
Aziz, ağır ağır yerinden kalktı.
Gözlerindeki o sıcaklık, yerini buz gibi bir kararlılığa bıraktı.
Adımları sessiz ama kesin...
Her adımda yer inliyor, öfkesi yanardağ gibi harlanıyordu.
Mutfağa geldiğinde, Xece Hanım çalışanlara yüksek sesle emirler yağdırıyordu.
Kimse onun ne dediğini tam anlamıyor, sadece baş sallayıp koşturuyordu.
Ama bir anda tüm sesler kesildi.
Çünkü Aziz Ağa eşiği geçti.
Gözleri ateş gibiydi.
Çene hattı gergindi.
Ve sesi, bir hançer gibi indi mutfağın ortasına:
"Hepiniz dışarı çıkın! Hemen!"
Ne bir eksik, ne bir fazla...
Bu cümlede ne rica vardı, ne de tekrar.
Buyruk gibi değil, hüküm gibi söyledi.
Çalışanlar göz göze geldi. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı ama karanlık bir şeylerin kıyısında olduklarını hissediyorlardı.
Birer birer başlarını eğip dışarı çıkarken, Xece Hanım hâlâ şaşkındı.
"Ne oluyor Aziz? Delirdin mi sen?"
Aziz gözlerini ondan ayırmadan bir adım daha attı.
Sesinde bir öfke vardı, ama bu öfke bağıran cinsten değil...
Sessiz, keskin, soğuk bir öfke.
"Delirmedim... Ama artık yeter."
Aziz'in avucu, mutfak masasının tahtasına sertçe indi.
Tahta inledi, içerideki havayı bölen tok bir ses yankılandı.
Xece Hanım olduğu yerde sıçradı.
Aziz artık bağırıyordu.
Ve her kelimesi, yılların öfkesini kusuyordu:
"Benim karımdan uzak dur!
Benim hayatıma karışmayı bırak artık!"
Gözleri kıpkırmızıydı.
Sesi, duvarlarda yankılandı.
Xece Hanım gözlerini diktiğinde, ilk kez oğlunu böyle gördü.
O sakin, suskun, içinde taşıdığı onca yükle dimdik duran adam gitmişti.
Yerinde bir volkan gibi patlayan bir erkek vardı.
Aziz'in öfkesi mutfağın duvarlarında yankılanırken,
Xece Hanım bir adım geri çekildi.
Ama o bilindik dik duruşundan da ödün vermedi.
Gözlerini kıstı,
Ve dudaklarının kenarı acı bir tebessümle kıvrıldı.
"Karınsa..." dedi, sesi buz gibiydi.
"Koynuna girecek süs diye almadım ben onu."
Aziz'in çenesi gerildi.
Nefesi düzensizleşti.
Ama Xece devam etti:
"Maddem işini, görevini yapmıyor..."
"O zaman tutup geldiği yere yollamasını da bilirim!"
Bu sözle birlikte odadaki hava kesildi.
Zaman bir anlığına durdu sanki.
Aziz'in gözleri alev alev yanıyordu artık.
Bir değil, bin dağın öfkesi dolmuştu içine.
Elini tekrar masaya indirdi daha da sert.
"O kadın benim karım!" dedi dişlerinin arasından.
Sesindeki tını, artık sadece öfke değil,
Sevdiği kadına sahip çıkmanın, onu korumanın isyanıydı.
Ve yıllarca annesinin gölgesinde kalan bir adamın
Artık kendi gölgesini çizdiği andı bu.
Ama Aziz artık susmuyordu.
Elini yumruk yapmıştı, parmak kemikleri beyazlamıştı öfkeden.
Bir adım daha attı annesine doğru.
Sesi yükselmedi ama kelimeleri tokat gibi indi:
"Sakın..."
"Sakın Xece Hanım!"
Xece'nin gözleri büyüdü.
Oğlunun ona ilk kez bu şekilde hitap ettiğini duymuştu.
"Benim karımı, canın sıkıldığında köşeye atacağın bir oyuncak sanma!"
"Hele de bana yaptığını..."
"Ona yapmana izin vereceğimi hiç sanma!"
Aziz, derin bir nefes aldı.
Öfkesinin sesi dinmişti ama bakışları hâlâ delip geçiyordu.
Geriye sadece kararlılık kalmıştı yüzünde.
Annesine dönüp son sözünü söyledi her kelimesi bir duvar, bir sınır gibiydi:
"Bir daha asla..."
"Benim odama..."
"Benim mahremime..."
"İhlal etmeye kalkarsan..."
Bir adım attı, bakışları kar gibi soğuktu.
Sözlerinin ucunda sadece tehdit değil, hayatına çizdiği yeni bir rota vardı.
"Ne senin sesini duyarım..."
"Ne de varlığını hatırlarım."
"Ayşe'ye kurduğum yuvaya, senin hükmün geçmeyecek."
"O kadın benim nefesim... onunla arama giren, kim olursa olsun artık karşısında beni bulur."
Xece Hanım ilk defa sustu.
Yutkundu, kelime bulamadı.
