8. Bölüm

7. Bölüm| Koparılan Çiçek

E. B 🍯
authbal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mahallemize Hoş Geldiniz.

 

🎶

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Firuze- Sezen Aksu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sen Ağlama- Sezen Aksu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gülpembe- Barış Manço

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Açık Adres- Sertab Erener

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çakıl Taşları - Şebnem Ferah

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sen İstanbul'sun- Gökhan Türkmen

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gitme Kal Yalan Söyledim- Sezen Aksu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Soğuk Odalar- Emre Aydın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Beni Vurup Yerde Bırakma- Emre Aydın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kül- Cem Adrian

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Bakış- Sezen Aksu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Koparılan Çiçekler- Sertab Erener

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Minnet Eylemem- Selda Bağcan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Heartburn - Wafia

 

 

 

 

 

 

 

7. Bölüm: Koparılan Çiçek

 

22 Ocak 2024 18:42, Gönülçelen Sokağı Soylu Malikanesi

 

Davud Soylu, evinin salonunda ona ait atfedilen cam kenarındaki tekli koltuğunda oturuyordu. Elindeki siyah boncuklarında altın işlemeler bulunan tespihini sekizinci sefere çekiyordu ancak sayısını kendisi bile farkında değildi. Zira bir süredir aklı yerinde değildi. Sevdiği, ömrünü adadığı kadın tarafından kalbi un ufak edilmiş gözbebeğindeydi.

 

Babası ve dedesinden pek çok defa duymuştu, kız evladın başka olduğunu. Babasının bir keresinde dediği bir şeyi hiç unutmuyordu hatta. Demişti ki, ben babalığı kızımda öğrendim kızım sayesinde bu adam oldum. O zamanlar genç bir oğlandı Davud, deli akan kanına bu duydukları hiç iyi etki etmemişti. Öfkelenmişti hatta babasına. Sonra seneler devrilmiş ve bir kızı olmuştu. Babasına olan öfkesi tam o anda, kızının gözlerine baktığı anda geçmiş ancak o bunu çok sonralarda farkına varmıştı.

 

Evlat ayırmak değildi o günden sonra bu Davud'un nezdinde. Bir mucizeye sahip olmaktı yalnızca.

 

Adını anlamını bir ömür boyu taşısın diye Eda koymuştu. Ömrünün yettiği yere kadar babasının nazını, niyazını gönüllü olarak çekeceğini bilsin diye.

 

Sevgisini göstermekten hayatı boyunca bir an bile çekinmiş bir baba değildi Davud. Tam aksine çocukları en çok ondan sevgi görsün diye çabalamıştı. Hep derdi ki eşine, çocuklarım benden razı olsun yeter. Ben dağ olayım onlar bana yaslansın. Onlar düşerse ilk ben tutayım. Düşmekten korkan değil düşmeyi göze alan çocuklar yetiştirmek istemişti ve biliyordu ki başarmıştı da bunu.

 

Kızı kalbi paramparça çıkmıştı bu evden. Ama kırıklarına rağmen ayağa kalkmış kendi adına savaşmayı seçmişti. Yerini, yurdunu kendi kurmuştu.

 

Birkaç hafta öncesine kadar kızının da yaşadığı bu ev artık yuva gibi hissettirmiyordu ona. Daha çok dert yuvası gibiydi. Eda evdeyken bu evin kokusu bile bir başka olurdu Davud'a göre. Nasıl oluyordu bilmiyordu ama ayırt edebiliyordu işte bir şekilde. O koku gitmişti bu evden. Sanki evin bir canı vardı ve o canı gitmişti. İçindeki her şeyle birlikte cansızdı artık.

 

Kalbi sızlıyordu Davud'un. Kızını sanki el gibi hastanede gidip görmüştü birkaç gün önce. El gibi. Sıkı sıkı sarılmış, sarılışına karşılık bile almıştı ama kızının aralarına koyduğu duvarın farkına da varmıştı. Eda sevdiğine gonca gül gibiydi. Babasına da öyleydi. Ama yüzünde babasının kurban olduğu o neşeden eser yoktu o gün görüştüklerinde ve bu Davud'un kalbine oturmuştu.

 

Hakkıydı kızının. Ne yapsa hakkıydı onlara, biliyordu. Ama işte baba yüreği, el olmayı kaldıramıyordu da.

 

Sıkıntıyla bir soluk verdi. Onlara bu lanet günleri yaşatan karısını düşündü. Günlerdir kendini odasına kapatmış ve her şeyden elini ayağını çekmişti Ünzile. Oğlundan öğrendiğine göre birkaç gün evvel Eda' ya gitmişti karısı. Bunu öğrendiği an öfkeden deliye dönmüş ve karısına hesap sormak istemişti Davud ancak eve geldiğinde yüzüne baktığı kadınla tüm amaçları uçup gitmişti. Eve geldiğinde yatak odalarında bulamamıştı karısını. Ya da Eda gittiğinden beri hiçbiri o sofraya oturmamalarına rağmen yine de hiçbir şey yokmuş gibi akşam yemeği sofrasını hazırlarken de. En sonunda Eda' nın odasında, yere çökmüş bir halde bulmuştu karısını. Gözleri kıpkırmızı ve şişmiş dümdüz karşıya bakıyordu. Sanki ruhu çekilmiş gibi, öylece.

 

Ne olduğunu sormaya hacet görmemişti Davud. Ne olduğunu hissetmişti çünkü. Karısı kızlarıyla aralarındaki son köprüyü de yıkmıştı. Ve günler sonra nihayet yas tutma sırası ona gelmişti.

 

Eğer zamanında karısı ile kızının arasında kaldığında kızını desteklemeyi seçseydi, bundan olmayacaktı belki de. Bunu düşünmeden edemiyordu. Bir kez olsun karısına hayır diyebilseydi her şey bambaşka olabilirdi.

 

Şimdi gökyüzü karanlığa bürünmek üzereyken burada oturmuş içini dağlayan bu acıyla kara kara düşünüyor olmazdı belki.

 

"Davud?" diyen titrek bir ses duydu. Ünzile odasından çıkmıştı nihayet. Saniyeler sonra salon ışıkla aydınlandığında karşısında karısını gördü. Her zaman balık etli olan karısı gözle görülür bir şekilde kilo vermiş, göz altları çökmüştü uykusuzluktan. Ona kızgın olan yanına rağmen onu böyle görmek de mahvetti Davud'u.

 

"Ne yapıyorsun karanlıkta oturup?" diye sordu Ünzile sadece sormuş olmak için.

 

Çünkü ikisi de cevabı biliyorlardı. Kendisi günlerdir ne yapıyorsa onu yapıyordu Davud da.

 

Aralarında kabullenilmiş bir sessizlik oluştu. Söyleyecek tek bir kelimeleri yoktu ikisinin de. Ünzile kocasının oturduğu koltuğun karşısındaki koltuğa oturdu. Vicdan azapları içinde bakışlarını başka yerlerde tutarak oturdular öylece. Belki yarım saat belki bir saat geçti. Zaman kavramından bihaberdi bir süredir Davud. Cebindeki telefonu çaldı. Çıkartıp arayana baktı. Oğlu arıyordu.

 

Oğlu olmasa ne yapardı şu son günlerde, bilmiyordu Davud. Evlatlarının varlığına bir kez daha şükretti. Oğlu ailesindeki kederle baş edebilen yahut o kederin ağırlığını sırtlayabilen tek kişiydi. Hiç hak etmese dahi annesiyle ilgileniyor ancak bunu göstermeden yapmaya çalışıyordu. Babasından desteğini bir an olsun esirgemiyor ve tüm itişlerine rağmen kız kardeşinin üzerinden elini asla çekmiyordu.

 

Oğlu yıkılan ailesinin tek dayanağı olmuştu.

 

Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağına götürdü Davud.

 

"Söyle oğlum."

 

"Baba..." dedi ama devamını getiremedi oğlu. Canından can kopuyormuş gibiydi sesi.

 

Bir şey olmuştu.

 

Ansızın içine oturan korku ve endişeyle ayağa kalktı Davud. Elindeki tespihi avucuna alıp sıktığını farkında değildi. "Ne oldu?"

 

Telefonunun ucundaki oğlundan acı dolu bir nida çıktı. "Baba." dedi bir kez daha. "Yunus Emre geliyor sizi almaya. Onu sizi getirecek. Onunla gelin tamam mı?"

 

"Nereye gelecekmişiz? Anlat her ne olduysa bana, böyle gizli saklı iş sevmem ben İlhan."

 

Anlat diyordu oğluna ama duymak istiyor muydu gerçekten pek emin değildi.

 

Karşında oturan karısının ses tonunu duyduktan sonra ayaklandığını fark etti. Fakat aslında karısının onun titrediğini gördüğü için ayağa kalktığını bilmiyordu.

 

Oğlu sessiz kaldığında bu bilinmezliğe daha fazla dayanamadı Davud. "Söyle dedim İlhan." diye bağırdı oğluna. "Ne olduğu söylemediğin müddetçe bir adım bile atmam bu evden dışarı."

 

Karşı tarafta dayanacak gücü kalmamış bir halde olan İlhan, kendine engel olamadan konuştu. "Eda. Baba Eda."

 

Tek bir kelime, hayır isim, Davud Soylu' nun dizlerinin bağını çözmüştü. Sendelediğinde zar zor tutunacak bir yer buldu. Sonra koluna dolanarak onu oturtmaya çalışan karısını hissetmişti. "Kızım." dedi konuşmakta zorlanarak. "Kızıma ne oldu?" Kelimeleri zar zor bir araya getirerek konuşmayı başarabilmişti. Tam yanından gelen endişe dolu bir ses işitti. Ama ilgilenmedi. Tek bir yerdeydi yalnızca dikkati.

