
Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinlerinden Ayşe ve Hilal, bu bölüm mahallenin en güzel köşesi size ayrıldı. Keyifli okumalar 🍯
🎵
Only Love Can Hurt Like This- Paloma Faith
Sakladığın Bir Şeyler Var- Dedublüman
Begonvil -Sezen Aksu
Çözemezsin- Dedublüman
Kömür- Mabel Matiz
Fırtınadayım- Mabel Matiz
Canım Yanıyor- Çağan Şengül
Dostum Dostum- Selda Bağcan
Kim Bilir - M Lisa
4. Bölüm| Kıyametten Kopan Kasırga
Acı insanı yeşertir, hüzün yaprak döktürür, keder ise toprağını kurutur. Hayat öyle bir savaş alanı ki kimi zaman bir yudum suya hasret gibi sevgiye muhtaç olur yeşermeyi beklersin, kimi zaman ise ilmek ilmek yaprak dökersin.
Peki sen misin rüzgarı estiren yoksa bir başkası mı senin felaketin?
Bundan kısa bir süre önceye kadar mutsuz ancak sakin bir hayatım vardı. Evle iş arasında, işle de ailem arasında bir denge kurmuştum.
Bugün itibariyle o denge yerle bir olmuştu.
Her bir parçasına kadar.
Karşımda tanımadığım bir adam vardı. Elinde ise bana doğrulttuğu bir silah. Birkaç saniye öncesine kadar ifadesiz olan yüzü bana silah doğrulttuğu an arkasında belirdiği bedenle, maskesini düşürmüş endişeye bürünmüştü.
Bakışlarımı tanımadığım adamdan çekip arkasında dağ gibi beliren tanıdık simaya çevirdim.
Yunus Emre'ye.
Herhangi bir yerde karşılaştığımızda selamlaşmaktan öteye bir yakınlığımın olmadığı biriydi Yunus Emre. Hem abimin hem de Cihangir’in yakın arkadaşıydı. İş kısmında Cihangir ile çalıştığını ve bizim mahallenin yakınlarında oturduğunu biliyordum yalnızca. Genelde karşılaşmalarımız abimin yanında gördüğümde olur, bana başıyla selam verir ve aynı karşılığı da benden alırdı. O anlarda yüzünde hep sabit bir ifade olurdu. Dümdüz önüne bakar, ifadesini bozacak durumlarla ilgilenmezdi.
Şu anın aksine.
Karşımdaki adam kim bilmiyordum ancak Yunus Emre’nin yüzünde ilk kez gördüğüm ifadeye bakılırsa artık asıl tehlikede olan ben değil oydu. Her zaman sert bir duruşu, bakışı vardı Yunus Emre’nin ancak bu ortamdaki birine yönelttiği bir davranış değildi, onun asıl haliydi. Şimdi ise o sert duruş katlanarak tamamen birine yöneltilmiş durumdaydı. Keskin yüz hatları meydana çıkmış, acımasızca ona sırtı dönük olan yabancıya odaklanmıştı. Yabancının aksine onun gücünü elinde tuttuğu silahtan değil kendisinden aldığı çok barizdi.
Kapıyı açar açmaz bana doğrultulmuş bir silah görmenin şoku bedenim üzerinde yavaş yavaş etkisini göstermeye başlıyordu. İlk şokun insan üzerinde bedenen ve zihnen kitlenmek gibi bir etkisi olurdu ve hemen ardından ilk şok etkisi geçtiğinde bedeniniz ve zihniniz üzerindeki kontrolünüzü kaybederdiniz.
Kapı kolunu tutan elim kulptan kayıp beni ayaklarım üzerinde sendelettiğinde bu çıkarımın doğruluğundan emin olmuş vaziyetteydim. Ben kapının sağ tarafında kalan portmantoya zar zor tutunurken ve boştaki elimle birden kalkan mideme koyarken Yunus Emre’nin sesini duydum.
“At o silahı yere doğru. Dağıtmayayım iki gramlık beynini senin piç herif.” dedi yabancıya sesinden bile anlaşılan bir öfkeyle.
Adamın silahı yere attığını çıkan sesten anladım. Muhtemelen yaşadığım korkudan tansiyonum oynamıştı çünkü gözüm karardığından önümü zor görür durumdaydım. Derin nefesler alıp vererek delirmiş gibi atan nabzımı düzeltmeye çalıştım. Gözlerimi aralayıp etrafı daha net görmeye başladığımda bileğimden nabzımı kontrol ettim. Hala normalden hızlı atıyordu ancak az önceye göre daha iyiydi bu.
Bakışlarımı kapıdan tarafa çevirdiğimde Yunus Emre’nin yabancıyı ensesinden tutarak sağa sola savura savura arabaya doğru giderek dışarıya çıkardığını fark ettim. Oldukça cüsseli bir adamdı ancak bir adamın üzerinde böylesine bir kuvvet uygulayabileceğini hiç düşünmezdim. Adamı bildiğin yaprak gibi savuruyordu. Üstelik adamın bu kuvvete rağmen düşmemesinin tek sebebi ensesinden tutan kendi eliydi.
Yabancıyla birlikte gözden kaybolduklarında bakışlarımı tekrardan yere sabitledim. Portmantoya yasladığım bedenim artçı titremelerle ayakta durmaya çalışıyordu. Dünden beri yaşadığım şeyler hiç normal değildi. Bir şeyler oluyordu ancak tam olarak anlayamıyordum. Fakat biraz önce yaşananlar göz önüne alındığında olayların tam ortasında olduğum kesindi. Yalnızca iki ucundaki tarafların kim olduğunu merak ediyordum.
Adım sesleri duyduğumda kafamı önümden kaldırdım. Gelen Yunus Emre’ydi. Yabancı yanında yoktu ve nerede olduğunu da zerre merak etmiyordum.
“Yenge iyi misin?” diye sordu elindeki su şişesini bana uzatarak. Arabadan falan almış olmalıydı sanırım. İçmek istemiyordum ama yüzümü falan ıslatsam iyi gelebilirdi. Aldım ve kapağını açıp yavaşça, yere dökülmemesine dikkat ederek elime döktüm. Islak elimi enseme ve boynuma sürdüm.
“Ben iyiyim ama bir şeyi öğrenmek istiyorum.” dedim Yunus Emre’ye bakarak. Aldığım nefesler daha sakin zihnim ise her zamankinden daha karmaşıktı. “Kimdi o adam ve benimle derdi nedir?” diye sordum kızgınlığımın kime olduğunu bilmeden. Ayrıca tehlikede hissetmediğimden bazı şeyleri daha iyi kavrayabiliyordum. Yunus Emre tam zamanında yardımıma yetiştiğine göre tetikte bekliyor olmalıydı. Yani bu demek oluyordu ki birileri benim tehlikede olduğumdan haberdardı. Asıl haberdar olması gereken benim haricimde.
“Abim sana açıklayacak yenge.” dedi gözlerini benden kaçırarak. Az önce söylediğinde takılmadığım ama şimdi iğrilti olduğum o kelimeyi cımbızla seçtim kurduğu cümleden. “Yenge deyip durma bana. Benim bir adım var.” dedim yaslandığım yerden doğrularak. Her daim olduğu gibi yine, gücümü öfkemden alıyordum. “Ayrıca ben açıklamayı senden istedim abin olacak heriften değil. Çok biliyorduysa seni göndereceğine kendi gelseymiş.”
“Beni göndermek zorunda kaldı ye- Eda Hanım. Aksi olsa sizi bir başkasına emanet etmezdi zaten.” dedi hemen savunmaya geçerek.
Yengelikten Eda hanımlığa terfi etmiştik ancak beni bu da mutlu etmemişti çünkü ben böyle saygı göstermesi gereken biri değildim ancak sesimi çıkartmayacak en azından yenge demediği için laf etmeyecektim. Yunus Emre’den bir açıklama alamayacağımın bilincinde isteksizce başımı sallayarak onayladım onu. Bu hareketimin ardından sesli bir şekilde nefesini verdi. Daha fazla diretmemi bekliyordu muhtemelen ancak hakkımda ona ne söylenmiş olursa olsun istediğimi alamadığımda rota değiştirdiğimden habersizdi.
“Müsaadenle ben çıkıyorum. Kapıya bizim adamlardan iki tanesini bırakacağım için rahat olsun. Kuş bile uçurtmazlar evin önünden.” dedi kendinden emin bir şekilde. Bizim adamlar derken neyi kast ediyordu bilmiyordum ama bunu da dile getirmedim. Anlaşılan ben kendi öfkemle yanıp kavrulurken bizim hayatımızda çok şey değişmişti ve ben hiçbirini fark etmemiştim.
Ancak öğrenecektim.
“Tamam. Teşekkür ederim her şey için.” dedim üstümde sırıtan bir sakinlikle. Üstelemeyip onu tekrardan onaylamamla bir kez daha şaşırdı ve tek kaşını kaldırdı. Artık Cihangir efendi hakkımda ne atıp tutuyorduysa orada burada, adam ikidir davranışlarımı sorgulayıp duruyordu.
Serseri herif, o önce kendine baksaydı ya.
Yunus Emre başını sallayarak bana son bir selam verip arkasını döndü. Uzun ve emin adımlarla dışarı çıkıp kapıyı da ardından kapattı. Kapının hemen ardından konuşma sesleri geldiğinde bahsettiği iki adamın çoktan gelmiş olduğunu ve onlarla konuştuğunu anladım. Birkaç dakikanın ardından konuşma sesleri kesilip tekerleklerin çıkardığı hızlı sesle Yunus Emre’nin gittiğini anladım.
