7. Bölüm

6. Bölüm| Dümeni Kırık Gemi

E. B 🍯
authbal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mahallemize hoş geldiniz.

 

🎶

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Affet /Müslüm Gürses

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sana Güvenmiyorum/ Dedublüman- Aleyna Tilki

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur/ Sancak

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mayın Tarlası/ Şebnem Ferah

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam/ Gülşen

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Pray For Me/ The Weekend

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Wildflower/ Billie Eilish

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Heartless/ The Weekend

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer/ Yüksek Sadakat

 

6. Bölüm| Dümeni Kırık Gemi

Bir genç kızın kalbine sahip olduğum zamanlardan beri en çok duygularını gizleyebilen insanları kıskanırdım. Ne hissettiğini en çok merak ettiğiniz anlarda asla anlayamadığınız, kontrolü daima avuçlarının arasında sarsılmaz bir iradeyle tutabilen o insanları.

 

Kıskanır ve onlardan biri olabilmeyi dilerdim. Çünkü bana göre hayattaki en güçlü insanlar, onlardı. Herkes yıkılmalarını beklerken her zamankinden daha dik omuzlarla önümüzden yürüyüp geçenlerdi.

 

Lise son sınıfta sabah acele adımlarla derse yetişmeye çalışırken sınıfımızın önünde bir kalabalık görmüştüm. Bizim sınıfta çok yakın olmadığım bir kız yan sınıftaki popüler bir çocukla uzun bir zamandır sevgiliydi ve o gece ilişkilerini bitirmişlerdi. Tam o kalabalığın arkasında durduğumda gördüğüm manzara tam da bu yüzden hayret edilesiydi. O popüler çocuğun kolunun altında yeni sevgilisi olduğu anlaşılan bir kız vardı ve tüm o işgüzar grup eski sevgilisi olan sınıf arkadaşımızın sınıfa gelip bu manzarayı görmesini bekliyordu. Nasıl yıkılacağını gözleriyle görebilmek için bir hepsi oradaydı. Halbuki sınıf arkadaşımız olan o kız değil miydi? Neden o zibidinin ego gösterisine seyirci oluyorlardı ki?

 

Kalabalığın arasından güç bela sıyrılıp sınıfa girmiş, her zamanki yerime oturmuştum. Orta tarafın ikinci sırasına. Her ne kadar o saçma gösteriyo izlemek istemesem de dışarıyı en net gören sıra benim oturduğum sıraydı ve kalbim biraz sonra geleceği düşünülen kız için kan ağlıyordu. Çünkü kalp kırıklığının ne olduğunu o sıralar en taze, en acı ben biliyordum.

 

Nitekim o karaktersiz güruhun çok beklemesine gerek kalmadan sınıf arkadaşımız holde göründü. Kalabalık iki tarafa doğru açılarak onun o hain tabloyu görmesini beklediler. Vereceği tepkinin büyüklüğü konusunda oldukça heyecanlıydılar.

 

Herkesin bakışları onun üzerindeydi. Ve şaşırtıcıydı ki her zamanki gibi görünüyordu. Yüzünde tek bir uykusuzluk emaresi dahi yoktu. Cildinde imzası olan kusursuz bir makyajı vardı. Dün gece ilişkisi bitmiş bir kıza hiç mi hiç benzemiyor kendinden hep olduğu gibi emin adımlarla sınıfa doğru ilerliyordu. Sonra kafasını çevirdi ve tam karşısında kalan manzarayı gördü. Daha dün eski sıfatı kazanan sevgilisini ve yeni kız arkadaşını. Herkes nefesini tutmuş onlara malzeme çıkaracak bir olaya imza atmasını beklerken o, yüzünde mimik dahi oynamadan karşısındaki ikiliye bakmış ve aheste aheste adeta salınarak sınıfa girmişti. O kadar kendinden emin ve umursamazdı ki gözlerime inanamamıştım. Ya gerçekten umursamıyordu , ki bunun doğru olmadığını kendimden biliyordum, ya da çok iyi bir oyuncuydu.

 

İkincisinin doğru olduğunu kendi ağzından duymuştum bir zaman sonra. Çünkü kendi yakın arkadaşlarının dahi o kalabalığın içinde olduğunu gördüğünde her zaman onlarla oturduğu arka sıradaki yerinin aksine boş olan benim yanıma oturmayı tercih etmişti. Yalnız oturmayı tercih etmeme rağmen o gün öyle bir saygımı kazanmıştı ki yanımda oturması hakkında tek kelime etmemiştim.

 

Çünkü o, o andan sonra hayatta en çok kıskandığım insandı.

 

Bana o kabuğu nasıl kuracağımı öğrettiği düşünülürse, sevdiğim de bir insandı.

 

Şimdi aradan seneler geçmiş, hayatıma daha büyük acılar da sığdırmıştım ve o kabuk olmasa daha mı çok acı çekerdim diye düşünmeden edemiyordum.

 

Koridordaki son koliyi de alarak güç bela mutfağa, ada tezgahın üzerine bıraktım. Günlerdir koli açıp eşya yerleştirmekten, durmadan temizlik yapmaktan iflahım kurumuştu. Yeni bir eve taşınmak düşündüğüm kadar kolay değildi ve buna çok üzülmüştüm. Ya da kimseden yardım almadan tüm bunları yapmaya çalıştığım için böylesine zor gelmiş de olabilirdi. Abim birkaç kez gelip eşyaların kurulumuna yardım etmişti. Öbür türlü kapımda yatacağına emin olduğum için itiraz etmemiş ve yardımını kabul etmiştim. Zira benim ona bakmadığım her saniye içi giderek bana bakması aramıza istemeden de olsa koymuş olduğum mesafeye ne denli kırgın olduğunu gösteriyordu. Birkaç defa da artık aynı evde yaşamadığımız için evin hiç eskisi gibi olmadığını söylemişti ancak ben bir cevap vermemiştim.

 

Bir kez buz tuttu mu içim kor alevlere de atsan çözülmüyordu.

 

Suçlu suçsuz herkesi istemeden de olsa aynı kefeye koyuyordu.

 

Abim satın aldığım mobilyaları ustalıkla kurmuş ve istediğim yerlere yerleştirmeme de yardım etmişti. Salonum ve yatak odam tamamen kurulmuş durumdaydı. Gardrobumun yalnızca bir kısmını yerleştirebilmiş, geriye kalan giysilerim valizlerin içinde öylece duruyordu ancak öncelik sıram henüz onlarda değildi. Mutfak için dün ancak vakit bulabilip toplu bir ihtiyaç alışverişi yapmıştım. Beyaz eşyalar kurulalı beş gün olmuştu fakat daha yeni vakit bulabilmiştim. Hastane ve nöbetler derken her yere koşturmaya aynı zamanda da yetişmeye çalışmaktan canım çıkmıştı şu son beş günde.

 

Ama bir yandan bu yoğun tempoya minnettardım hâlâ. Aksi takdirde çok düşünmekten ölen ilk insan olacaktım.

 

Çoğunluğu mutfağa ait aldığım bir ton şeyi temzileyip yerleştirmek neredeyse tüm günümü almıştı. Son bir koliyi yerleştirmek için kendimi ve uzuvlarımı zorluyordum adeta. Düzen hastası biri olarak madem o kadar yoruldum o halde tamamen bitirip öyle çıkmalıydım bu mutfaktan. Bir yanım yere çöküp yoruldum ve bıktım diye hüngür kıyamet ağlamak istiyor bir yanım da bezle kuruladığım eşyaları yerleştirmeye devam ediyordu.

 

Fiziksel ve psikolojik olarak çöküşüme çok az kaldığının sinyallerini alıyor ve itinayla umursamamaya devam ediyordum.

 

Yalnızca bir dakika boyunca gözlerimi kapattım ve yaptığım işi bıraktım. Derin nefesler alıp vermeye sanki her verdiğim nefeste bir derdimden kurtuluyormuşum gibi hayal ettim. Geçecekti. Geçmek zorundaydı. Yaşayabilmem için.

 

Gözlerimi açıp işimi yapmaya devam ettim. Yirmi dakika sonra koli boşalmış, yerleştimre işini nihayet bitirebilmiştim. Lavabonun içinde duran kirli bardakları gördüğümde dayanamadım ve çıkmadan önce onları da halletmeye karar verdim. Bugün bir nevi evimde ilk misafirimi ağırlamıştım. Birkaç gün evvel hastanede yeni işe başlayan ve bu semtten ev bulmasına yardımcı olduğum Şevval, beni aramış ve teşekkür etmişti. Benim de tam olarak o anda kendi evime yerleştiğimi söylediğimde ise tüm itirazlarıma rağmen evin konumunu istemiş ve bana yardıma geleceğini söylemişti. Bir yerden sonra itiraz etmek kabalık olduğundan mecburen evin konumunu atmıştım. Yarım saat geçmeden kapımı çalmış saatlerce bana yardımcı olmuştu. Tatlı ve iyi bir kıza benziyordu. Sohbeti de oldukça hoştu. Birlikte temizlik yaparken hiç gerilmemiş aksine sohbeti ve sıcakkanlılığı sayesinde oldukça keyifli vakit geçirmiştik.

