında bırakmışsın.
Halbuki orası onundu, nasıl dışarıda bırakmıştım ki?
Ya da bırakmış mıydım? Kafam çok karışıktı.
"Ne demek bu şimdi?"
"Mutluluğunu ve iyi hissettiğin anları Cihangir Bey ile paylaşıyorsun ancak iş acını yaşamaya, üzüntünü paylaşmaya geldiğinde onu içeri almıyorsun. Bunun sebebini düşündün mü hiç?"
Düşünmediğimi o da biliyordu. Cihan'ı dışarıda bıraktığımı söyleyen oydu. Ben fark etmediğim bir şey hakkında nasıl düşünebilirdim? Ben konu kendimi hırpalamak olduğunda iyiydim yalnızca belli ki. Geriye kalan her şeye ve herkese, aşık olduğum adama bile kayıtsız mı kalıyordum yani?
Kalbime bir sızı doldu. Sanki gök gürültüsü gibi yankılandı kalbimde. Cihan'ın ben dün akşam arabadan inerken bana bakışı belirdi gözümün önünde. Sanki benden bir şey bekler gibi bakışı. Defalarca kez ben burdayım diye boynumdaki yerinden sayıklayışı. Defalarca. Üstüne basa basa.
Ben ne yapmıştım?
Dün akşamdan beri bir kez aramadı beni. Elini kesseler o yine bir şekilde benimle konuşmanın bir yolunu bulur ama. Ben bunu nasıl hatırlatmamıştım kendime?
Songül Hanım'a ne söylemiştim, ne cevap vermiştim hiç hatırlamıyordum. Bir şeyler söyleyip kalktım o koltuktan. Kabanımı ve çantamı hızla giyerken süremizin dolduğunu söyleyen saat de çalmıştı zaten. Songül Hanım'ın bana bir cevap verip vermediğine dikkat etmeden çıktım odadan. Tek istediğim bir an önce buradan çıkmak ve Cihan'ı aramaktı. Dünden beri tek yapmam gereken buydu oysa. Bütün gece kabusların bana musallat olmasına, içimi yakan acıya tek başıma maruz kalmak yerine hayatta kendimi en güvenli hissettiğim göğse sığınabilirdim.
Neden bu kadar kördüm?
Seans ücretini girişte ödediğim için hiç duraksamadan klinikten çıktım. Bir yandan da çantamın içinde telefonumu arıyordum. Bulur bulmaz çantadan çıkardım ve hızla Cihan'ı aradım. Çaldı, çaldı, çaldı ancak açan olmadı. Kalbim sıkışıyordu.
Tekrar aradım. Bir kez daha defalarca çaldı ancak açan olmadı. Aramaya devam ettim, sesimi duymasına çok ihtiyacım vardı. Fakat hiç açmadı. Sonuna kadar çalan telefon beni tele sekretere yönlendirip duruyordu.
Saat çoktan öğleni geçmişti. Bu saatte şirkette olmalıydı Cihan. Ona ulaşamıyorsam önemli bir işi ya da toplantısı falan olabilirdi. Bu defa abimi aradım şansımı deneyerek.
O da açmadı.
Aklımı kaybedecektim öfkeden. Kendime duyduğum ve açılmayan telefona duyduğum öfke bana saçımı yoldurtacak cinstendi. Yılmadım, bir daha aradım abimi. Tam bu arama da son kez çalıp kapanmak üzereydi ki abim telefonu açtı.
"Abi neredesin sen ya? Arıyorum deminden beri niye açmıyorsun telefonu Allah aşkına sen?" Ne kendime ne de ses tonumun yüksekliğine hakim olamıyordum gerginlik yüzünden. Elim ayağım titriyordu.
"Elim kolum doluydu açamadım abicim, ne bu hiddet sendeki?"
"Cihan nerede? Açmıyor telefonlarımı. Dün akşamdan beri haber almadım ondan. Nerede şirkette mi, toplantı da mı sen biliyorsundur?" Direkt konuya girdim çünkü onun nerede olduğunu öğrenmekten daha mühim bir konu yoktu benim için.
Abim bir süre hiç konuşmadı, sorularımı yanıtsız bıraktı. Hatta bir ara telefonu kulağımdan uzaklaştırıp hâlâ hatta olup olmadığını kontrol ettim. Ama hattaydı. "Abi cevap versene, niye oyalıyorsun beni ya? Biliyorum orada olduğunu senin." dedim ona çıkışarak. O kadar kötü bir haldeydim ki panik atağın da yaklaştığını hissediyordum. Kliniğin bahçesinde çardaklar vardı. Sarsak da olsa adımlayarak oturdum en yakındakine. "Bak Cihan'ın nerede olduğunu bilmeye çok ihtiyacım var. Ne olur oyalama beni de söyle. Ulaşmam lazım ona abi. Lütfen."
"Hay ben böyle işe." diyerek söylendi abim. "Senden saklamamı tembihledi ama başkasından duyarsan ağzıma edersin sen benim. Biliyorum ben kardeşimi. O yüzden senin öfkenle değil de Cihangir'in öfkesiyle uğraşmayı tercih ederim."
Şifreli mi konuşuyordu bu adam, hiç bir şey anlamıyordum ben. "Abi ne diyorsun sen? Nerede Cihan ya?"
"Hastanede."
Dondum kaldım. Hastanede mi demişti o? Doğru mu duymuştum ben? Bir kez daha dünyanın ayaklarım altından çekildiğini hissediyordum. "Ne hastanesi ya? Ne diyorsun sen? Ne oldu Cihan'a?"
Çardaktaki masaya tutundum bir yerden güç almak isteyerek. Tüm kanımın çekildiğini, hissizleştiğimi fark ediyordum.
"Ateşler içinde yanıyor adam. Dün akşamdan beri kötüymüş aslında ama gitmemiş hastaneye inatçı herif. Bu sabah havale geçiriyormuş neredeyse. Yunus zor yetiştirmiş hastaneye. Doktorlar kontrol ediyor şu an. Bizim hastanedeyiz."
Ateşler içindeymiş. Havale geçiriyormuş. Dün akşamdan beri kötüymüş.
Ben ne yapmıştım?
Ben onu kaybetmeyi ruhum dahi duymadan nasıl göze almıştım?
🥀
Instagram/ authbal
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.49k Okunma |
236 Oy |
0 Takip |
15 Bölümlü Kitap |