Artık kıyameti koparabilirdim.
Doğruca odama çıktım. Şifonyerin üzerindeki telefonumu alıp kilidini açtım. Şarjım bitmek üzereydi ama şimdi uğraşamazdım. Daha mühim meselelerim vardı. Ben burada canımla cebelleşirken ev ahalisinin nerede olduğunu öğrenmek gibi. Önce abimi aradım çünkü evde olmadığına göre yüksek ihtimalle Cihangir efendinin yanındaydı. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra meşgule atıldı. Öfkeyle soluyarak bu defa babamı aradım ama o hiç açmadı. Son çare annemi aradım ve yine aramam yanıtsız kaldı. Üçü de sanki anlaşmış gibi telefonlarımı açmıyorlardı. O halde ben de tıpış tıpış beni geri aramalarını sağlardım. Mesajlarıma girip abimin adını buldum ve yalnızca üç cümle yazıp gönderdim.
Abim: Ya eve gelir ne haltlar döndüğünü bana da anlatırsınız ya da kapıya dikilen adamlara rağmen bu evden kaçmanın bir yolunu bulurum. Seçim sizin. Bir saatiniz var.
Telefonumu geri kilitleyip yatağın üzerine attım. Öfke içimi bir kazan gibi kaynatıyordu ancak dışımdan çok sakindim. Biraz önce yaşadığım her duygu durulmuş, öfkeme yol almıştı. Bugün öyle ya da böyle benden saklanan her şeyi öğrenecektim.
Üzerimi değiştirmek yerine duşa girmeye karar verdim çünkü üzerime yapışan duyguları sanki tenimin üzerinde hisseder gibiydim. Temiz kıyafetlerimi alıp banyoya girdim. Aynada göreceğim solgun yüzün farkında olduğumdan aynaya bir kez bile bakmadım. Üzerimdekileri çıkarıp kirli sepetime tıkıştırdım ve kendimi sıcak suyun merhametine bıraktım. Görünen o ki bana bir tek o merhamet ediyordu.
Aklım öylesine karmaşıktı ki çektiğim her bir ipin ucu düğüm oluyordu.
Sanki bir kutu vardı, ben de içindeydim. Sıkışıp kaldığım o kutudan çıkmak istiyordum ancak görünmez eller buna izin vermiyordu. Bunu neden yaptıklarını sorduğumda yıllar boyunca aşinası olduğum o cevabı duyacağımı biliyordum.
Her zaman olduğu gibi benim için en iyisinin bu olduğunu düşünmüşlerdi. Kendi adıma doğrunu ya da iyinin ne olduğuna karar verebilecek karar merciinin kendim olmasına karşı. Hayatta başınıza gelen felaketlerin çoğunun çıkış noktası zaten bu içi boş sebep olurdu. İnsanlar sizi ne kadar yaralarsa yaralasın bunu hep sizi çok sevdiğinden yaptıklarını söylerlerdi.
Bazen sevgi de nefret kadar zehirli olurdu.
İşimi hızlıca bitirip duştan çıktım. Bornozumu giyip saç havlumu sarındım ve bir kez daha aynaya hiç bakmayıp aynı hızla kurulanmaya başladım. Normalde olsa duştan sonra hiç üşenmez cildime bin bir uğraşla bakım yapardım ancak kasvetle kaplı ruh halim şu anda buna hiç müsait değildi. Kurulanıp pijamalarımı üzerime geçirdikten sonra dişlerimi fırçaladım. Yaz kış fark etmeksizin saçlarımı kurutmaktan hoşlanmazdım bu yüzden havluyla ıslaklığını alıp tarayarak banyomdan çıktım. Yatağımın baş ucundaki dijital saate baktım. Gece on biri gösteriyordu. Tam odayı havalandırmak için camı açmıştım ki aşağıda açıp kapanan kapı sesini duydum. Ailemin beni gerçekten de tanıyor olması ne güzeldi.
Fon perdeyi sertçe çekerek camın önünden ayrıldım. Yumuşak , beyaz ev terliklerimi ayağıma geçirerek hışımla kapıya yöneldim. Bu gece bana verilecek bir hesap vardı. Odamdan çıkarak hızla merdivenlerden aşağı indim. Benim sert adım seslerimi duyan kapıdakiler aralarındaki mırıldanmayı bıçak gibi kestiler adeta. Son basamaklara gelinceye kadar hızımı kesmeden indim. Aile üyelerimi kapının girişinde montlarını çıkarır halde buldum. Adımlarımın yaklaştığını fark etmeleriyle hepsinin bakışları bana döndü.
“Sefalar getirdiniz canım ailem. Nerelerdeydiniz bu saate kadar?” dedim sesimde bastıramadığım bir iğnelemeyle.
“Adamları atlatır kaçarım da ne demek kızım? Sen bizim aklımızı mı kaçırtacaksın?” dedi abim sorumu duymazdan gelerek. Endişeli olduğu her seferde olduğu gibi yine elini ayağını nereye koyacağını bilemiyor, stresten solgun gözüküyordu. Peki ya abim kimin için bu kadar korkuyordu?
“Önce ben sorularıma bir cevap alayım. Ondan sonra sizinkiler.” dedim ne kadar inatçı olduğumu hatırlatarak.
“Yarın konuşalım bunları.” dedi annem babamın koluna girip onu ilerletmeye çalışarak. “Bugün herkes yeterince yıprandı.”
“Olmaz.” dedim merdivenin önünde dimdik durarak. “Ne haltlar dönüyorsa,” dedim kelimelerimi bastırarak. “Her biri teker teker ortaya dökülecek bu gece.”
“Eda, kızım,” diyordu ki annemin sözünü tamamlamasına müsaade etmedim.
“Bu sabahtan beri cehennemi yaşıyorum ben, haberin var mı senin?” dedim gözlerinin içine bakarak. Sesimi yükseltmemiştim saygımdan ama sanki bağırsam bu denli etkili olmazdı. “Herkes karşıma geçecek ve bana o cehennemi neden yaşadığımın hesabını verecek o yüzden. Hem de derhal.”
“Ne demek istiyorsun sen? Ne oluyor?” dedi annem anlamazlıkla bir bana bir babama bakarak ancak babamın gözleri yalnızca benim üzerimdeydi. Daha önce hiç görmediğim bir duygu yer edinmişti bakışlarına sanki. Büyük bir üzüntüyle, mahmurlukla bakıyordu bana.
“Eda haklı.” dedi babam annemin elinden kolunu çekerek. “Konuşalım.” dedi ve adımlarını salona doğru ilerletti. Abim sıkıntılı bir nefes vererek onu takip etti. Hemen ardına da ben düştüm. Babam geniş salonda her zaman oturduğu yere, tekli koltuğa yavaşça oturdu. Üzerinde öyle bir yorgunluk vardı ki sanki içinden taşıp dışına yayılıyordu. Böylesine bir durgunluğa neyin sebep olmuş olabileceğini aklım almıyordu bir türlü. Bu gece benden her ne saklanıyorsa öğrenmek istemiştim ancak ilk defa öğreneceklerimi kaldırıp kaldıramayacağımı sorguluyordum. Annem ve abim babamın sağında kalan üçlü koltuğa yan yana oturduklarında ben ayakta kalmayı tercih ettim. Üzerlerinde psikolojik bir baskı kurmak niyetinde değildim zira babamın ağzından söz bir kere çıkardı. Yalnızca içime bizzat onların davranışlarının yerleştirdiği korku beni ayakta durmaya itiyordu. Savunma mekanizmamın devreye girmesinin sebebi onlardı.
Oturduğu tekli koltukta öne eğilerek ellerini dizlerinin arasında kavuşturdu babam. Bir müddet onun konuşmasını bekledim sabırla. Alıp verdiği sıkıntılı nefesler kalbime hiç mi hiç iyi gelmiyordu.
“Bundan otuz sene evvel,” diyerek konuşmaya başladı en nihayetinde. Kafasını aşağı eğmiş kavuşturduğu ellerine bakıyor, kim bilir neler görüyordu. “Tuğrul amcanla biz askerden dönüp işimizi kurmuştuk. Bir müddet idare etmeye çalıştık ama sermaye eksiğimiz vardı ve elde avuçta ne varsa kuracağımız işe yatırmıştık zaten. Başka paramız yoktu ve daha işin başında gemi su almaya başlamıştı bile.”
Anlattığı hikayenin detaylarını ilk kez dinliyordum. Meselenin bugüne kadar nasıl uzandığını deli gibi merak etmekle birlikte sessiz kalıp anlatmasını bekledim. “Hal böyle olunca Tuğrul amcanın dayıoğlu imdadımıza yetişti. Babasından duymuş bizim dara düştüğümüzü. Üçüncü ortak olması karşılığında bize sermaye açığını kapatmayı teklif etti. Memlekette dönüm dönüm arsaları vardı, sadece birkaç tanesinden kazandığıyla bile bizim açığımızı kapatabiliyordu. İki kişi çıktığımız yoldan dönecek olmak hiç hoşumuza gitmedi, gönlümüz el vermiyordu ama el mecbur kabul ettik. Eve ekmek götürmek istiyorsak başka çaremiz yoktu zaten.”
Aniden başını eğdiği yerden kaldırıp gözlerime dikti. Samimiyetine, doğruyu söylediğine inanmamı ister gibi bakıyordu bana. İyi de neden inanmayacaktım ki?