Çünkü o an fark etti ki, Aziz artık onun biçtiği evladın ötesindeydi.
O artık bir adamdı.
Ve bir kadının yüreğini koruyan bir dağ gibi durmuştu karşısında.
❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
ŞİMDİKİ ZAMAN :
Aziz Ağa'nın elleri öylece tetikte kalmıştı.
Gözlerinde derin bir karanlık,
Yüreğinde susmak bilmeyen bir kıyamet vardı.
Ve o kıyametin ortasında,
Parmağı, yavaşça tetiğe bastı.
Silah patladı. Ama...
Hiçbir şey olmadı.
Ne bir çığlık...
Ne bir düşüş...
Ne de taş avluyu kana bulayacak bir kurşun...
Sadece bir "klik!" sesi
Yıldırım Konağı'nın taş duvarlarında yankılandı.
Keskin, kuru, öfkeli bir tını...
Sanki suskun bir hayatın, son çığlığıydı bu.
Yaralı bir çocuğun, yıllardır içe kapanmış bir hayatın fısıltısıydı bu son söz.
Ama o cümle, noktayla değil, kaderin virgülüyle kesilmişti.
Kurşun sıkışmıştı.
Silah tutukluluk yapmıştı.
Aziz Ağa'nın öfkesini göğsüne saplamaya hazır parmağı,
Boşlukta asılı kaldı.
Ve o an... zaman bile nefes almayı unuttu.
Kimse kıpırdamadı.
Bir yaprak bile yerinden oynamadı.
Gökyüzü bile şaşkın bir seyirci gibi kalakaldı.
Allah istemedikçe, sırat köprüsünden çekilmez kul.
Amel defteri kendiliğinden dürülmez.
O gün... kader kalemini kendisi oynatmıştı.
Xece Hanım dizlerinin üzerine çökmüştü.
Gözlerinde birikmiş korku ve pişmanlıkla,
Oğluna baktı.
Ne bir kelime edebildi,
Ne de bir adım atabildi.
Sadece yüreğine saplanan gecikmiş bir "oğlum" yankılanıyordu içinde.
Derin bir nefes aldı, gözlerini kararlı bir şekilde Xece Hanım'a çevirdi.
"Anlamadın Xece Hanım, anlamadınız..." dedi, sesi hem kırık hem de sarsılmazdı.
"Bu kadın benim nefesim. O olmasa Aziz de olmazdı, bitti.
Xece Hanım, benim hırslarına kurban edilecek bir sevdiğim kaldı.
Onu da ettirmem."
Gözlerindeki ateş, yılların hırsını ve kırgınlığını yansıtıyordu,
Ama artık içinde başka bir güç vardı: Sevdiği için vazgeçen, ama onu asla bırakmayan bir adamın kararlılığı.
Aziz Ağa, sevdiği kadının elini sıkıca tutarak odadan çıktı.
Avluda, silah sesinin ardından korku içinde bekleyen hizmetkârlar ve çalışanlar donup kalmıştı.
Aziz Ağa, kararlı ve güçlü bir sesle emir verdi:
"Ağaları konağa çağır!"
Kahya, emir üzerine hızla harekete geçti.
Yıldırım Konağı'nda yeni bir hesaplaşmanın kapıları aralanıyordu.
❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
Cımha toplanmıştı.
Tüm ağalar, gözlerini konağın büyük kapısına dikmiş, Aziz Ağa'yı bekliyordu.
Ama ondan önce içeri giren isim, herkesi bir anda susturdu: Aziz Ervaji.
Konağın taş avlusunda yankılanan bu ad, yıllardır kapanmayan yaraların sesiydi sanki.
Ali Ağa'yla aralarındaki düşmanlığı bilmeyen yoktu.
Ama... kimse gerçek sebebi bilmiyordu.
Nice sır, konağın suskun duvarlarına hapsedilmişti.
Yıllar önce yaşanan büyük bir yüzleşme, o duvarların içinde mühürlü kalmıştı.
Dışarıya sadece dedikodular sızmıştı.
Herkes Xece Hanım'ın isyanını, Ali Ağa'nın başkasını sevmesine yormuştu.
Oysa gerçek... bambaşkaydı.
Aziz Ağa, bu defa hesap sormaya gelmişti.
Özellikle çağırmıştı Aziz Ervaji'yi.
Çünkü artık zamanıydı...
Annesi Xece Hanım'ın tüm zalimliklerini, tüm karanlığını herkesin gözleri önüne serecekti.
Ama bu yüzleşmenin asıl yükü, Aziz Ağa'nın değil, Aziz Ervaji'nin omuzlarına binecekti.
Çünkü o adam...
Bir zamanlar yüreğinde sevdayla taşıdığı kadının nasıl bir zalime dönüştüğüne ilk kez tanıklık edecekti.
Yıllar boyunca içinde sakladığı sevgi...
Bugün bir yanılgının mezarına dönüşecekti.
Bir zamanlar sevdiği kadının yıkımını gözlerinde taşıyan Aziz Ervaji...
Şimdi o yıkımı, kadının gerçek yüzünü seyrederek yaşayacaktı.
Ve o yüz...
