9. Bölüm

8. Bölüm| Kalbin Akla Darbe'si

E. B 🍯
authbal

Çok Sevgili Gönülçelen Sokağı Sakinleri,

Mahallemize Hoş Geldiniz.

 

🎶

All The Stars- Kendrick Lamar, Sza

Princesses Don't Cry - Carys

Sar Bu Şehri- Can Ozan

Güllerim Soldu- Sezen Aksu

Yalnızca Sitem- Sezen Aksu

Kupa Kızı ve Sinek Valesi - Teoman

Silinmez- Mahsur Ak

Haydi Gel Benimle Ol- Sezen Aksu

 

 

 

 

8. Bölüm| Kalbin Akla Darbe'si

 

Kalbi kadar kararmış, bir kara deliği andıran gözlerini karşısındaki bomboş duvara dikmiş öylece izliyordu Ecevit. Elinde, ağzında çok acı bir tat bırakan yarısı dolu viski bardağını tutuyordu. Bundan yalnızca birkaç saat önce günün ilk içkisini içtiği bardağı şu anda gözlerini dikerek izlediği duvara fırlatarak kırmıştı. Onu yakıp kavuran öfkeye hiçbir faydası olmadığında yıkıp dökmekten de vazgeçmişti. Kendisine yarar sağlamayan hiçbir şeyi yapmazdı.

 

Tam üç gündür girdiği bu delikten dışarıya tek bir adım bile atmamıştı. Ülkedeki tüm polisler onu aradığından en azından bir süre daha çıkması da imkansız görünüyordu. Öyle demişti babası üç gün önce tek bir kez bir kullan at telefon aracılığıyla konuştuklarında.

 

Büyük patladık. Her yerde seni arıyorlar. Yerini bana dahi söyleme ve girdiğin delikten sakın çıkma. Seni kaçırmanın bir yolunu arıyorum ama ben de inceleme altındayım, şu an için elim kolum bağlı. Sakın yanlış bir şey yapma ve benden haber bekle.

 

Hiçbir zaman sabretmek gibi erdem olarak adlandırılan şeyleri umursamamıştı. Eğer bir şeyi istiyorsa neden sahip olmak için beklemesi gerektiğini anlamıyordu. Birini ya da bir şeyi istiyorsa gider alır, kendisine ait kılardı. Beklemek elinden kaçması için bir fırsat yaratmak demekti ona göre. Dezavantajdan ilerisi değildi.

 

Ancak babası kendi düşüncelerinin tam tersini benimseyen bir adamdı ve bu yüzden ona kızgın olduğunun da farkındaydı. Telefonda konuşurlarken bile sesindeki kızgınlığı ve aşağılanmayı fark etmişti Ecevit. Onun üstün zekası ve çabası sayesinde bugünlere gelmişler bu denli güçlenmişlerdi. Bir hiçken her şeyin sahibi olmuşlardı ve anlaşılan babası bunların hepsini unutmuştu. Ve bunun tek sebebi de intikam için beklememiş, babasının tavsiyesinin aksine en doğru zaman için sabretmemiş olmasıydı öyle mi?

 

Bunu hiçbir koşulda kabul etmiyordu Ecevit. Düşmanı alt etmenin yolu ona karşılık vermemesi için darbeleri üst üste vurmaktı. Ancak öyle başı ezilebilirdi. Keza öyle de olmuştu. Şu an bu küçücük deliğe sıkışmış olabilirdi ancak yaptıklarından pişman değildi. Tek pişmanlığı kendi heyecanı için patlayıcının süresini uzun ayarlatmış olmasıydı. O adrenalin o kadar iyi geliyordu ki ona, sırf kendi tatmini için bu şekilde olmasını uygun görmüştü. Halbuki önerildiği üzere beş dakika yapsa ya da harekete dayalı bir sistem seçse şu anda Eda hayatta olmayacak, zafer onun olacaktı. O ben çok büyük adamım tavırlarındaki Cihangir' i avuçlarım arasında ezmiş olacaktım, diye düşünüyordu.

 

Çok yaklaşmıştı ve bir dahaki sefere kimin büyük olduğunu o Cihangir' e gösterecekti. Zafer her zaman kolay kazanılmazdı ancak onun olduğu bir oyunda bir başkası tarafından elde edilemezdi de. Her daim olduğu gibi, istiyordu ve alacaktı. Onlar hamlelerinin tükendiğini, oyundan diskalifiye edildiğini sansalar da hayır. O savaşın kendi cephesinde en çok kan akıtan taraf olmaya bayılırdı. Tek bir hamle üzerine kurmazdı hiçbir zaman oyununu. Her şeyin mübah olduğunu düşündüğü savaşta kadınlar, çocuklar ya da masumlar asla ayrıcalıkları sınıfta değildi onun için. Tek ayrıcalık kendisiydi.

 

Günler sonra ilk kez bir gülümseme belirdi dudaklarında. Hiç kimsenin bilmediği bir hattın takılı olduğu telefonu çıkardı oturduğu tek kişilik koltuğun baş ucunda yerde duran çantanın içinden. Yalnızca tek bir kişinin kayıtlı olduğu rehbere girdi ve aramayı yaparak telefonu kulağına götürdü. Aynı şekilde bu numarada dünya üzerinde yalnızca telefonun diğer tarafındaki kişide vardı.

 

Saniyeler sonra telefon açıldı.

 

"Aşkım?"

 

Bu hitapla gözlerini devirdi Ecevit. Ne saçma sapan bir kelimeydi. Bu savaşı kazanmak uğruna katlandığı çileler bir çığ gibi büyüyordu adeta.

 

"Aşkım." dedi sesine büyük bir özlem katarak. Kendisinden başka kimseyi sevmeyen ve bununla gurur duyan birine göre rol yeteneği gerçekten muazzamdı. Aynı zamanda karşı taraf da inanmaya fazlasıyla açtı bu sevgiye. "Seni çok özledim. Burnumda tütüyorsun resmen."

 

"Benim de." dedi telefonun ucundaki ses kelimeleri uzatarak. Bu huyundan da nefret ediyordu Ecevit ancak her şey gibi bunu da kendine sakladı. "Ne zaman döneceksin geri? Kaç gün daha sürecek bu iş seyahati?"

 

Bu deliğe sığınmak zorunda kaldığında kendini toparlar toparlamaz onu aramış ve acil bir iş seyahatine çıktığı yalanını uydurmuştu. Başka türlü ortalarda görünmemesini açıklayamazdı.

 

"En az iki hafta daha sürecek gibi görünüyor hayatım. Çok önemli toplantılarım ve görüşmelerim var. Senden ayrı kalmak çok zor ama sorumluluklarım için dayanmaya çalışıyorum."

 

Bu söylediklerinin üzerine karşı taraftan nazlanma ve yakınma geldi. Sonra da kendi hayatından bir şeyler anlatmaya başladığında Ecevit onu dinliyormuş gibi yapıyor ama esasında zihninin içinde satranç tahtasını kurmuş hiçbir taşını oynatamadığı oyunu izliyordu.

 

Hiçbir taşını oynatamıyordu çünkü asla kabul etmek istemese de çok kötü köşeye sıkıştırılmıştı. Onu hamle yapamayacak bir konuma getirmişti Cihangir. Fabrikanın iç yüzünü kimin çözdüğünü onu kimin ihbar ettiğini öğrenememişti Ecevit. Adamlarını bu konu üzerine seferber etmiş, rüşvet vermediği adam kalmamıştı ancak yine de amacına ulaşamamıştı. Cihangir' in yaptığını biliyordu elbette ancak kanıtlayamıyordu.

 

Ansızın başlatılan operasyon ile ilgili tek bir ipucuna ya da isme bile ulaşamamıştı ve bu öfkeden kudurtuyordu onu. Nasıl böylesine aşılamaz bir güç dengesi kurabilirdi? Nasıl yapabilmişti o adam bunu? Onun yüzünden bu izbe kulübeye kaçmak zorunda kalmıştı ve karşılığında elinde var sıfırdı. Bunu hazmedemiyordu asla.

 

"Eda Hanım nasıl? Atlatabildi mi hayati tehlikeyi?" diye sorarak ansızın lafını böldü karşı tarafın. Bu konuda hiçbir çekincesi yoktu çünkü karşısındaki kişi bunu onu çok üzen bir olay hakkında çok ilgili olmasına bağlıyordu.

 

"Evet, şükürler olsun ki atlattı. Doktorlar beş gün daha yoğun bakımda tutup değerlerini gözlemleyeceklermiş. Ondan sonra normal odaya alacaklar." diye cevap geldi telefonun ucundan.

 

Bu bilgiyle daha da öfkelendi ancak sesine yansıtmadı Ecevit.

 

"Ne güzel." dedi sevinmiş gibi yaparak. "Çok geçmiş olsun aşkım. Umarım en yakın zamanda eski sağlığına da kavuşur."

 

İyileş bakalım Eda, iyileş ki seni yıkmak daha zevkli olsun, diye geçirdi içinden.

 

"Sağ ol aşkım, iyi ki varsın." dedi telefonun ucundaki ses.

 

"Sen de öyle hayatım." Sen de iyi varsın benim sevgili vezirim.

 

"Seni daha fazla meşgul etmeyeyim. Ailen ile ilgilen. Ve lütfen kendini de çok yorma, dikkat et. Geçmiş olsun dileklerimi istediğin sıfatla iletebilirsin Eda Hanım'a. Odaya geçtiğinde de bana haber ver lütfen. Her şeyini paylaş benimle hayatının, olur mu?"

 

Kendi neredeyse iğrenerek bu cümleleri kurarken karşı tarafın duydukları karşısında mest olduğundan haberdardı. Karşılıklı vedalaşarak telefonu kapattıklarında onlar bilmese de hâlâ oyunda olduğunu bilmek büyük bir tatmin veriyordu Ecevit'e.

 

Onlar ölümden dönen prensesleriyle ilgilensinlerdi. O da piyon suretindeki veziri sayesinde savaşı karşı cepheden takip edecekti.

 

🕯️

 

1 Şubat 2024, 15:15

 

Gözlerimin ardındaki karanlık perde kalktığında gözlerimi yavaşça açtım. Beyaz bir tavan, bakış açıma girdiğinde göz kapaklarımı tekrar indirdim. Gözlerimi açıp kapamak bile ağır ve ağrılarla inleyen bedenime yük oluyordu. Kafamın içinde bir zelzele vardı. Öyle uyuşuk bir haldeydim ki neye odaklanacağımı şaşırdım.

 

Nerede olduğum ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım ancak o bile çok zor geliyordu bana. Bedenimi oynatmak, nerede olduğuma bakmak istedim ancak bunu denediğim an vücudumun pek çok yerine iğne saplanır gibi ağrılar girdi. Canım o kadar yandı ki benden çıktığını sonradan idrak edebildiğim acı dolu bir nida çıkardım ağzımdan.

 

"Eda?" dedi kısık ve pürüzlü bir ses. Hafif bariton.

 

Yutkunup cevap vermeye çalışmadan önce içime güvende olduğuma dair yayılan hisse minnettardım. "Cihangir?" dedim zar zor çıkan sesimle.

 

"Buradayım çiçeğim, burdayım kurban olduğum." diye cevap verdi. Saçlarımda usul usul gezinen parmaklarını hissettim sonra. Acıdan kıvranacak kadar ağrım vardı ama o an saçlarımdaki elinin verdiği hissiyat her şeyin önüne geçebilmeyi başarmıştı.