“Onu üçüncü ortak yapıp parayı aldık. İlk işimizi kurmuş olduk böylece. Gece demeden gündüz demeden çalıştık Tuğrul amcanla. Bazı günler annenin yüzünü zor gördüğüm bile olurdu.” dedi bu defa bakışlarını anneme çevirerek. Annem ise anında gözleri dolmuş, içli içli babama bakıyordu o sırada. “Beş senenin sonunda ikinci işimizi kurmuş, büyütmüştük bile. Her şey çok yolunda gidiyordu. Ya da bize öyle geliyordu.”
Küçük bir ara verdikten sonra bakışları yine mazide bir yerlere dalmışçasına karşıdaki duvara bakarken konuşmaya devam etti babam. “Depo olarak kullandığımız yerlerden biri limandaydı. Tersanelerin kullanmadığı depolardan birini satın almıştı üçüncü ortak, Süha.” dedi babam adını konuşmaya başladığından beri ilk kez söyleyerek. Bana oldukça yabancı bir isimdi ve çevremde de daha önce hiç duymamıştım bu ismi. “Normalde işlerimize hiç karışmazdı ama şehrin böyle ulaşımı uzak birkaç yerinde depo satın almak için ısrarcı olmuştu ne olur ne olmaz, bir gün sıkışırız elimizin altında bulunsun diye demişti. Öyle ki bir gün gerçekten lazım da oldu. İşlerin çok tıkırında olduğu bir yaz elimizde çok fazla inşaat malzemesi vardı. Kullandığımız depoların hepsi dolunca iş başa düştü, dedik ki Tuğrul’la güzergahımızın üzerinde olmamasını falan boş verelim götürelim limandaki depoya. Boşu boşuna mı satın aldık, madem bir işe yarasın. Birkaç saat fazladan yol vardiyası yapar hallederiz.”
O gözlerini diktiği duvarda ne görüyordu bilmiyordum ancak hiç iyi şeyler olmadığı sıktığı yumruklarından belliydi. Etrafta öten bir karga yoktu kitaplarda anlatılanların aksine ancak ben felaketin gelişini babamın bakışından da anlayabiliyordum. “Bir akşam iş çıkışı yükledik o malları arabaya, depoya gittik Tuğrul’la. Biz içi boş bir depo bulmayı bekliyorduk içeri girdiğimizde ama depo tıka basa doluydu. Koca koca kutular vardı üstü örtülü. Gidip açtık bir tanesinin üstünü. Sonra yetmedi hepsinin üstünü. Ancak görüp de inanamadığımız gerçek hiç değişmedi.”
“Kutuların hepsi uyuşturucu doluydu.”
Bakışlarım babamın yüzüne saplandı. O ise hala mazinin hesabını sürdüğü duvara bakıyordu. Öylesine canım acıdı ki onun için yersiz bir şekilde gözlerim doluyordu. Zor zamanında inanıp güvendikleri bir adamdan çok ağır bir darbe yemişlerdi. Üstelik bu yalnızca onlara yapılan bir şey de değildi çok daha fazlasıydı. Bir günaha ruhları dahi duymadan alet edilmişlerdi. Hem onlar adına hem de kendi adıma çok öfkeliydim. Ama daha da önemlisi asıl buradan sonra ne olduğunu daha doğrusu ne yaptıklarını çok merak ediyordum.
“Sonra ne oldu?” diye sordum korka korka.
“Gerekeni yaptık.” dedi babam aksini kabul etmezmiş gibi bir ifadeyle. Aklıma gelen düşünceyi hiddetle savurmak ister gibiydi. “Önce gidip yüzleştik Süha’yla. Başta inkar etmeye kalksa da sonradan çözüldü. Maskesini düşürdü demek daha doğru olur aslında. Bizim hiçbir zaman göremediğimiz gerçek yüzüyle kaldı karşımızda. Bugünlere benim sayemde geldiniz, sizin üç kuruşunuzla büyümedi bu şirket dedi yüzümüze baka baka. Meğer en başında bizimle ortak olmak istemesi de bu yüzdenmiş. Şirketin adına depo satın alıp yıllardır kaçak göçek yaptığı işi rahat rahat yapabilmek içinmiş. Zar zor kurtulduğunuz sefalete geri dönmek istemiyorsanız o çenenizi kapalı tutacak, üç maymunu oynayacaksınız deyip pişkin pişkin yaptığı işin arkasında durdu. Zannetti ki biz de kendisi gibi üç kuruşluk adamlarız, para için şerefimizi satarız onun gibi. Ama yeminim olsun sana kızım, bir an bile öyle bir ihtimal aklımızın ucundan geçmedi.”
Geçmezdi, kalbimde yatan gerçekte biliyordum bunu. Ama aklım bu düşmanlığı tam olarak almıyordu işte hala. Hapiste olması gereken bir adamın hayatımızda yeri neydi öyleyse?
“Düşündük taşındık Tuğrul’la. Bir plan yaptık. Ucunda hakkımızla kazandığımız her şeyi kaybetmek pahasına doğru olanı yaptık. Süha’ya işine karışmayacağımızı söyledik. Öyle açgözlü bir adamdı ki paranın helal ya da haram olmasının bir sakıncası yoktu onun gözünde. Bizim de para için susup oturacağımıza inandı bu yüzden. Peşimize bile düşmedi. Mahalleden başkomiser vardı tanıdığımız. Rahmetli Zafer abi. Ona gidip tek tek anlattık her şeyi. İhbar ettik Süha’yı. Emniyet operasyon başlattı. Araştırmaları sonucunda iki gün sonra sevkiyat olacağını öğrenmişler. Mallar gecenin bir yarısı depodan çıkacak yani. O gece baskın düzenlediler depoya. Süha’yı hatta iş birliği yaptığı adamı suçüstü yakaladılar.”
Babamın ağzından çıkanlar bir hikaye gibi geliyordu bana. Sanki elimde bir kitap vardı ve orada yazıyordu, ben de okuyordum. Sanki yalnızca kurgudan ibaretmiş gibi.
Ama değildi. Her şey gerçekti.
“Süha tutuklu yargılanıp hapse girdi. Dava günü onu son görüşümüzdü. Şirket hakkında da her ne kadar bir suçumuz olmasa da bizim hakkımızda da soruşturma başlatıldı. Biz aklandık evelallah, o kirli paradan şirket hesabına hiç geçirmemiş bu yüzden şirket de aklandı. Açgözlü olması ilk kez işimize yaramıştı yani.” dedi sevinçten oldukça uzak bir tebessümle.
“Tabii soruşturma geçirdiği için şirket, çok zor zamanlar geçirdik ama Tuğrul amcanla bir kez daha atlattık o zorlukları. Üstesinden geldiğimizde artık her zamankinden daha güçlüydük. Çok zor oldu ama başardık.”
Otuz sene önce ortak olduklarını ve beş senenin sonunda ortaklıklarının bozulduğunu söylemişti babam. Yani yirmi beş sene önce yaşanmış ve bitmişti her şey. O halde mazinin bugünümüzde ne işi vardı?
“Beş sene evvel duyduk ki içerden çıkmış Süha. Daha cezası dolmamıştı halbuki. Nasıl yaptı bilmiyoruz ama tahliye olmuş yirmi seneden sonra. Onun yokluğunda da bıraktığı yerden oğlu devralmış işlerini. Hatta Zafer abinin komiser kızından duyduğumuza göre babasını bile geçmiş. İstanbul’daki bütün pis işler ondan soruluyormuş. Şehrin en tehlikeli adamlarından biri dedi komiser hanım.”
“Ne demek oluyor şimdi bunlar? Yirmi sene sonra çıkıp bizden haksız yere intikam falan mı almak istiyorlar yani? Bu yüzden mi her şey?” dedim kaşlarımı çatarak. Bu yapılanlara hem akıl sır erdiremiyor hem de gururuma yediremiyordum. Ne hakla intikam isterlerdi ki? Ne cüretle karşımıza çıkabiliyordu onlar? “Baba polise gidelim, şikayetçi olalım hemen. Bu böyle oturup beklemekle olmaz ki. Yaklaşık bir saat önce adamın biri kapıya dayanıp silah çekti bana. Hiçbirimiz güvende değiliz demek bu.” dediğimde annem çığlık atarak ayağa fırladı.
“Ne silahı?” dedi elini kalbine koyarak. “Davud bana bunu nasıl söylemezsin sen? Sana kimden telefon geldiğini, o yüzünün halini sorduğumda bir şey yok diyerek geçiştirdin beni. Bu mu bir şey olmamış hali?”
Annem yaşadığı korkudan durduğu yerde sendelediğinde ben daha hareket edemeden abim imdadına yetişti. Hemen kollarından tutarak oturttu onu kalktığı yere. Artık tehlikede olmadığımı söyleyerek sakinleştirmeye çalıştı onu.
“Seni telaşlandırmak istemedim, doğru bir zamanda söyleyecektim.” dedi annemin başucunda eğilerek. Ben ondan önce eğilmiş annemin nabzına bakıyordum. Gözleri bana değdiğinde birden ayaklanarak yüzünü sıvazladı, üstten iki düğmesi açık gömleğini çekiştirdi. Öyle sıkıntılı hal ve tavırları vardı ki kurtulmak istediği gömleği değil dilinin ucundakilerdi, anlayabiliyordum.
“Polise gidemeyiz.” dedi yutkunarak.
Annemin önünde eğildim yerden bir çırpıda ayaklandım. Babamın karşısına geçtim dur durak bilmeden. “Sebep?” diye sordum kızgınlıkla.
“Çünkü Süha’nın oğlu Cihangir’in elinde. Nerede olduğunu bir o bir de abin biliyor.”