 

Bir saat önce hava artık karardığında onu zor bela oturtmuş ve ikimize birer fincan kahve yapmıştım. Terasta oturup içmiştik ve her defasında manzarama aşık olduğunu söyleyip durmuştu. Ve oldukça haklıydı da. Akşam saatlerinde gökyüzünde beliren o harikulade tonlar, aşık olunmayacak gibi değildi. Bir renk cümbüşü ancak bu kadar uyumlu görünebilirdi. Terasıma aldığım yazlık oturma takımı ve sallanan sandalyeler anlaşılan beni bu manzaraya daha da bağımlı yapacaklardı.

 

Kahvelerimiz bittiğinde Şevval de müsaade istemiş ve gitmişti. Kendim haricinde biriyle vakit geçirmek iyi gelmişti. Özellikle de hayatımda ne olup bittiği hakkında herhangi bir fikri olmayan biriyle.

 

Bardakları ve çıkan bir iki ufak tefek bulaşığı makineye yerleştirdim. Ellerimi mutfağıma aldığım özel sabunla güzelce yıkayıp kuruladım. Eserime bakarken yüzümde yorgun bir gülümseme oluştu. Bana göre evin kalbi mutfaktı. Bu yüzdendi belki de pes etmeyip inatla tamamen bitmesini istemek. En ince detayına kadar o kadar özenmiştim ki tam da istediğim gibi olması için kesinlikle değmişti.

 

Havluyu yerine geri taktım. Ada tezgâhın üzerindeki boş koliyi alarak ışığı kapatarak mutfaktan çıktım. Koridorda duran diğer boş kolileri üst üste koyarak kapıyı açmaya uzandım. Sabah işe giderken garaja bırakırdım. Sabaha kadar kapının dışında durabilirlerdi. Kapıyı açtığımda yerde, tam benim kapımın önünde duran kırmızı bir kurdele bağlanmış bir kutu duruyordu. Kaşlarım çatıldı çünkü kimseden beklediğim bir şey yoktu. Bu kutu da nereden çıkmıştı ki? Kolileri kapının yanına bırakıp orta boy kutuya uzandım. Kutuyu kaldırdığımda hiçbir ağırlığı yoktu, oldukça hafifti. Sağıma ve soluma bakındım ama tahmin ettiğim üzere hiç kimse yoktu. Kutu buraya bırakalı bir müddet olmuş gibi hissediyordum çünkü yaklaşık bir saat önce Şevgal'i uğurladığımda burada yoktu.

 

Kucağımda kutuyla birlikte içeri girdim ve kapıyı kapatıp alttan ve üstten kilitledim. Kilitleri tapuyu alır almaz değiştirmiş aynı zamanda en kalitelisinden de bir alarm sistemi kurdurmuştum eve. Sesli ve görüntülü diyafon zaten mevcuttu ve taktırmama gerek kalmamıştı.

 

Işıkları açık olan salonuma gidip kutuyu L koltuğun önündeki orta boy sehpanın üzerine bıraktım. Sehpanın önünde dizlerimin üstüne oturup kırmızı kurdeleyi sakince çözdüm. Bir kenara bırakıp kutuyu açtım. Kutunun içinden çıkan şeyi gördüğümde bir bilinmezlikle kafam karıştı.

 

Çünkü kimin bana neden bir satranç takımı gönderdiğini asla anlayamıyordum.

 

Üstelik kutunun içinde yalnızca kare bir kutunun içindeki satranç takımı vardı. Ne bir not ne de başka hiçbir şey yoktu. Aklıma bir tek Cihangir geliyordu ancak onun da bana böyle bir hediye göndereceğini zannetmiyordum. Biri bana neden satranç takımı göndersindi ki? Olayın saçmalığı ortadaydı. Yine de belki içinde bir not olabilir düşüncesiyle kare kutunun ambalajını açıp içindekileri sehpanın üzerine döktüm. Bir adet ahşaptan satranç tahtası ve iki şeffaf paket çıktı içinden. Şeffat paketlerde satranç taşları bulunuyordu ancak normalin aksine iki renkten oluşmuyorlardı. Bir tarafın renkleri siyah bir tarafınki beyazken, beyaz olan taraftaki piyonlar koyu kırmızı renkteydi.

 

Böyle saçma dizayn mı olurdu? Satranç dediğin iki farklı renkten oluşurdu yalnızca.

 

Büyük ihtimalle yanlış adrese gelmiş olmalıydı. En mantıklı karar bu gibi duruyordu. Kapıları falan karıştırmış olmalıydılar. Bu yüzden her şeyi eski yerine yerleştirip kutuya koydum ve kırmızı kurdelesini de aynı şekilde bağladım. Yarın bir gün komşulardan biri kayıp bir paket sormaya geldiğinde bu kutu her kime aitse ona iade eder kurtulurdum.

 

Kutuyu kiler olarak kullandığım küçük odaya götürüp bir kenara koydum. Salona geri dönüp yemek siparişi vermek üzere telefonumu aramaya başladım. Bu yorgunluğun üzerine daha az önce temiz ve düzenli bıraktığım mutfağa girmeyi hiç istemiyordum. Koltuktaki yastıkların arasına sıkışmış telefonumu gördüğümde almak için uzanıyordum ki kulaklarıma dolan yüksek sesli bir müzik beni afallattı.

 

Beynimde bazı anları tetiklediği kesindi.

 

Gecenin bir yarısı evimin önünden geçen ve içinden bir ağır misali yayılan şarkıları mesela.

 

Kalbim gümbür gümbür atarken bir tesadüf olabileceğini kendime hatırlatıp duruyordum ancak sıradan bir tesadüf olsa, böyle atmazdı kalbim.

 

O aşina olduğum his, kol gezmezdi damarlarımda.

 

Şimdi tam olarak salonumun olduğu camın önünden geçiyordu o araba. Çok net bir şekilde duyabiliyordum şarkıyı.

 

Affet, diyordu Müslüm'ün sesinden.

 

Elim kalbimde öylece kalakaldım camın önünde. Sanki an, beni içine hapsetmiş gibi.

 

Eğer seni kırdıysam ,

Darıl bana

Ama bir gün beni ararsan

Bak ruhuna

 

Ruhumda senden hatıra acın var ama.

 

Birden gecem tutarsa

Güneşi çevir bana

Sevgilim bağışla

Biraz zor olsa da

 

Keşke, ah keşke biraz zor olsa.

 

Affet beni akşamüstü

Gölgem uzarken

Öğleden sonra affet

Ne zaman istersen

 

Affet beni gece vakti

Ay doğmuş süzülürken

Sabaha kalmadan affet

Tam ayrılık derken

 

Eğer affedebilsem Cihangir, önce kendimden başlardım.

Sonra sıra sana gelebilirdi, belki.

 

Çünkü sen çölüme yağmur oldun

Sen geceme gündüz oldun

Sen canıma yoldaş oldun

Sen kışıma yorgan oldun

 

Ama sen bana eskiden gülistan gelirdin, artık çorak topraklarımın efendisisin .

 

Benim lanetin unutmamak.

Ve sen de o lanetin en büyük kurbanısın Cihangir.

 

Şarkı mahalleyle beraber benim kalbimde de yankılanırken sesi yavaş yavaş uzaklaşıyordu evden. Az önce almaya niyetlendiğim ama dikkatim dağıldığı için alamadığım telefonumu alıp salondan çıktım. Az buçuk olan iştahım kaçmış yerini derin bir uyku ihtiyacına bırakmıştı. Salonun ışığını kapatıp ilgili yere gerekli mesajı vermiş olduğumu düşünüyordum. Yatak odama girip üzerimi değiştirdim. Aslında tüm günün yorgunluğunu atmak için banyo yapmaya ihtiyacım vardı ancak enerjim hiç yoktu. Her şey gibi onu da ertleyip kendimi yatağa bıraktım.

 

Madem ki sadece uyuduğumda unutabiliyordum, ben de o kısa süreli huzura razıydım. Uyuyacak ve çok kısa bir süreliğine de olsa unutacaktım.

 

Aklım affet diye bağırırken şarkıyı bilmem kaçıncı kez tekrara söylüyordu.

Kalbim ise uzun bir süre önce kaskatı kesilerek kontrole aldığı dümeni kırık geminin, batmadan yol almaya devam ettiğinden emin olmaya çalışıyordu.

 

🥀

 

Ayaklarımın geri geri gitmediği bir iş çıkışı akşamını en son ne zaman yaşamıştım, bilmiyordum. Yaklaşık iki sene önce mesleğime ilk başladığım zamanlardı belki. Staj dışında hastane ortamına alışık olmadığınızda o yaşantı hayalmiş gibi geliyordu. Sonrasında ise hayal olmadığını tüm çıplaklığıyla anlayabiliyordunuz.