 

"Neredeyim ben?" diye sordum kendime konuşmak için biraz zaman verip. "Ne oldu?"

 

Saçlarımdaki elinin baş parmağı alnımda gezinmeye başladı. Çok hafif bir şekilde okşayarak masaj yapıyordu. Ne kadar iyi geldiğini bilse ağrıyan her yerim için yapar mıydı bunu acaba? "Hastanedesin ama sakin ol . Çok şükür ki kritik süreci atlattın. Daha da iyi olacaksın."

 

Çok kısa bir an ne demek istediğini düşündüm ancak hemen sonra yaşanılan her şey bir bir zihnime düştü.

 

Patlama.

 

Hatırladığım son şey yaşadığım o dehşet hissiyle yerlerde sürüklenmemdi. Kafamı bir yere çok sert bir şekilde vurup bilincimi kaybettiğimi hatırlıyordum bir de. Tam o anın öncesinde aklımdan geçen son şey, öleceğimi düşünmemdi. Bu hayattan, henüz istediğim hayata ve hayallerime ulaşamadan öylece göç edeceğimdi. O kadar korkmuş ve dehşete düşmüştüm ki o anları tekrar düşünmek bile beni mahvediyordu.

 

"Ağlama, dayanamam." dediğinde Cihangir gözlerimden yaşların boşandığını fark ettim. Bakışlarımın buğulandığını bile anlayamamıştım. Baş parmağı ile akan yaşlarımı silerek beni izliyordu Cihangir. Ona çevirdim gözlerimi kırpıştırıp görüşümü netleştirmeye çalışarak. Gözlerinin altı mosmordu ve gözleri kızarmıştı. Yoksa sen de mi göz yaşlarına mani olamadın Cihangir? Öyleyse bile söyleme bana, daha çok ağlarım çünkü.

 

"Çok mu kötüyüm?" diye sordum ağlamaya devam ederek. Bilmem lazımdı enkazın durumunu.

 

Enkaz. Bu ben oluyordum değil mi?

 

"Bizi çok korkuttun." dedi alnıma ufak bir öpücük bırakarak. Sanki ellerini üzerimden çekemiyormuş gibiydi. Engel olamadığı bir durumdu sanki bu. Yaşadığımı mı hissetmeye çalışıyordu acaba? Öyleyse yine bana söylemesindi. Mümkünmüş gibi daha da parçalanırdı içim. "Toparlayacağız seni. Daha iyi olacaksın. Üzülme hiç. Toplaryamayacağımız hiçbir şeyin yok ."

 

"Hiç mi?"

"Hiç."

 

"Toparlayabiliriz değil mi?" dedim ona inanmama rağmen son bir kez daha teyit etmek isteyerek.

 

"Senin isteyip de yapamayacağın hiçbir şey yok bu dünyada. Benim de senin isteğine ulaşman için yapamayacağım şey. O yüzden sen halloldu say direkt bu konuyu."

 

Canım çok yanıyordu ama ona rağmen içim huzur buldu. Gözlerimi yorgunlukla kapattığımda daha çok yaşım aktı. Ben umursamadım ama Cihangir silmeye devam etti itinayla. Hiç bıkmadan, usanmadan.

 

"Biraz daha açık tut gözlerini çiçeğim. Düğmeye bastım, doktorun gelmek üzeredir. Dün de uyandın ama çok kısa sürdü. Doktorun seni tam anlamıyla muayene edemeden geri kapandı gözlerin. Dayanabiliyorsan dayan hadi biraz. Konuş benimle."

 

Ama konuşmak bile canımı çok yakıyor Cihangir. Sana nasıl anlatayım bunu ben? Belki de uzun zaman sonra ilk kez seninle bu kadar konuşmak, sana uzun uzun bakmak istiyorum ama işe bak ki bu defa aklım değil bedenimdeki acı engel oluyor buna.

 

"Başka kimse yok mu?" diye sordum elimden geldiğince yavaş konuşmaya çalışarak.

 

Güldü sorduğum soruya. Gözlerim kapalıydı ama sesini duymuştum gülüşünü. "Olmaz mı kız hiç? Bırak sizinkileri koca mahalle buradaydı kaç gündür. Kuyruk oldu kapında sen normal odaya çıktığından beridir."

 

"Kaç gündür normal odadayım ki?"

 

"Beş gündür." diye cevap verdi dertli bir nefes vererek. Çok mu uzun gelmişti yoksa uyanmamı beklemek sana Cihangir? Bunları düşünmek mümkünmüş gibi daha çok acıtıyordu canımı. "Günlerdir perişan oldu hastanede annenler. Bir saniye ayrılmadılar başından. Dün nihayet uyanınca sen biraz olsun rahatladık. Bugün zar zor ikna edip birkaç saatliğine eve gönderdim onları. Akşama gelecekler."

 

Anladığımı belirtmek için bir mırıltı çıkardım. Sanki en çok ağrıyan yeri biliyormuş gibi baş parmağı bir an olsun alnımdaki yerinden ayrılmıyordu. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama o minik dokunuş şifa oluyordu bana. "Sen niye gitmedin?" diye sordum gerçekten de merak ettiğim için. O da benim yüzümden harap olmuş halde görünüyordu ve çok üzülmüştüm onu öyle görünce. Önce kendini düşünüp, kendini toparlasaydı ya.

 

Bir kapının açılma sesini duydum. Sanırım doktor gelmişti. Gözlerimi araladım doktoruma bakmak için. Cihangir baş ucumda eğilerek durduğu yerden ayrılıp doktora yer vermeden önce gözlerini gözlerimle buluşturdu. "Ben evimdeyim zaten." diyerek fısıldadı.

 

Bu defa gözlerim acıdan değil başka bir histen ötürü kapandı.

 

 

🕯️

 

Gözlerimi saatler sonra bir kez daha açtığımda bu defa beyaz tavanı yadırgamama gerek kalmamış ve bir önceki seferin aksine baş ucumda kalabalık bir grupla karşılaşmıştım. Öyle ki başlarda hissettiğim huzur ve rahatlama yerini dakikalar sonra gerginliğe bırakmıştı.

 

Gözlerimi açar açmaz elimin içinde bir el hissetmiştim. Sanki incitmekten ya da canımı acıtmaktan korkarcasına naifti tutuşu. Ellerinin üstündeki pütürlü ve yer yer nasırlı yüzeyinden kim olduğunu anlamıştım hemen. Babamdı. Boynumdaki boyunluk yüzünden kafamı ona doğru çevirmekte zorlansam da en nihayetinde görebilmiştim onu. Ancak hemen sonrasında görmemiş olmayı dilemiştim. Yirmi dört yıllık hayatım boyunca onu hiç böylesine perişan hâlde görmemiştim. Sanki benim bu hastanede olduğum süreçte on değil yirmi yıl yaşlanmış gibiydi. Dağ gibi babam var derdim, ama benim derdime o da yıkılmıştı.

 

En iyi senaryoda bu haldelerdi. Ya en kötüsü gerçekleşseydi ne yaparlardı? Bağrımıza bir kez düşen bu acı, geriye kalan hayatımızda bizim peşimizi bırakır mıydı hiç?

 

Babam yaşlı gözleriyle beni seyretmiş, dualar mırıldanarak hepsini beni koruması için okumuştu. Ellerimin, avuç içlerimin üzerine öpücükler kondurmuştu defalarca. Sonra annem ve abim girmişti odadan içeri. Gözlerim bir kişiyi daha aramıştı ancak o girmemişti odaya. Kendi sırasını şimdilik savdığını düşünüyor, aileme bırakıyordu kalan zamanı.

 

Ben ise, duygularımın bir şelale olup üzerime yağdığı bu odada en çok onu istiyordum yanımda.

 

Durdurulumaz bir kuvvetle hem de.

 

Ben cesaretimi toplayıp onun nerede olduğunu soramadan annem ağlayarak yanıma gelip, babamın yerini doldurdu. Bir yerden sonra hareketlerini takip edemez noktaya gelmiştim çünkü durmaksızın hareket ediyor ve de konuşuyordu. Bir an benden art arda özürler dilediğini işittim. Bir an bedenimde dokunabildiği her yere dokunup ağladığını. "Anne", diyerek onu durdurmaya çalıştım anlık bir refleksle ancak bu da onu durdurmadı. Kendi kafasının içinde bir yerlerde hepimizin sesini bastırmış gibiydi. Yalnızca kendi sesini duyuyordu.

 

Kaşlarımı çatarak abime çevirdim bakışlarımı. Hemen müdahale etti anneme. Önce sakince koluna girip kafasını kendisine çevirdi. Diğer elini başına yaslayıp annemle sessizce bir şeyler konuşmaya başladı ancak bu da nafile bir çabaydı. Annem yalnızca ağlıyor ve durmadan özür dileyip tir tir titriyordu. O an onu öyle görmek içimi parçaldı. Ona buz tutmuş yüreğim bile bu manzara karşısında gaddar olamıyordu.

 

Başıma kuvvetli bir ağrı girdiğinde kendime engel olamadan inledim. Babam ve abimin bakışları anında bana dönerken bir saniye sonra birbirlerini buldu ve sanki sessizce konuştular gözleriyle. Babam annem geldiğinde geçtiği diğer baş ucumdan elimi son bir kez okşayarak ayrıldı ve annemin yanına gitti. Kollarını omuzlarına sardı ve onunla sakince konuşarak kapıya doğru yöneldi. Yavaş adımlarla ilerleyerek kapıdan çıkıp gittiler. Ne olduğuna ya da nereye gittiklerine anlam verememiştim bir türlü.

 

"Merak etme abim sen." dedi abim yatağımın yanına küçük misafir koltuğunu çekip oturarak. "İyi olacak annem. Sen yalnızca kendini düşün." Herkes gibi onun da elleri beni buldu. Acaba gerçekten de yaşadığımı mı kanıtlamaya çalışıyorlardı kendilerine?

 

"Nereye götürdü babam annemi?"

 

Sıkıntıyla bir nefes bıraktı abim bana bakarken. "Sakinleştirici aldırmaya muhtemelen. Günlerdir yalnızca o şekilde ayakta kalabiliyor zira kadın."

 

Bu söylediğine içim çok acıdı.

 

Bir hemşire olarak çok kez görmüştüm bunu ancak ilk kez tüm kalbimle anlayabiliyordum: Ölüm kalım savaşını veren hiçbir zaman tek bir kişi olmuyordu.

 

Boynum yüzünden çok kısıtlı bir açıdan bakabiliyordum abime. Neredeyse gözümün ucuyla ve bu çok acıtıyordu canımı. Bu acıya daha fazla kayıtsız kalamadım. Tekrardan beyaz tavana çevirdim gözlerimi. Bedenimde ağrımayan hiçbir yerim yoktu esasen. Hayati tehlikeyi atlatmış olabilirdim ancak iyileşme sürecim de en az onun kadar hatta ondan daha sancılı geçecekti. Doktorum da aşağı yukarı bunları söylemişti birkaç saat önce muayeneye geldiğinde. Doktor Civan Bey benden daha ümitli konuşmuştu sadece, tek fark buydu. Bu süreci çok kontrollü ve sağlıklı bir şekilde atlatabileceğimi ve bana her adımda yardımcı olacağını söylemişti. Pek çok kez kendisiyle çalışmıştım ve işinde ne kadar iyi olduğuna şahittim. Hiçbir hastasına boş yere ümit vermez, iş disiplinine çok bağlı kalırdı. Bu yüzden ona sorgusuz inanmıştım.