Öfkem ateşe atılan odun gibi harlandı içimde. Aldığım nefes dahi teklerken kanın bizzat beynime sıçradığına şahit oluyordum sanki. Salon sessizliğe bürünürken ben sessizliğin ortasında kulağıma dolan çok tiz bir ses duyuyordum. Defalarca konuşmak içini ağzımı açtım ama konuşamadım. Ancak başarana kadar da durmadım. “Ne demek oğlu Cihangir’in elinde baba? Siz dalga mı geçiyorsunuz benimle?” dedim ve birden bedenimi abime çevirdim. O da ayaklanmış tam benim arkamda duruyordu. “Nesiniz siz? Mafya mı çete mi ne? Ne hakla birini kaçırıyorsunuz? Ne demek ya birini kaçırmak, aklımı sıyıracağım ben. Siz başınıza bela mı arıyorsunuz böyle heriflere bulaşarak? Hiç işiniz gücünüz yok bir de mafyacılık mı oynuyorsunuz?” İlk kez onlarda ben de hatta bu ev de, sesimin bu denli yükseldiğine şahit oluyorlardı. Kendimi durdurmak gibi bir niyetim olmadığı gibi çabam da olmayacaktı. Herkes ama herkes aklını kaçırmıştı ve benim de tüm niyetim onlardan biri olmamaktı aslında.
“Eda, güzel kızım.” dedi babam bana bir adım yaklaşarak. Önce konuşmaya devam etmeyecek sandım lakin devam etti. Halbuki konuşmak istemediğini gözleri bas bas bağırıyordu. “Ecevit Sungur.” dedi çenesini sıkarak. Adı dahi geçtiğinde mideme bir yumru oturan, güvende olmama rağmen korkuyla birkaç adım gerilememi sağlayan ismi duydum. Babam ani bir tepkiyle gerileyen adımlarımı fark ettiğinde öfkeli bir soluk vererek iki yanında duran ellerini yumruk yaptı. Ve yara bandını tek seferde çekti. “Süha’nın oğlu.”
Babamın ağzından dökülen kelimelerin etkisi oldukça büyüktü. Defalarca kez beynimde yankılanıp durdu. Sonra başa sardı.
Ecevit Sungur.
Süha’nın oğlu.
Sabah olanları düşündükçe vardığım sonuç hep derdinin Cihangir olduğu benim ise ona giden yol olduğumdu ancak benden gizlenen geçmiş yüzünden çok büyük yanılmıştım. Derdi yalnızca Cihangir değildi. Bendim aynı zamanda. Çünkü bilinen bir gerçek vardı: Mazinin gölgesi daima geleceğe düşerdi. Savaşta en büyük yaraları daima masumlar alırdı. Bu sabah bana yaşattıkları bunun en büyük kanıtıydı. Bakışlarında gördüğüm şey sadece hırs değildi, intikamdı aynı zamanda. Ecevit ile görüşmeyi hiç düşünmemiştim ama ya düşünmüş olsaydım? Bu boynuma bağlanmak istenen urgandan nasıl kurtulacaktım o zaman? Endişeyle düğümlenen mideme elimi bastırdım. Bakışlarım abimin ona verdiği suyu titreyen elleriyle içmeye çalışan anneme kaydığında aklıma gelen şeyle dünyam bir kez daha alt üst oldu.
Annem biliyordu.
Bana Ecevit ile bir görüşün derken, bunun için ısrar ederken annem biliyordu. Onların düşmanımız olduğunu, geçmişte bize yapılanları. O halde beni içine atacağı ateşe gözlerini mi kapatmıştı?
Anneme kilitlenen bakışlarım içtiği suyu dudaklarından çektiği anda onunkilerle buluştu. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama aklımda birleştirdiğim iki ipin ucunu fark etmişti. Yutkunarak bana bakarken gözleri doldu. Elinde tuttuğu yarısı dolu su bardağını bile tutamayacak hale geldi, kayıp gitti ellerinden. Tıpkı benim gibi.
“Sen biliyordun.” dedim kendimin bile inanamadığı kırgın bir ses tonuyla.
Abim yere düşüp parçalamış bardaktan kalan cam kırıntılarını toplamaya çalışırken annem kırıkları umursamadan hızla kalkıp yanıma gelmeye çalıştı ancak babam ve abim tarafından engellendi. Ayağına cam batmasın diye birer kolundan tuttular onu. Canı yanmasın diye. Çünkü sevdiklerimizin canı çok kıymetli olurdu.
”Eda, kızım açıklayabilirim. Ne olursun bir dinle beni.” dedi annem ama devam etmesine izin vermedim çünkü dinlemeyecektim. Bir daha hiç.
“Onların düşmanımız olduğunu biliyordun ve benden Ecevit’le görüşmemi istedin. İstemememe rağmen defalarca ısrar ettin. Üstelik neden? O aşağılık herifle oturayım konuşayım diye mi? Onunla,” dedim ve bulantımı bastırmak için yutkundum. Ne zaman akmaya başladığını fark etmediğim yaşları elimin tersiyle sertçe sildim. “Onunla aramda bir şeyler olsun diye. Ne geçecekti eline ben düşmanımıza gönlümü verseydim? Sen nasıl bir insansın ya?” dedim sakinliği boş vererek. Daha çok dayanamayarak. Ne fark ederdi ki bu saatten sonra? Hiç etmezdi.
Annem beni düşmanımla aynı masaya oturtmak istemiş. Bundan ağır yük mü vardı?
O adam bu sabah beni neredeyse taciz ediyordu. Evet, bundan ağır yük varmış.
“Ünzile, Eda neyden bahsediyor?” diyerek anneme döndü babam, şaşkınlıkla açılmış açık kahve gözleri duyduğuna inanamıyormuş gibi bakıyordu ona.
“Yemin ederim benim kötü bir niyetim yoktu.” dedi bir bana bir babama bakarak. Bundan kötüsü yoktu halbuki, anlamıyor muydu? “Şehrazat çarşıda çıktı karşıma. Dedi ki senelerce kocamın hasretini çektim, bir başıma bir evlat büyüttüm. Bu düşmanlık yetmedi mi artık? Onlara bir şey olacak korkusuyla yaşayamıyorum ben. Bu düşmanlığı ancak bir aile olmak bitirir.” Hüngür hüngür ağlıyordu şimdi karşımızda. İlk kez ağladığını görüyordum ve içim sızlamıyordu bile ona. Yalnızca kendim için sızlıyordu çünkü. Şu anda sadece bana kadar yer vardı. Babamın annemin kolunu tutan eli aniden onu tutmayı bıraktığında ağlayışı şiddetlendi.
“Süha hapisten çıktığından beri başımıza açmadığı dert kalmadı. Bıçak sırtındayız. Uyuduğum uyku değil. Elim yüreğimde kocamın ve oğlumun eve gelmesini bekliyorum ben.” Kocasının ve oğlunun. Benim değil. “Bitsin istedim yalnızca bu çile. Böyle olsun istememiştim yemin ederim.”
Ettiği yeminin bile hükmü yoktu gözümde. Beni bu hâle nasıl getirmişti? Bu zamana kadar çok kalbimi kırmıştı ama onlar telafi edilebilirdi. Bunu nasıl edecekti? Edemezdi ki.
“O insanlara değil gözbebeğimi vermek günahımı dahi vermem ben?” dedi babam anneme, sesiyle evi inleterek. Bunca yıllık ömrümde bir kez bile anneme sesini yükselttiğini duymamıştım oysa. “Sen nasıl böyle bir işe kalkışırsın Ünzile? Sende hiç mi akıl yok?”
Vardı, olmaz olur mu? O yalnızca düşmanlığı bitirmek istemiş bunun içinde beni onların eline atmayı uygun görmüştü. Ne vardı ki bunda? Ben düşmanlık bitsin diye öderdim bedelini? Yeter ki kocası ve oğlu ödemesindi.
Ben bu kadar değersiz miydim yani?
Derinlerimde bir yerde öyle bir yanıyordu ki içim sanki bir avuç köz kalana kadar yanacaktım. Ateş her yere sıçramış yakıyordu beni. Kalbime kadar dayanmıştı alevi. Zavallı kalbim ise ateşe çoktan yenilmişti.
Babamın halen daha yüksek sesle anneme bağırışlarını duymuyordum artık. Abimin yanıma gelip elini yanağıma koyuşunu hissetmiyordum. Benimle konuşuyordu ama cevap vermiyordum. Öylece durmuş, katilime bakıyordum.
Ne yapacağımı biliyordum. Yangın kalbime sıçradığı an kararımı vermiştim. Daha önce yapmaya cesaret bulamamıştım ancak şimdi elim dahi titremeden yapacaktım.
Abimin benden bir tepki almak için yüzümde dolaşan elini sert bir şekilde iteledim. Gerisin geri arkamı dönüp salondan çıktım. Hızla merdivenleri tırmanıp odamın olduğu kata çıktım. Bir trans halinde gibiydim ancak yalnızca bedenen. Zihnim oldukça açık ve etrafımda olan her şeyin farkındaydı. Odama girip kapıyı ardımdan kilitledim. Makyaj masamın önündeki sandalyeyi aldım. Giysi dolabımın önüne koyup üzerine çıktım. En üst rafta duran küçük valizi alarak indim. Valizi yatağın üzerine attığımda hemen kapının arkasında olan abimin sesini duyuyordum. Kapıyı açmam ve onunla konuşmam için yalvarıyordu neredeyse ama cevap vermedim yine.