 

Çok isteyip de sahip olamadığım huzurun bana sunulan kozanın dışında olduğunu düşünmüştüm hep. En büyük arzum o kozayı yırtarak dışarı çıkmaktı bu yüzden. Kendi hayatımı kurduğumda ailemin ördüğü kozadan kurtulduğumda o huzura nihayet sahip olacağıma inanmıştım. Ancak gerçekler yine bir tokat misali yüzüme çarpmıştı.

 

Huzur benim için hiçbir zaman kapıyı çarpıp çıkmak olmayacaktı, olamazdı.

 

Kalbin sana yüzünü dönmesiydi, huzur.

 

Sofraya koyduğun bir tabak yemek, onu hazırlarken verdiğin onca emek ancak o zaman değer bulabiliyordu.

 

Gönül kırgınlıklarını kapının dışında bırakman gerekmeyen bir yuvan olduğunda, acını ve kederini de tıpkı mutluluğun gibi doya doya yaşayabildiğinde gerçek huzur sana kollarını açıyordu.

 

Onu kazanabilmek için çok şey kaybetmiştim ve göz göre göre değerdi diyemiyordum. Huzur istemiştim, nihayet içime dolduğunda ise yeni bir kaybın acısı üzerine gölge düşürmüştü.

 

Anne. 

 

Bir evladın hem yurdu hem kurdu derler.

 

En büyük kavgalarımızın sabahında bile nefret hissi doğmamıştı kalbimde. Aile olmanın doğasıydı bu, bazen köklerimizi sular bazen ise kuruturduk susuzluktan.

 

Ama şimdi kalbimdeki acı, susuz kalmış bir bağdan halliceydi. Belki de ömürlük bir susuzluğa bakiydi.

 

Yemeğimden son kaşığı da alıp oturduğum ada tezgahın sandalyesinden kalktım. Kocaman bir yemek masam vardı ancak evimde yaşamaya başladığım günlerden beri bir kere bile oturup yemek yememiştim orada. Tek tabanca olmak, kendi hayatımı kurmuş olmak beklediğim gibi gerçekleşmediğinden içimden gelmiyordu o masayı kullanmak.

 

Tabağımı ve yemek yaparken çıkardığım bulaşıkları lavaboya yığdım. Bugün de kendimi tüketene kadar çalışmış düşüncelerimde boğulmamak için her şeyi yapmıştım. Mutfaktaki işlerimi de halledip bir an önce yatağıma geçmek istiyordum. Belki öncesinde sıcak bir duş da alabilirdim. Bir mum yakıp elime de bir kitap alarak huzur bulmak istiyordum. O kadar uzun zamandır kitap bile okumuyor, kendime vakit ayırmıyordum ki bunu ancak mutsuzluğumun içinde boğulmaya başladığımda fark edebilmiştim. En büyük yanlışı kendime ben yapıyordum ve fark edememiştim.

 

Bulaşıkları güzelce temizleyip makineye yerleştirdim. Makineyi çalıştırıp lavaboyu ovarken ne zamanki hızlanıp kendimi kaybettiğimi idrak ettim, o zaman derin bir nefes vererek durdum. Atlatacaksın ama kendine hakim olarak Eda. Bebek adımları kızım.

 

Zaten tertemiz olan mutfağı tekrar temizlemeye başlayıp kendimi kaybetmeden önce durmayı başardım. Elimi mutfaktaki sabunumla yıkayıp havluya kurulayarak mutfaktan çıkıyordum ki sessiz evimin içinde zil sesi yankılandı. Kimseyi beklemediğim için bir an kaşlarım çatılmıştı ama sonradan bugün gündüz konuştuğumuzda vakit bulabilirse uğrayacağını söyleyen Yeşim aklıma geldi. Yüksek ihtimalle o gelmiş olmalıydı. Gelip de karalar bağlamış yüreğime su serpse ne güzel olurdu.

 

Elimdeki havluyu hızlıca tezgaha bırakıp içim kıpır kıpır bir şekilde kapıya doğru ilerledim. Yeşim'in geldiğini düşünerek delikten bakma gereği duymadım, daha doğrusu aklıma dahi gelmedi delikten bakmak. Kapıyı açtım heyecanla.

 

Eğer baksaydım, baksaydım böyle olmazdı belki.

 

Kalbim hassas bir terazinin üzerindeydi ve ben onun sahibi olarak hiç akıllanmıyordum.

 

Onu daha iyi korumam gerekirken tam aksini yapıyordum.

 

Celladıma kapıyı açıyordum.

 

Annem, karşımda duruyordu.

 

Benim omuzlarım çökerken onun karşısında, onunkiler dimdik duruyordu. Gerçi o her zaman öyle bir kadın olmuştu. En kötü gecenin sabahında bile sanki her şey yolundaymış gibi davranırdı. Her zaman güçlü görünmek, kusursuz bir kontrole sahip olmak ister ve öyle davranırdı. Ne olursa olsun o dizginleri elinden bırakmaz karşı çıkacak olanları da el birliğiyle engellerdi. Övünerek anlattığı aile huzurunu bu şekilde sağlardı o. O huzurlu olsun diye biz hep kendi huzurumuzdan feragat etmiştik. Değmemişti. Hem de hiç.

 

"Böyle kapı köşelerinde mi bırakacaksın anneni?"

 

Evet çünkü huzur bulduğum tek yeri de ele geçir istemiyorum.

 

Öyle bir tavrı vardı ki, sanki hatalı taraf ben mişim de lütfedip ayaklarıma kadar gelmiş, büyüklük bende kalsın demiş gibi davranıyordu. Öyle içime oturdu ki kapandı sandığım yerler dâhi sızladı. Anlaşılmak için kendimi yırtmıştım ama hiçbir işe yaramamış mıydı yani onun gözünde?

 

"Konuşmak istemiyorum. O yüzden ne söyleyeceksen hemen söyle ve git lütfen." dedim yutkunarak.

 

"Bunca yıllık annene böyle mi davranacaksın gerçekten Eda?"

 

Tam da düşündüğüm gibiydi.

 

Karşımda annem değil kendini hatasız kul ilan etmiş Ünzile Soylu duruyordu.

 

Boş bir duvar vardı karşımda, biliyordum. Seneler önce kabullenmiştim bu gerçeği. Kendi doğruları daima bizim hislerimizin üzerindeydi onun kitabına göre.

 

"Bunca yıllık annem bana neler yaptı bir bilsen?" dedim acıyla gülümseyerek.

 

Ağzımdan çıkan laflarla irkildi. Kendini toplamak için gözlerini kapattı bir süre. Bir umut aklının başına gelmesini umdum ancak gözlerini açtığında aynı haksız direnç harelerine yer edinmişti hâlâ.

 

"Böyle olacağını bilseydim yapar mıydım hiç kızım?" dedi elinde tuttuğu çantasının sapını sımsıkı kavrayarak. "O soysuz hapisten çıktığından beri gecem gündüzüm abinle babandan gelecek bir telefonu beklemekle geçiyor benim. Korku bir an gözümü kararttı yanlış bir yola sürükledi beni ama evladımın canını bile isteye asla yakmam ben. Bana bunu yakıştırma Allah aşkına Eda."

 

"Biliyor musun, bu işte en günahsız bendim ama en çok benim canım yandı anne. Ve bunu yapan sensin bana. Bile isteye yapmış ol ya da olma fark etmez ki. Sen o pislik herifin kim olduğunu biliyordun tamam mı? Sen geçmişi biliyordun. Bak konu bu kadar basit. Sen biliyordun hepsini ve tam bu noktada istemeyerek yapmış olman söz konusu dahi değil."

 

Hep benim gaddar olduğumu söylerlerdi. Ya da acımasız. Karısına hayatı zindan etmiş bir adam elem hastalığa yakalandığında hiç üzülmez iyi olmuş derdim. Yatalak bir hasta son nefesini verdiğinde üzülmez, kurtulmuş derdim. Karakterinden hiç hoşlanmadığım birinin başına gelen kötü şeylerde acıma duygum hiç devreye girmez beni ilgilendirmiyor derdim ve gaddar olan, acımasız yaftası vurulan ben olurdum.

 

Halbuki bendeki gaddarlık değil, adaletle işleyen vicdandı. Fıtrattı.

 

Şimdi karşımda duran kadına baktığımda onu, onu görmemi istediği yerden görmem bu yüzden mümkün değildi. Kocası ve oğlu için çok korkan bir anne olması yaptığı şeyin telafisi olamazdı benim gözümde. Çünkü bir evladı için korkarken diğerini feda etmeyi göze aldığında benim için bitmişti her şey.

 

"Hep zor olmak zorundasın değil mi?" dedi boştaki elini alnına bastırarak. Zor olanın ben olduğumu mu zannediyordu? " Tüm çocukluğun, gençliğin bana asilik yapmakla geçti. Her dediğime karşı çıkıp tam zıddını yaptın. Bir dediğinden şaşmadın. Her şeyi zora koşmaktan hiç çekinmedin. Şimdi de ailemizi dağıtıyorsun aynı inat yüzünden."

 

Ailemizi ben mi dağıtmıştım?