Öte yandan insanlara sağlık hizmeti verdiğim hastanede şu anda bu hizmete muhtaç bir halde yatıyor oluşumun ironisini düşünmemeye çalışıyordum.

 

Hiçbir zaman ne oldum diyen insanlardan olmamıştım ancak daha ne olacağım, başıma daha ne geleceği konusunda gerçekten korkuyordum. Özellikle de doktor muayenesinden sonra tekrar uykuya daldığımda bilincim açık değilken ki halimi arar olmuştum çünkü bedenen ve zihnen kendime geldiğim o ilk seferden sonra kabuslar uykularıma dadanmaya başlamıştı.

 

O arabanın içinde görüyordum kendimi. Her şey o günle tıpatıp aynıydı. Farklı olan tek şey o gün eczaneye uğradıktan sonra arabaya geri biniyor oluşumdu. Ve ben arabanın içindeyken o bomba patlıyordu. Yaşadığım o dehşeti sanki o an tekrar yaşamış gibi olmuş, sıçrayarak uyanmıştım. Baş ucumdaki babamı görünceye dek o korkuyu üzerimden atamamıştım. Uzun bir süre de atabileceğime inanmıyordum.

 

Bu yaşıma kadar annem tarafından bastırılarak, buna bağımlı hale gelerek yaşamıştım ve ne yazık ki bugünden itibaren uzun bir süre de korkuya bağımlı olacaktım.

 

Omzumda kırık olduğu için sargıdaydı, kollarım ve bacaklarımda da zedelenme mevcuttu. Başımda saçlarımın başladığı noktada bir sargı vardı, çok tehlikeli bir beyin kanaması geçirmiştim ve bu yüzden başımdan başlayıp kulaklarımda ve tüm yüzümde hissettiğim yoğun bir ağrı mevcuttu. Yüksek ihtimalle uzun bir süre de beni terk etmeyeceklerdi. Bir kulağımda tıkanıklık ve çınlama vardı. Yine yüksek ihtimalle işitme kaybı yaşamıştım. Boynum çok kötü incindiği için bir boyunluk takıyordum, en ufak bir hareket bile bedenimi titretecek kadar acı veriyordu. Ağzımın içinde de müthiş bir ağrı ve yer yer yaralar mevcuttu. Değil konuşmak yutkunmak bile işkence gibi geliyordu. Doktor Civan Bey'in söylediğine göre dokuz gündür hastanedeydim ve tüm bunlar da düşünüldüğünde tam olarak bir felaket gibi görünüyor olmalıydım.

 

Ve şu anda toprağın altında olmamamın en büyük nedeni, bir demet pembe laleydi.

 

Yaşadığım bu felaket, en sevdiğim çiçekleri de almıştı elimden çünkü bir daha onlara aynı gözle bakabileceğimi zannetmiyordum. Evet hayatımı kurtarmışlardı ama ne zaman görsem yaşadığım dehşeti hatırlayacaktım, hayatımı kurtardıklarını değil. Gözlerimi ansızın dolduracak kadar acıttı bu gerçek.

 

Saçlarımı özenle seven abim, "Ağlama canım benim. Ağlama, geçecek abim." dedi yüzüme doğru eğilerek. Ancak o zaman göz hizama girebilmişti çünkü ben boynumdaki acıdan başımı hiç hareket ettiremiyordum artık.

 

"Hangi biri geçecek?" dedim sesimdeki yenilmişlik ile. "Baksana felaket bir haldeyim. Nasıl geçecek?"

 

Canımın acısı dahi ağlamamı durduramıyordu. Kalbim sıkışıyor gibiydi sanki. Biri tutmuş avucunun içinde büzüyor, büzüyor bırakıyordu aralıksız. Ben neyi, nasıl düzeltecektim? Ben ne yapacaktım? Uyanmak mı daha kötüydü yoksa uyanmamak mı?

 

Ben ne yapacaktım?

 

Nefes alamadığımı hissetmeye başladığımda altımdaki çarşafı sıktım olan gücümle. Çarşafı sıktığım yerde elimi yumruk yaptım. Beyaz tavana kilitlenen gözlerim ardına kadar açılmış gibiydi sanki. Ne yaptığımı takip edemez bir haldeydim. Odada birinin nefessiz kalır gibi sesler çıkardığını duyuyordum. Elimi boğazıma götürmeye çalışıyor ancak bir türlü boğazıma ulaşamıyor, dokunamıyordum. Boğazım çok acıyordu. O nefessiz kalır gibi sesler çıkaran kişi şimdi çığlıklar atıyordu. Sesi, kafamın içindeki ağrıları artıyor, bana hiç iyi gelmiyordu. Artık boğazım daha çok acıyordu. Gözlerim bu defa çektiğim acıdan buğulanmıştı ve sanki yüzüm yanıyordu. Ellerimi yatağa vurup duruyor ve beceriksizce öksürmeye çalışıyordum. Ellerim ve ayaklarım zangır zangır titrerken bir anda birileri tarafından tutularak durdurulmaya çalışıldı. Bulanık olan gözümün önünde silüetler belirdi. Ama kimseyi tanıyacak bir hafızaya sahip değildim şu an.

 

Nefes girmeyen bedenim, tüm idrakımı elimden çekip almıştı. Ölecek gibi hissediyordum. Ölecek miydim? Biri art arda adımı söyleyip duruyordu. Kim olduğunu anlayamıyordum. Yalnızca nefes alabilmek istiyordum. Ellerime ve ayaklarıma bastırılan dokunuşlara rağmen durmaksızın, ölümüne titreme nöbeti geçiriyordum. Kalan idrakım yalnızca bedenimin verdiği tepkilere proglanmış durumdaydı.

 

Vücuduma giren bir iğneyi hissettim ansızın. Derim çok hassas olduğu için bana iğne yapıldığında o tanıdık acıyı idrak edebilirdim hep. Niye iğne yapmışlardı bana? Nefes almama yarayacak mıydı bu? Bana bir soluk alma cihazı bağlamaları gerekiyordu oysa. Çok acı çektiğim için nefes alamıyor ya da bedenimde bir şeyler yolunda gitmiyor olmalıydı. Yanlış yapıyorlardı işte. Bu düşünce korkumu daha da alevlendirdi. Direnmeye, kendi kendime nefes almanın bir yolunu bulmak için devam ettim. Bedenimdeki dokunuşlar beni sakinleştirmek için baskısını artırırken onlara da engel olmak istedim. Çırpındıkça çırpındım.

 

Sonra ansızın bir koku doldu burnuma. Kendi kokusuyla birleşen o tanıdık esansı ayırt edebilirdim tekte. Nefes almak için verdiğim çabanın arasına sıkıştırdı kendini o ferah koku. Sanki yağmur kokusu gibi. Bedenimi bastıran dokunuşları değil de onun yanaklarımı okşayan ellerini hissediyordum artık yalnızca. Hemen ardından sesini de ayırt edebildim ama zaten zihnim anlayamasa da kalbim kim olduğunu çoktan anlamıştı onun.

 

"Sakin ol çiçeğim." diyordu Cihangir. "Yaşıyorsun ve bundan daha önemli değil hiçbir şey. Sen sadece nefes al, gerisini halledeceğiz."

 

Ya halledemezsek Cihangir?

Biz neyi halledebildik ki seninle?

 

Bilincim yerini dingin bir uykuya teslim ederken düşündüğüm son şey buydu. Titremelerim ise saniyeler öncesinde hissettiğim bir koku ve dokunuşla durmuş bilincimden önce kendini dinginliğe teslim etmişti bile.

 

🕯️

 

Derler ki, çok gülmek ağlamak getirir. Başıma bunca felaket üst üste geldiğinde, bir patlamadan mucize eseri sağ kurtulmuş hâlde hastanede yattığım yerimden düşündüğüm en akla yatkın düşünce çok gülüp gülmediğimdi. Şu anki ruh halim düşünüldüğünde mantık çerçevem oldukça daralmış durumdaydı.

 

Bugünden iki gün evvel bir panik atak krizi geçirmiştim. Öyle ansızın ve şiddetli bir şekilde gelmişti ki neyin ne olduğunu anlayamamıştım bile. Hemşireler bana sakinleştirici verinceye dek krizin etkisinden kurtulamamıştım. Ellerimde ve avuçlarımın içinde kanlı çizikler vardı, yer yer kan toplamış yaralar vardı. Hepsi de benim eserimdi.

 

Bugün tekrar doktorum tarafından kontrollerim yapılmıştı. Şu son birkaç günde ilerleme kat edip toplarlaması gereken değerlerim halâ daha düşüktü. Doktorumun bugün söylediğine göre patlamada meydana gelen basınç değişikliği yüzünden akciğerlerimde çok hafif bir zedelenme mevcuttu. Yine de ucuz atlattığımı ve çok şanslı olduğumu söylemişti çünkü yırtılma da meydana gelebilirdi ve eğer gelseydi çok kötü sonuçları olabilirdi.

 

Bu hafif zedelenmeyi de en iyi şekilde atlatabilmem için tedavime eklemişti. Sağ kulağımda işitme kaybı vardı ve ömrüm boyunca benimle kalacağı da kesinleşmişti. Herkes ne kadar şanslı olduğumdan bahsediyordu ancak ben kendi adıma aynı şeyi düşünmüyordum ve doktorumun tavsiyesiyle bugün itibariyle seanslara başladığımız psikoloğa da az önce söylediğim gibi: Evet ölmemiştim ama böyle de nasıl yaşayacaktım?

 

Bu sabah ifademi almaya gelen polislerden öğrenmiştim ki, bu patlama bir kundaklamaydı. Aklım hiçbir şekilde bunu almıyordu. Onlar bu gerçeği bana söyleyinceye dek bu ihtimal aklımın ucundan bile geçmemişti. Hayatımda benden nefret eden ya da ölmemi isteyen hiç kimse yoktu ki? Nasıl bu ihtimali düşünebilirdim?

 

Polisler ifademi alırken yanımda avukatım olarak Hümeyra abla vardı. Hayatımda ilk kez bir abla ya da yenge vasfıyla değil de mesleki bir destekten ötürü yanımda olmuştu. Kundaklama olayını öğrendiğim an yaşadığım şok ile dönüp ona bakmıştım. Benim yüzümdeki ifadeyi onun yüzünde de görmeyi bekleyerek. Ancak öyle olmamıştı. Hümeyra ablanın yüzünde kabulleniş dışında hiçbir ifade yoktu. Bu da bana benim yaşam mücadelesi verdiğim o sancılı günlerde bu gerçeği onların çoktan bildiği anlamına geliyordu. Henüz daha bunu ailemle konuşma fırsatı bulamamıştım ancak cesaretimi topladığım ilk anda aklımdaki tüm soru işaretlerime birer yanıt isteyecektim.

 

Annemle babamı yalvar yakar eve göndermiştim birkaç saat önce. Özellikle panik atak krizi geçirdiğim günden beri mümkün mertebe baş ucumdan ayrılmıyor, o rahatsız koltuklarda uyumaya çalışıyorlardı. Gönlüm o perişan hallerini görmeye daha fazla dayanamadığı için "bakın hastayım, beni üzmeyin" kozumu kullanarak abimle birlikte eve gitmelerini sağlamıştım. Abim onları bırakıp geri geleceğini, bu acındırma operasyonunun ona sökmediğini söylemişti ancak onunda geri dönmemesini umut ediyordum içten içe.