Dolaptan birkaç parça kıyafet alıp valizin içine attım. Pijamalar ve günlük kıyafetlerle birlikte iç çamaşırı da alıp hızla bıraktım valize. Çekmecelerden birini açıp büyük boy fermuarlı çantalardan birini çıkardım. Diş fırçam, tarağım ve kullandığım ne kadar ıvır zıvır varsa hızımı alamayarak içine doldurdum ve onu da valize attım. Açık bıraktığım çekmecelerden birini sinirimi çıkartmak isteyerek sertçe kapatacaktım ki içinde gördüğüm bir kutuyla yapacağım harekete engel oldum.
Siyah kadife kutuyu elime alırken bunu görmemin ilahi bir işaret olduğunu düşünüyordum.
Mezuniyet hediyemdi elimde tuttuğum. Babamın hediye ettiği son model bir cipin anahtarıydı. Hiç kullanma ihtiyacı hissetmediğim için garajda öylece duruyordu senelerdir. Ayda yılda bir vakti geldiğinde birileri tarafından bakıma gönderiliyordu yalnızca o kadar. Kutuyu açıp içinden anahtarı çıkarırken bu durumu değiştirmeye karar vermiştim.
Kapının arkasında duran ayaklı askılıktan çantamı aldım ve araba anahtarımla telefonumu da içine attım. Valizi kapatarak yataktan indirdim ve bir saniye bile düşünmeden kapıya ilerledim. Kilidi döndürüp kapıyı açtığımda abim elleri belinde düşünceli bir şekilde yere eğik başını anında bana çevirdi. Bakışları benden elimdeki valize kaydığında irileşmişti. Onun konuşmasına müsaade etmeden ilk ben konuştum. “Bugünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ya karşımda durur bendeki yerini değiştirirsin ya da çekilirsin önümden.”
Yalnızca birkaç saniye gözlerimin içine baktı ve çekildi önümden.
Valiz neredeyse boş olduğundan merdivenlerden hızlıca indirdim. Salondan gelen bağırış sesleri beni görmeleriyle kesildi. Ben durmadım ama onlar peşimden geldi. Babam beni kolumdan tutup gitmekten vazgeçirmek istedi ancak abim engelledi onu. Benden uzaklaştırdı ve kulağını bir şeyler fısıldadı. Ne dediğini öğrenmekle ilgilenmedim. Botlarımı ayağıma geçirdim ve yanımda durup beni gitmekten vazgeçirmeye çalışan anneme döndüm.
Ağlamaktan gözleri şişmişti üstelik tansiyonu da oynamış olmalıydı ama üzülemiyordum bile ona? Bu nasıl işti?
Ellerime uzanan ellerinden geriye giderek kaçtım ve acı acı gülümseyerek baktım ona. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu ama gülümsüyordum acıyla.
“Düşmanlık bitmedi belki ama ailemiz bitti anne. Tebrikler, başardın.”
Kapıyı ardına kadar çarparak açıp bir elimde valizim bir elimde çantam çıkıp gittim kapıdan.
Bu kapıyı çalacak yüzüm olsun diye hayallerime koşmamıştım ben.
Şimdi ise bu kapının ardındaki kadının, beni durduracak yüzü yoktu.
🌹
Cama vuran sert, hırçın damlalar, beni gördüğüm rüyadan çekip çıkartarak uyandırdı. Kaşlarımı bilinmezlikle çattığımda sadece saniyeler sonra hatırlamaya çalıştığım detaylar zihnime doldu.
Arabaya atlarken aklımda buraya gelmek yoktu. Aslında hiçbir yer yoktu. Yalnızca o evden uzaklaşmak istiyordum. Kilidi çoktandır elimde olan bir kapıyı kırarak açmak gibiydi etkisi.
Ayaklarım mıydı beni buraya getiren yoksa kopartıp attığım prangalarım mı? Cevabı öğrenmek istemiyordum.
Sanki bir an her yer ışıl ışılken öbür an ışıklar sönmüştü.
Karanlığın tam ortasında çaresizce diz çökmüş, bir kıvılcım için bekliyordum. Halbuki ateş de bendim, yanan da.
Ellerimle ovuşturduğum gözlerim acıyordu ve muhtemelen şişti. Aynaya baksam gözlerimi balon gibi şişmiş olarak göreceğimden emindim. O kadar çok ağlamıştım ki bir yerden sonra kendimi durdurmaya bile çalışmamıştım.
Kendime bugün de ağlamayacaksam ne zaman ağlayacaktım ki?
Uzandığım koltuktan doğrulduğumda mola verdiğim hayat üzerime geri hücum etti.
Ecevit Sungur. Süha'nın oğluymuş. Tamam.
Sungur'lar bizim ezeli düşmanımızmış. Tamam.
Annem beni düşmanımızın önüne atmış. Tamam değil.
Yazılı değildi ancak bu da bir kıyametin alametiydi.
Benim kıyametimin.
Öyle ki bu akşam kopmuştu ve ben altında kalmıştım.
Koltukta dik konuma gelip sırtımı yasladım ve bacaklarımı yukarı doğru çekerek ellerimle bacaklarımı sardım. Başımı dizlerime koyup gözlerimi kapattım. Ne kendimden başka başımı yaslayacağım biri vardı ne de acımı dindirecek bir omuz.
Kolu kanadı kırık ve yapayalnızdım.
Kendimi öylesine dipte hissediyordum ki orada hiç yaşam yoktu. Safi karanlıktı.
Bir gök gürültüsü gökyüzüyle birlikte sessizliği de yardığında başımı usulca dizlerimden kaldırdım. Fransız pencerelerden sızıp içime işleyen görüntü oturduğum yerden ayaklandırdı beni. Yalın ayak tam karşımda harıl harıl yanan şöminenin yanındaki cama yürüdüm.
Başımı bu defa da cama yasladığımda göğü aydınlatan şimşekleri izliyordum. Neden benim canımdan can koparan geceler, hep yağmura denk geliyordu? Bu yağmurun benimle alıp veremediği neydi?
Her esen rüzgarda devrilmek istemiyordum, ama devriliyordum.
Yağmura yakalanmak istemiyordum, ama gözyaşlarımı saklamak istiyordum.
Tek gayem kendi ayaklarım üzerinde durduğum, tek kişilik bir hayattı. Şimdi onu bile düşleyemeyeceğim bir noktadaydım. Bu kadar acıtmasın istiyordum yalnızca. Ayaklarımı gerekirse yere demirler gene doğrulurdum ben, yeter ki hiç geçmeyecekmiş gibi içime yerleşen acı, çekip gitsindi.
Acım bile bana kadarlık değildi. Bana bu denli büyük bir yürek bahşedilmesinin sebebini işte bugün anlamıştım.
Hafif dönen başım ve guruldayan karnım açlıktan tansiyonumun düştüğünün sinyallerini veriyordu. Bugün öyle bir cehenneme dönmüştü ki en son ne zaman yemek yediğimi dahi hatırlamıyordum. Cama yansıyan yansımam da pek iç açıcı değildi ancak umurumda da değildi.
Ne olacaksa olsun denilecek eşiği geçmiştim çünkü daha kötü halde olamazdım zaten.
En azından kan şekerimi dengeleyecek kadar bir şeyler yemeyi düşündüm ancak gelirken hiçbir şey almamıştım. Anneannemin ilk ve tek kız torunu olan bana, doğumumda hediye ettiği dağ evindeydim. Buraya en son bir sene kadar önce Yeşim ile birlikte gelmiş, bir hafta sonu kalıp dönmüştük. Aylık temizliği düzenli olarak yaptırılan bakımı aksatılmayan bir yerdi ancak yatılı bir hizmetlisi yoktu haliyle. Temizliği yapılalı çok olmamış olmalı ki etraf hafif tozluydu yalnızca. Ancak rahatsız edici boyutta değildi. Geldiğimden beri arka bahçedeki odunluktan kırılmış iki kova odun doldurmak ve şömineyi yakmak dışında bir şey yapmamıştım. Şömineni karşısındaki geniş koltuğa uzanıp, üzerinde katlı duran yumuşacık battaniyeye sarınmış ve yolda ağlamamak için tuttuğum irademi serbest bırakmıştım.
Ev şehrin biraz dışında kalıyordu ve bu sabah rahatsızlanıp hastaneye gittiğimde yazılmış iki günlük raporum vardı. Bu demek oluyordu ki bundan sonra ne olacağına karar vermek için iki günüm vardı.
Derin bir nefes koyverdiğimde cam buharlandı. Bu görüntünün bile ağlayışımı artırmaya tetikliyor olması çok acınası bir durumda olduğumun göstergesiydi aslında. Ağlamak istiyordum çünkü dünya kadar sebebim vardı.
Burnumu çektim ve ellerimin tersiyle gözlerimi sildim. Koltuğun üzerindeki battaniyeyi üstüme sarınıp ellerimi de içinde bıraktım. Salonun içinden geçen merdivenlerden üst kata çıkıp lavaboda ihtiyaçlarımı giderdim. Ellerimi yıkarken dahi aynaya bakmamıştım.
Lavabodan çıkıp trabzanlara tutunarak aşağı indim dikkatli adımlarla. Üzerimde hala evden çıkmadan önce giydiğim pijamalarım vardı. Islak saçla dışarı çıktığım için başım çatlıyordu. Merdivenlerden inip salonun arkasinda kalan geniş Amerikan mutfağına ilerledim. Bir oda büyüklüğünde ve estetik bir tarzda döşenmişti. Bu eve çok yakışıyordu. Erzak dolabını karıştırdım ve bir rafta birkaç paket makarna buldum. Tarihlerine baktığımda henüz geçmelerine bir hayli zaman vardı. En üstteki paketi alıp dolabı geri kapattım. Yeşim ile geldiğimiz zaman bunları benim aldığımı anımsıyordum. Makarna delisi biri olarak evde bulunsun diye fazlasıyla almıştım.