 

"Arabasına bomba koymuş orospu çocukları. Şükürler olsun arabanın içinde değilmiş ama yakınlarındaymış. Yaralanmış baba." Bir anda sesi kısıldı İlhan' ın. Gördüklerini ve duyduklarını anlatmak çok fazla geliyordu ona da. Ağlamamak için direnişi buraya kadardı. "Acil ameliyata aldılar. Baba her şeye hazırlıklı olun dediler. Baba ne olur gel."

 

Davud Soylu'nun elinden kayıp yere düştü telefon. Aynı saniyelerde evlerinin kapısı çaldı. Karısı ağlayarak ve telaşla onun adını seslenirken o şoka girmiş bir vaziyetteydi. Aklında tek bir isim yankılanıyordu. Eda.

 

Göz bebeği. Göz bebeğine ne yapmışlardı?

 

Karısınınkinin aksine güçlü bir tutuş hissetti kolunda. Bir ağlama sesi geliyordu aynı zamanda. Bir şeyler oluyordu ancak Davud, kendi aklındaki düşüncelerde sıkışıp kalmıştı.

 

Eda. Kızı. Patlama. Her şeye hazırlıklı olun dediler.

 

Biri ona sesleniyordu.

 

Gözlerinin odaklandığı yerle arasına masmavi gözler girdi. Tanıyordu bu gözleri. Yunus Emre gelmişti.

 

Onları götürmeye, hastaneye.

 

Tam o anda girdiği trans halinde çıktı Davud. Kızına gitmeliydi. Burada ne işi vardı hâlâ?

 

"Beni kızıma götürün." dedi yorgun ve dehşete kapılmış bir şekilde çıkan sesiyle.

 

Yunus Emre onun koluna girip ilerletirken evdeki çalışanlardan biri de karısının koluna girmişti. Dehşet tüm bedenini ele geçirmiş tir tir titretirken avcunda sıktığı tespih bu dirence daha fazla dayanamadı ve koptu. Paramparça olup zemine dağılırken bu ailenin kurucularına bir dejavu yaşatıyordu.

 

🥀

 

Cihangir Kılıçarslan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sen kokmayan gülü neyleyim?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Neyleyim sensiz baharı?"

 

Yere çöküp sırtımı duvara yasladığım bedenim sızlıyordu. Acıdan ve acının vaat ettiği yıkımdan. Zihnimde oynayan tek bir görüntü vardı. Tüm bedenimi tir tir titreten bir görüntüydü. Eda' nın kanlar içinde sedyeye yatırılan bedeni. O bakmaya kıyamadığı yüzünü kaplayan kan, zihnimde baş köşeye oturmuş sırasını bekliyordu. Vücudumdan çekilen kanın da mı sebebi buydu yoksa korkumun mu eseriydi bana?

 

Hiç düşünmemiştim, onsuz bir hayatı. O benim hayatımda olmasa bile yine hayatımda olurdu. Ben de konu o olduğunda işler böyle yürüyordu. Hayatımda olması onun kalbinde olmama bağlı değildi. O varsa bahar bahçeydi hayat, o yoksa bahar gelmiş kaç yazardı?

 

Yaslandığım duvarın hemen yanında ameliyathane vardı, onunla arama koyabileceğim en uzak mesafedeydi şu an. Aşkından öldüğüm kadın içeride savaşıyordu yaşam ve ölüm arasında. Ben ölseydim ya aşkımdan biri ölecekse eğer. Onun ölümle işi neydi?

 

Gün yirmi dört saat. Eda on iki saattir ölüme meydan okuyordu.

 

Tam karşımda benim gibi yere diz çökmüş oturan İlhan vardı. Saat başı kalkıp saatler önce hastaneye geldiklerinde fenalaşan anne ve babasının yanına gidiyor, durumlarını kontrol ediyordu. Annesi sinir krizi geçirip bayılmıştı. Doktorlar sakinleştirici verip uyutmak zorunda kalmıştı. Davud amca ne kadar güçlü durmak isterse istesin o da başaramamıştı. Birkaç saat önce Eda hala daha ameliyattan çıkamadığında kalbini tutarak yere yığılmıştı. Kalp spazmı geçirdiği için müşahede altında tutuluyordu. İlhan kendini unutmuş üç parçaya bölünmüştü. Ona bakmak bir aynaya bakmak gibiydi şu an. Çünkü tam olarak benim gibi görünüyordu. Mahvolmuş.

 

Midem yaşadığım stres ve korkudan bir kez daha kalktığında derin nefesler almaya çalıştım. Çalıştım çünkü onu bile beceremiyordum. Saatlerdir defalarca kusmuştum ama tekrar kusmak istemiyorum. Buradan ayrılacak bir saniyem bile yok.

 

En son üç saat yirmi yedi dakika önce bir hemşire çıkmıştı içeriden. Ayak üstü bizi bilgilendirip tekrar içeriye girmişti. Beyin kanaması geçiriyor, durdurmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda iç kanaması da var, demişti. Tıp ilimine karşı hiçbir şey bilmesem bile o ikisinin çok tehlikeli durumlar olduğunu biliyordum. Aklımı kaçıracaktım ihtimalleri düşünürken.

 

Saatler devrildi. Birileri geçip gitti yanımdan. Birileri benimle konuşmaya çalıştı. Cevap verecek kadar dikkat etmedim bile. Eda içeriye girdiğinden beri bulantılarım haricinde ayrılmamıştım çöktüğüm yerden. Benim yaşam fonksiyonlarım da içerideki kadına bağlıydı çünkü.

 

Gün yirmi dört saat. Eda on altı saattir ölüme meydan okuyor.

 

Başımı ellerini arasına alan birini hissettim. Kafamı kaldırdım yerden. Annemdi. Geçecek, diyordu bir yandan da. Eda güçlüdür, atlatacak oğlum.

 

Öyledir değil mi anne?

 

Benim gül güzelim, güçlüdür.

 

Gün yirmi dört saat. Ve ben on yediye de girerken içimden yalvar yakar dua ediyordum.

 

On yedinci saati yirmi iki dakika geçe, içeriden doktor çıktı.

 

Uyuşmuş ayaklarıma aldırmadan ayağa fırladım. Sendelediğimde duvara tutundum ama durmadım. Ya yaşamaya devam edeceğimi öğrenecektim az sonra ya da öleceğimi. Doktorun iki dudağının arasındaki kader, yalnızca tek bir kişiye ait değildi. İki bedene ve tek bir ruha aitti.

 

"Çok zor bir ameliyattı. Beyin kanamasını çok zor durdurduk. Eda Hanım başını çok sert çarpmış. Kanamayı durdurmayı başardık ancak çarpmanın sonucunda ciddi hasarlar meydana gelmiş veya gelecek olabilir. Durumu çok kritik. Maalesef yoğun bakıma alacağız kendisini. Size her şey bitti atlattı demeyi çok isterdim ama durumu ciddiyetini korumaya devam ediyor. Kendinizi her ihtimale hazırlamalısınız."

 

Yine o kahrolası ihtimaller. Sanki aklımdan çıktıkları mı vardı ki? Sikeyim ihtimalleri. Sen yeter ki yaşamayı seç Eda. Hiçbir ihtimal duramaz karşında. Gözünü seveyim o çileden çıkaran inadına tutun. Tutun ve bırakma sakın.

 

Hayatı, sevdiklerini, beni de...

 

Doktor geçmiş olsun diyerek gitti yanımızdan. Biraz sonra ameliyathanenin kapısı açıldı. Eda' yı sedyeyle çıkardılar içeriden. Çıkan benim canımdı aslında. Öyle narin görünüyordu ki acıdan iki büklüm olup bırakacaktım bir an kendimi yere.

Koparmışlardı çiçeğimi.

 

Son konuşmamız düştü aklıma bir an.

 

Sahilde yanına davetsiz gittiğim akşamdı. O bilmiyordu ama o Ecevit iti yüzünden peşine taktığım bir adamım vardı. Kendini fark ettirmeden gözetle diye bilhassa tembihlemiştim. Gün içinde aciliyet gerektiren bir durum olduğunda arayıp haber veriyordu bana. O akşam aramış Eda' nın halini hiç iyi görmediğini ve o halde evden çıkıp gittiğini söylemişti. Takip ederken sahilde olduğunu söylediğinde hemen yanında almıştım soluğu. Sonrasında da İlhan gelmişti. Akşamı bitirmek istediğinde Eda, onu eve ben bırakmıştım. Arabayla gelmiştim sahile ama onunla geçireceğim zamanı uzatmak için eve yürümüştük. Onunla biraz bile zaman geçirsem hemen müptalası olurdum ben. Bu yüzden de onu bırakmak çok koyardı bana. Bir kez daha bu duygunun altında ezildiğimde kendimi durduramamış dökmüştüm içimdekileri ona.

 

"Affedemez misin beni? Hiç mi oluru yok?" demiştim tutunduğum son umut dalını da kırmamasını dileyerek.

 

"Affedemeyeceğim kadar yandı canım. Öyle bir ceza ki bu affedersem kalbim bana sırtını döner, çektiğim acı yüzüme tükürür. Yedi sene geçti Cihangir, yedi koca sene. Ama bir gram soğumadı içim. Cayır cayır yanıyor hâlâ. Kül olsun, bitsin diye bekliyorum ama ne külleniyor ne de sönüyor. Sen birine baktığında hem buz kesilip hem alev almak nasıl hissettiriyor hiç biliyor musun?"