 

Fiziken hissettiğim acı ve yorgunluğun ruhen hissettiğim çöküşün yanında neredeyse hiçbir şey kalacağını idrak ediyordum yavaş yavaş. Psikoloğum Gül Hanım'la yaptığım seans da bunun bir kanıtıydı. Ruhumdan dışarı taşan cümlelerime hayret etmiştim. Gün gelecek ben fiziksel olarak sağlığıma kavuşmuş olacaktım. Fakat hayatıma nasıl devam edecektim? Ölüme bu denli yaklaşmış bir yaşam, yola nasıl devam ederdi ki?

 

Hasta yatağımda, etrafım ailemle çevrelenmiş haldeyken bile en ufak bir yüksek ses veya vuruş yerimden sıçramama sebep oluyordu. Kabuslar görüp, inleyerek uyanıyor çoğu zaman ise uyandırılıyordum. Bazı geceler sabah olmak bilmiyor, o güneş bir türlü doğmuyordu. Acıdan inim inim inleyerek kıvranıyordum. Ne kadar ilaç verirler ise versinler vücut ağrılarım dinmiyordu. Bazı geceler ise gördüğüm kabus ile sıçrayarak uyanıyor sonrasında da gözüme uyku girmiyordu. Kendimi çok ama çok kötü hissediyor, yıkılmış ve çökmüş hissediyordum. Hayatım ne kaldığı yerden ne de tekrardan başladığı yerden devam edemiyordu.

 

Aile üyelerimin beni bu hâlde görüp içleri acıyarak bakışlarına katlanamıyordum. Hiç yardımcı olmuyorlardı ancak haberleri yoktu bundan. Ne kadar berbat bir vaziyette olduğumun ben zaten farkındaydım zira.

 

Bir tek o bana onlar gibi bakmıyordu. Cihangir. Bir tek onun bakışları güven veriyordu bana. Bir çift kahvenin en kotu tonundaki göz, bana bir nebze huzur ve cesaret aşılıyordu. Sanki yapabilirsin ve yapacaksın da , diyordu bana o bakışıyla. Sorsalar anlatamazdım ancak iliklerime kadar hissediyordum.

 

Ara ara bir yerlere gidiyor sonra soluğu tekrar benim yanımda alıyordu. Nereye gittiğini hiç sormuyordum ancak o yanımdan gittiğinde kendimi güvende hissedemiyordum. Korku ve panik bir ağ gibi üstüme örtülüyordu. Bir gözüm hep kapıda onun geri gelmesini bekliyordum. Gül Hanım'a bunları anlattığımda demişti ki, "Cihangir' e karşı hissettiğin güven duygusu aslında yabancı değil yalnızca gururun tarafından bastırılan hislerin zincirlerinden boşanıp gün yüzüne çıkmış durumda. Kendine yaşadığın felaketten sonra güvenli bir alan oluşturmuşsun ve orası da Cihangir' in yanı."

 

Gururum ve inadım bir köşeye sindiğinden buna itiraz dahi edememiştim.

 

Yaşadığım o krizden sonra beni sakinleştiren tek bir koku ve dokunuş olduğunda, kendime yalan söylemek hiç doğru gelmemişti.

 

Odanın açılan kapısıyla gözlerimi sabitlediğim camdan, kapıya doğru çevirdim. Boyunluğum hareket alanımı kısıtlıyor olsa da buna da alışmıştım. Gelen Şevval hemşireydi. Kendisine bizim yaşadığımız mahalleden bir ev bulmakta yardımcı olmuş, o da ben yeni evime taşındığımda bana yardıma gelmişti. Sanki üzerinden aylar geçmiş gibi hissediyordum. Ne yazık ki ayların üzerinden değil benim üzerimden geçmişlerdi.

 

"Merhaba Eda' cım, ilaçlarını yenilemeye geldim. Nasılsın bugün?"

 

Tıpkı göründüğüm gibiyim. "Daha iyi günlerim olmuştu."

 

Başını eğerek anlayışlı bir gülümseme gönderdi bana. "Daha da iyileri olacak. Gönlünü ferah tut lütfen. Hepimiz senin için elimizden gelen her şeyi yapacağız."

 

Gözlerimin dolmasını engellemek için yutkundum. Ansızın gelen sevgi ve minnet duygusuyla bir süredir zar zor başa çıkabiliyordum. "Teşekkür ederim. Hepinize." dedim kendimi içten içe telkin ederek.

 

Bana tekrardan gülümseyerek ilaçlı serumlarımı ve bandajlarımı yeniledi. Ardından pansumanıma yapmaya başlamıştı ki kapalı olan odanın kapısının ardından yükselen sesler duyuldu. Ne olduğunu anlamaya çalışıp dışarıya kulak kesildim. Az önce yükselen sesler kısılmış onun yerine sanki bir arbede sesi vardı. Kaşlarımı çatarak kapıya bakışımı Şevval de fark etmişti. Pansumanını yaparken bir anlık bana bakıp, "Bugün hareketli bir gün olacak gibi." dedi. Ama ne demeye çalıştığını dışarıyla ilgilenmekten pek anlayamadım.

 

Yalnızca birkaç saniye sonra kapının ardındaki gürültü tamamen kesildi. Sessizlik hakim oldu. Başımı dikkatle yastığıma yaslayıp Şevval hemşirenin işini bitirmesini bekledim sessizliği bozmayarak. Aradan geçen on dakikanın sonunda Şevval işini bitirmiş, eldivenlerini çıkartıyordu ki kapı aniden açıldı. Hatta öyle bir kuvvetle açıldı ki duvara çarpmıştı. Yerimde sıçradığımda korku bedenimi ele geçirmeden önce gelenin kim olduğunu fark edebilmiştim. Boyu ancak belime gelen ve özlemiyle burnumda tüten biriydi.

 

"Abla." dedi büzülmüş dudaklarıyla. Hemen peşinden de koşarak bana doğru gelmeye başladı. "Canım ablam."

 

Kendini hızla üzerime atmaya çalıştı ancak ensesinden tutulduğunda bunu başaramadı. Kaşlarını çatarak onu kimin tuttuğunu görmek için kafasını arkaya doğru çevirmeye çalıştı. "Cihangir abi, napıyorsun ya? Bıraksana yakamı."

 

"Ne uçuyorsun lan öyle ablanın üstüne? Yaraları çok, dikkatli ol demedik mi sana? Kuş kadar kızın üzerine hem de yaraları varken atlanır mı öyle bacaksız?" dedi Cihangir ciddi ciddi kaşlarını çatarak.

 

Mustafa Can'ın bu hayatta nefret ettiği şeylerden biri kendisine büyük adammış gibi danranılmamasıydı. Hayatta kendine örnek aldığı kişiler listesi iki kişiden oluştuğundan ve o iki kişi de abim ve Cihangir olduğundan özellikle onlar tarafından küçük bir çocukmuş gibi, ki öyle, muamele yapılması çok ama çok sinirine dokunuyordu. Bu delikanlı adam tavırlarını nereden benimsemişti bilmiyordum ancak birkaç senedir bize resmen kök söktürüyordu. Anında değişen yüzünden ve bakışlarından anlamıştım ki şu anda radarına çok sevdiği Cihangir abisi takılmıştı.

 

"Benim ablam." dedi benim kelimesini ekstra vurgulayarak. "Senin hiçbir şeyin değil. Ama benim ablam. Sana ne oluyor Cihangir abi? Sen karışmasan ya?"

 

Al işte. Bacaksızdı bu çocuk.

 

Sen de karış o konuya. Bir sen eksiktin çünkü.

 

Ablasının gülü falan da değilsin artık.

 

Temkinle küçük kardeşim tarafından dumura uğratılmış Cihangir' e baktım. Manzara ilginç odadaki atmosfer ise daha da ilginçti. Yatağımın sol tarafında bana bir adım uzaklıkta duran Mustafa Can ve onun bir adım arkasında eli kardeşimin ensesinde baskı yapan Cihangir. Kaos hayatıma bu kadar erken geri dönmek zorunda mıydı gerçekten?

 

"Bana bak bacaksız." dedi Cihangir de bacaksız kelimesini vurgulayarak. Kısasa kısas mıydı bu şimdi ? Eğilerek yüzünü kardeşim ile aynı hizaya getirip konuşmaya devam etti. "Sen henüz el kadar bebe olduğun için böyle önemli meseleleri seninle konuşmuyoruz. Yani ablanın benim neyim olduğunu bilecek vasıfa daha erişemedin. Ama şimdiden aklına kazımak istersen söyleyeyim. Her şeyim oluyor. Bana öyle benim ablam falan diyerek büyüklenme o yüzden tamam mı, çocuk adam?"

 

Bir sıcaklığın yüzümü yaktığını hissediyordum. Bu konuşmadan sonra illa birinin yüzü kızaracaksa bu neden ben oluyordum onu da anlamıyordum. Utanıp kızarması gereken ben değil Cihangir efendiydi halbuki. Böyle herkesin içinde her şeyim falan diyip de hiç utanmadan durabiliyordu. Şaka gibiydi bu adam.

 

Göz ucuyla sağ yanımdaki Şevval'e baktım. Dudaklarını birbirine bastırmış gülmemek için kendini tutuyordu. Benim yüzümün aldığı hâli gördüğü için muhtemelen, daha fazla utandırmamak adına çaba sarf ediyordu. Bakışlarını da inatla benden kaçırıyor, topladığı malzemelerin üzerinde gezdiriyordu. Zaten çok geçmedi ki bana veda ederek hızla çıktı odadan. O çıkarken Cihangir ile Mustafa Can da hâlâ dik dik birbirine bakıyordu. O bakışmalardan gözlemlediğim kadarıyla az önceki raundu açık ara Cihangir kazanmıştı.

 

Şimdi bu ikisinden hangisi birbirinin yaşıtı oluyordu?

 

"Yeter Cihangir, bırak çocuğu." diyerek araya girdim en nihayetinde. Sonsuza kadar böyle didişmelerini izleyecek enerjim yoktu. Şimdiden üzerime bir bitkinlik çökmüştü bile. Cihangir de kısa bir süre durup beni incelediğinde bunu fark etmiş olacak ki uzatmadı konuyu. Elini çekti Mustafa Can'ın ensesinden. Kardeşim bu defa dikkatli bir şekilde bana yaklaştı. Gülümseyerek yavaşça kollarımı açtım ona ama eğilemediğim ve rahat hareket edemediğim için aramızdaki mesafeyi aşamadık.

 

Ben nasıl yapsak diye düşünürken Cihangir Mustafa Can'ı kollarının altından sanki hiçbir ağırlığı yokmuş gibi kaldırıp benim açık olan kollarımın arasına yerleştirdi. Biz en sonunda kardeşim ile kavuştuğumuzda da ellerini çekmedi. Ne kadar zamana ihtiyacımız varsa hasret gidermek için o zamanı bize verdi. Mustafa Can başını boynuma yerleştirdiğinde onu koynunda uyuttuğum geceleri anımsattı bana. Annemin koynundan çok benimkinde uyumuştu. Annemle babamın orta yaşlarının sonuna denk gelen bir çocuk olduğundan onların çabucak biten sabırlarını ben tolere etmiştim. Ben yedirmiş, ben yıkamıştım onu hep. Çünkü annem Mustafa Can'ın suyu sıcak bulmasına çok öfkelenirdi. Ben ise hep sıcağa yakın ılık su hazırlardım ona. Bebekken kolik olduğunda annemin pek çok kez benim odama girip yorgunluktan yakındığını biliyordum. Mustafa Can'ı kucağıma alır odanın içinde saatlerce sırtını ovalayarak gezinir, sakin sakin mırıldanarak konuşurdum onunla. En sonunda mışıl mışıl uyurdu. Tekrar annemlerin odasına götürmez, yanımda yatırırdım. Ki bir süre sonra beşiği annemlerin odasından benim odama taşınmıştı. Tüm bunlar olurken benim lisede olduğum gerçeğine ise değinmiyordum bile. Bana nankör ya da düşüncesiz dendiğinde bile değinmemiştim hatta.