Bir tencere çıkarıp önce ne olur ne olmaz diye bol köpüklü yıkayıp duruladım, ardından da havlu yardımıyla kurulayıp içine su doldurdum. Tencereyi ocağa koyup altını yaktım ve kapağını kapattım. Dolapta yine benim alışverişimden kalma açılmamış bir salça kavanozu buldum. Tezgaha bırakıp baharatları da dolaptan çıkardım.
Su kaynayıncaya kadar oyalanacak bir şeyler bulmak için salonda bulunan ve bir duvarın tamamını kaplayan kitaplığa doğru ilerledim. Onlarca rafa itinayla dizilmiş kitaplara göz gezdirdim. Anneannem dedem öldüğünde onun tüm şahsi kitaplarını bu eve getirtmişti. Anlattığına göre bu ev onların ilk evlendikleri zaman oturdukları evdi. Hayatının en mutlu zamanları burada geçmiş ancak sonrasında işleri için taşınmaları gerekmişti. Kitapların neredeyse hepsi ilk günkü gibi duruyorlardı, hiç eksiltilmeden hor görülmeden kullanılmışlardı. Anneannnem dedem için hayatta değer verdiği şeyleri hiç incitmezdi, derdi hep.
Kitapların arasında aykırılığıyla dikkat çeken biri hariç.
Dedemin defalarca okuduğu, çoğu sayfanın işaretlenip altının çizildiği ve yalnızca çok kez okunduğu için yıpranan bir kitap.
Denemeler.
Rafın önünde durup kitabı elime aldım büyük bir özenle. Hem dedeme hem kitaba saygımdan. Aynı yayınevinden basılmış olarak bende de vardı ancak dedeminkinin aksine yalnızca bir kez okunmuştu ve bir yaşanmışlık barındırmıyordu. Okuduğumda beni can evimden yakalayan, defalarca okuyup altını çizdiğim tek bir sayfa vardı ve kitabı elime aldığımda elim hemen o sayfayı aramaya başlamıştı.
Otuz üçüncü sayfa.
Benim altını çizdiğim cümlelerin altını dolduran siyah mürekkebi gördüğümde bir an kederimi unuttum ve gülümsedim.
Dedem de o cümlelerin altını çizmişti.
Kırdım diyorsun zincirlerini;
Evet, köpek de çeker koparır zincirlerini,
Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak.
Ben kendi yolumu, hayallerimi çizmeme engel olan bir kadını düşünüyordum bu satırların altını çizerken. Peki ya sen kimi düşünüyordun dede?
Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte: tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz.
Bir kara kaş bir kara göz ve ne zaman etrafımda olsa üzerime düşen gölgesi.
Bu satırlar zihnimde böyle bir tablo oluşturuyordu.
Onu bilmek demek yalnızca gözün gördüğünden ibaret kalmıyordu.
Hiç kalmamıştı.
İçi arınmamışsa neler bekler insanı,
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna!
Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar,
Ne korkular içinde kıvranır insan!
Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet
Öfke, gevşeklik ve tembellik.
Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi kendisinden.
"İçimizse kurtulamıyor kendi kendisinden." diye tekrarladım seslice.
Eğer beni içten içe yiyip bitiren o hislere bir hastalık gözüyle baksaydım ve bir teşhis koysaydım, işte tam olarak bunu söylerdim.
İçimin kendi kendisinden kurtulamaması.
Kendi kendinin düşmanı olmak.
Kitabın sararmış yapraklarını okşadım. Kalbimin bir köşesinde dedemi anarken aynı özenle kitabı kapayıp yerine koydum. Kitaplığın yanından geçerken bakışlarım cam bir vitrinin içindeki pikaba takıldı. Adımların anında oraya yöneldi. Vitrinden dikkatlice çıkarıp elimle üstündeki az biraz tozu silkeledim. Hemen yanında da üst üste sıralanmış plaklar vardı. Pikabı kucağımda tek elimle sabitleyip plakları incelemeye başladım. Elim dördüncü plağa değer değmez bir diğerine varmadı. Çünkü kulaklarımda yankılanmasını istediğim o ezgiyi bulmuştum.
Pikabı kitaplığın bulunduğu alandaki orta sehpaya bıraktım. Plağı içine yerleştirdim ve geri çekildim. Üzerimdeki battaniyeye daha da sokulup sehpanın hemen yanıbaşındaki sallanan koltuğa oturup arkama yaslandım. Plak dönmeye, şarkı çalmaya başladığında gözlerim aldığı sessiz emirle kapanıp kendini odayı dolduran melodiye bıraktı.
Mor Menekşe, Nilüfer.
Akşam oldu penceremde
Yorgun rüzgar esiyor geçiyor renkler suskun
Bir mahsun mor menekşe
Ağlıyor mu ne?
Hislerine tezat bir gülümseme belirdi yüzümde. Sanki ruhum bedenimden çıkmış da dile gelmiş gibi hissediyordum. Kalbime pençelerini geçiren acı bir an olsun kanamayı bırakmıyordu. Bırakabilir miydi acaba hiç?
Nerde, nerde en son çizgi nerde
Nerde, nerde çarem nerde
En son çizgi kalpteydi ve benim çizgim çoktan geçilmişti ancak arayıp bulacak bir çarem yoktu. Benim derdim devasızdı. Yaram hep kanayacak, bir merhemi olmayacaktı.
Çünkü bazı yaralar dikiş tutmazdı. Her dert devasını doğurmadığı gibi her yara kabuk da bağlamazdı.
Akşam oldu penceremde
Yorgun rüzgar esiyor geçiyor renkler suskun
Bir mahsun mor menekşe
Ağlıyor mu ne?
Bir vardı, bir yoktu. Burada, pencerenin ardından oturan bir mor menekşe vardı ve ağlayışına isyan ediyordu. Çünkü artık ağlamak istemiyordu. Güçlü duruşunu geri kazanmak, ayağa kalkmak istiyordu çünkü o mor menekşe yıkılmaktan zerre haz etmezdi. Ama günlerden bir gün öylesine güçsüz kalmıştı ki artık nasıl ayağa kalkılacağını dahi unutmuştu.
Sahi, ona bu kötülüğü kim yapmıştı?
Gölgelerin kollarında
Hatırlar halka halka
Ben ona tutsak
Nerde , nerde en son çizgi nerde
Nerde, nerde çarem nerde.
Şarkı defalarca kez çaresinin nerde olduğunu tekrarlarken ben çoktan bu arayıştan vazgeçmiştim. Bundan sonra yalnızca ben vardım ve kendimden başka hiç kimseye ya da hiçbir şeye tamah etmeyecektim.
Kendi kendimin nasıl düşmanı olduysam devası olmayı da öğrenecektim.
Üzerimdeki battaniyeyi kenara bırakıp ayağa kalktım. Plağı pikabın içinden çıkarıp masaya bıraktım ve mutfağa gittim. Kaynayan suya tuz atıp makarna paketinin tamamını boşalttım ve birkaç kez karıştırdım. Dolapları karıştırıp bir tava buldum. Bulduğum tavayı da ne olur ne olmaz diye bir sudan geçirip kuruladım ve ocağın üzerine koydum. Kafamda dönen düşünce selinde boğularak sanki hayatımda en önemli şey makarna yapmakmış gibi salça kavanozuna uzandım. Tavanın içine bir miktar yağ döküp iki kaşık salça ekledim. Bir müddet karıştırdıktan sonra bir kepçe yardımıyla kaynayan makarnanın suyundan alıp içine ekledim. Nane , tuz ve pul biber de eklememin ardından sosun altını kısıp pişmeye bıraktım.
Mutfaktaki ada tezgaha yaslanıp cama bakışlarımı kitleyerek dakikalarımı geçirdim ancak bana birkaç saniye gibi gelmişti. Camdan dışarı bakıyor, yağmuru izliyor ancak onu görmüyordum. Zihnimin karanlık odalarından birinde, yasını tuttuğum aileye yanıyordum.
Fokurdayıp taşmak üzere olan makarna suyu beni bulunduğum ana geri getirdiğinde hızla tezgahtan doğruldum ve ocağın yanına geldim. Makarnanın ve sosun altını kapattım. Süzüp üzerinde bir bardak soğuk su gezdirdiğim makarnayı sosun içine aktarıp karıştırdım. Bir tabak makarna koyup salona döndüm. Biraz önce kalktığım kanepeye geri oturup sessizce yemeğimi yedim zira zihnim savaş alanı gibiydi. Olanları bana bir an olsun dahi unutturmuyor artçı depremlerine devam ediyordu.
Tabağımı zorlukla da olsa bitirip mutfağa geri götürdüm ve lavabonun içine bıraktım. Bir kağıt havluyla ağzımı sildim ve hızlıca salona geri dönüp bedenimi yığılırcasına koltuğa attım. Tek istediğim uyumaktı. Uyumak ve unutmak. Canımın acısı geçinceye dek unutmak.
Ancak uyku bana uğramadı.
Uyuyacağımı düşünerek üzerime örttüğüm battaniyeyi karnıma kadar indirdim. Bakışlarımı oldukça yüksek olan tavana diktim. Anlaşılan zihnim benim aksime unutmak değil kazımak istiyordu. En derinlere işleyen bir sızı, bana bir geceyi daha sabah ettirmemeye yemin etmişti sanki.