 

Yoksa yaptığım yalnızca, çatısı çökmüş bir evden kaçıp kendimi kurtarmak mıydı?

 

"Sana çok şaşıracağın bir şey söyleyeyim mi Ünzile Hanım?" dedim ona doğru iki adım atarak. Damarlarımda harlanan ateş, göğüs kafesimde bir girdap oluşturup yakıyordu beni. "Ailemizi ben dağıtmadım ve bunu hepimizi biliyoruz."

 

"Sen kendini kandırıyorsun ama hiçbirimizi sana kanmıyoruz."

 

Herhalde bir silah alıp anneme doğrultsam ancak bu etkiyi bırakırdım onda. Ne elimde bir silah vardı ne de o silahtan çıkmış bir kurşun. Ancak annem vurulmuştu.

 

Çünkü annem her ne kadar kendine itiraf edemese de biliyordu.

Kalbi gerçeği, aklına fısıldıyordu.

 

"Ben bu aile dağılmasın diye zamanında o kapıyı çarpıp çıkmadım Ünzile Hanım. " Anne değil. Artık değil. "Sen Eda bu evden evlenmeden gidemez diye kendini yırttığında ben o aile dağılmasın diye hayallerimden vazgeçtim. Ne için peki? Sen seneler sonra karşıma geç kendi yediğin halttan hiç utanmadan kendi suçunu benim üzerime yıkmaya çalış diye mi?"

 

Dolan gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu. Beni doğurup büyüten kadındı o. Eğer aramızdaki ilişkiyi mahvetmeseydi nasıl olurdu diye düşünürdüm hep. Artık celladım olmasaydı keşke, diye düşünecektim ve bu canımı öncekinden daha çok yakıyordu.

 

"Bir ömür boyu anneni affetmeyip kin mi besleyeceksin yani? Anneni, aileni yok mu sayacaksın bundan sonra?" dedi öfkeyle. Gözlerine baktığınızda içi kan ağlıyor derdiniz ama sesinden öfke sıçrıyordu. "El alem konuşmaya başladı bile arkamızdan. Eda evi terk etmiş, silmiş ailesini diyorlar. Yedi kat el gibi aynı mahallede başka bir evde yaşıyor diyorlar. Neydiler ne oldular, nice zenginliklere yükselip dağılmadılar da şimdi ne oldu diye ağız arıyorlar. Reva mı bu bize?"

 

Size reva değil de bana reva mıydı peki?

 

Acımasız ve gaddar olan ben miydim yani?

 

Bir bana mı acıması yoktu bu kadının?

 

"Hep senin istediğin olmalı değil mi?" dedim nafile olduğunu bildiğim ama yine de denediğim bir çabayla. "Senin düzenin bozulmadığı, istediğin olduğu müddetçe dünya yansın kimin umrunda değil mi Ünzile Hanım?"

 

Ona adıyla hitap ettiğimde, o kutsal kelimeyi kullanmadığımda irkilerek dudaklarını birbirine bastırdı. Ama zerre umrumda değildi. Canım burnumdaydı günlerdir. Ya bu öfke beni bitirecekti ya da ben onu. Seni anlaması için kendini paraladığın biri, yalnızca anlaşılmak istendiğin bir hayatı senden esirgediğinde kötülüğün sadece somut bir şey olmadığını öğreniyordun. Bana bunu öğreten ne yazık ki karşımdaki kadındı.

 

"O evde hepimiz sen nasıl yaşamamızı istiyorsan öyle yaşıyorduk. Kendi hayatımız kendi kararlarımış yokmuş gibi. Sen nerede yaşamamızı istiyorsan orada yaşıyoruz. Ne yapmamızı söylersen onu yapıyoruz. Kahrolası bir robot gibi. Kendi hayallerimiz, fikirlerimiz seninkilerle karşılaştığında bir hiçten ibaretmiş gibi sanki. Bencil menfaatlerin üzerine hepimizi hiçe saydığın bir düzen kurdun ve kendin hariç herkesi mutsuzluğa mahkum ederken kendin huzurla yaşıyorsun o evde anladın mı beni?"

 

Sesim koridorda yankılanana dek bağırdığımı fark etmemiştim. Benim katımda yaşayan yalnızca bir kişi vardı, koridorun sonunda benim sağ çarprazımda kalan dairede oturuyordu ve kendisi meslektaşım sayılırdı. Bir poliklinikte doktorluk yapıyordu ve onu dünden beri görmediğimi varsayarsak nöbette falan olmalıydı.

 

Çok şükür ki nöbetteydi de aile rezilliğimize şahit olmuyordu.

 

"Annemden nefret mi ediyorsun yani?" dedi gözyaşları hızla akmaya başlarken. Bir eli kalbine gitmişti aniden. Bir soru sormuştu ama alacağı cevaptan deli gibi korkuyor, eli kalbinde bekliyordu.

 

"Senden nefret etmiyorum." dedim gerçeği söyleyerek. "Senin yüzünden kendimden nefret ediyorum ve seni en çok bu yüzden affetmeyeceğim."

 

"Sırf sen öyle istiyorsun diye hayallerimden vazgeçmemeliydim. Kendimi mutsuz bir hayata hapsettim ve bu yüzden kendimi sevmemeye başladım çünkü kendini sevmek hayatı sevmekten geçiyor."

 

Her bir kelimeyle birlikte prangalarım art arda kopmaya başlıyordu.

Hem canımı acıtıyor hem de eksilen inancımı körüklüyordu. Bu saatten sonra tek savaşım kendimleydi benim. Kapatmam gereken bütün hesapları kapatıp tüm yükleri atacaktım omzumdan.

 

Son zamanlarda fark ettiğim acı bir gerçek vardı. Bu dünyada vaktimizin kısıtlı olduğu. Ve ben o kısıtlı vakti mutsuz bir hayatla doldurmuştum. Harcamıştım kendimi.

 

Bundan sonrasında ne kadar vaktim olduğunu elbette bilmiyordum ancak bundan sonrasını yaşamaya değer, kıymetli bir hayat olarak anmak için her şeyi yapacaktım.

 

"Beni, kızını düşmanın önüne öylece attın ve bunu bana ölüm bile unutturamaz." dedim, ağzımda acı bir tat bıraktı bu cümle. "Böylesi bir kötülüğü ancak düşman düşmana yapar. Sen benim düşmanım oldun."

 

Koskoca kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı karşımda. Birkaç hafta önce olduğu gibi yine sızlamadı içim. Gaddar Eda.

 

Hayır, kalbini sakınan Eda.

 

"Şimdi gidip herkese ayaklarına kadar gittim ama yine o lanet gelesice inadı tuttu diyebilirsin. Yaptığın ya da söylediğin hiçbir şey canımı daha fazla yakamaz artık. Ama ben bu saatten sonra yokum. En azından senin için."

 

Kelimeler bir silahtı ve ben tek kurşunla iki kişiye birden isabet ettirmiştim. Benim canım belki de ondan daha fazla yanıyordu.

 

Annem başını iki yana sallayarak gözyaşlarını sildi ve tek kelime etmeden gitti.

 

Yalnızca evimden mi yoksa hayatımdan da mı, bilmiyordum.

 

Kapıyı kapattım. Derin derin aldığım nefesler ciğerlerime ulaşamıyordu sanki. Bir elimi kapıya yaslayıp başımı da elimin üzerine koydum. Göz pınarlarım dolmuştu ve taşmak için çabalıyordu.

 

Ama ağlamak istemiyordum.

O kadar çok ağlamıştım ki beş yıllık ağlama hakkımı doldurmuştum bence.

 

Ama ağlamak istemememin daha önemli bir sebebi vardı.

Ben artık her yıkıldığında, her üzüldüğünde ağlayan biri olmak istemiyordum.

 

Kendisi için savaşmak yerine savaşamadıklarına ağlayan biri olmuştum bu güne dek.

Fakat artık bağıran biri olmak istiyordum. Avazı çıktığı kadar bağırıp hesap soran biri.

 

Kendisine karşı işlenen hiçbir suç karşısında susmayan biri.

 

Hesap soran ve ceza kesen biri.

 

Ağlamamak için verdiğim direnç vücudumu kaskatı kesti.

 

Nefes almam gerekiyordu.

 

Salona gidip telefonumu aldım. Açık olan bütün ışıkları kapattım. Vestiyerden deri, içi yünlü montumu alıp giydim. Son anda cüzdanımı da almayı akıl edip diğer cebime de onu attım. Kapının arkasından anahtarlarımı çıkarıp aldım ve kapıyı kilitleyip ardımdan atlı kovalıyormuşçasına ayrıldım evden.

 

Yola çıkarken yine nereye gideceğimi bilmiyordum ancak ayaklarım nefes alabileceğime inandığım yere getirmişti beni.

 

Bizim mahallemizdeki bir yol sahile çıkardı ve ben en çok bunu severdim.

 

Abim, ben, Cihangir yıllardır mesken edinmiştik bu yolu. Kaç akşam soluğu burada almıştık hiç bilmezdim. Yürümekten sıkıldığımda siz bensiz devam edin deyip iliştiğim bankı gördüm. Derin nefesleri sığdırırken içime, gidip o banka oturdum.