 

O benim küçük kardeşim olduğu kadar bebeğimdi de.

 

"Sana bir şey oldu diye çok korktum abla. Annemler hiçbir şey söylemedi bana. Çok küsüm bu yüzden hepsine de. Ne zaman seni görmek istediğimi, evine gitmek istediğimi söylesem oyaladılar beni. Dün mahalledeki çocuklarla top oynarken onlar söyledi. Ablan ölüyormuş neredeyse dediler bana." dedi ağlamaya başlayarak.

 

"Hiiiş." dedim tıpkı eskiden olduğu gibi elimi sırtında gezdirerek. "Bak kendi gözlerinle gördün, iyiyim ben ablacım."

 

Cihangir bir müddet bizi izledi. O bakışları ve anlamlarını ezbere biliyordum artık. Şu anda bana tam da içi gider gibi bakıyordu sanki. Bir eylemi arzuluyordu. Sarılmayı.

 

Bir an düşündüm. Mustafa Can'ı çekse kollarımdan, onun yerini kendisi doldursa mesela. Sarsa beni kollarıyla, ne yapardım?

Eskiden olsa bunu düşündüğüm anda düşman olurdum kendime fakat şimdi sadece ne yapacağımı merak ediyorum. Senelerdir onu itinayla iten ellerim, sarar mıydı onun omuzlarını?

 

Cevabı bilmemekle beraber, hissediyordum.

 

Kendime yalan söylemeyi artık başaramadığım için gerçeklerden kaçmam imkansızdı. Eğer güvenli alanım bana kucak açarsa ben o kucağı evim bilirdim bu saatten sonra. Ve bu gerçek ödümü koparıyordu.

 

Cihangir' in cebindeki telefondan bir mesaj sesi geldi. Sanki bir rüyadan uyanmış gibi irkildim ve o an saniyelerdir gözlerimi dikmiş Cihangir' e baktığımı fark ettim. Ve o da aynı şekilde bana bakıyordu. Yani bakışıyorduk. Ona birkaç saniyeden fazla asla bakmazdım ben. Yeminim varmış gibi hiç bozmazdım bu kuralımı. Onun bana bakışlarındaki şaşkınlık bu sebepten kaynaklanıyor olmalıydı.

 

Benim yalnız kalıp düşünmem gerekiyordu. Aksi takdirde hiç iyi şeyler olmayabilirdi. Ama olabilirdi de. Kalbimi ve aklımı seneler sonra bir kez daha aynı masaya oturtup bu belirsizliğe bir son vermem lazımdı. Bana hangisi gerek bilmem lazımdı. Aklım mı yoksa kalbim mi?

 

O masadan ben kalktığımda ya kendimi yakacaktım ya da gemileri.

 

Cihangir gözlerini telefondan kaldırıp bana baktığında beni hâlâ ona bakar halde buldu. Tek kaşı havalandı göz göze geldiğimizde. "Neyin var senin?" diye sordu gözlerini kısarak.

 

Harp çıktı içimde ve çok çetin meseleler sebebi de.

 

"Bir şey yok." dedim gözlerimi kaçırıp. Sargıda olmayan elimle Mustafa Can'ın saçlarını okşayıp tam karşımda kalan televizyona sabitledim gözlerimi.

 

"Öyle diyorsan," diye yanıt verdi şüpheli bir şekilde. "Ben hemen dışarıdayım, gelirim biraz sonra. Siz hasret giderin doya doya." dedi kafasıyla kapının dışını işaret ederek.

 

"Tamam, görüşürüz." dedim uysallıkla.

 

Kaşları nedense daha çok çatıldı. "Çekil git dolanma yanımda yöremde, demeyecek misin?"

 

Yanımda yöremde olmazsan rahat uykuyu bırak nefes bile alamayacak haldeyim Cihangir, haberin yok.

 

"Demeyeceğim ama kaşınma istersen." dedim içimden geçirdiklerimin aksine. Dudağının sol köşesi bir gülümsemeyle kıvrıldı ve gamzesi göründü. Üst üste iki derin çukur bir anda dikkatimi dağıtır olmuştu. Ben sanırım hiç iyi değildim. Görünüşe bakılırsa zincirlerimi açmakla kalmamış, kökünden koparmış bir haldeydim. Ben dalgınlıkla ona bakarken Cihangir geri geri adımlayarak bana bakabildiği kadar baktı. Ardından elini kapıya uzatarak açtı ve bana arkasını döndü. Açık kapının aralığından gördüklerimle kaşlarım çatıldı. Abim odamın önünde, koridorda volta atarak yürüyordu. Sinirlendiğinde hep yaptığı gibi bir eli alnını ovalıyordu. Asıl garip olan ise odamın önündeki koridorda yerlere saçılmış çiçek parçaları olmasıydı. Siyah güller adeta bir vahşete kurban gitmiş gibi, lime lime edilerek parçalanmış bir şekilde yerlerdeydiler.

 

Parçalanmış çiçeklerin görüntüsü zihnimde her ne kadar bir şeyleri tetiklemiş olsa da bunu göz ardı etmeye çabaladım. Aklımı biraz önce dışarıdan gelen seslere yönlendirdim. Tam kapımın önündeki bu görüntünün o seslerle bir alakası olabilir miydi?

 

"Kaç yaşında adam gelmiş benimle uğraşıyor ya." diyerek kafasını boynumdan çıkaran Mustafa Can ile düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım. Hafif buğulu gözlerini, ellerini yumruk yaparak sildi.

 

Kaç yaşında adam dediği yirmi sekiz yaşında olabilirdi ama karşısındakiyle aynı yaşa bürünebilmek onun her zaman en etkileyici yönlerinden biri olmuştu.

 

Kafamın içindeki ses konuşmayı kestiği anda gözlerim irice açıldı. Hafızama kazınmış bir tarih o anda zihnimin içinde neon bir tabelayla yanıp sönmeye başlamıştı.

 

"Bugünün tarihi ne Mustafa Can?" diye sordum yatağımın köşesine sinmiş oturan kardeşime.

 

Birkaç saniye düşünmesinin ardından cevap verdi. "Şubat'ın üçü bugün ablacığım."

 

Artık yirmi sekiz değil.

 

🕯️

 

7 Şubat 2024, 11:00

 

Günler sonra ilk kez kendimi iyi hissediyordum. Geçici bir his olsa bile ruhuma o denli iyi gelmişti ki yorgun olmam umrumda bile değildi. Ayaklarım beyaz yumuşak terliklerin içinde, yatağımın kenarında oturuyordum. Az evvel haftalar sonra ilk defa duş almıştım. Sıcak suyu tenimde hissetmek çok iyi gelmişti. Bütün işi benim yerime buna gönüllü olarak Yeşim yapmıştı. Birkaç gündür işten izin almıştı ve bana tüm itirazlarıma rağmen o refakat ediyordu. Yoğun bakımdayken yanıma girmek için izin alamamış, odaya alındığım ilk zamanlar ise yalnızca birinci derece yakınlarımı aldıkları için beni göremediğinden yakınmıştı. Dün beni görmeye geldiğinde ise annemi ikna ederek babamı ve onu eve yollamıştı.

 

Ve bunun neden benim aklıma gelmediğine oldukça sinirlenmiştim. Benim için çok korktuklarını bildiğimden çenemi kapalı tutmuştum ancak tam olarak sabrımın sonlarındaydım. Annem bir saniye bile yanımdan ayrılmıyor, suyumu dahi kendi başıma içmeme müsaade etmiyordu. Hiçbir zaman ilgiden hoşlanmayan biri olmam bir yana dursun aramızda tüm çıplaklığıyla duran geçmiş yüzünden kendimi onun yanında rahat hissetmiyordum. Bu yüzden sürekli gergin ve huzursuzdum ama kendi iyiliğim için bile olsa onu yanımda istemediğimi söyleyememiştim.

 

Daha da kötüsü annem hâlâ annemdi. Geçtiğimiz günlerde beni ziyarete gelen Mustafa Can giderken buradan çıktığımda eve gelip gelmeyeceğimi sormuştu. Devamında gelen cümlelerini duymasam çocuk kalbiyle sorduğu bir soru olduğuna sorgusuz sualsiz inanırdım. "Ben seni çok özlüyorum ve sen yokken de çok üzülüyorum. Hem bu hâlde kendine nasıl bakacakmışsın ki? Annem sana bakmalı bence. O varken de başkasına düşmezmiş ki"

 

Annemin küçücük çocuğa bu lafları ezbertletmek için kaç kere söylettirdiğini ve harfiyen söylemesi için ne vaat ettiğini Allah bilirdi.

 

Annem, annem olmaktan vazgeçebiliyor ancak kendi olmaktan vazgeçemiyordu.

 

Yeşim de odanın içinde bulunan banyodan üzerini değiştirmiş hâlde çıktı. Ben üzerimde iç çamaşırlarım varken yıkanmış, sonrasında da o bana birkaç dakika mahremiyet verdiğinde temizlerini giyerek çıkmıştım banyodan. Şimdi üzerimde dün benim için Yeşim'in kendi yaptığı hastane çantasından çıkan etiketini banyoya girmeden önce söktüğü beyaz, üstünde kahverengi ayıcıkları olan alt üst bir pijama takımı vardı.

 

Yeşim bana doğru elinde birbirine girmiş dalgalı saçlarımın kolay taranması için bir saç spreyi, tarak ve saç kurutma makinesiyle geldi. Canım benim, rahatım için her şeyi düşünmüştü elbette. Onun da saçlarının ıslak olduğunu fark ettiğimde üstü ben duşta ara ara rahat durmayıp kıpırdandığım için ıslandığından hızlıca bir duş aldığını tahmin ettim.

 

"Gel bakalım koca bebek." dedi yatakta benim biraz arkama doğru oturarak. "Saçlarını da güzelce tarayıp kurutalım. Sonra da yemeğini yiyip ilaçlarını içirelim sana. Altın pek karnın tok, mışıl mışıl da uyursun sonra."

 

Kıkırdıyordu bir de utanmadan. Ciddi ciddi üç yaşında bebek muamelesi görüyordum burada. Hayret bir şeydi.

 

"Ellerin dert görmesin canım. Çok iyisin." dedim kinayeyle.

 

"Hiç bozulma Eda balı. Bir süre böyle. Bizden kurtulmak istiyorsan bir an önce iyileşmeye bak." dedi saçlarıma sprey sıkıp nazikçe taramaya başlayarak.

 

Bundan daha çok istediğim bir şey yoktu ki.

 

Bunu bildiğini bildiğim için sesimi çıkarmadım. Saçlarımı nazikçe taradı. Çocukluğumdan beri saçımla oynanması çok hoşuma gittiğinden biraz da oyalandığını fark edip gülümsedim. Sonra beni yatak başlığına yakın oturtup makinenin fişini prize taktı ve saçlarımı kurutmaya başladı. Ellerini saçlarımın arasında gezdirerek canımı acıtmamaya özen gösteriyordu. Annemden gördüğüm ilgi karşısında boğulurken onun yerini en yakın arkadaşım aldığında çok gevşemiş, rahatlamış hissediyordum. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğuna bir türlü karar veremiyordum.