 

Günün sonunda gök bile yere kavuşabiliyordu, ama ben ona kavuşamıyordum. Sanki asırlardır ona doğru, onun uğruna yol alıyordum ancak aramızdaki uçurum bir an olsun kısalmıyordu. Ben kül oluyordum ancak ona olan aşkım her defasında küllerinden doğmaya devam ediyordu.

 

Ben biterdim belki ama aşkım bitmezdi işte. Onu sevmek benim tabiatımdı.

 

Sedye benden anbean uzaklaşırken aramızdaki uçurum hiç olmadığı kadar canımı yakıyordu. Yaşayıp yaşamayacağımız hâlâ bir ihtimaldi ve bu silsile soluk boruma çöreklenmiş nefesimi kesiyordu benim.

 

Sol yanımda açan çiçeğimi soldurmuşlardı.

 

Ve bunun bedelini ödeyeceklerdi.

 

🕯️

 

23 Ocak 2024, 11:35

 

Şirketten içeriye adım attığımda bütün çalışanların gözü üzerimdeydi. Kimisi olanları duydukları için böyle bakıyordu bana kimisi de görünüşümden ötürü. Aynaya bakmamıştım hastanedeki son zorunlu lavabo ziyaretimden beri ancak ne halde olduğumu görmek için bir aynaya da ihtiyacım yoktu. Çaresizlikten yolduğum saçım, başım birbirine girmişti. Üzerime dün sabah giydiğim takım elbisem kırışmış ve yer yer lekelenmiş halde, berbat bir durumdaydı. Yüzüm büyük ihtimalle hepsinden de beter bir haldeydi.

 

Umrumda değildi çünkü iyi ya da güçlü görünmek gibi bir isteğim yoktu. Şu an olmak istediğim son şey iyilikti. Ona zarar vererek benim içime kötülük tohumları ekenlere ateş olup yakmak istiyordum tam aksine. Yakacaktım da. Cayır cayır değil, o az kalırdı.

 

Çiçeğimi hastanede yalnız bırakmıştım. Aklım da kalbim de orada, bir elim telefonum çalarsa diye hep hazırdaydı. Haberin hangi türlüsü için çalacağını bilmemek kalbimi oyuyordu. Canıma kastı var derdim hep Eda için. Bu kez bu cümleyi mecazen düşünmüyordum kahretsin ki.

 

Bir ihtimalin, bizim canımıza kastı vardı bu kez.

 

Ya acımın, o hastaneyi yıkmasına izin verecektim ya da ona bunu yapanların dünyasını başına yıkacaktım. İkinciyi seçmiştim.

 

Asansöre ilerleyen adımlarım boyunca benimle konuşan çalışanlara cevap vermedim. Şu an saygının da nezaketin de bende bir anlamı yoktu. Aklımı kaçırmamak için kendimi tek bir şey şartlamıştım ve ona ulaşana kadar da durmayacaktım.

 

Odamın olduğu katta duran asansörle birlikte hızla çıktım içinden. Odamın önüne geldiğimde kapının karşısındaki masasında oturan asistanım ayağa kalkıp konuşmaya hazırlandı ancak elimi kaldırarak durdurdum onu. Mesajım çok açıktı ve staj yaptığım zamanlardan beri birlikte çalıştığımız için direkt anlamıştı. Ben odama girip kapıyı ardımdan kapatırken yerine oturuyordu.

 

Odaya girdiğimde boş olmadığını fark ettim ama buna şaşırmadım. Şirkette buluşalım derken neyi kast ettiğimi anlayacağını biliyordum. Her zamanki gibi göreve çoktan hazır bir şekilde beni bekliyordu Yunus Emre. Ceplerinde duran ellerini benim geldiğimi görür görmez çıkarmış ceketinin önünü ilikleyerek önünde birleştirmişti. Masamın biraz gerisinde ayakta duruyor, ben gelinceye kadar şehrin kapalı, karamsar manzarasına bakıyordu camdan.

 

Gökyüzü bile acıma ortaktı. Bugün doğan güneş, şehri aydınlatamıyordu.

 

Koltuğuma oturmak için ilerledim. Çalışma masamın üzerinde bana ait olmayan bir laptop açık bekliyordu. Muhtemelen Yunus Emre'nin idi. Koltuğuma oturdum. Aynı saniyede Yunus Emre de bilgisayarda oynatılmak üzere hazır bekleyen videoyu başlattı.

 

"Patlamanın gerçekleştiği sokağın güvenlik kamera kayıtları abi. Üç farklı yerden o anın kayıtlarını aldım. En iyi açıya sahip olan buydu." dedi ve videoyu başlatıp tam arkamdaki yerine geri çekildi.

 

Kayıt Eda' nın arabasının sokağın karşısına park etmesiyle başlıyordu. Arabanın kapısını açıp aşağı inişini gördüğümde elim kalbime gitti. Saatler önce sedyede gördüğüm kadınla aynı kişiydi ama farkı dağları aşardı. Boğazım düğümlendiğinde bir an yutkunamadım. Acı doluydu içim, ondan yutkunamıyordum. Soluk boruma kadar dolmuştu artık. Nefes de alamıyordum. Aldırmıyordu.

 

Gözlerimi kırpıp açarak odaklanmaya çalıştım. Son bir çabayla dikkatimi videoya verdim tekrardan. Eda çantasını omzuna asarak karşı kaldırımdaki eczaneye ilerledi. Eczanede ne işi olduğunu bilmiyordum. Yunus Emre tekrardan bilgisayara eğilip ezberlemiş gibi videoyu beş dakika yirmi saniye ilerletip geri çekildi. Tam o anda Eda eczaneden elinde ilaç poşetiyle çıktı. Karşıdan karşıya bakıp dikkatli adımlarla arabasına doğru ilerledi. Koltuğumun kolçaklarını var gücümle sıkarken midemdeki bulantı arttı. Kalbimdeki sızıya karıştı belki de. Ekranda görebileceğim şeylerin dehşeti buz kesmeme neden olmuştu.

 

Eda' nın arabasına giden adımları yarı yolda duraksadı. Gördüğü bir şey oldukça dikkatini çekmiş anlık bir kararla arabasının tam tersi istikamete yönlendirmişti onu. Şükürler olsun .

 

Arabasını park ettiği yerden uzaklaşıp neredeyse kaldırımın sonundaki bir çiçekçiye girdiğini izledim. Allah'ım sana şükürler olsun. Onun içine yerleştirdiğin bu sevgiye binlerce kez şükürler olsun. Çiçekçiden içeri girdi Eda. Yunus Emre tekrardan videoyu ilerletirken ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Sızım sızım sızlıyorlardı. Tıpkı kalbim gibi. Sanki gözlerimin içine bir şey batıyormuşçasına bir his vardı. Canımın acısıydı.

 

Ellerimi gözlerimden çekip önüme istemsizce eğilen başımı kaldırdım. Yunus Emre pür dikkat beni izliyor, videoyu başlatmak için kendime gelmemi bekliyordu. Bakışlarında acıma duyduğu saygıyı görebiliyordum. Başımı sallayarak onay verdiğimde tekrardan başlattı kaydı. Eda yüzündeki tebessümle çıktı içeriden. Mağazanın önündeki toz pembe laleleri fark ettiği anda alacağını biliyordum. Çok severdi benim çiçeğim laleleri.

 

Geçmiş zaman ekiyle düşündüğümü fark ettiğimde okkalı bir yumruk yemiş gibi oldum. Bulduğum ilk fırsatta atacaktım da kendime o yumruğu. Severdi değil salak herif. Seviyor, sever.

 

Sarılmış bir buket lalesini alıp ayrıldı çiçekçiden. Adımları yavaştı çünkü gözlerini elinde tuttuğu lalelerden alamıyordu. Arabasına attığı her bir adım canımdan can götürürken, kulakları sağır edecek bir sesle irkildim. Allah'ın cezası bomba patlamıştı ancak ben her zaman onun bulunduğu her yerde olduğu gibi tüm dikkatimi ona verdiğimden kaçırmıştım bu detayı. Eda bir an oradaydı ancak bir sonraki an yoktu. Patlamanın şiddetiyle metrelerce geriye sürüklenmişti. Kayıtın açısı geniş olsa dahi o denli değildi ancak ben kaydın açısını baz alarak düşünüyordum. Kafasını çok sert bir darbeyle çarptığını söylemişti doktor. Beyin kanaması ve iç kanama geçirecek kadar sert.

 

Kaydın devamında etraf puslu, dükkanlarından bir müddet sonra dışarı çıkan insanlar ise telaşlıydı. Çığlık sesleri siren sesleriyle karışmış durumdaydı. Daha fazla izleyebileceğim bir şey yoktu. Yunus Emre kaydı durdurup vereceğim emri bekliyordu arkamda.

 

Ancak bir emir vermeyecektim ona. Yapmam gereken bir arama vardı ve onu da ben yapacaktım.

 

"Bu kayıtlar polisin elinde de var mı?" diye sordum yalnızca Yunus Emre'ye.

 

"Var abi. Dün olay yerindeki polisler almışlar kayıtları." dedi anında.

 

"Tamam. Soruşturmanın peşini bırakma. Her bir detayından haberdar olmak istiyorum. Gözün soruşturmanın üstünde olsun." dedim ve koltuğumdan ayaklandım. Ancak ayağa kalktığım an gözlerim karardı ve sendeledim. Ben masaya zar zor tutunurken Yunus Emre anında yanımda bitti.

 

"Abi yavaş. İyi misin?" dedi beni geri oturtmaya çalışarak ancak direndim, oturmadım. Şimdi oturacak zaman değildi. Masaya tutunmaya devam ederek ayakta kaldım. Gözümün ardındaki karanlık geçip gidene dek bekledim öylece.