 

Ben oturur oturmaz önce Cihangir otururdu yanı başıma. Sonra abim. Eğer evdekilerden izin alıp çıkabildiyse abimin yanına da Hümeyra abla.

 

Yalnız bir hayatı çok isteyip onları bu denli özlemem normal miydi?

Abimle her gün mutlaka konuşuyorduk. Onu çok özlememe rağmen arayan taraf hep o oluyordu. Onlara geçmişi benden saklamalarını dışında kızgın değildim ama içimde kıramadığım bir bariyer vardı ve onu nasıl yıkacağımı bilmiyordum.

 

Babam da tıpkı abim gibi her gün arıyordu. Çok garip bir istikrar tutturarak ilk arayışını açmıyordum. Nadiren gerçekten aramasını kaçırdığım oluyordu ama genelde bunu bilinçli yapıyordum. Birkaç saat sonra tekrar aradığında ancak cesaret buluyordum telefonu açmaya. Onları koyduğum ayrı bir kefe vardı ama ne denli ayrı olursa olsun her dokunmaya yeltendiğimde ateş olup elimi yakıyordu.

 

Ne zordu insanın ailesine el olması.

 

Cebimdeki telefon titredi ancak çıkartıp da kontrol etmedim.

 

Titriyordum soğuktan ama nefes alıp vermeye ve dalgaları kıyıya vuran denize bakmaya devam ediyordum. Yarıya kadar çekili olan montumun fermuarını boğazıma kadar çektim. Burnum akmaya, dudaklarım soğuktan yanmaya başlamıştı. Akılsız kafam bir yerden sıcak bir kahve almayı akıl edememişti.

 

Ellerimi montumun cebine sokup gözlerimi kapattım.

 

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ancak birkaç dakikadan fazlaydı. Önce omuzlarıma bir şal örtüldü. Gözlerimi açtığımda da yanıma bir beden oturdu. Sol yanıma.

 

Cihangir' di.

 

Mevzubahis sol yanımsa, zaten hep o değil miydi?

 

Omuzlarıma örttüğü şala takıldı bakışlarım. Bir yerden çok tanıdık geliyordu bu şal çünkü... Çünkü benimdi.

 

Mavi, beyaz kareleri olan kalın yünden bir şaldı ve altını çiziyorum benimdi. Ama uzun zamandır nereye koyduğumu bir türlu bulamıyor deli danalar gibi evde arayıp duruyordum. O kadar uzun bir süredir kaybettiğimi düşünüyordum ki en son ne zaman taktığımı bile unutmuştum.

 

"Lan ben aylardır her yerde arıyorum bu şalı." dedim Cihangir' in koluna tüm hıncımla vurarak. Anında irkilip elini vurduğum yere koyup ovuşturdu. "Sende ne işi var benim şalımın? Hatta en sevdiğim şalımın?" dedim ve bir daha vurdum.

 

"Senin sandığın aksine vurduğun yerde gül bitmiyor kurban olduğum." dedi ona vuran elimi havada yakalayarak. "Her yerimi morarttın ringteki dövüşten beri. Yetmedi mi kız?"

 

İnan ki yetmiyor Cihangir. Doyamıyorum seni dövmeye.

 

"Soruma cevap vermek için iki saniyen var, yoksa yemin ederim dövmekle falan hiç uğraşmaz direkt denize dökerim seni." dedim parmağımla tam karşımızda kalan denizi göstererek.

 

"Bana bu zamana dek bunca yakıştırma yapıldı, ki hepsi de sen tarafından ama hiçbiri bu kadar canımı acıtmadı çiçeğim. Yunan askeri miyim kızım ben, ne denize dökülecek mişim?"

 

Milliyetçi damarı tutmuştu beyefendinin. Çünkü kurduğum cümledeki tek sorun buydu ya.

 

"İki saniye Cihangir." diye sinirle hatırlattığımda hemen ciddileşti.

 

"Geçen kış sabahın köründe nöbetten dönerken düşürmüştün. Omzuna astığın çantanın askısına asmıştın şalı. Yorgun ve uykusuz olduğun için fark etmedin düştüğünü. Aşağı yukarı bir sene oluyor."

 

Senin ben...

 

Ya sabır ya selamet.

 

"Birincisi, madem gördün düştüğünü ne diye alıp bana vermiyorsun? İkincisi, sen beni mi takip ediyordun ruh hastası adam?"

 

1.96 bir dev olmasa şuracıkta alıverecektim ayağımın altına görecekti belasını.

 

"Ayıp ediyorsun ama, ruh hastası falan." dedi cıklayarak. "Ruh hastası değilim ama kalp hastası olduğum doğrudur." dedi gülümsediğinde katlanan gamzelerini bana sunarak.

 

"Bana laf cambazlığı yapma, bak elimde kalırsın Cihangir." dedim çenemi sıkarak. Bakışları çenemi sıktığımda tam ortasında büzülen çukura takıldı. Bakışlarındaki dikkat ister istemez kalp atışlarımı hızlandırıyordu ve bunu kabul etmekten de nefret ediyordum.

 

"Acına merhem olacaksa, biraz olsun dindirecekse yap. Ah edersem namerdim."

 

Tüm öfkem, hiddetimin üzerine bir kova soğuk su dökülmüş gibi söndü tek bir cümlesiyle. Acı ve merhem.

 

Yerini katıksız kedere, bir süredir can yoldaşım olan hüzne bıraktı.

 

Gözlerimi onun orman yeşili gözlerinden çekip önüme döndüm. Cevap verebileceğim bir durumum yoktu.

 

Cihangir birine eyvallah koçum dediğinde bakışlarımı tekrar ondan tarafa çevirdim. Arkamızdan bir yerden Yunus Emre gelmişti yanına. Elinde karton bir poşet vardı ve Cihangir' e uzatıyordu. Cihangir' e ve hemen ardından bana başıyla selam verip ayrıldı yanımızdan. Cihangir' in en yakın adamı olmasının yanı sıra arkadaşı olduğunu biliyordum. Hatta abimin de arkadaşıydı. Ama bilhassa Cihangir' in gölgesi gibiydi. Nerede, ne zaman Cihangir' in yokluğunda ihtiyaç olsa hepsine yetişebiliyordu adam.

 

"Ne oldu da evine sığamayıp dışarı taştın anlat bakalım?" dedi Cihangir elindeki karton poşetten dumanı tüten karton bardaktaki bir kahveyi bana uzatırken. Ellerimin uzandığı sıcacık bir kahveydi ama ısınan ellerim değil, kalbimdi.

 

Tüm savunma duvarlarım yıkıldı ve engellemek için hiçbir şey yapamadım.

Bu onun karşısında ikinci kez duvarlarımı indirişimdi.

 

Sol elimde kahvemi tutuyordum, sağ elimle de yanaklarımı ıslatan yaşları sildim. Burnumu çektim. Yanımda hiç peçete yoktu ve kahretsin ki burnum akıyordu. Günüm daha da rezilleşmeye devam ediyordu gerçekten.

 

Yan tarafımdan uzatılan birkaç adet mendil görüş açıma girdi. İtiraz etmeden aldım. Alan burnumu sildim nazik olmaya çalışarak ancak ne kadar başarılı olduğumdan emin değildim.

 

"Hadi, anlat." diyerek dirseğiyle dirseğimi dürttü Cihangir.

 

Bana diyordu da asıl inat olan kendisiydi, acaba biliyor muydu?

 

Ona içimi dökmek için, içimde kıvranan bir rüzgar vardı. Durdurulamaz bir kuvvetle dönüp beni dizginlerimden ayırıyordu.

 

"An-, Ünzile Hanım geldi kapıma. Özet geçmek gerekirse el alemi arkamızdan konuşturduğum için ne kadar kötü bir evlat olduğumdan bahsetti."

 

Dizlerinde olan elini yumruk yaptı. "Ben de konuşayım bir kendisiyle o hâlde. O el âlemin bana bir listesini versin. Versin de bir de bana anlatsınlar bakalım."

 

Senin ne haddine diye carlamak hiç içimden gelmiyordu bu yüzden sessiz kaldım.

 

"Bir de benim çok zor bir insan olduğumdan bahsetti." dedim sesim çatlayarak.

 

"İstediğim şeyi almak için hep savaşmam gerekiyor çünkü. Zorum evet ama sebebi o. Yalnızca anlaşılmak istiyorum ben. Bunun için yırtıyorum kendimi senelerdir ya." Tekrardan akmaya başlayan burnumu sildim peçeteme. "Kimseye anlatamıyorum kendimi Cihangir. Beni doğuran kadına bile, hiç anlatamamışım biliyor musun? Evden ayrılmak, kendi hayatımı kurmak istememi şımarıklık olarak adlandırıyor."

 

Nezaketi bir noktada kenara bırakarak kuvvetli bir şekilde burnumu sildim.

Kalbim acıyordu ve nezaketin canı cehennemeydi.