 

Dakikalar sonra makineyi durdurmasıyla kapanmış gözlerimi araladım. Saçlarımı son bir kez tarayıp elindekileri odadaki küçük dolaba koymaya gitti. Ben de bu sırada terliklerimi çıkarıp dik bir şekilde yatağımda oturdum. Yumuşak, ince battaniyeyi bacaklarımın üzerine örterek sırtımı yastığıma yasladım.

 

Derin bir nefes alıp verdim. Uzun bir süreden sonra temiz olmak ve temiz hissetmek ruhumu canlandırmış gibiydi. Aynı zamanda bugünkü terapinin de üstümde olumlu bir etki bıraktığını söyleyebilirdim. Henüz herhangi bir şeyi atlatabilmiş ya da kafamdaki sorunları çözüme kavuşturabilmiş değildim ancak konuşmak hiç deneyimleyemediğim kadar iyi geliyordu bana. Ve en önemlisi karar vermem için kalbimde filizlenen tohumu besliyordu. Işıkla.

 

Yeşim yemek tepsisini alarak yatağa doğru geldi. Tekerlekli masayı yatağa getirip tam önüme yerleştirdi ve tepsiyi de üstüne koydu. Kaşığa uzanacak olduğunda araya girdim. "Kendim yiyebilirim ben. Sen de kendine dışardan bir şeyler söyleyip ye lütfen." dedim kaşığı alıp çorbanın içine daldırarak. Gözüme hiç güzel gözükmüyordu ancak biraz olsun yiyebilmek için kendimi zorlayacaktım birkaç gündür olduğu gibi.

 

Ellerimi ve bacaklarımı gördüğüm fizyoterapi senasları sayesinde artık daha rahat kullanabiliyordum. Boynum ise hâlâ bana zulmetmeye devam ediyordu ancak tedavim iyiye gittiği için yakın zamanda onun ağrısından da kurtulacağımı ümit ediyordum.

 

"Sen bu yemekleri yemek zorundayken ben kendime utanmadan dışarıdan yemek söyleyeyim yani öyle mi?"

 

"Öyle." dedim ve çorbamı sık sık duraksayarak içmeye başladım. "Yenecek gibi değiller, inan bana. Bu eziyeti senin de benimle birlikte çekmene hiç gerek yok. Benim için kurşun ye desem onu da yersin biliyorum ben seni. O yüzden gönül rahatlığıyla dışarıdan sipariş ver lütfen." dedim çok pişmiş tavuklu patates yemeğinden bir kaşık alıp yutmaya çalışırken.

 

"İyi, sadece dürüst müsün değil misin diye teyit etmek istemiştim." dedi bana göz kırparak. Çevremde bir tane normal yoktu ve bunun sebebi yüksek ihtimalle benim de onlardan biri olmamdı. Telefonunu eline alarak sağ tarafımda kalan tekli koltuğa oturdu ve vücudunu aşağı doğru kaydırarak kendince rahat bir pozisyon belirleyip telefonuyla ilgilendi. Ben de o sırada zor da olsa çorbamı bitirip yemekten birkaç kaşık daha yedim. Daha fazla yemek istemediğimde Yeşim masayı kaldırdı ve bana ilaçlarımı verdi. Hepsini içip ellerimi bir ıslak mendille sildim ve yatakta aşağı kayarak başımı yastığa koydum. Ellerimi yastıkla başım arasına koyarak sağıma doğru dönüp Yeşim'e baktım.

 

"Uykun mu geldi kuzum?" diye sordu hafif bir tebessümle.

 

"Biraz ama öncesinde bir şey sormak istiyorum sana." dedim sanki doğru zamanmış gibi hissettiğim için. Birkaç gündür onunla konuşmak istediklerim vardı ancak önce kendi kafamda halletmem gerektiğinden bekletmiştim.

 

"Tabii konuşalım balım ama bu ciddiyet bir tık ürküttü beni haberin olsun."

 

"Sen korkma." dedim somurtarak. "Ben yeterince korkuyorum zaten."

 

"Neyden korkuyormuşsun sen bir anlat bakalım." dedi gözlerini kısarak. Telefonunu bir kenara bırakmış vaziyette, dikkatle beni izliyordu.

 

"Nasıl anlatsam kendimi bilmiyorum o yüzden biraz karışık gideceğim. Kendime geldiğimden beri kendimi ne iyi ne de güvende hissetmiyorum. Sanki o arabanın içindeymiş gibi çaresiz hissediyorum. Hep korku ve dehşet doluyum. Hiçbir yer, hiç kimse kendimi güvende ve iyi hissettirmiyor bana. Tek bir kişi hariç." dedim ve yutkundum. Gözlerimi kapayıp içimdeki cesaret kırıntılarına tutundum. Çünkü bunu bir kez sesli söylediğimde artık bir itiraz değil itiraf olacaktı. Gözlerimi açtım. "Cihangir."

 

"Bir tek o. Yalnızca o yanımdayken güvende hissediyorum ben. Varlığını geçtim kokusu bile yetiyor Yeşim. Geçen gün panik atak krizi geçirirken, zihnimde bir yerlerde kaybolmuşken ansızın onun kokusu doldu burnuma. Böyle, bir şimşek çaktı beynimde sanki ve onu hissettim. Sonra karanlık yavaşça geri çekilmeye başladı. Kendimi ona bıraktım. Korkularımı da, kaygılarımı da. Bir kokusuyla ve bir dokunuşuyla yapabildi bunu bana."

 

"Peki mutsuz musun bundan? O kişinin yani seni güvende hissettiren tek kişinin Cihangir olmasından?"

 

"Değilim ama başlarda öyle olmalıymışım gibi düşünüyordum. Kalbim onun varlığına minnettarken aklım böyle hissettiğim için suçlu olmalıymışım gibi düşündürüyor bana." dedim tekrar düz yatar konuma gelerek. Sıkıntı ve kararsızlık içimi kemiriyordu adeta. "Yedi koca sene o kapıyı kapattım ben Cihangir' e. Gururumu kalbime tercih ettim. Ama şimdi hayatımın en kötü gününde dahi şifa olabiliyorsa bana o, benim kalbim ona nasıl dayansın? Böyle sanki," dedim ve doğru kelimeyi bulmaya çalıştım bir süre. "Böyle sanki tahta kurusu var içimde. Birkaç tahtayla çivilediğim kapıyı açmak için kemiriyorlar kalbimi."

 

Frenlerim patlamış gibi konuşmaya devam ettim. "Gül Hanımla da konuştuk dün bunları. Bu sana anlattıklarımı ona da anlatınca bir şey sordu bana. Dedi ki "senin Cihangir' e olan duyguların değişmedi, sen ona zaten aşıktın. Ama evrildiler. Artık daha büyük ve baskın. Evrildi yani. Peki sence bunun sebebi ne? En çaresiz anında sana iyi gelmesi mi yoksa başka bir şey mi?"

 

"Cevabı buldun mu peki?" diye sordu Yeşim.

 

"Başta kendimi kandırmak istedim. Bana iyi gelen tek şey olduğu içindir diye kendimi ikna etmeye, inandırmaya çalıştım ama ne zaman gözümü kapatıp o felaket anlarını tekrar tekrar düşünsem her seferinde gerçek bir tokat gibi yüzüme çarpıyor." dedim nefeslerimi sakinleştirmeye çalışarak. Büyük bir kararın eşiğindeydim ve bunun beni strese sokup krize sürüklemesini istemiyordum. "Çünkü ölüm var."

 

 

Bana tüm doğru bildiklerime çizik attıran bir gerçekti bu.

 

"Gözlerimi hastane odasında açtığım andan beni bunu düşünüyorum. Ölümü. Ya ölseydim ne olurdu diye. Ne yaşadın diye sordum bir defasında kendime. Cevabı iyi kötü bir şeyler işte oldu. Sonra nasıl yaşadın, diye sordum. İşte onun cevabı içimi yaktı. İnsan söz konusu ölüm olduğunda yaşadıklarını kabulleniyor ama yaşayamadıklarını asla, bir taş gibi oturuyor içine. Neredeyse ölüyordum ve benden geriye kalan gururum mu olacaktı yani? Kalbimde büyüttüğüm ama kök salmasına izin vermediğim bir aşkla, öylece geçip gidecek miydim bu dünyadan? Geri alınamayacak bir pişmanlıkla sonsuza dek yanmaya değer miydi gerçekten Yeşim bu? Evet yedi sene önce kalbimi çok kırdı ama bir hayat keşke demeye değer mi gerçekten bu? Ne onunla ne onsuz ızdırabı çekmeye değer mi gerçekten benim gururum? Ben bu kadar kör müyüm gerçekten? Ya da hep dedikleri gibi gaddar? Doğru düşünemeyip tek bir hata yaptı diye kapattım tüm kapılarımı ona. Bunca sene vazgeçmeden beni sevmesi bile mucize onun. Ben gerçekten de gaddarın tekiyim." Dudaklarımın titremesi bir artçı deprem gibiydi. Yıkım, yani göz yaşları da hemen ardından geldi. Ellerimi yüzüme kapattım. Ağlayışımın sesi yükseldiğinde de bir elimle ağzımı kapattım. Hastanede bizimkilerden biri yoktu. Bugünlük diye direterek hepsini eve dinlenmeye göndermiştim. Cihangir de sabah uğrayıp biraz benimle oturmuş sonra işleri olduğunu söyleyerek çıkmıştı. Hemen kapımın önünde bekleyen Yunus Emre dışında kimse yoktu ancak onun da sesimi duyup odaya dalmayacağına güvenmiyordum. Benimle ilgili en ufak bir durum için bile tetikteydi kendisi günlerdir. Kale kapısı gibi koruyordu o kapıyı.

 

"Güzelim benim." dedi Yeşim ellerimi yüzümden ve ağzımın üstünden çekerek. "Öncelikle şunu bir kabul etmelisin, kusursuz insan yoktur. Mükemmelliyetçi doğan gereği bunu aykırı görüyorsun ancak hayat en doğru, zikzaklar çizerek yürünebilir. Nasıl ki Cihangir seneler evvel bir hata yaparak senin kalbini kırdıysa, senin de gururunu kalbine tercih etmen bir hata." Göz yaşlarımı yavaş yavaş silerek konuşmaya devam etti. Yerine hemen yenileri geliyor olsa da bu onu yıldırmıyordu. "Ya da belki bu kez olaylara hep benim tercih ettiğim pencereden bakmalısın. Nasip demelisin mesela. Hayat, kaderin ve nasibin üstüne kurulur. Doğru zamanlar ve doğru insanlar vardır. Yedi sene evvel ikiniz için de doğru zaman değildi belki. O zamanlar birbiriniz için doğru insanlar da değildiniz bence. Korkularınız vardı. Aşkın sevdaya dönüşmesi için bir imtihana ihtiyacı vardır derdi anneannem. Bilge bir kadındı bilirsin. Sizin imtihanınız da budur belki. İkinizin de ayrı ayrı geçmesi gerekiyordur bu imtihandan. Cihangir ne olursa olsun senden vazgeçmeyerek geçti bana kalırsa. Sen de gururunun ve inadının hayatını yaşamana engel olduğunu önünde sonunda fark ederek."

 

Gururunun ve inadının hayatını yaşamana engel olduğunu fark ederek.