 

Yunus Emre ısrarla oturmamı söylediğinde, "Bırak oturmayacağım." dedim sinirle.

 

"Abi dünden beri perişan oldun. Biliyorum hakkın her ne yapacaksan ama bu halde olmaz. Ayakta kalmak zorundasın sen Eda yenge için. Biraz toparlasan kendini olmaz mı?" dedi ezberden gazel okuyarak. Hiç aşık olmamış birine bu sözler ilaç geliyordu muhtemelen. Benim gibi aşkından yananlara yalnızca benzin oluyordu halbuki.

 

Eda' nın haberini aldığımdan beri ne bir lokma koymuştum ağzıma ne de bir yudum su. Bana bunlardan daha iyi gelebilecek beni iyileştirecek tek şey onun gözlerini açmasıydı. Beni bırakmayışı olurdu. Bana ilaç olan sadece oydu. Bir yudum su kadar gerek olan oydu.

 

Yâr da oydu bana yara da, ve yarama merhem.

 

"Olur da bir gün aşık olursan tekrar konuşalım kardeşim. O yüzden şimdi kapa o çeneni." dedim ve bu defa sendelemeden yürümeyi başardım. Acımı öfkeme katıp yoldaşım yaptım.

 

 

"Abi nereye?" dedi Yunus Emre arkamdan. "Ben de geleyim."

 

"Kendim gideceğim." dedim arkama dönmeden.

 

"Abi yalnız başına olmaz. Geleyim ben de."

 

Sabır taşımın üstünde tepiniyordu bu çocuk, haberi yoktu.

 

"Gerek olsaydı seni de çağırırdım Yunus Emre. Uzatma." dedim ve bir saniye daha konuşmaya tahammül edemediğimden hızla çıktım odadan. Yapmam gereken bir arama vardı ve kesinlikle bölünmemeliydi. Bu yüzden asansörü kullanmayı bekledim.

 

Asansörden içeri girdiğimde sertçe tuşa basıp aynaya yaslandım. Yorgunluğum bedenimden değil ruhumdan geliyordu. Asansör birkaç katta bir durduğunda daha da sinirlendim. Amacımla aramda duran her engelle sorunum vardı bu saatten sonra.

 

Çalışanların bana attığı kaçamak bakışlara aldırış etmedim. Tek bir tanesiyle bile göz göze gelmedim. Ne iyi niyetli geçmiş olsunlarını ne de saçma sapan teselli cümleleriyle uğraşmak istemiyordum.

 

Nihayet asansörden indiğimde gömleğimi çekiştirdim. Üstten üç düğmesi açıktı ancak ona rağmen boğazıma baskı yapan bir şeyler vardı. Ama keşke derdim düğme olsaydı. Keşke.

 

Arabama ilerleyinceye dek durmadım. Güvenlik görevlisi anahtarımla açtığım arabamın kapısını açtı. Arabaya bindim ama çalıştırmadım. Ceketimin cebinden telefonumu çıkardım. Düzenli aralıklarla mesajlaştığım ancak senelerdir sesini duymadığım ismin üzerine dokunup telefonu kulağıma götürdüm. Birkaç kez çaldıktan sonra açıldı telefon.

 

"Kılıç?" dedi telefonun ardındaki ses.

 

"Adıgüzel?" diyerek yanıt verdim.

 

"Hayır mı şer mi?" diye sordu tereddütle. Bunca yıl sonra onu aramasının önemli bir nedeni olması gerektiğini biliyordu.

 

"Şer." diyerek kısa bir yanıt verdim. Sesimdeki soğukluğun olayın önemsiz oluşundan değil tam aksine içimi buz kestirdiğini bilecek kadar iyi tanıyordu beni.

 

"Mekâna gel. Arka kapıdan giriş yap. Bekliyorum." dedi ve uzatmayarak telefonu kapattı. Zaten benim de istediğim buydu. Gözlerden uzak, güvenli bir yerde onunla konuşmak. Telefonu yan koltuğa savurup arabayı çalıştırdım. Hâlâ dostum olan ancak zoraki bir şekilde eski sıfatını alan adamın yanına gidiyordum.

 

Soner Sadi Adıgüzel. Dört sene evvel aynı taburda sırt sırta , omuz omuza görev yaptığım can dostum. Şimdilerin ise en büyük mafya liderlerinden biri.

 

🕯️

 

Mekânın önüne geldiğimde Soner'in adamlarından biri beni kapıda bekliyordu. Bana başıyla selam vererek camı açmamı işaret etti. Mekanın arka girişini tarif ettiğinde başımla onaylayarak camı kapattım. Burası şehirde Soner'e ait çeşitli yerlerden biriydi. Camiaya çizdiği narsist kişiliği gereği kendine ait yerler açıyordu. Gece kulübü, kumarhane, alışveriş merkezleri ve restoranlar bunlardan bazılarıydı. Ona ait olan restorana gelmiştim. Zamanını en çok geçirdiği yerin burası olduğunu bildiğimden telefonda buraya gelmemi istemişti esasen. Gizli ve özel görüşmelerini burada yapardı Soner.

 

Aynı taburda görev yaparken ben vatanı görevimi tamamlayıp gidecekken o asker olmaya karar vermişti. Hayatta olan hiçbir aile üyesi yoktu ve aile hayatı tam bir faciaydı ne yazık ki. Elinde kalan bir canı vardı ve onu da vatan uğruna feda etmek istiyordu. Ona hayran kaldığımı hatırlıyordum. Eğer senelerdir aile şirketinin İlhan ile beraber başına geçmeyi planlamasaydım ben de onun gibi asker olmayı çok isteyeceğimi biliyordum.

 

Askerliğim bittiğinde ben geri dönmüştüm o ise kalmıştı. Ancak bunun bir veda olmadığını düşünüyordum o zamanlar. Çünkü onun her tatil gününde ziyarete gelmesi için açık açık tehdit ettiğim bir ailesi vardı artık. Bendim. Benim ailem onun da ailesiydi.

 

Ben döndükten sonra ara ara telefonda görüşmüş bağlantıyı hiç koparmamıştık. Beni ziyarete aradan bir sene geçinceye kadar hiç gelmemişti. Bir sene sonra beni arayıp şehirde olduğunu ve acil görüşmek istediğini söylediğinde bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştım. Can dostumu bir sene sonra karşımda görür görmez ise yolunda gitmeyen o şeylerin sandığımdan daha büyük meseleler olduğunu öğrenmiştim.

 

Bugünkü gibi yine sessiz bir yerde karşı karşıya oturmuşlardı. Arkadaşımın anlattıklarını sözünü kesmeden dinlemiştim. Demişti ki, "Ömrümün yettiği yere kadar sürecek özel bir göreve çıkıyorum. Komutanım eğer güveniyorsan ailenden bir kişiye söyle ama güvenmiyorsan sakın risk alma dedi. Durdum düşündüm, bende aile namına kimse kalmadı ama bir tek can dostum dediğim adam var. Ve beni bir hain olarak bilsin istemiyorum. Çok kez değiştirdim kendi içimde bu kararı ama en son senin de beni geriye kalan herkes gibi bilecek olmanı kaldıramadım. O yüzden bir tek sana söyleyeceğim ve sonsuza kadar aramızda kalacak."

 

Bana her ne söyleyecek ise benimle mezara gideceğini bilecek kadar dostumdu benim. O masada bir yemin ettim ona ve sırrına ortak oldum.

 

Resmi olmayan kayıtlara devletine ihanet etmiş bir hain olarak geçip askerlikten men edilecekti. Ve bugün olduğu adama dönüşeceği bir senaryonun başrolü olacaktı. Geçmiş hayatında kim varsa silip geride bırakacaktı. Ve geçmişinde değer verdiği bir ben vardım. Taburdaki tüm askerler bizim dostluğumuza şahitti. Bu nedenle onun hain olduğu, mafya liderine dönüştüğü bir hayatta onun tarafında yer alamazdım. Bu görevin inandırıcılığına bir darbe indirmek olurdu. Ona sırtını dönen eski dostu olmuştum seneler önce görevi için. Tek fark ben en başından beri gerçekleri biliyordum ve bunun için ona minnettardım.

 

Arabayı durdurup telefonumu ceketimin iç cebine koyarak arabadan indim. Arka kapı benim için içeriden açıldı Soner'in başka bir adamı tarafından. Beni selamlayıp önden giderek yolu gösterdi. Önümden yürüyen adamı takip ettim sessizce. En nihayetinde adımları durduğunda ben de durdum. Görüş açımdan çekildiğinde onu gördüm.

 

Eski dostum Adıgüzel Sadi'yi.

 

Mafya aleminde bilinen adıyla nam-ı diğer Falaka'yı.

 

Ona yaklaştığımı fark ettiğinde oturduğu masadan ayaklandı. Arkamda kalmış adamına başıyla bir işaret verdi ve arkamdaki beden dışarı çıkarak bizi yalnız bıraktı. Restoranın koca salonunda bizden başka hiç kimse yoktu ve mekanın yarısını kaplayan camlar simsiyah jaluzilerle kapatılmıştı. Öğle saatlerinde olmamıza rağmen mekan ışıklarla aydınlatılıyordu.

 

Adımlarım masaya vardığımda durdu. Karşı karşıya masanın önünde kaldığımızda ikimiz de bir hamle yapmadık. Soner bir an kıstığı gözleriyle beni izliyorken bir an sonra beni dostça kucaklıyordu.

 

"Bok gibi görünüyorsun. Seni gördüğüme pek sevinemedim o yüzden." dedi geri çekildiğinde. Berbat bir halde olduğumu gördüğünden o ilk hamleyi yapmış olmalıydı.