Salondaki eski antika saatin vuruşu yağmurun ve şöminede yanan odunların çıtırtı sesine karıştı. Gözlerimi bir saniyeliğine tavandan ayırıp şöminenin üstündeki saate çevirdiğimde sabahın dördü olduğunu gördüm.
Bakışlarımı saatten çekerken hemen mermer şöminenin üstündeki bölmede duran bir çerçeveye takıldım. Anında dolan gözlerim görüşümü bulanıklaştırmıştı ancak o görüntü kalbime işlemişti bir kez, göremesem ne yazardı ki?
Benim ilkokula başladığım gün abimle birlikte önlüklerimizle çekilmiş bir fotoğrafımızdı. Abimin okulu bırakamadığı için ateş eden bakışları günü gelip bir kareye sığdırıldığında bile fark edilebiliyordu. Okula gitmek için kalktığımız her Allah'ın sabahı dünyanın en mutsuz insanı o olurdu. Bütün sabah annemle babama onu okula değil de ıslahevine gönderiyorlarmış gibi tavır alır, cuma günü gelsin diye dua eder dururdu. Yaşlarım ezberlediği yolunu bulmuş akarken hatırmada canlanan o günler için gülümsedim. Kaybedip de bulamadığım huzur kalbimi yoklar gibi oldu o hatıralar sayesinde.
Ta ki fotoğraf karesindeki üçüncü kişiyi hatırlayana kadar.
Arkamızda durmuş ve ellerini omuzlarımıza dolamış annem.
İçime dolan kasveti bir mum gibi ansızın aydınlatan huzur, her şeye rağmen umudumu koruyan yegane şeydi. Çok büyük bir direnişin ardından imkansızlıklar mümkün olmuş, yoluma taş olan engel hiç beklemediğik bir şekilde önümden çekilmişti. Çarpmam dediğim kapıyı çarpmış, çıkıp gitmiştim o evden.
Aileme kendimi, olduğum ve vazgeçmediğim kişiye kabullendirip çıkmamıştım ama dileğimin aksine.
Sırtıma yediğim bir hançer çıkartmıştı beni o evden.
En derinden, en zehirlisinden.
Yokluğu da varlığı da yara olan birinin canımı daha fazla yakmasının mümkün olmadığını zannederdim oysa.
Ne büyük yanılgıydı.
En büyük yenilgiydi.
Bu zamana kadar zannediyorlardı ki Eda ailesinden öteye hiçbir şeyi koymazdı. Kendini keserdi ortadan ikiye ama ailesine olan bağını kesmezdi. Döner dolaşır ailesinin dizinin dibine açardı.
Bir sümbül gibi. Hayır, artık mor menekşe.
Eda bu defa kendini seçmişti.
Kendime iyi gelmeyi unutarak en büyük hatayı yaptığım ruhuma, bir kötülük daha yapmamayı seçmiştim.
Ne yağmurlara ne fırtınalara göğüs germişti o sıkı sıkıya tutunduğum bağ da ansızın eser bir lodosa yenik düşmüştü. Canımı en çok yakan uğruna hayallerime ket vurduğum bu çabamaydı. Kendimi kelepçelediğim direnişimeydi. Bana kazığın yalnızca düşmandan gelmeyeceğini öğreten annemeydi.
Sadece şöminede yanan ateşin duyulduğu salonda birden başka bir ses duydum. Biri kapıya vuruyordu. Hızlıca dört kez tıklatıp bırakmıştı. Kim olabilirdi ki?
Evdekilerin beni burada bulabileceğini zannetmiyordum. Muhakkak nereye gittiğimi araştırmıştı abim ancak ona geride durmasını söylemiştim ve o da durmuştu, o gelmezdi ve onların gelmesine de müsaade etmezdi.
O halde geriye tek bir kişi kalıyordu.
Cihangir.
Önce heves sonra kafes.
Adı zihnimde yankılandığında bana düşündürdükleri buydu.
Kapının ardında kimi göreceğimden emin adımlarla üzerimdeki battaneyiye sarınarak kapıya doğru ilerledim. Salon karşılıklı iki duvarda yanan abajurların ışıklarıyla loştu. Gölgem adımlarımı takip ederken kapıya ulaştım. Çekili sürgüyü açıp kilitleri de geri açtıktan sonra derin bir nefes aldım.
Kapıyı açtığımda yüreğimin aşina olduğu yüz, karşımdaydı.
Yağmurdan sırılsıklam olmuş bir şekilde duruyordu karşımda. Esmer teni soğuktan kızarmış, saçlarının önünden birkaç tutamı alnına doğru düşmüştü. Üzerinde siyah dizlerine kadar gelen kaşe bir kaban vardı ama düğmeleri iliklenmemişti. Lacivert, önü fermuarlı yün bir kazak giymiş onun fermuarını da yarıya kadar kapatmıştı yalnızca. Bakışlarımı karşılaşmayı ertelediğim gözlerine kenetlediğimde her şey yok oldu.
Kalbinin sesine kulak vererek yaşamayı en çok bu anda istedim. Çünkü eğer öyle olsaydı bir saniye bile düşünmez onun kollarına sığınırdım. Bütün dünyaya sırtımı dönüp ona yaslanırdım. Cihangir derdim, biliyor musun annem beni gözden çıkarmış. O kadar ağır bir cümleydi ki düşüncesi bile içimi oymuştu.
Şimdi ıssız kalmış ruhum, öylece kapıda dikilen adama bakıyordu. Anne evladın evidir derlerdi. Ben bu yüzden mi ıssız hissediyordum? O halde artık ömrüm boyunca kalbimin en kuytusunda bu hissi taşıyacaktım.
Evsiz, barksız ve ıssız Eda.
Saniyeler öncesinde hayallerimi süsleyen o sığınak, beni içine çekti. Cihangir iki hızlı adımda aramızdaki mesafeyi kapattı ve kollarını bana doladı. Bir eli sırtımdan belime doğru kayarken diğer eli saçlarıma yaslanmış, başımı boynundaki çukura bastırıyordu.
Bu gecelik çukur değildi orası. Sığınaktı.
Boğazımdan kopan bir hıçkırık aramızdaki sessizliği deldi. Gök gürültüsüne karıştı. Göğü delip geçen tek bir seste yerinden oynamamıştı Cihangir ama ben hıçkırdıkça iç çekiyordu. Beni neredeyse hiçbir kuvvet uygulamasına gerek kalmadan bir iki adım geriletti ve kapının önünde dikilen bedenlerimizi birbirinden ayırmadan kapıyı ayağıyla kapattı. Fırtınadan ötürü biraz sert kapanmıştı ancak umrumda bile değildi. Artık hiçbir şey umrumda değildi. Canımın acısından başka. Sanki kızgın bir demirin tam göğüs kafesimin olduğu yerden batışı gibiydi. Yanıyordum. Cayır cayır. Ve hiçbir su söndüremezdi bu ateşi.
Dizlerim daha fazla tutmadığında yere çöktüm. Benimle birlikte Cihangir de çöktü hatta benden önce onun dizleri buluşmuştu yerle. Başımı yasladığı sığınaktan bir an bile ayırmama müsaade etmeden kollarında can çekişimi izledi.
Bir sığınak bulmuştum ama yine de ağlıyordum.
Çünkü yaralıydım.
Ve ne yazık ki hep yaralı kalacaktım.
🌹
Sıcacık güneş tenimi yakarken gözlerimi kapatıp gülümsedim. Derin bir nefes çektim içime. Tam karşımda uçsuz bucaksız bir deniz manzarası vardı. Dalgaların kıyıya vuruş sesleri içimi ürpertiyor, sıkı sıkıya tutunduğum zincirler ellerimi acıtıyordu.
Bir uçurum kenarına kurulmuş, son derece eski bir salıncaktaydım. Rüzgar hafif bir kuvvetle salıncağı oynattıkça tuhaf sesler çıkıyordu. Kalkmak istedim ancak kalkamadım. Sanki vücudum yapışmış gibi, gram oynatamıyordum yerinden. Sağ elimle tuttuğum zincirin üzerinden elimde bir dokunuş hissettim. Bakışlarımı sağıma çevirdim. Abim. Tam sağ yanımdaki salıncakta oturuyor, bana gülümsüyordu.
Tam ona burada ne işimiz olduğunu soracaktım ki, salıncağım hareket etmeye başladı. Uçuruma doğru kontrolsüz bir şekilde fırlayan bedenimle korkudan kaskatı kesildim. Uçurumun hemen dibindeydik ve bu kadar hızlı sallanırsam düşerdim.
Başımı hızla arkama çevirip beni sallayan kişiye baktım.
Annemdi.
"Anne, ne yapıyorsun? Düşeceğim yapma!" dedim korkudan ağlamaya başlayarak ancak beni duymuyor gibiydi. Söylediklerime yalnızca gülümsedi ve daha da hızlı sallamaya başladı. "Anne yapma. Anne çok korkuyorum." dedim. Daha da hızlandı. Öyle bir kuvvetle itiyordu ki biraz önce salıncaktam kalkmak isteyen bedenim öne doğru savruluyordu. Abime baktım. Salıncaktan kalmak ve bana uzanmak için çabalıyor ancak kalkamıyordu. Salıncağının etrafında bir kafes vardı. Çıkması da başına bir şey gelmesi de imkansızdı.
Ama benim bir kafesim yoktu. Yalnızca yalvarışlarım, feryatlarım vardı onlar da beni korumaya yaramıyordu.
En nihayetinde kaçınılmaz gerçekleşti. Annem beni öyle bir kuvvetle itti ki bedenim uçurumdan aşağı yuvarlandı. Düştüm. Aldığım her darbeden acılar içinde kıvrandım.