 

Ölümden döndükten sonra düşündüğüm o "yaşayamadıklarımın" önündeki tek engel aslında bendim. Hata yapmaktan sanki bir vebaymış gibi kaçınan, kalbim bir daha kırılmasın diye ait olduğu kişiden sakınan bendim. Mutsuzluktan ve huzur bulamamaktan yakınan ancak her ikisini de sonsuza dek bulabileceğim kişiyi sırf gururum için her defasında kapı dışarı eden de bendim. Buna rağmen bana sebebini bilmediği zamanlarda bile hiç kızmayan, beni ne kadar gözlerimi kapamaya çalışsam da herkesten çok düşünen, kapımı aşındırmaktan asla vazgeçmeyen ise oydu.

 

Cihangir. Cihan. Benim dünyam.

 

Ağlamaya devam ettim ama bu sefer ona ve geçip giden yedi seneye ağlıyordum.

 

"Ah, benim akılsız kafam. Gurur diye diye neredeyse en büyük pişmanlığımı yaşamak üzereydim değil mi?"

 

Önüme düşen saçlarımı eliyle arkaya doğru tarayarak attı Yeşim. Anlayışlı bir gülümseme vardı yüzünde bana bakarken. "Çok sevdiğim bir kitapta altını çizdiğim bir söz vardı: "Ya şöyle olsaydılara odaklanma. Şimdiye odanklan."

 

"Yani iki gözüm, değiştiremeyeceğin bir geçmiş için daha fazla kendini hırpalayıp durma. Yakınman ya da kendine yüklenip durman hiçbir şeyi değiştiremez çünkü. Önünde şimdi ve gelecek var. Onları kurtarmaya bak artık olur mu?"

 

Olur muydu sahiden? Belki geç kalmıştım ama çok geç kalmamış olabilir miydim?

 

Cevap zihnimde belirdi ve kalbim aklıma darbe yaparak an itibariyle kontrolü eline aldı.

 

Ya şöyle olsaydılara odaklanma, şimdiye odaklan.

 

🕯️

 

Elimde duran telefonda hayatımı değiştirecek adım için her şey hazırdı. Tek yapmam gereken ekrandaki ismin üzerine bir dokunuştu ve bunu yapabilmek için de kalp atışlarımın düzene girmesini bekliyordum.

 

Yaklaşık iki buçuk saat kadar önce Yeşim'in telefonundan abimi arayıp ondan bir şey rica etmiştim. Yeni bir hat ve telefon. Eski telefonum patlamadan ötürü elimden fırladığı için paramparça olmuş durumdaydı. Minik adımlarla da olsa hayata geri dönmeye başladığımı hissediyordum en sonunda.

 

Eski hattımı kurtarmak ile uğraşmak istememiş bu yüzden yeni bir hat konusunda ısrar etmiştim abime. Bir an önce yapmam gereken bir şey vardı çünkü. Abim şirkette çalışan şoförlerden biriyle bir saat önce göndermişti yeni telefonum ve hattımı. Kurulumunu yaptıktan hemen sonra mail adresim aracılığıyla eski rehberime kolaylıkla ulaşabilmiştim.

 

Tek bir değişiklik yapmıştım. Bir kişinin isminde.

 

Eskiden Bela , diye kayıtlı olan adını Cihan olarak değiştirmiştim.

 

Onun adını kısaltarak kullanmanın benim üzerimde efsunlu bir hali vardı, tarif edemiyordum. Adının kısaltmasının taşıdığı anlam kalbimi titretiyordu. Dünya.

 

"Benden istediğin bir şey var mı balım?" diye sordu Yeşim, montunu üzerine geçirirken. Birkaç saatliğine dışarı çıkıp gelecekti.

 

"Yok canım. Teşekkür ederim." diye cevap verdim. O kadar heyecanlıydım ki sesim bir miktar kısık bile çıkmış olabilirdi. Telefonumun ekran ışığı sönmek üzereyken ekrana dokunarak bunu engelledim. Arama sayfası öylece önümde açık durmaya devam ediyordu. Bu halimi fark eden Yeşim kıkırdadı. "Ay seni ısırasım var Eda balı ya. Ergenlik ve üniversite yıllarını sıfır flört ve erkekler gün yüzü görmesin mottosuyla geçirip şimdi şu hallerine bak."

 

Karma dedikleri meret bana da bu şekilde vurmayı uygun görmüştü demek ki, ne yapalım.

 

"Üzerime gelme bak kusarım."

 

Kahkahalarla güldü bu defa. "Tamam tamam, kızma. Çıkıyorum ben. Gazan mübarek olsun aslanım." dedi bana öpücük atarak. Çantasını koluna atıp yanaklarıma birer öpücük bıraktı. "Döndüğümde tüm detayları istiyorum ona göre." diyerek işaret parmağını salladı ve ben başımla onayladığımda kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtığında Yunus Emre' nin geniş sırtıyla yüz yüze geldi.

 

Kapının açıldığını fark etmesiyle hızla arkasına doğru döndü Yunus Emre. Yeşim'i gördüğünde bir adım geri çekilerek ona alan açtı. Yunus Emre de tıpkı abim ve Cihan gibi verimli topraklarda yetiştiğinden boyu bir hayli uzun ve yapılı bir adamdı. Yeşim onunla yüz yüze gelebilmek için başını kaldırmak zorunda kalmıştı. "Şey, birkaç saat dışarı çıkacaktım da ben." dedi boğazını temizleyerek. "Size iyi çalışmalar, kolay gelsin."

 

Ne konuda? Benim kapımı tutmakta mı?

 

"Sağ olun Yeşim Hanım." diyerek nazik bir yanıt verdi Yunus Emre.

 

"Ya evet, sağ olayım ben." diyerek ağzının içinde mırıldandı Yeşim. Şu an içten içe saçmaladığı için kendini zorbaladığına adım gibi emindim. Yunus Emre'nin yanından usulca geçerek gitti Yeşim. Onun gidişiyle birlikte bakışlarını bana çevirdi Yunus Emre.

 

"Ben kapıdayım Eda Hanım. Bir isteğiniz olursa seslenin lütfen."

 

"Teşekkür ederim." dedim bir nebze de olsa rahatlayarak. Tamamen yalnız olsam kafayı yeme ihtimalim yüksekti.

 

Cevabımı başıyla onaylayıp kapıyı kapattı Yunus Emre. Günler sonra ilk kez yalnız kalmış oldum. Bakışlarımı telefonuma çevirdim. Derin nefesler alıp verdim. Bunu yapabilirdim. Artık direksiyon kalbimdeydi ve bunu yapmak istiyordu. Üstelik bunu kabullenmek yapmaktan daha zordu ve ben kabullenmeyi başarabilmiştim. Bu zamana dek yeterince korkmuş ve hayatımı sabote etmiştim. Daha fazla korkmak yoktu. Bugünden sonra tam gaz cesaretti.

 

Bir saniye daha düşünmeden ismin üzerine dokunarak aramayı yaptım. Telefonumu kulağıma götürüp birkaç kez öksürdüm. Çalıyordu.

 

Kalbim güm güm atıyor sanki göğüskafesimden dışarı taşmaya çalışıyordu.

 

Telefon çaldı, çaldı ve açıldı.

 

"Alo?" dedi Cihangir' in tok, bariton sesi.

 

"Cihangir?" dedim sesimin titrememesi için çabalayarak. Çabadan kastım tırnaklarımı avuçlarımın içine batırmaktı.

 

"Eda?"

 

"Efendim Cihangir?"

 

"Sen beni aradın. Neden aradın?" diye sordu şaşırdığını belli eden sesiyle.

 

"Arayamaz mıyım?" diye sordum konuya girmeden önce sakinleşmek isteyerek.

 

"Ara diye çok bekledik telefon başında ama daha önce hiç aramışlığın yoktu." dedi bilmeden benim daha çok kıvranmama sebep olarak. "Harbi bu numara kimin? Senin numaran değil bu?"

 

Eski numaramı ezbere biliyor oluşuna yükselmedim zira ben de onun numarasını ezbere biliyordum.

 

"Yeni bir hatla telefon istedim abimden. Yeni numaram bu benim." dedim boşta kalan elimle kendimi yelleyerek. Adamla telefonla konuşurken bu haldeysem yüz yüze geldiğimde infilak edip patlayabilirdim.

 

Patlamak demezsek yalnız.

 

"Bana numaranı vermek için mi aradın yani?" diye sordu daha da şaşırarak.

 

"Yoo. O yüzden aramadım."

 

"Ne diye aradın beni o zaman? Bir şey mi oldu, iyi misin sen?"

 

O konuya hiç girme.

 

"Nerdesin sen?" diye sordum dan diye.

 

"Yoldayım. Hastaneye geliyorum."

 

"Tamam gel. Bekliyorum." dedim anında. Saatlerdir hastaneye gelmesini nasıl isterim diye düşünüyordum. Onun zaten yanıma geliyor oluşu içimi rahatlatmıştı. Bir miktar eritmiş de olabilirdi.

 

"Efendim?" diye bağırdı adeta.

 

"Ne?"

 

"Neden bekliyorsun ki beni? Bir şey falan mı yaptım ben?"

 

Beni hem seviyor hem de benden korkuyor oluşuna ne desem bilemiyordum cidden. Şu ana dek hiç düşünmemiştim ama beni reddetme ihtimali de vardı bence. Ben ona bu kadar çektirdikten sonra adamın hakkıydı bu.

 

"Ne yapacaksın? Gelip gelmemeye ona göre mi karar vereceksin?" diye sordum.

 

"Ben sana her türlü gelirim."

 

"İyi gel, bekliyorum ben. Gelince işimiz var seninle."

 

Arka planda saçımı başımı heyecandan yolarken sesimin bu kadar sakin çıkmasını nasıl başarıyordum bilmiyordum.

 

 

"Ne yapacaksın ki sen beni?"

 

Yapacağım işte bir şeyim. Ne kurcalayıp duruyorsun?

 

"Uzatacak mısın daha konuyu? Gel diyorsam gel işte be Allah Allah."

 

"Emrin olur çiçeğim, tamam. Yarım saate yanındayım." dedi geri vites yaparak.

 

Yarım saat diyince heyecanım nüksetti. "Tamam, görüşürüz." diyerek aceleyle kapattım telefonu. Yatağımın yanındaki küçük dolabın çekmecesini açtım. Yeşim'in gitmeden evvel ondan almasını rica ettiğim şeyleri alarak kapattım çekmeceyi. Duştan sonra üşürsem diye yatağımın ucuna gri kalın bir hırka bırakmıştı Yeşim. Üşümüyordum ancak ona ihtiyacım vardı. Çekmeceden aldığım şeyleri hırkanın geniş cebine koydum ve hırkayı daha yakınıma koydum.

 

Geriye bugünün önemli bir tarih olarak akıllara kazınması kalmıştı.

 

Yaklaşık yarım saat sonra Cihangir kapıdan içeriye girdiğinde hazır bir şekilde onu bekliyordum. Biraz önce Yunus Emre' den ufak bir ricada bulunmuştum. O da sorgusuz sualsiz yerine getirmişti. Tekerlekli sandalye. Ondan bana bir tekerlekli sandalye getirmesini istemiştim.

 

"Eda?" diyerek odadan içeri girdi Cihangir. Benim bir anda değişen tavırlarım adamın ayarlarını bozmuştu resmen. Ruh halimden emin olamadığı için beni sorguluyordu.

 

"Evet, Eda benim Cihangir. Ve bildiğim kadarıyla da bir ikizim falan yok." dedim sırıtmama engel olamayarak.

 

Mahcup bir şekilde ensesini ovaladı Cihangir. "Bende senden bir tane daha olduğunu düşünmüyorum da bir kontrol edeyim dedim yine de."