 

"Eyvallah." dedim kabullendiğim çaresizlikle ve az önce oturduğu yerin tam karşısındaki sandalyeyi çekerek oturdum. Benim hemen ardımdan o da oturdu.

 

"Bir şeyler söyleyeyim mi yoksa önce dökülmek mi istersin?" dedi sorgulayan bakışlarımla. Beni bu hale neyin getirdiğini merak ediyordu.

 

"Yiyip içmeye gelmedim ben buraya." dedim ilk söylediğini reddederek. "Hayat memat meselesi olmasa kapına da gelmez, işini tehlikeye atmazdım. Kusuruma bakma."

 

"Mal mal konuşma benimle. Ben bilmiyor muyum seni? Açıklama yapma da derdini anlat bana." dedi sözümü keserek.

 

"Canıma kast ettiler."

 

Soner'in bilinmezlikle kaşları çatıldı. Bana bakarken ne demek istediğimi anlamaya çalışıyordu. Fiziksel olarak çökmüş haldeydim evet ama görünürde bir yaram yoktu. Benim yaram en kuytuda saklı vaziyette, kanıyordu. Kalbimde.

 

"Eda." dedim yalnızca. Adı ağzımdan kutsal bir isimmiş gibi çıkıyordu. O an bakışları değişti Soner'in. Canıma kast ettiler derken ne demek istediğimi anladı. Yine de bir şey söylemek yerine benim hazır oldukça anlatmamı bekledi. "Arabasına bomba yerleştirmişler." dedim izlediğim o anları zihnimde tekrar yaşayarak. "Bomba patladığında arabanın içinde değildi, metrelerce gerisindeydi ama ne fayda. Durumu çok ağır ve yoğun bakımda." O kadar ağır geldi ki bu cümle, o kadar zoruma gitti ki o cümleyi kurmak acıyla yutkunmak zorunda kaldım. Bedenimde bir karıncalanma vardı ve tüm duyularımı hissizleştiriyordu. Masada duran elimi yumruk yapıp açmaya başladım uyuşmayı engellemesi için.

 

Soner pür dikkat beni dinledikten sonra konuştu. "Kim o kansız? Kim yapmış bunu?"

 

"Ecevit Sungur." dedim ismi ağzımdan bir lanet gibi dökülürken. "İsmen tanımayabilirsin. Senin kadar büyük bir adam değil çünkü. Senin âleminde ona Çakal diyorlar."

 

Adını söylediğimde yüzünde oluşmayan tanıma belirtisi lakabını söylediğimde belirdi yüzünde. "Benimle işi gücü hiç olmadı ama etraftan duymuştum. Hile hurdayla insanların kanına girip sonra onlara kazık atarak işlerini büyüten bir solucan kendisi. O namı onun hakkında söylenen en günahsız şey."

 

O siktiğimin namı benim elime düşünceye kadardı. Görecekti.

 

"Peki sizinle derdi nedir bu şerefsizin? Nasıl bulaştı size?"

 

Derdi ezeldendi ama ateşe odun atan bizzat Ünzile Soylu' ydu.

 

Hikayeyi en baştan sona anlattım Soner'e. Ezelden bugüne. Geçmişin geleceğe sıçrayan hikayesi çok büyük ve acılarla doluydu ancak anlatması yalnızca birkaç dakika sürmüştü.

 

"Şeref ve haysiyet yoksunluğu bunlarda genetik desene." dedi Soner anlatmayı bitirdiğimde. Kaşları çatılmış, yüzü sinirden gerilmişti. Bana bakışlarında acımı paylaşan bir hassasiyet vardı.

 

"Eğer başın yukarısıyla derde girecek ise hiç konuşmamışız varsayar kalkar giderim. Görevini tehlikeye atacak bir durumsa bana karşı dürüst ol." dedim ciddi ve katı bir tutumla.

 

"Girmez kardeşim. Girmeyecek merak etme. Görev tanımım oldukça geniş benim. Bu alemde böyle kansızlara ders vermişliğim çoktur benim. İçin ferah olsun senin."

 

Masanın üzerindeki telefonuna uzandı ve birkaç tuşa dokunduktan sonra kulağına yasladı. Karşı taraf aramayı yanıtladığında konuşmaya başladı. "Sihirbaza söyleyin, Çakal hakkında yaptığı araştırma dosyasını alarak restoranttaki ofisime gelsin. Durum gizli ve acil. Bir misafirimle beraber bekliyorum onu." deyip telefonu kapattı.

 

"Sihirbaz?" diye sordum tek kaşımı kaldırarak.

 

"Parmakları çok sihirli bir arkadaşımız." diyerek yanıt verdi hafif gülümseyip.

 

Ofise gitmek için ayaklandık. Merdivenlerden zemin kata inerek dar bir koridora girdik. Arkasından yürüyerek onu takip ediyordum. Işıkları açmak yerine telefonunun ışığıyla ilerliyordu. Koridordan sağa döndükten sonra solunda kalan duvarın bir noktasına avucunu yaslayarak ittirdi. Ortaya üzerinde bir şifre sistemi bulunan demir bir kapı çıktı. Şifreyi girdiğinde kapı sessizce açıldı. Başıyla bana önden girmemi işaret ettiğinde girdim. Hemen ardımdan da o. Kapıyı arkasından kapattığında şifre sistemi tekrar devreye girmiş olacak ki bir kilit sesi duyuldu. Duvarda bir yere dokunduğunda bulunduğumuz oda aydınlanmıştı.

 

Oda geniş fakat zemin katta olduğu için oldukça basıktı. Demir parmaklıklar takılı bir camı tavanda ise bir pervanesi vardı. Odanın karşı duvarının önünde orta boy bir çalışma masasıyla koltuğu bulunuyordu. Sağ ve solunu tamamen kaplayan büyük dolaplar tıka basa kalın kapaklı dosyalarla doluydu. Anlaşılan bu çok gizli oda, görevdeki kimliğinden sıyrıldığı ve gerçek işlerini yürüttüğü yerdi.

 

Masanın karşısındaki tekli deri koltuklardan birine oturdum. Bakışlarım dümdüz karşıdaydı. Baktığım duvardı ama gördüğüm bir yüzdü.

 

"Tanıştığımız ilk anı hatırlıyor musun lan? Hiç haz etmemiştik birbirimizden. Komutanın burnundan getirmiştik dost oluncaya kadar." diyerek beni daldığım yerden çıkardı Soner. O zamanları hatırladığımda eğer hissedebiliyor durumda olsaydım gülümserdim.

 

Dediği kadar vardı gerçekten de. Birbirimizi gördüğümüz anda direkt haz etmemiştik. Komutanımız birlik olarak ilk görevimizi anlatırken bizim dik bakışlarımız birbirine kilitlenmiş durumdaydı çoktan. Komutan görevi açıklayıp dağılımı kendi içimizde koordine etmemizi emredip gittiğinde ilk konuşan aynı anda ikimiz olmuş o an mümkünmüş gibi daha da kurulmuştuk birbirimize. Seneler sonra birinin laf arasında bana karşı söylediği bir şey kendimle alakalı bir aydınlanma yaşamama sebep olmuş, bunun sebebini de fark etmiş olmuştum.

 

Eda' ydı o aydınlatmayı bana yaşatan. Zaten hep o değil miydi.

 

Günlük tartışmalarımızdan birini yaparken demişti ki, "Bıktım senin şu alfa erkek hareketlerinden. Sürekli kontrolü elinde tutmak ve sanki birileri elinden alırsa her şey mahvolacakmış tavırlarından. Kasti mi yapıyorsun bilmiyorum ama yetti canıma ha. Her şeyde sen öncü olamazsın Cihangir. Her şeyi kontrol edemezsin. Basit bir tartışmayı bile sen yönetmek istiyorsun. Şunun hakkında tartışmayalım çok saçma Eda. Bak bana bunun tribini atamazsın Eda. Neyi yapıp neyi yapamayacağım seni hiç alakadar etmiyor Cihangir tamam mı? Git bu insanı çileden çıkartacak davranışlarına katlanacak başka birini bul."

 

Sonra da ben ağzımı bile açamadan topuklu botlarını yere pata küte vurarak geçip gitmişti yanımdan. O gün bütün gün onun söylediklerini düşünmüş ve en sonunda ona hak vermiştim. Eda alfa erkek saçmalıkları diyordu her seferinde ben ise liderlik içgüdüsü.

 

"İkimizde lider ruhlu insanlar olduğumuz için birbirimizle zıtlaştık aslında. Karakterlerimiz aynı olduğu için birbiriyle çatıştı. Toplantı odasına girdiğimiz an içgüdüsel olarak hissettik bunu ve ayar olduk karşılıklı." dedim yaşadığım aydınlanmayı ona da anlatarak. Sonrasında bu yönümü törpülemek için birkaç tane kişisel gelişim kitabı da okuduğumdan karakterimi kabullenmiştim.

 

"Yokluğumda filozof olmuşsun lan." dedi kaşlarını çatarak. "Eyvallah kardeşim."

 

Konuşmamızı bitiren kapının açılması oldu. Kapıyı aralayan dövmeli bir el göründü önce. Parmaklarının üzeri dahil bütün eli dövmeliydi. Soner gayet rahat bir şekilde oturduğundan bir tehlike sezmemiştim ben de. Elinde tuttuğu dosyayla bir adam girdi içeri. Bu Sihirbaz olmalıydı. Kapıyı ardından kapattığında kapı tekrar kilitlendi. Yüzünün büyük bir çoğunluğunu kapatan siyah şapkayı çıkardığında Sihirbaz'ı net bir şekilde görebildim. Boyu tahmini olarak iki metrenin üzerinde, yapılı bir adamdı. Üzerine giydiği deri ceket geniş omuzlarını sarmıştı. Hafif kıvırcık saçları şapkadan dolayı karışarak alnına dökülüyordu. Gözleri açık kahveyle sarı arasında yine çok açık bir tondaydı. Ve onda en dikkat çeken detay kesinlikle alnından başlayıp kaşının sonlarından çizerek şakaklarında biten çizikti. Bir yara gibi kabuk bağlamamış ancak kalıcı bir çizik olarak duruyordu.