 

 

"Bilmiyorum isteyerek mi yapıyor bunu yoksa istemeden mi ama çabasız kırıcı birisi. Ağzından çıkan laflar o kadar filtresiz ki insan şaşa kalıyor bazen. Ya bir insan hiç mi düşünmez ben bunu yapıyorum ama doğru mu, ben bunu söylüyorum ama delip geçer mi birinin kalbini diye." Gözyaşlarım bardaktan boşanırcasına akarken engellemek adına hiçbir şey yapmıyordum artık. Tam şu anda hayattaki tek derdim içimde ne var ne yok dökmekti, ona.

 

Beni dinlemek isteyen birine.

 

"Eğer onun onaylayacağı bir şey ise isteğim, seve seve yapardı hep. Hatta ondan istemesem de masada ortaya atmış olsam hiç kimseye bırakmaz o ilgilenirdi her şeyiyle. Ama eğer ki benim isteğim onun onaylamayacağı bir şey olsun hakim kesilir karşımda. Bambaşka bir yüzü ortaya çıkar. Onun istemediği hiçbir şeyi dileyemezsin o evde. Hastenelik eder kendini, yataklara düşürür, kıyameti kopartır ama izin vermez."

 

Yaraya tuz mu basar olduk Eda? Kendimize de mi düşmanız hâlâ?

 

"Benim dünyamın en bencil insanı o."

 

Çıt sesi dahi çıkarmadan beni dinliyordu Cihangir. Sanki tek bir kelime etse haksızlık olacaktı bana.

 

"Babamın ve abimin iyiliği için sözde," dedim ve devam etmeden önce yutkunuşum genzimi yaktı. "Düşmanın önüne attı beni. Bencil olmayan biri bunu yapmaz ki."

 

Bir hıçkırık kaçtığında ağzımdan hızla elimi ağzıma kapattım. Ağlamak değil bağırmak.

 

"Of." dedim başımı gökyüzüne kaldırıp içimden taşarcasına.

 

Ara ara bastıran rüzgarın etkisiyle işten eve geldiğimde yaptığım topuzumdan çıkan saçlarımı yan tarafımdan bir el, tahminen benimkinin iki katı büyüklükte bir el, narince okşayıp kulaklarımın arkasına sıkıştırdı. Biraz fazla oyalanıp kulağımın arkasını da kaşıdığında huylandım. "Ay" diye resmen ciyaklayarak elinden kaçtığımda ondan uzaklaşıp kafamı ona doğru çevirdim.

 

"Ne yapıyorsun be?" dedim diklenerek.

 

O anda fark ettim dolu dolu bakan yemyeşil gözlerini. Benim derdime yanıyordu.

 

Az önceki duygu geçişim ortamı dağıtmış olacak ki dudaklarında asılı kalan bir gülümseme vardı. Kalın, dolgun dudakları iki yana sere serpe yayılmıştı.

 

Düşüncelerim yörüngesinden çıktığını fark ettiğimde aniden kafamı önüme çevirdim. Ben hiç ama hiç iyi değildim anlaşılan.

 

Elimde duran ama bir yudum bile almadığım kahveye çevrildi bakışlarım. Kapağın küçücük deliğinden içmekten hiç hoşlanmıyordum o yüzden kapağını kaldırıp bankın kenarına koydum. Yanmamak için dikkat ederek bir yudum aldım. Sütlü ve şekersizdi, çok az da karamelli bir kreması vardı. Tam da sevdiğim gibi. Bir an sen benim kahvemi nasıl içtiğimi nereden biliyorsun, diye soracaktım ama son anda vazgeçtim. Cihangir' di o. Elbet bilirdi.

 

"Tamam kızma minik kuş. Bir şey yapmadım." dedi işaret parmağıyla tebessümünün izlerini kaşırken.

 

"Minik mi?" dedim bağırarak. "Ne miniği be? 1.76 benim boyum, ortalamanın kaç santim üzerindeyim ben. Sen dev gibisin, koca ayakların koca ellerin var diye herkes öyle olmak zorunda değil."

 

"Koca ayaklı mı diyorsun kız sen bana?" dedi acıtmadan saçımı çekerek.

 

Hiç utanması yoktu gerçekten. Hiç ya.

 

"Yok, direkt koca ayısın sen." dedim ve aklıma gelen görüntüyle kıkırdadım.

 

Şu hayat ne garipti.

 

Bir gülüp bir ağlıyordun ve adına hayat diyordun.

 

"Sen de Masha oluyorsun o hâlde."

 

Tek kaşımı kaldırdım kahvemden bir yudum alırken ona bakarak. "Masha sarışın ve mavi gözlü yalnız. Oradan bakıldığında sarışın gibi mi duruyorum ben?"

 

"Olsun." dedi tekrar saçımın bir tutamını parmaklarının arasına alıp okşarken. Yüz buldun ya bir kere bir şey demedik diye, hiç çekinme zaten Cihangir. "Benim koca ayı olduğum bir yerde ancak sen Masha olabilirsin."

 

Romantiklik kisvesi adı altında yapılan bazı yanlışlar...

 

Tam ağzımı açıp cevap veriyordum ki ortama ansızın dahil olan bir üçüncü şahıs dikkatleri üzerine çekti.

 

"Çek lan elini kardeşimin saçından."

 

Abimin arkamdan gelen sesine doğru kafamı çevirdiğimde son anda Cihangir' in saçımda duran parmaklarına vurup saçımdan uzaklaştırdığını gördüm.

 

Ve abimi hayatımda ilk kez beni Cihangir' den kıskanırken görüyordum. Hayretler olsundu.

 

Yedi yıldır nerelerdesin be abisi.

 

"Sana da iyi akşamlar biladerim." dedi sağ yanıma oturan abime doğru başını eğerek.

 

"Eyvallah Ciho." dedi abim kolunu omzuma atarak beni kendine çekti ve sarıldı. Hatta öyle ki elinden gelse kendisine yapıştıracaktı beni. Saçlarıma bir öpücük kondurup başımın üzerine elini koyup göğsüne bastırdı. Adam alenen eziyordu resmen beni. "Çok özledim abisi seni. Kal biraz öyle."

 

"Abi kalmasına kalayım da nefes alamıyorum ki." dedim zar zor çıkardığım sesimle.

 

"Olsun, olsun bir şey olmaz. Napacaksın ikide bir nefes alıp?"

 

Hiç yani Eda, sen de.

 

"Lan boğuyorsun kızı andaval. Çek şu ellerini." diyerek boğulma girişimime müdahale etti Cihangir. Abimin ellerini iteleyip hafif kendine doğru çekerek doğrulttu beni. Michelin yastığı gibi eziliverecektim az kalsın.

 

"Abi kardeş arasına girmesene oğlum sen. Bu ne hadsizlik ya sendeki?" diye karşılık verdi abim ona sarkastik bir şekilde. Sanki benim havamı dağıtmak için anlaşmış gibilerdi. Cız etti içimde bir yer. Değer görmenin bıraktığı etkiydi bu.

 

"Aynen. Benim çünkü hadsiz olan."

 

"Sensin tabii. Ne cüretle benim kardeşimin gül cemalini benden daha çok görüyorsun ki sen?"

 

Bunun suçlusu bir noktada bendim abi. Çünkü az evvel Cihangir ile konuşurken bir gerçeğin farkına varmıştım. Babam ve abim ile arama çektiğim bariyer onlara gösterdiğim tepkidendi. Çünkü içerlerde bir yerde benim ardımdan o evi terk etmedikleri için, hala daha bana bu ihaneti eden kadınla aynı evde yaşıyor oluşları dokunuyordu bana. Belki onlardan bunu istemeye hakkım yoktu, ancak belki de en çok benim hakkım vardı. Bana yapılan yanlış karşısında iki bağrınma ve kızma istemiyordum ben. Tıpkı benim yaptığım gibi kocaman bir tepki istiyordum.

 

Cihangir' e gelecek olursak, onu da kendi rızamla görüyor ya da iletişim kuruyor değildim aslında. Peşimden düşmeyen kendisiydi. Başka türlü cevap vermeyeceğimi bildiği için çareyi hayırlı cumalar mesajı atmakta bulmuştu kurnaz tilki. Ya da koca ayı.

 

Cevapsız bırakmayı etik bulmadığımı bildiğinden ona da gün doğmuştu böylelikle. Her cuma istisnasız atıyordu o mesajı. Ben de kendisine aynı şekilde cevap verdiğimde ise konuşmayı uzatmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

 

Kelimelerimi tüketiyordu artık çabası.

 

Ve artık yeni bir ben yaratma eğilimde olduğumdan vazgeçtiğim yanlarımdan biri kendime yalan söylemekti. Artık ne denli canımı acıtacak olursa olsun dürüst oluyordum kendime karşı. Bu yüzden Cihangir'in belki de kimse çabalamıyorken benim için çabalaması yaralı kalbime bir dikiş atıyordu.

 

Yarın ne getirecek bilmiyordum. Dünden kaçmakla meşguldüm. Umutlarım bir gün yeşerip bir gün solarken yalnızca yola devam etmek istiyordum.