 

İyi bir şey mi ima etti yoksa kötü mü karar veremedim ama iyiye yoruyordum.

 

Yatağımda, ayaklarımı yere indirmiş oturur vaziyette tam karşımda duvara yaslı duran tekerlekli sandalyeyi işaret ettim başımla. "Hadi. Haftalardır bu odaya tıkılı kaldım. Biraz gün yüzü görmek istiyorum. Beni dışarı çıkart." dedim hırkamı dikkatle üstüme giyerken.

 

"Çıkarayım tabii de," dedi kaşlarını çatarak. "Bunun bir sorun olmayacağından emin misin?"

 

"Eminim. Merak etme." dedim onu ikna etmek için güven verici bir şekilde gülümseyerek. "Hem bütün işi sen yapacaksın. Ben yorulmayacağım ki hiç. Oturacağım öylece."

 

Gözlerini kırpıştırarak bana bakakaldı Cihangir. Bu yeni versiyonum onu şaşırtmaya devam ediyordu ancak benim çok hoşuma gidiyordu. Bu yeni beni, kalbinin sesine sahip çıkan, hata yapmaktan korkmayan ve cesaretine bir can simidi gibi sarılan kızı daha çok sevmiştim.

 

Baktım Cihangir şoktan çıkamadı, çıkabilmesi için onu harekete geçirmeye karar verdim. Oturduğum yataktan ayaklanıp terliklerimi ayağıma geçirdim. Çok yavaşça sandalyeye doğru adımlamaya başladığımda nihayet Cihangir de şoktan çıkabilmişti.

 

"Dur, yardım edeyim sana." diyerek hızla yanıma geldi ve koluma girerek tüm ağırlığımı adeta sırtladı. Muhtemelen sandalyeyi bana getirmesi daha mantıklıydı ancak o an için bunu akıl edememişti ve bunun tek suçlusu ben olduğumdan ağzımı açıp tek kelime etmemiştim. Beni yavaşça sandalyeye oturttu. Ben ayaklarımı destek yerine koyarken Cihangir, koltuğun üzerindeki yumuşak battaniyeyi alıp geldi. "Hava güneşli ama soğuk. Bunu örtelim dizlerine de." diyerek battaniyeyi dizlerime örtüp yanlarını da sıkıştırdı sandalyenin köşelerine.

 

Dudaklarımı birbirine bastırarak sırıtışımı engelledim çünkü bakışları üzerimdeydi ve deli gibi görünmek istemiyordum. Zira benim aklımı kaybettiğimi düşünmesinin yalnızca bir adım gerisindeydim.

 

Sonrasında arkama geçerek sandalyeyi hiç zorlanmadan sürmeye başladı. Kapıya geldiğimizde ondan önce davranarak ben açtım. Odadan dışarı çıktığımızda Yunus Emre' yi göremedim hiçbir yerde. Büyük ihtimalle Cihangir geldiğinde ona bir müddet dinlenmesi için izin vermişti.

 

Bahçeye çıkıncaya kadar pek konuşmadık. Gerginliğimden kurtulmak için içimden kendime uzun konuşmalar yapmakla meşguldüm ben. Cihangir ise bu aramızdaki sakin ve sağlıklı iletişimi sorgulamakla meşguldü kendi içinde.

 

Bahçeye çıkıncaya dek onlarca tanıdık yüzle karşılaşmış kimiyle yalnızca kibarca selamlaşırken kimiyle de kısaca sohbet etmiştim. Hepsi de çalışma arkadaşlarımdı. Cihangir hiç mızmızlanmadan sohbetimin bitmesini beklemişti.

 

Önceden onun tüm artılarını sahip olduğu yalnızca bir eksi yüzünden görmezden gelirdim. Şimdi ise tek eksisini silmiştim ve artılarını saya saya bitiremiyordum.

 

Bahçede gözlerden uzak ve güneş vuran boş bir bank bulduk. Oraya doğru sandalyeyi ilerletti Cihangir. "Bankta oturmak istiyorum." dediğimde isteğimi ikiletmedi. Yine benim yorulmama izin vermeden belimden tutup ağırlığımı üzerine alarak banka oturttu beni. Sandalyeyi benim tarafımda biraz geriye doğru bıraktı ve o da aramızda biraz boşluk bırakıp benim yanıma oturdu.

 

Sırtımı banka yasladım. Gözlerimi kapatıp başımı gökyüzüne doğru kaldırarak temiz havadan derin nefesler çektim içime. Böylesine canlı ve hayatta hissedememiştim uzun bir süredir. Bu ufacık ve önemsiz görünen hareketin ne kadar değerli olduğunu hiç anlayamamışım meğer. Yaşamanın. Başını göğe kaldırıp nefes almanın. Bu bir mucizeydi, haberimiz yoktu.

 

"İyi geldi mi? Nasıl hissediyorsun?" diye sordu Cihangir yanıbaşımdan.

 

"Bugün çok iyi hissediyorum." diye cevap verdim, bugün kısmını vurgulayarak.

 

Kuşkuyla kaşları çatıldı Cihangir' in. "Çok sevindim ama bugün diye neden vurguladığını anlayamadım? Özel bir gün mü bugün?"

 

"Değil ama olacak."

 

"Nasıl yani?" diye sordu bana doğru vücudunu döndürerek.

 

Gülümsedim ona bakarak. Hırkamın cebine soktum elimi. Üç şeyin arasından diğerlerine nazaran büyük olan paketi çıkarttım önce. Paketini açarken Cihangir' in bakışlarını üzerimde hissediyordum ama dönüp bakmadım. Tüm dikkatim ellerimdeydi.

 

Küçük kekin paketini açarak, çöpü bankın arasına sıkıştırdım ve tekrar cebime uzandım. Geriye kalan iki şeyi de çıkarıp kucağıma koydum. Bir mum ve çakmak. Büyük beyaz mumu ıslak kekin ortasına diktim. Çakmakla mumu yaktıktan sonra Cihangir' e baktım. Vücudumu tam olarak döndürmekte zorlanıyordum hala bu yüzden ben yalnızca kafamı çevirebildim ona.

 

Gözlerinin parlayışından ne yaptığımı anladığını anlamıştım.

 

"İyi ki doğdun Cihangir." dedim yedi senenin ardından ilk kez. "Geçmiş doğum günün kutlu olsun."

 

Koyu kahverengi gözleri bana bakarken sıcacık oldu. Hareleri belirginleşti. Bu ona da bana da milattı çünkü. Ama en çok ona. Onu kendime yasak kılmış olan ben, şimdi gülüşlerimi veriyordum ona. Kalbimi de verecektim az sonra.

 

Abim kendisinin aksine Cihangir' in doğum günü dileklerine inandığını söylerdi. Her sene mutlaka bir mum söndürür dileğini içinden geçirirmiş. Ben ailesinin ona yaptığı o küçük kutlamalara yedi senedir katılmamış, onu dilek dilerken hiç görmemiştim. Eğer bildiğinden şaşmazsa bu sene görebilecektim ama.

 

Gözlerimde her ne arıyorsa buldu Cihangir. Bulduğunda daha da şaşırdı. Bakışlarımda olan hangi duyguyu yadırgayıp konduramamıştı acaba bana? Sevgi mi? Ona olan sevgimi biliyordu ama. Aşk mı? Onu bilip bilmediğinden bihaberdim işte.

 

Ansızın eğilerek aramızda duran mumu üfledi. Keki aramızdaki azıcık boşluğa bıraktım. Defalarca içimden tekrar ettiğim konuşmayı yapabilmek için bir girizgah belirlemiştim. Ellerimi kucağımda birbirine geçirip sıkarak gerginliğime yenilmemeye çalıştım ancak heyecandan bayılmak üzereydim. Dışarıdan çok belli oluyor muydu acaba bu halim? Cihangir ne düşünüyordu mesela şu an?

 

""Ne diledin?" diye sordum gözlerimi ondan kaçırmamaya özen göstererek. Bu konuda korkak olmak istemiyordum. Aksine Cihangir ne kadar ciddi ve cesur olduğumu bilsin istiyordum.

 

"Söylenmez derler." dedi Cihangir de. Amacı benimki ile aynı mı bilmiyordum ama o da gözlerini kaçırmadan hatta kırpmaya bile korkar gibi bana bakıyordu. Belki de bu defa kimse ona dön önüne, ne bakıyorsun diye parlamadığı içindi.

 

"Peki ben söyleyebilir miyim? Senin doğum günündü ama ben de bir dilek diledim." dedim yutkunarak.

 

Dilini dudaklarında gezdirdi. Sağ eliyle gömleğinin yakasını çekiştirdi. İlk iki düğmesi açıktı ancak sanki hepsini kopartıp atmak istiyormuşçasına hoyrattı hareketleri. Bence o açıklık gayet idealdi bu arada. Şahsi düşüncem olarak yani.

 

Sol elini oturduğumuz bankın arkasına tam sırtımı yasladığım yere doğru uzattı. Parmaklarının kemikli yüzeyi sırtıma temas etti. Hırkamın kalın kumaşından bile etkisini hissedebilmiştim. Ürperdim ancak bunun soğukla bir ilgisi olduğunu zannetmiyordum.

 

"Sen istediğin her şeyi söyleyebilirsin bana."

 

"Her şeyi mi?" dedim tek kaşımı kaldırıp.

 

"Her şeyi." diye cevap verdi bir saniye bile düşünmeden.

 

"O zaman, benimle çıkar mısın Cihangir? Ben denemek istiyorum."

 

Aldığım nefesin vücudumda gitmesi gereken yerlere ulaştığını hiç zannetmiyordum çünkü sanki nefessiz kalmışım gibi inip kalkıyordu göğüs kafesim.

 

Benimle çıkar mısın, demek istememiştim olgun insanlar olduğumuz için ama sevgilim olur musun demek de çok yüksek gelmişti gözüme ve o anki heyecanla bunun hakkında yeterince düşünüp bir seçim yapamadan konuşuvermiştim.

 

Elde bu var Cihangir, yapacak bir şey yok maalesef.

 

Az evvel gözlerini kırpıştırmaya korkan adam şimdi bana bakakalmış bir hâlde gözlerini kırpıştırıp duruyordu. Acaba itirafımı böyle bir güne sığdırmak yerine günlere mi bölseydim diye düşünmeden edemiyordum.

 

"Nasıl yani?" diye sordu aniden yerinden ayaklanarak. Bir iki adım atıp sonra tekrar yerine, yanıma oturdu. "Sevgili gibi mi?"

 

"Evet." dedim sırıtmamı bastırarak. Bu adamı bu hallere düşüren bendim, o yüzden de gülmemeliydim. "Yani sen de istersen tabii. Ben çok düşündüm. Öyle birden alınmış bir karar değil bu. Günlerdir düşünüyorum. Geçmişi tamamen geride bırakabileceğimden emin olana kadar söylemedim sana."

 

Bu defa nefesleri yetmeyen oydu. "Bırakabilecek misin peki?" diye sordu sevincini dizginleyerek. Benden emin oluncaya dek kendini

tutmasını anlayabiliyordum. "En sonunda bizi mi seçiyorsun çiçeğim?"

 

Cevabı gözler önüne sermek istercesine, gülümsedim ona. Tüm kalbimle, en çok ona.

 

"Bizi seçiyorum."

🕯️

 

 

 

Instagram| authbal

 

 

 

Yıldıza basmayı ve yorum yapmayı unutmayalım balım 🍯

 

 

Beğeni ve görüşleriniz için bana ulaşın.

Bölüm : 02.02.2025 20:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...