 

Beni başıyla selamlayıp elinde tuttuğu dosyayı, "Buyur abi. İstediğin dosya." diyerek Soner'e uzattı. Soner dosyayı ondan aldığında olduğu yerde ellerini ardında hazırol poziyonunda bağlayarak bekledi. Tıpkı bir asker gibi. Onun da Soner gibi gerçek kimliğini gizleyen bir asker olması muhtemeldi.

 

Soner elindeki dosyayı birkaç dakika ifadesiz bir şekilde inceledi. Yüzü ifadesiz olabilirdi ancak ben onu biraz olsun tanıyorsam şu anda aklında kırk tane tilki cirit atıyordu. Bir değil birden fazla plan kuruyor, aralarından en mantıklı olanını seçmeye çalışıyordu. Alınacak intikam benimdi ancak bana gölge olacak olan oydu ve o hiçbir zaman vezir olarak nitelendirilemezdi. O şahın yanında bile şahtı.

 

"Hadi o zaman." dedi en nihayetinde dosyayı bırakıp. Bakışlarını bana çevirdi. "Çakal avına çıkıyoruz."

 

🕯️

 

Arabamı park edip hastaneden içeri girdiğim anda bana doğru gelen Yunus Emre' yi gördüm. Bu çocukta ya şu üçüncü göz dedikleri zımbırtıdan vardı ya da bir şekilde beni takip ediyordu. Nasıl yapıyordu bilmiyordum ancak ne zaman gelip ne zaman gittiğimden hep haberdar oluyordu.

"Buralar stabil abi. Bıraktığın gibi." dedi ben sormadan. Bir müddet de bu stabil kelimesinden nefret edecektim. Yolda Eda' nın doktorunu aramış, durumunu sormuştum. Stabil demişti o da bana. Hâlâ durumu kritik, herhangi bir değişiklik yok demişti. Ölene kadar bu kelimeyle şahsi problemim vardı artık.

 

Başımla onayladım Yunus Emre' yi. Asansörü aşıp hızlı adımlarla Eda' nın yattığı yoğun bakımın bulunduğu kata geldim. Camdan Eda' yı izleyen İlhan ve Hümeyra dışında hiç kimse yoktu yoğun bakımın önünde. İkisi camın önünde durmuş, başlarını birbirlerine yaslayarak camın ötesinde yatan kadını izliyorlardı. İlhan adımlarımın sesini duyduğunda başını çevirip bana doğru baktı ve geldiğimi fark ederek bana doğru döndü. Saatlerdir ortalıkta yoktum ve bunun hayra alamet olmadığını pek tabii o da biliyordu.

 

"Nerelerdesin kardeşim sen? Hayırdır?" dedi gözünü imayla kırparak.

 

"Birkaç ziyarette bulundum. Kurcalama." dedim camın en sondaki ucuna geçerek.

 

Saatler önce ardımda bıraktığım görüntünün biraz olsun değişmesini çok isterdim. Her şeyden çok. O tarçın gözlerin bana tekrar bakmasını ve beni bir kez daha benden almasını çok isterdim. Beni buradan ona bakarken görüp "ne bakıyorsun be sen bana" diye yükselmesi için her şeyimi verirdim. Neyim varsa.

 

Bir onu vermezdim.

 

"Görüş izni veriyorlar mı?" diye sordum ansızın. Dakikalardır lal olmuş dilim, onun özlemiyle sızlayan kalbim tarafından çözülmüştü.

 

"Annemle babama beş dakika verdiler. İkisi girip çıktı ama annem çıkınca yine fenalaştı. Bir sakinleştirici daha yapmak zorunda kaldı hemşireler. Babam da onun başında bekliyor. Beklemese de ayakta duracak takati yok zaten adamın." diye cevap verdi sıkıntılı bir sesle İlhan. "Ben giremedim. Niye bilmiyorum ama sanki öyle yakından görürsem onu, kalbim sökülecek yerinden. Kalan aklımı da kaybedeceğim. Camın ardında gözümü ayırmadan izlediğim de o hâlbuki."

 

İlhan'ın acıya bulanmış sesi, konuşmasının sonuna doğru kısıldığında Hümeyra onu kollarının arasına çekti. Saçlarına öpücükler kondurarak avuttu. Nasıl bir lütuftu bu, haberleri var mıydı bundan?

 

"Bu hayatta tanıdığınız en inatçı insan kim?" diye sordu Hümeyra ikimize de bakarak.

 

Aynı anda cevap verdik. "Eda."

 

"O hâlde savaşmadan vazgeçmeyeceğini de biliyorsunuzdur. Daha size kök söktüreceği çok şey var. Sırf bunun için bile hiçbir yere gitmez o." dedi durduramadığı yaşlarını silip. Sesinde büyük bir inanç vardı konuşurken. Sonra gözlerini tekrar bana çevirdi ve konuştu. "Ünzile teyzeler girip çıkalı saatler oldu. Doktor beyden rica edersen görmene izin verir belki."

 

Başımla onaylayıp doktorun odasını öğrenmek üzere sekreterin oturduğu masaya yöneldim. Doktor beyin odasını tarif ettiğinde bir teşekkür mırıldanarak üç kat yukarı çıktım asansörle. Şansıma doktor ameliyatta değil de içerideydi. Eda' yı görmek istediğimde yalnızca beş dakika diyerek izin verdi. Bakışlarından normalde izin vermeyeceğini ama hastanenin ortaklarından biri olduğumuz için bu imtiyazı gösterdiği bariz bir şekilde belli oluyordu. Ancak ilk kez umrumda değildi. Onu beş dakika olsun görmek uğruna tüm ayrıcalıklarıma başvururdum.

 

Dakikalar sonra bir hemşire yoğun bakıma girebilmem için bana siteril önlük ve maske veriyordu. Dönüp gidecek sanmıştım ancak tam gidecekken durmuş, bana çevirmişti gözlerini. "Haberi aldığımızdan beri biz hemşirelerden tutun hasta bakıcı ve temizlikçilere kadar hepimiz çok üzgünüz. Ben aralarına yeni katıldım, kısa bir süre önce başladım burada çalışmaya ama Eda hemşirenin çok desteğini gördüm. Dualarımız onunla. Bizden selam söyleyin olur mu?"

 

Başımı sallayarak onayladığımda ayrıldı yanımdan. Vakit kaybetmeden verdiği önlüğü ve galoşları giydim. Maske mi de taktığımda yoğun bakım ünitesinden içeri girdim. Adımlarım sanki yolu biliyormuşum gibi ezbere onu buldu.

 

Öyle solgun, öyle narin görünüyordu ki ağlamamı bu mu başlattı yoksa ağlamak için onu karşımda görmeyi mi bekliyordum bilmiyordum. Yatağının önüne yaklaşıp durduğumda görüşüm buğuluydu. Gözlerimi sertçe kapatıp açarak yaşlardan serbest kalmalarını sağlayarak kurtuldum. Onu görmeme engel olmalarından hoşlanmamıştım hiç. Parmak uçlarımla eline dokundum. Buz gibiydi. Allah kahretsin.

 

Onun elleri hep soğuktu, hep üşürdü. Mevsim ne olursa olsun. Ona reva mıydı şimdi bu donduran soğuk?

Bana reva olsaydı da ona olmasaydı.

 

"Çiçeğim." dedim genzim yanarak. "Ben geldim. Hadi kalk da kov beni."

 

"Eda yemin ederim ben böyle bir acı yaşamadım daha önce. Yaşadım dediklerim yalanmış. Böylesi bir acının tarifi yok bende. Hep derdim ki beni gördüğünde gülümseyeceği bir gün gelir mi diye. Eda ben şükürsüz herifin tekiymişim. Hiç kıymetini bilememişim seninle geçirdiğim anların. Yine bağır çağır canıma oku ama uyan ne olursun. Canımı dahi çıkarsan sana bırakmaz kendi ellerimle veririm onu sana."

 

Yüzüm cama dönük hâlde ağlamaya devam ettim. Omuzlarımın sarsılışını görebiliyorlar muydu acaba?

 

"Canımın köşesi, ne olursun vazgeçme. Benden geç, istersen ailenden geç ama hayattan vazgeçme. Yaşamanın senin kadar yakıştığı başka biri yok bu evrende. Sıkı tut, bırakma onu ellerinin arasından olur mu?"

 

Ne bekliyordum bilmiyorum ama hiçbir şey değişmedi. Beş dakikam dolmuştu ve onun sağlığı için bu defa verilenle yetinmeye çalışacaktım. Solgunluğun bile engel olamadığı güzel yüzünü bir müddet izledim. Abisinin onu çok özlediğinden ve arkadaşlarının selamından bahsettim. Sonra mecburen üniteden çıkmak üzere geriledim. Adımlarım oldukça yavaştı. Sanki bir an bakışlarımı çeksem ortadan kaybolacakmış gibi hissediyordum.

 

"Ben sana can yoldaşım dedim. Canım da kalbim de seninle bir. Ona göre bak." dedim odadan çıkmadan evvel. Duygu durumum o kadar kötüydü ki konuşmalarımda bir tutar söz konusu değildi.