Ölen belki bedenim değildi ama ruhumun çok ama çok büyük bir parçası, ölmüştü.
Kıyametten bir kasırga kopmuş ve bir ailenin felaketi olmuştu.
Sıçrayarak uyandığımda elim anında kalbimin üzerine gitti. Gördüğüm kabusun etkisiyle deli gibi atıyordu. Soluk soluğa yattığım koltukta doğrulup dizlerimi yukarı doğru çekerek başımı yasladım.
Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalışıyor kabusu düşünmek istemiyordum. Ama nasıl düşünmezdim? O kadar gerçekçiydi ki aklımı kaçıracaktım.
Gördüğüm kabusta annem beni uçurumdan düşürüyor ve gülümsüyordu.
Tıpkı beni düşmanın önüne atmayı düşünüp gülümsemeye devam ettiği gibi.
Ellerimi saçlarımın içinden geçirip ağrıdan zonklayan başımı tuttum. Saatlerce ağlamaktan ve dün gece buraya gelirken yağmur yediğimden başım çok kötü ağrıyordu. Aynı zamanda boğazım acıyor, gözlerim ağrıyordu.
Yaklaşan adım seslerini duyduğumda dikleştim. Sesler tam koltuğun önünde durduğunda başımı kaldırdım. Cihangir endişeli bakışlarla önümde dikilmiş bana bakıyordu. Gözleri hafif kızarmış gözaltları ise morarmıştı. Bir elinde su bardağı diğer elinin avuç içindeyse bir adet ilaç vardı. Elindekilere gözlerimi diktiğimde açıklama yapmaya girişti.
"Başın çatlıyordur ağrıdan. Ağrı kesici. Aç karnına da alınabiliyormuş ama bir şeyler yemek istersen sonra da içebilirsin."
En son hatırladığım kollarında hıçkırarak ağladığımdı. Öyle durdurulamaz derecede ağlamıştım ki sesini bile çıkarmamış yalnızca kollarında sımsıkı tutmuştu beni.
Sonrasında yorgun düşüp uyuyakalmış olmalıydım. Yaptığı teklifi başımı iki yana sallayarak reddederek önce avucunun içindeki ilaca uzanıp içtim. Tamamen dolu olan bardaktaki suyu bitirdim. Elimden bardağı alırken dertli bir nefes vererek bardağı mutfağa bırakmak için gitti.
Geri döndüğünde boş koltuğa oturmak yerine benim yattığım koltuğun hemen dibindeki büyük cam sehpaya yüzü bana dönük şekilde oturup ellerini dizlerinin üzerinde birleştirerek bakışlarını üstüme yerleştirdi. En çok o bakışlardan korkuyordum çünkü tek bir an dahi olsa bakışlarında acıma görürsem kendimi kaybederdim. Hiç kimsenin ama özellikle de Cihangir' in bana acıyarak bakmasını istemiyordum. Evet belki kahrolmuş bir haldeydim ama ayağa kalkmanın bir yolunu bulacaktım. Yine eskisi gibi olacaktım. Hatta artık eskisinden daha farklı olacaktım. Yeter ki bana öyle bakmaya cüret edemesinlerdi.
Ne olursa olsun diyerek bakışlarıyla karşılaşmak için gözlerimi kilitlediğim dizlerimden kaldırıp ona baktığımda gözlerinde çok fazla duygu gördüm. Ancak içlerinde acıma yoktu. Bana bakışında derin bir keder vardı. Sanki acıma ortak. Bana bakışında kederden hemen sonra mahcubiyet vardı. Bilmiyordu ki dün gece beni kahreden ailemin yanında o bana mahçup olacak son insan bile değildi.
Bakışlarındaki son duygu ise hasretti. Öyle ki bana bakışlarını tarif edecek olsam içli içli derdim. Böyle içi gidiyormuş gibi. Sanki can çekişen kalbimin acısını kendi kalbinde hissediyormuş gibi. Öyle kederli bakıyordu ki bir an karşımda yansımamın durup durmadığını merak etmiştim.
Kitaplarda anlattıkları gibi miydi gerçekten de? Birini sevdiğinde onun gülüşüyle mutlu olup acısıyla dert sahibi olabilir miydin? Ben Cihangir' den yana böylesi bir acı yansıması yaşamamıştım hiç ama o yaşıyor muydu o hâlde?
Eğer yaşıyor ise çok üzülürdüm. Dert sahibine bile dar gelirken bir başkasına ne yapmazdı ki?
"Eda." dedi Cihangir, karşısında ürkütmekten çekindiği bir ceylan varmış gibi dikkatle. "İyi misin?"
"Oradan bakıldığında nasıl görünüyorum?" diye cevap verdiğimde pürüzlü ve kısık çıkan sesimi duydum. Bir yandan boğazım da acımaya devam ediyor, yorgunluğumu katlıyordu.
"Yaralı." dedi tek kelimeyle.
"Çok." diyerek karşılık verdim sesim titreyerek.
Belki de hayatımda ilk kez haklılığını kabul ediyor ve onunla tartışmıyordum. Ancak o buna mutlu olmak yerine tam tersinin olmasını istermiş gibi üzgün duruyordu.
"Abin meraktan ölüyor geceden beri. En azından bir arasam da sesini duysa olmaz mı?" diye sordu dakikalar sonra.
"Ben konuşmak istemiyorum." dedim net bir şekilde. Sonradan kıyamadım ama abime. "Sen arayıp konuşabilirsin ama." Gördüğün enkazı ona anlatmakta serbestsin yani. Ya da fiziken de olsa iyi olduğumu söyleyebilirsin. Ben bunu yapmaya henüz hazır değildim. Abime kızgın değildim ancak gördüğüm kabusun etkisindeyken de onunla konuşmam sağlıklı değildi.
"Tamam." dedi Cihangir başını sallayarak. "Sen nasıl istersen."
"Sonra da git." dedim tüm kararlılığımla gözlerine bakarak. "Yalnız kalmak istiyorum."
"Her şeye tamam ama ona değil." dedi avuçlarını masanın yanlarına koyup öne doğru eğilerek. "Hiçbir yere gitmiyorum."
Sonra aniden aradaki az bir mesafeyi de kapatıp yüzünü yüzüme yaklaştırdı ancak amacı bana yakınlaşmaktan çok bundan sonra söyleyeceklerini vurgulamak için gibiydi. "Bir daha asla yalnız kalmayacaksın."
Tam o an içimde bir yerin canlandığını hissettim. Yalnızca minik bir kıpırtıydı. Varlığını belli eder etmez kaybolmuştu.
"Buna sen karar veremezsin."
"Verdim bile."
"Cihangir benim asabımı bozma, zaten canım burnumda bir de seninle uğraşamayacağım."
Sinirli bir şekilde güldü. "Ben senin o canını burnuna getiren şerefsizlerden soracağım bunun hesabını."
Bir hışımla ayağa kalktığımda artık kendimi tutma namına hiçbir kontrolüm yoktu kendi üzerimde. Cihangir' in karşısına dikildiğimde alttan alttan bana baktı oturduğu yerden. "Yaparsın tabii. Malum işini gücünü bırakıp mafyacılığa başlamışsın. Bunu da yaparsın sen ne olacak ki?"
Benim aksime ağır ağır doğruldu sehpanın üzerinden ve karşıma dikildi. Üstten ona bakan ifadem anında kafamı geri yatırmama döndü. Sehpayla koltuğun arasındaki azıcık mesafe yüzünden şimdi dip dibeydik. "Mafyacılık falan oynadığım yok benim. Herkesle hak ettiği dilden konuşuyorum yalnızca o kadar."
"O pisliğe ne olduğu umrumda bile değil ancak şeytanla savaşmak için ellerini kirlettiğinde ondan bir farkın kalmadığını unutmamak gerek." dedim işaret parmağımla göğsüne vurarak.
"Konu sen, yani sınırlarım olduğunda hiçbir şeyi gözüm görmez." dedi sert ses tonuna rağmen parmağımı nazikçe tutup dokunuşlarını avcuma ilerleterek. Elimi kalbine koydu. "Sınırımı geçtiler ve bunun bedelini ödeyecekler. "
Alayla güldüm. Dün yaşadıklarımdan sonra aldığım ilk karar, hiç kimseye karşı geri adım atmamaktı. Zamanında atmıştım ve bunun sonuçlarıyla da tam olarak dün akşam yüzleşmiştim. Bir daha asla aynı hatayı yapmayacaktım. Kendi kendimin dağı olacak bir başkasının daha hayatımı avcunun içine almasına müsaade etmeyecektim.
"Senin sınırın benim yani öyle mi?"
"Öyle." dedi anında.
"Sınırlarına bu denli geç sahip çıkman ne kadar acı." dedim dikenlerimi çıkararak. Alışsa iyi olurdu çünkü bundan böyle yalnızca onlarla muhatap olacaktı herkes.
"Ne saçmalıyorsun sen?" dedi ses tonuna yerleşen bir sertlikle. Aynı zamanda boğazında atan damarla da karşı karşıyaydım. Bir an dikkatim dağıldığında elini koluma koyarak gözlerimizi buluşturdu. "Açıkla."
"Açıklayayım." dedim yutkunarak. Hazır tüm hayatım altüst olmuşken mazinin tozlu hesabını da görüp acıma yoldaş ederdim. "Madem sınırların konusunda bu kadar netsin Cihangir, bundan yedi yıl önce bir başkasının elini tutarken o üstüne bastıra bastıra söylediğin sınırlar neredeydi?"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.49k Okunma |
236 Oy |
0 Takip |
15 Bölümlü Kitap |