 

Yanımdaki ikili birbirlerine sataşıp durmaya, bana mazinin güzel günlerini hatırlatmaya devam ederken gözlerimi gökyüzüne çevirdim.

 

Belki yıldız kaymamıştı ama, ben içime dolan umut ışığı sayesinde bir dilek dileyebilmiştim.

 

☄️

 

Bir rivayete göre huzur arayıp da bulamadığın her şeydi. Benim kendime göre uyarladığım tarafıyla ise isteyip de yapamadığım her şey.

 

Kıyametimin kopuşunun üzerinden haftalar geçmiş, vakit neredeyse aya devrilirken kendime hayallerimin aksine gelişmiş olsa da bir hayat kurmuştum. Her bir metrekaresini kendim döşediğim, kendim çalıp kendim oynadığım ve kapısını kapattığımda dertlerimi de içeri buyur edebildiğim bir evim vardı. Bağımsız hisstmek kendimi güvende hissettiriyordu. Hayatta hissediyordum. Önceden de yaşıyordum evet ama asıl şimdi hayattaydım sanki.

 

Kendi çabalarımla, isteklerimle ve en önemlisi kararlarımla ben de hayattaydım.

 

Abim ve Cihangir' le sahilde geçirdiğim akşamın üzerinden iki gün geçmişti. O akşamın hemen ertesi günü hastanede nöbette geçirmiş, bu akşamüzeri saatlerine kadar da çalışmıştım. Tüm insanüstü şartlarına karşın o kadar iyi geliyordu ki çalışmak değil isyan etmek şükretmekten başka bir şey yapmıyordum. Aklımı delip geçen çok şey vardı ancak artık düşünceler ve yaşananlar arasında boğulmak yerine zamana yaymaya karar vermiştim. Hiçbir şey için zorlamayacaktım kendimi. Neyi ne zaman yapmak istersem o zaman yapacaktım. Benden değerli olmamalıydı hiçbir şey.

 

Bu kararı vermemde en önemli etken sonunda akıl edip tahlil yaptırmamdı. Ayağımın altında , iş yerim olan bir hastane vardı ve ben sağlık sorunlarımı itinayla geçiştirip duruyordum haftalardır. Ne büyük ayıptı kendime bu yaptığım. Ne büyük !

 

Bu sabah kan ve idrar tahlili vermiş, öğleden sonra da sonuçlarım çıktığında muayene için çağrılmıştım. Yeliz Hoca tahlil sonuçlarıma baktıktan sonra haklı olarak beni bir güzel paylamıştı. Değerlerim o kadar düşüktü ki o beni azarlarken ağzımı açamamıştım. Genel muayenem yapıldığında da pek farklı sonuçlar almamıştım. Dört kilo vermiştim bu haftalar içinde. Açlık kan şekerim sınırın altındaydı resmen ve günlerdir gözümün kararmadan ayağa kalkamamam ve yaşadığım baş dönmeleri bunun en büyük kanıtıydı. Yüzüm verdiğim kiloları belli etmek istercesine içine çökmüş, elmacık kemiklerim belirginleşmişti. Ve geçen sabah işe gitmek için aynada hazırlanırken fark etmiştim, saçlarımda beyazlar çıkmıştı.

 

Doktorumun yazdığı onlarca vitamin ve onları aksatmamam konusunda tembihlendikten sonra çıkmıştım odasından. Hayatımda yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezmişti az çok Yeliz Hanım. Beni yakınen tanır ve çok sevdiğini belli ederdi hep samimi tavırlarıyla. Bu yüzden bir psikiyatrla görüşmem için ısrar etmişti. O söyleyince dek gerçekten düşünmemiştim bunu. Ne denli haklı olduğunu sağlığımı bozacak raddeye gelmemden kabul etmem gerekiyordu. Bu nedenle odasından çıkar çıkmaz hastanenin psikiyatri bölümünden birkaç gün sonrası için de randevu almıştım.

 

İyileşmek bir süreçti, bir temenni...

 

Yolun sonuna varmak için umutlanmaktı neticede.

 

Zaten her şeyi bunun uğruna yapmıyor muyduk? Bir umut için.

 

Arabayı müsait bir yere park edip yan koltuktan çantamı alarak indim arabadan. Kilitleyip anahtarı çantama attım. Çantamın içinden doktorumun yazdığı reçeteyi bulup hemen yolun karşısındaki eczaneye adımladım. Birkaç dakika sıra beklemenin ardından reçetemi uzatıp ilaçlarımı aldım. Bayağı dolu bir poşet olmuştu ama yapacak bir şey yoktu. Ödememi yapıp ayrıldım eczaneden.

 

Aheste aheste karşı kaldırımdaki arabama doğru gidiyordum ki tam karşımda kalan çiçekçiyi gördüm. Bir ışık yandı beynimde. Bir süredir evimde neyin eksik olduğunu düşünüp duruyordum çünkü kesinlikle bir şey eksik geliyordu. Çiçek eksikti elbette.

 

Sonra mağazanın önündeki boy boy çiçekleri gördüm. Ve tam ortalarında içimi açan renk renk laleleri gördüm. Önceden kendime en sevdiğim çiçeği almayı alışkanlık edinmiştim. Muhakkak alır, vazoya güzelce yerleştirip baş ucuma koyardım.

 

Yolu kontrol ettikten sonra koşar adımlarla çiçek mağazasına girdim. Evim için bir sürü çiçek siparişi verdim. Gözüm, gönlüm, ruhum açılacaktı baktıkça biliyordum. Çıkmadan önce toz pembe lalelerden kocaman bir buket satın aldım. Yüzümde güller açarak, elimde toz pembe lalelerimle çıktım çiçekçiden.

 

Benden biraz uzaktaki arabama doğru yürümeye başladım yavaşça. Elimdeki çiçeklere bakıp koklamaktan doğru düzgün yürüyemiyordum belki de.

 

Bir adım attım.

 

Sonra iki, sonra üç.

 

Ve sonra dünya ayaklarımın altından çekildi.

 

🌷

 

Cihangir Kılıçarslan

 

 

Saat 17:32'yi gösteriyordu. Eda çoktan işten çıkmış olmalıydı zira bugün nöbeti yoktu. Onun nöbet çizelgesini ezberlememe delirirdi hep ama hiç peşine düşmezdi nasıl bildiğimin. Sanırım benimle gerçekten de uğraşmak istemiyordu artık. Halbuki benimle inatlaşması, kavga edip terslemesi de yeterdi benim için. Çünkü bana kızıyor olması da bir tepkiydi. Ve her şey ama her şey, tepkisiz olmasından çok daha iyiydi.

 

Beni çekip vursa, ona bile razıydım ben.

 

Senelerdir beni gönlüne buyur etmeyişinin nedenini merak ederdim. Artık biliyordum ve ne yazık ki bilmek, bilmemekten daha iyi hissettirmiyordu. Aptal gururumu dinleyip yaptığım bir hata, bana Eda' yı kaybetmeme sebep olmuştu. Şimdi onun kalbini değil de gururunu dinliyor olmasıysa bize sebep oluyordu. Bahtıma tüküreyim ben. Olmayan beynimi siksinler senin Cihangir.

 

Cihangir efendi.

 

Benden böyle bahsettiğini çok duymuştum birilerinden. Ne kadar hoşuma gittiğini bilseydi anında söylemeyi keseceğini bildiğimden hiç ağzımı açmıyordum bu konuda. Bana sinirliyken ve özellikle ağzına geleni sayıp söverken bile o kadar güzeldi ki çoğu zaman ne dediğini dinleyemiyordum ona bakarken. Bahtımı seveyim ben.

Nasıl olduğunu anlamamıştım ama sol yanımda açıvermişti birden.

 

Günlerden perşembeydi, aylardan Ocak. Nerdeyse sonundaydık ayın. Yılbaşını birlikte kutlamıştık ve dileyebileceğim en büyük hediyeydi bu benim için. Bir sonraki kalbime kavuşmaktı. Mutlu başlayan bir ay şimdilerde cehennem gibi geçiyordu. Kalbim kan ağlıyordu.

 

Eda zannediyordu ki onu üzen biri, aileden olduğundan elim kolum bağlı otururum.

Ama hayır, o üzüldüğünde herkese karşı ben olurdum. Kural böyleydi.

Geçmiştim Ünzile teyzenin karşısına, hesap sormuştum. Saygı çizgimden hiç çıkmamıştım ama bir kıyamet başlatmıştım. Onun için, her zaman.

 

Bu mesele annesinin düşündüğü gibi bir savaş bitsin meselesi değildi. Önü arkası düşünülmemiş, plansız bir şey hiç değildi. Ünzile teyze ile konuştuktan sonra da buna emin olmuştum. O döl israfının başının altından çıkmıştı her şey. Benim çiçeğime göz dikip savaşa çekmek isteyen oydu ve kahretsin ki annesi yüzünden başarılı da olmuştu.

 

Ben onun belasını evire çevire siktiğimde bunu yapmanın bedelini ödeyecekti ama.