 

Yoğun bakım ünitesinden çıkarak üzerimdekileri çıkartıp çöpe attım. Avuçlarımla gözlerimi ovalayıp çıktım. Camın önüne geri döndüğümde İlhan ortalıklarda yoktu. Hümeyra ise aynı yerindeydi. Camın biraz önce bıraktığım köşesine geri tünedim. Önümde bir pet şişede su belirdi. Bakışlarımı camın öbür ucunda duran ve bana su uzatan Hümeyra'ya çevirdim. "Bir şey ye desem tıpkı arkadaşın gibi suratını buruşturacaksın biliyorum. O yüzden en azından su iç. Güçten düşmenize Eda çok kızar "

 

Bana o suyu içirtecek kainat üzerinde başka bir kaide yoktu. O bilmiyorken dahi bana gönül koyma ihtimali kalbimi sıkıştırıyordu. Suya uzanıp büyük birkaç yudum aldım. Yalnızca o kadar. Fazlası geçmedi boğazımdan. Zaten Hümeyra da başka bir ısrarda bulunmadı.

 

Yarın akşama kadar Eda' yı izlemek dışında bir işim yoktu. Bu yüzden görevime kaldığım yerden devam ettim. Saatleri, günleri saymaya.

 

Gün yirmi dört saat. Eda yirmi iki saattir mücadeleden galip çıkamadı.

 

🕯️

 

24 Ocak 2024, 17:05

 

Saat akşam beş sularıydı. Boş bir arazide arabamın kaputuna yaslanmış, acıdan sızlayan gözlerimi metrelerce ötede tam karşımda kalan fabrikaya dikmiştim. Hemen sağ tarafımda Soner vardı. Kabanını bir kabadayı gibi omuzlarına atmış, ellerini pantolonunun cebine koymuş duruyor tıpkı benim gibi karşıyı izliyordu. Dumanı tüten fabrikayı. Onun yanında ise Sihirbaz vardı. Bizim ifadesiz suratımızın tam aksine o birazdan olacakları yüzünde beliren tehlikeli bir gülümsemeyle izliyordu. Üzerinde yalnızca siyah düz bir kazak ve kot pantolonu vardı. Ocak ayının donduran havasına karşılık bir palto dahi almamıştı üzerine. Sol bileğine takılı kırmızı bir iple oynuyor, sessizliğin hakim olduğu ortamdan kendini soyutluyordu sanki.

 

Dün akşama doğru girdiğim hastaneden bir saat kadar önce ayrılmıştım. Eda' nın durumunda hiçbir değişiklik yoktu. Doktorların tüm çabalarına rağmen tek bir tepki dahi vermiyordu. Savaştığına dair tek bir işaret bile vermemişti bize. Bilinmezlik ve korku dolu bir gelecek beklentisiyle baş başa bırakmıştı bizi. Zalimdi işte.

 

Doktorlar bugün onu görmemize izin vermemişlerdi. Hiçbirimiz girememiştik yanına. Böyle iş mi olurdu? Fiziksel olarak orada yalnız yatıyor olabilirdi ancak işin tam aksi benim ruhum da onunla birlikte yatıyordu o yatakta. Kalbim de.

 

Ailesi günün yarısını yoğun bakım ünitesinin önünde yarısını da yatırılmak zorunda kaldıkları hasta yataklarında geçiriyorlardı. İlhan, Eda' nın uyanmadığı her yeni günde bir önceki kötü günün tekrarını yaşıyordu. Bir değil bin parçaya bölünmüş halde ailesi için çırpınıyordu. Hümeyra yanından hiç ayrılmıyor, desteğini onun da ailesinin de üzerinden bir an olsun çekmiyordu. İlhan' ın tek dayanağı oydu. Onlara bakmak, sahip oldukları şeyi canlı izlemek içimi düğüm düğüm ediyordu bazen. Bu geçmişte de başıma gelmişti ancak onlara özgü bir şey değildi. Kavuşan ve mutlu olan her çifti kıskanırdım ben. O an ise sadece onlara özgüydü ve niyetimin kötü olmadığını kalbimde bilmeme rağmen utanıp başımı çevirmiş, onları izlemeyi kesmiştim.

 

Artık derdim kavuşmak bile değildi oysaki. Oraları geçmiştim bile. Yalnızca yaşamasını istiyordum. Yaşamamızı.

 

Düşüncelerimi ve sessizliği bölen şiddetli bir alarm sesi oldu. Metrelerce ilerimizdeki fabrikadan kulakları çınlatacak bir alarm sesi geliyordu. Ve sebebini biliyordum.

 

Yangın alarmı ötüyordu.

 

Sungur Tekstil Fabrikası, ülkenin dört bir yanına satış yapan satışları çok yüksek olan bir fabrikaydı. Ancak bu sadece madalyonun görünen yüzüydü. On katlı fabrikanın yalnızca dört katında tekstil üretimi yapılırken geriye kalan altı katında uyuşturucu üretimi yapılıyordu. Bunu o denli titiz bir ustalıkla gizliyorlardı ki tüm denetimlerden tam not alıp, bu konu hakkında hiçbir kusura rastlanmadan geçebiliyorlardı. Sihirbaz'ın yaptığı araştırmada denetçilerin arasında adamları olduğuna dair kanıtlar bulunduğundan bu durum pek de şaşırtıcı değildi elbet.

 

Soner'in bir asker olarak en avantajlı özelliklerinden biri oluşturduğu kusursuz stratejiler ve o stratejiler üzerine kurduğu planlardı. Ecevit şerefsizine kuracağımız oyunda iplerin tamamını elimizde tutmamızı bu sayede sağlayabilmiştik. Çok önemli iki nokta vardı ve planı bunları dikkate alarak kurmuştuk. Birincisi onunla aramdaki bağın hiçbir şekilde anlaşılmaması gerekiyordu. Bu yüzden de bu plana dahil olduğu hiçbir şekilde anlaşılmamalıydı. İkincisi ise ben o şerefsizin karşısına çıkana dek hamlenin benden geldiğini anlamaması gerektiğiydi. Ona darbeleri tek bir seferde değil art arda vuracaktım ve o iblis ben karşısına çıkana dek bunu bilmeyecekti. Onunla hesaplaşmam bir gün değildi artık benim. Bir ömürdü. Öylesine savunmasız kalacaktı ki benim karşımda ecelinin ben olduğumu ben gölgelerin arasından çıktığımda fark edebilecekti.

 

Planımızın ilk aşaması tıkır tıkır işliyordu. Fabrikada uyuşturucu üreten katlardan birinde çalışan birine para vererek satın almıştı Soner. Adam plan amacına ulaşır ulaşmaz ortadan tüyecek, kayıplara karışacaktı. Üretilen malların depolandığı son kattaki yerlerden birinde büyük bir yangın çıkartacak ve buna kaza süsü verecekti. Susturulamayan alarmlara göre bu kısım gayet başarılıydı. Sonra da ona Soner'in aracı yaptığı adam tarafından hattı başka bir isme kayıtlı telefondan itfaiyeyi ve polisi arayıp malları çıkarttıkları gizli kapıdan çıkıp gidecekti. Polis kundaklama ihbarı üzerine geldiği fabrikada üretilen gerçek malları gördüğünde artık operasyonun adı kundaklama olmayacaktı.

 

O şerefsiz herifin haberi alır almaz bir deliğe girip saklanacağını biliyordum. Zaten ben de tam olarak bunu istiyordum. Ona yapacağım şeylerin yanında bu, hiçbir şeydi. İntikam ya da hesaplaşma değildi benim istediğim. Cehennem azabıydı.

 

Çalışanların telaşla dışarı çıkışını ve yangına müdahale etmeye çalışıp başarılı olamayan insanları kıpırdamadan izlediğimiz bir müddetin ardından nihayet duymayı beklediğim sesleri duydum. Siren seslerini. Dün planı yaptıktan sonra Soner'in yanından ayrılmış emniyete bir ziyarette bulunmuştum. Bu adresten alınacak bir ihbar hakkında hatrımızın geçtiği bazı isimlerin kulağına bir şeyler fısıldamıştım. Özellikle nerelere bakmaları, kimleri konuşturmaları konusunda tavsiyelerde bulunmuştum. Şimdi görüyordum ki sağ olsunlar, beni oldukça dikkate almışlardı.

 

İtfaiyenin müdahalesinin ardından polisler içeri girmişti. Muhabirler olay yerine gelmiş çekim yapıyor işçilerden bazılarıyla konuşuyorlardı. Elbet onların kulaklarına fısıldayanlar da olacaktı. Elbet.

 

Dakikalar sonra telefonuma bir mesaj düştü. Bu mesajı beklediğim için hemen açıp baktım. İçeri giren ekipteki polis arkadaşlardan biriydi.

 

(05...): İşlem başarılı.

 

"Tamamdır. Plan başarılı." diye mırıldandım Soner ve Sihirbaz'a.

 

"O puştun arabasına takip cihazı yerleştirildi. Çoktan kaçmaya başlamıştır bile. Nerede ne zaman istersen çökebilirsin tepesine." dedi Soner bana dönerek. "O konuda yardım istemediğine emin misin kardeşim?"

 

"Eminim kardeşim, eyvallah. Bundan sonrası bende." dedim net bir şekilde.

 

"İşkence yöntemlerin tükenirse beni çağırabilirsin ama. Parmaklarım kadar ellerim de sihirlidir." dedi Sihirbaz. Soner bile ona gerçek adıyla değil de lakabıyla hitap ettiğinden ikisine de adını sormamıştım. Zira lakabı adından daha kullanışlı olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

 

"Eyvallah Sihirbaz. Aklımda bulunsun." diyerek yanıt verdiğimde yine o tehlikeli gülümsemesiyle karşılık verdi.

 

Soner bir elini omzuma koyup sıkarak bana baktı. "Neye ihtiyacın olursa ben buradayım kardeşim. Yenge için de dua edeceğim. Allah'tan ümit kesilmez, sen de kesme."

 

"Ne Allah'tan ne de ondan ümidimi kesmem ben." dedim ve birbirimizin sırtına vurarak sarılıp geri çekildik. "Her şey için sağ ol kardeşim."

 

"Sen sağ ol da yeter o bana."

 

Sihirbaz yaslandığı arabadan doğruldu ve elini bana uzattı. Tokalaştığımızda, "Seninle tanışmak zevkti Kılıç." dedi. Dünden beri herhangi bir konuşmada onu ilk defa ciddi görüyordum. Dünden beri ona karşı izlenimlerimde görev hassasiyeti dışında dünya umrunda değilmiş gibi rahat bir ifade yakalamıştım. Ancak şu an karşımda benimle vedalaşan adam öyle değildi. "Seni patrondan çok dinlemiştim. Anlattığı kadar varmışsın. Bir dahaki karşılaşmamızda daha iyi bir ruh halinde olursun umarım. Kendine cici bak." dedi ve iki parmağını alnından sallayarak selam vererek yan tarafta duran son model jipin sürücü koltuğuna geçti.

 

"Umursamaz ya da laubali bir adam değildir, yanlış anlama onu. Konuşmaktan ve iletişim kurmaktan haz etmediği için iletişim becerileri biraz körelmiş durumda yalnızca. Sana kendi çapında iyi dileklerini iletti aslında." dedi Soner bana adamını açıklamak isteyerek. Ki zaten bende yanlış anlamamıştım onun herhangi bir lafını.

 

"Kumaşı iyi bir adam olduğu belli. Yanlış anlaşılacak bir şey yok." dedim Soner'e.

 

Birkaç saniye bana baktıktan sonra, "Allah'a emanetsin." dedi ve aynı selamı o da verdi.

 

"Sen de kardeşim." dediğimde arkasını döndü ve yolcu koltuğuna geçti. O bindikten hemen sonra araba çalıştı. Eski dostum benden uzaklaşırken arabayı görüş açımdan çıkıncaya dek izledim. Sonra derin bir nefes verip tekrar önüme döndüm. Fabrikada kargaşa devam ediyordu. Artık orada yapacak bir işim yoktu. Yalnızca yıkılan bir kaleyi izliyordum.

 

Konu sevdiklerim ve bilhassa Eda olduğunda benim kısasa kısas prensibimin geçerliliği kalmazdı. Ona yaşatılanın dengi olanı değil bin katını hesap ederek ödetirdim bedeli. O şerefsizin bu yaşadıkları yaşayacaklarının yanında hiç kalacaktı. Bunu bildiğinden emin olacaktım. Aklına kazıdığıma şahit olacacaktım. Bin beterinden bin bedel ödeyene dek durmayacağım.

 

O benim gülümü soldurdu, ben ise onun kökünü kurutacağım.

 

🕯️

 

Omzuma ve yüzüme baskı uygulayan bir el, beni gördüğüm kabustan sıçratarak uyandırdı. Başta nerede olduğumu sorgulasam da kabusun bıraktığı dehşet sayesinde algılarım çabuk açıldı. Hastanedeydim. Bir daha asla aynı gözle bakamayacağım yerde.

 

"Aklımı çıkardın lan. Sayıklıyordun, inliyordun. İyi misin?" dedi İlhan başımda dikildiği yerden. Dönüp şöyle bir etrafıma baktığımda yoğun bakımın karşısındaki mesken eylediğim sandalyede uyuyakaldığımı fark ettim. Günler süren yorgunluğum bir noktada uykuya yenilmiş olmalıydı, hatırlamıyordum. Yalnızca bir süre önce bacaklarım titremeye başladığında oturduğumu hatırlıyordum.

 

"Kabus görüyordum herhalde, bir şey yok." diyerek geçiştirdim İlhan' ı. Kabusun kendisini yaşadığımız son beş güne bakarsak uykuma da sıçramış olmaları hiç şaşırtıcı olmazdı.

 

Hastaneden birkaç saatliğine ayrılıp o itin fabrikasına operasyon düzenlettirmemin üzerinden üç gün geçmişti. Eda uyansın diye beklediğim üç koca gün. Tek bir değişiklik dahi yoktu durumunda. Doktorlar sürekli aynı şeyi söylüyordu. Bu belirsizlik hissi ve gelecekten duyduğum korku her geçen saniye içten içe öldürüyordu beni.

 

Ben seni yedi yıl bekledim Eda. Gerekirse bin ömür daha beklerim ama böyle değil. Sen orada yatarken değil. Ben yatayım gerekirse orada ama sen çık.

 

Ellerimle yüzümü sıvazladım. Nefes almakta zorlanıyor, sanki boğuluyormuş gibi hissediyordum. Soluk boruma oturmuş bekleyen bir ihtimal vardı çünkü. Soluğumu kesiyordu ağırlığıyla.

 

"Ne oluyor?" diye mırıldanışını duydum yanımdaki İlhan' ın. Dönüp ona baktığımda onun görüp tepki verdiği şeyi anlamış oldum. Doktor koşarak yoğun bakım ünitesine doğru geliyordu. Ayağa fırladım. İkimizde doktora ne olduğunu, kimin için koştuğunu sorduk ancak sorularımızı yanıtsız bırakarak içeri girdi. Camdan yoğun bakımın içine baktığımızda Eda' nın başında duran ve doktora hızlıca bir şeyler söyleyen hemşireyi fark ettim. Taş kesildim olduğum yerde.

 

"Az önce içeri giren hemşire." dedi İlhan. "Allah'ım ne olur. Ne olur Allah'ım ne olur." diye yalvarışları geliyordu kulağıma. Nefes nefeseydi ve yerinde duramıyordu. Sağa sola telaşla yalpalayan adımlarını gözümün ucuyla görebiliyordum ancak çünkü gözlerimi bir saniye bile ayıramıyordum ondan. Canımdan.

 

Yerle yeksan olmamak için tek dayanağım doktorun telaşla değil de sükunet ile hareket ediyor oluşuydu. Şok cihazına uzanmamıştı hiç ve bunun için bin şükürdü. Böyle teselliyi sikeyim ben. Hiçbir şey endişemi dindirmeye yetmiyordu ama. Yetemezdi. Birileri bir şey söylemek zorundaydı. Çiçeğim savaşı kazanmış mıydı yoksa kayıp mı etmiştik savaşı? Kazanmak ona mahsustu ama kaybetmek iki kişilikti.

 

Yakınımızdan gelen bir kadın sesinin konuşma sesi geldi kulağıma ancak umursamadım. Sadece canımın derdindeydim. Sessiz yakarışlarım içimde bir çığlık gibiydi. Bana bunu yapma, diye yalvarıyordum Eda' ya.

 

Doktor dakikalarca Eda' yı muayene edip çıkmadı içeriden. Yirmi sekiz yıllık hayatım boyunca şu beş gündür hissettiğim çaresizliği hissetmemiştim hiç. Beş gün değil beş yıl gibi geçmişti üzerimden. Bundan daha kötü tek bir şey vardı.

 

Doktor nihayet hemşire ile konuştuktan sonra çıktı içeriden. Bir elim camda Eda' ya bakarken bize doğru gelmesini bekledim. Bundan sonra olacakları doktorun söyledikleri belirleyecekti.

 

Bize yaklaştı ve önümüzde durdu. İlhan ve yanındaki Hümeyra arkalarından dahi hissettiğim bir korkuyla söyleyeceklerini bekliyorlardı.

 

Doktor her birimizle tek tek göz göze geldi. Kalbim kan ağlıyordu.

 

Çok mu zordu söyleyeceği şey ondan mı bekliyordu?

 

Gördüğüm kabus düştü aklıma o an.

 

O kabusta şok cihazıyla hayata döndürülmeye çalışılan bir kadın vardı. Bu yüzden miydi o cihaza dikkat etmem?

 

Kalbimin atışı sanki mümkünmüş gibi dışarıdan duyuluyor, sesi beynimde yankılanıyordu.

 

"Gözümüz aydın." dedi doktor. Durduramadım, yaşlarım yağmur misali boşaldı gözlerimden aşağı. Binlerce kez şükredeceğim, aç doyurup hayır yaptıracağım o kısma gelmiş miydik nihayet?

 

"Eda Hanım uyandı. Değerleri de yavaş yavaş normale dönüyor."

 

Uyandı. Şükürler olsun.

 

Değerleri normale dönüyor. Şükürler olsun.

 

İçimde zincirleyerek tuttuğum ne varsa, gözyaşlarına dönüşüp bıraktı kendini. Kaç yaşında adamım demeden çöktü gözünün gördüğü ilk yere. Yalnızca ağladı.

 

Bir kaybın ilanı değildi bu üstelik. Bir galibiyetin ilanıydı.

 

Koparılan çiçeğim, yeniden açmıştı.

 

🕯️

 

Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,

Bu yılın son bölümünü sizlere sunmaktan dolayı çok sevinçliyim. Bu yıl hayatıma sizleri kattığı için çok mutluyum. Tüm kalbimle diliyorum ki kurduğumuz bu gönül bağı, uzunca seneler boyunca devam etsin. Yeni yılda tüm dileklerinizin gerçekleşmesini, başarmak istediklerinizi başarmanın sevincini yaşamayı, kat etmeniz gereken yolları aşmanızı, yüklerinizden kurtulup arınmanızı diliyorum.

 

Yeni yılda, yeni bölümlerde görüşebilmek dileğiyle .

Bölüm : 28.12.2024 19:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...