 

Gülümü solduranın nefes almaya hakkı yoktu.

 

Direksiyonu tek elimle çevirip mahalleye girdim. Soylu ailesinin üç katlı evinin önünden geçerken istemsizce iç çektim. Özellikle evin bir camıyla derin bir geçmişi vardı. Kaç şarkı o camın ardındaki kadına ithaf edilmişti, sayamamıştı.

 

Mahalleli de sağ olsun bir güne bir gün senin derdini sikeyim dememişlerdi, gecenin bir yarısı şarkıyla sokağı inlettiğimde.

 

Birkaç dakikanın ardından üç sokak aşağıda, bu akşam beylerle açılışına katılacağımız mahalleden arkadaşımızın dükkanının önünde arabamı park ettim. Faruk sevip saydığımız bir kardeşimizdi. Liseye kadar aynı okulda okumuştuk. Bu akşam mahallede erkek kuaförü demeyi tercih ettiği dükanının açılışı vardı. Benim için dümdüz berberdi ama her yerde söyleyip insanların hevesini kırmamak için susuyordum.

 

Sonra da Eda bana düşüncesiz herif diyordu. Hasbinallah.

 

Gerekli yardımı ve hediyeleri günler öncesinden yapmıştım. Öyle herkesin içinde yapmaktan haz etmiyordum. Arka koltuktan kabanımı alıp çıktım arabadan.

 

"Selamınaleyküm" diyerek kalabalık salona girdim. Tanıdık herkesle selamlaşıp geri dışarı çıktım. Kalabalıkta kalmaktan hoşlanmıyordum. Çok insan çok meşgale.

 

Dışarı çıkıp mekanın masalarından birine otururken Yunus Emre de geldi. Aynı selamlaşma faslını o da gerçekleştirip karşıma oturdu. Otumadan önce ceketinin önünü iliklediği yine gözümden kaçmamıştı. Bu adamın profesyonelliği beni deli edecekti.

 

Karşıma oturduğunda, "İlhan nerede?" diye sordum.

 

"Şirkette işleri uzadı abi. Birazdan gelecek o."

 

Birkaç gündür Hümeyra ile araları bozuktu, az çok biliyordum bir şeyler. Bu yüzden doğru düzgün uğramamıştı şirkete. Bugün gelebildiğine göre arayı düzeltmiş olmalılardı ki şirkette biriken işlerin içine gömülmüştü İlhan.

 

Can dostum dediğim adamla aynı kaderi yaşıyor oluşumuz da ayrı bir dertti.

O olsun sevdiğiyle kavuşsaydı ya, olmuyor muydu?

 

Kabanımın cebinden sigara paketimi çıkarttım. Bir dal alıp cebime geri koydum. Ceplerimi kontrol ettim ancak çakmağımı bir türlü bulamıyordum. "Buyur abi." diyerek kendi çakmağını uzattı Yunus Emre.

 

"Eyvallah." dedim sigaramı yakıp çakmağı geri verirken. "Sürekli kaybedip duruyorum şu mereti."

 

"Bu ara kafan dağınık abi, ondandır." dedi Yunus Emre.

 

Keşke sadece dağınık olsaydı Yunus Emre, keşke.

 

Bir değil bin parça.

 

Kafamı sallayarak dediğini onaylayıp sigaramdan uzun bir nefes çektim. Eda sigara kokusundan hiç haz etmezdi, eğer onu görmeye niyetim varsa hususi içmezdim o günlerde. Ama bugün onu görebileceğimi zannetmiyordum ve belki de en çok buna içiyordum. Onu görebilmek için bahanelere sığınmak zorunda oluşuma.

 

Normalde olsa hep yaptığım gibi başlarım böyle işe, geberdim özlemekten diyip görmeye giderdim sudan sebeplerle. Ama iki gün önce o sahilde bir söz vermiştim kendime. Zaten bin türlü derdi vardı canımın, bir de ben dert olmak istemiyordum. Ben ona yalnızca deva olmak isterdim bu saatten sonra.

 

O anlaşılmak istiyordu, ben de onu anlamıştım.

 

Biraz mesafe, alan istiyordu herkesle. İhanetin tarumar ettiği hayatında sakinlik ve kontrol istiyordu. Başka türlü kalbinde yanan o cehennemden sağ çıkması mümkün değildi, anlamıştım bunu o akşam.

 

Ne isterse, ne derse boynum kıldan inceydi.

Bana bir onun sözü geçerdi.

 

Dumanı tüten çaylar bırakıldı masamıza. Güneşli olmasına rağmen buz gibi olan havada ilaç gibi gelmişti. Hiç beklemeden bir yudum aldım. Yüzüm ekşidi anında. Zehir gibiydi çay. Su koymayı unutup direkt dem mi doldurmuşlar gibi. Tam da Eda' mın sevdiği gibiydi. O da böyle zehir gibi demli severdi çayını. O yüzden bir sonraki yudumumda hiç de yüzümü ekşitmemiştim. Böyle seviyorsa vardır be bir bildiği.

 

Bir anda yeri göğü inleten bir ses duyduk. Bir şeyin yıkılması gibiydi sanki. Neler olduğunu anlayamayarak Yunus Emre ile birbirimize baktık. Mekanın içinden birileri deprem olduğunu söyledi ama ben bir sarsıntı hissetmemiştim. Ancak içeriden hissettiğini söyleyenler vardı. Telefonumdan son dakika haberlerine baktım ancak buna dair bir haberle karşılaşamadım. Herkes normal bir şekilde konuşmaya devam etmişti birkaç dakika sonra ancak benim içimi kemiren bir his vardı sanki. Bir gözüm telefonumda sigaramı bitirip masanın üzerindeki küllükte söndürdüm.

 

 

Yunus Emre ile sessiz sessiz oturmuş çaylarımızı yarılamıştık ki yere sertçe vuran ayak seslerini hemen ardından da deli gibi koşarak adımı seslenen birini duydum.

 

"Cihangir abi. Cihangir abi!" diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu biri. Başımı arkaya sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Mahallenin liseli gençlerinden Serkan'dı bana bağıran.

 

"Ne oluyor lan?" diyerek ayaklandım oturduğum yerden.

 

Dışarıdan birkaç kişi de ne olduğunu öğrenmek için dışarı çıkmıştı. Bilinmezlikle kalp atışım hızlandı. Serkan yanıma vardığında ellerini dizlerine yaslayıp nefes nefese soluklanıyordu. "Lan ne oldu? Konuşsana." dedim dayanamayarak.

 

"Abi, abi..." dedi soluk soluğa. "Abi patlama."

 

Anında anlamıştım. Deprem değildi, patlamaydı.

 

"Abi, Eda abla." dediğinde Serkan, dünyam durdu. Ardından gelecek kelimeleri beklerken, kalbim dahi durmuş olabilirdi. "Abi, bomba varmış arabasında. Abi patlamış."

 

Bomba varmış. Patlamış. Eda' nın arabası.

 

O an sanki yer ile gök birbirine girdi, cümlesinin içinden cımbızla seçtiğim kelimeler boynuma dolandı ve nefesimi kesti.

 

Hayır, onun nefesini kesmişler.

Ne fark ederdi?

 

Kaskatı kesildim. Tepeden tırnağa. Bir uyuşukluk hissi tüm bedenimi ele geçirirken her yeri simsiyah görmeye başladım. Tiz bir ses kulağımda aralıksız çınlıyordu.

 

Yaşıyor muydu? Eğer yaşamıyorsa benim yaşamamın da bir anlamı yoktu.

 

Eda. Eda sana ne yaptılar?

 

Biri sağ kolumdan çekiştiriyordu. Kim olduğunu göremiyordum çünkü dünyam karanlıktı hala. Ya hep karanlık kalmışsa?

 

"Abi, iki sokak aşağıda olmuş olay. Gidelim hadi, kendine gel abi." Sesinden tanıdım. Yunus Emre'ydi.

 

Olay. İki sokak aşağıda.

 

Gidip neyi göreyim ben? Nasıl öldüğümüzü mü? Bize ne yaptıklarını mı?

 

Bize ne yaptıklarını.

 

Bir yere kadar beni Yunus Emre' nin adeta sürükleyerek götürdüğünü fark ettim gözlerimin ardındaki karanlık kalktığında. Yüreğimin hâlâ atıp atmadığının bilinmezliği kontrolü ele geçirdi sonra. O iki sokak iki ömür gibi geldi bana. Artık deliler gibi koşan bendim.

 

Önce her bir tarafa saçılmış parçaları gördüm. Bir umut Serkan'ın yanılmış olmasını diledim. Eda' nın arabasına dair hiç bulmak istemesem de bir işaret aradım. Dört döndüm etrafımda. Ve gördüm.

 

Mahvoldum.

 

34 EHS 638

 

Eda Huri Soylu.

🥀

 

​​​​​​Instagram/ authbal

Yıldıza basmayı ve ışığı yakmayı unutmayalım olur mu 🧏🏻‍♀️

 

Bölüm : 01.12.2024 20:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...