Her şeyin başladığı yerdi.
Kısasa kısas.
Artık roller değişmişti.
Xece Hanım, yıllar önce nasıl Ervaji'nin yüreğini susturduysa,
Şimdi o sessizlik, oğlunun diliyle hesap soracaktı.
Aziz Ağa'nın yüreğinde annesine dair kalan son merhamet de...
Adalete dönüşmüş,
Adaletse...
Zalimi annesiyle tartıyordu.
Aziz Ervaji, konağın bir köşesinde duruyordu.
Gözleri uzaklarda, geçmişin tam ortasında bir sancıyla titriyordu.
İçinde birikmiş yılların yangınıyla baş başa kalmıştı.
Ama bu defa...
Yangına sadece içi değil, gözleri de şahit olacaktı.
O sırada kalabalığın arasında öne çıkan yaşlı bir ses, ağır ağır yükseldi:
Bitlis'in kanaat önderi, Mehsin Pir Reşat.
Bastonuna yaslandı, yüzündeki çizgiler yorgundu ama sesi hâlâ vakur:
"Aziz Ervaji... Senin, Aziz Ağa'nın bizi neden çağırdığından haberin var mı?"
Tam o sırada, konağın büyük kapısı ağır ağır açıldı.
Aziz Ağa içeri girdi.
Tüm ağalar, meraklı ve bekleyen bakışlarını ona çevirdi.
O sırada kalabalığın arasında, yaşlı bir ağa öne çıktı.
Yüzü sert, sesi hiddetliydi:
"Hayırdır Aziz Ağa, bizi buraya niye çağırdın?
Yoksa sonunda kuma getirmeyi kabul ettin mi?"
Sözlerin yarattığı şaşkınlık ve gerilim, avluda yankılandı.
Bazıları homurdandı, bazıları gözlerini kısıp dikkatle dinliyordu.
Aziz Ağa, sertçe başını salladı ve soğuk bir sesle karşılık verdi:
"Kuma için değil benden alınan evladımın hesabını sormak için topladım sevdiğim kadının bir damla yaşına yakarım tüm Mezopotamyayı yakarım demiştim sözümdeyim "
Ağaların kaşları çatılmış, gözler birbirine kilitlenmişti.
Sessizlik, taş avlunun üstüne ağır bir yorgan gibi serilmişti.
Tam o sırada...
Ali Ağa.
İş için gittiği Urfa'dan, olan biteni bir telefonla öğrenmişti.
Haberi alır almaz düşünmeden dönmüştü.
Ama yüreği ne oğlundaydı...
Ne de törede.
Yüreği, yıllar önce kendine mahkûm ettiği kadındaydı.
Xece'de.
Ne sevmesini becerebildiği, ne de suskun bırakmaktan vazgeçtiği o kadında...
Konağın önünde duran arabadan nasıl indiğini bile hatırlamadan,
kendini taş avlunun ortasında buldu.
Başını kaldırdığında...
Tüm ağalar yerini almıştı.
Ve o anda...
Oğlunun sesi, avlunun taşlarında yankılandı:
"Adalet diye öne sürdüğünüz törelerinizin, bu kez Xece Hanım için hüküm vermesini istiyorum!
Boş yere karımın üstüne kuma getirdiğiniz kararlarınız...
Bu sefer, daha doğmamış evladımın katili için çıksın!"
Oğlunun sözlerini duyar duymaz adımları yere omuzları yere çakılmış yürümekte derman bulamamıştı.
Ne demişti oğlu evladımın katili peki kim sevdiği kadın mı yoksa kendi elleriyle yarattığı evladının celladı mı.
Ali Ağa, bir an durdu.
Bakışlarını ağır ağır kaldırdı...
Ve konağın üst katındaki odalarının penceresine dikti.
Oradaydı.
Perdenin ardında bir gölge gibi...
Ama başı dik, gözleri bu dünyanın adaletine değil, kendi vicdanına kilitliydi.
Korkusuzdu.
Boyun eğmiyordu.
Hükmü geçersiz kılmak istercesine...
Orada duruyordu, taşa dönmüş bir kadının suskunluğuyla.
Bu suskunluk, sıradan bir sükûnet değildi.
Bu... kıyametin alametiydi.
Bir kadının içine çöken sessiz fırtına,
gelecek olan kasırganın habercisiydi.
Ali Ağa'nın yüzü gerildi.
Çünkü o sessiz bakış,
ne töreyi tanıyordu,
ne ağaları...
ne de bu konağın erkekçe kurallarını.
O suskunlukta, yılların acısı vardı.
Ve şimdi...
hesap vaktinin gelişi.
Öfkeli adımlarını oğluna doğru yöneltirken, sert bir ses yükseldi:
"Ne oluyor Aziz Ağa?
Burada, benim konağımda,
benden habersiz neyin meclisi bu?"
Aziz Ağa derin bir nefes aldı, gözlerini yere dikti;
Sonra kararlı bir sesle yanıtladı:
"Ne mi oluyor? Sana söyleyeyim...
Yıllardır çocuk diye karımın üstüne geldiniz.
Yetmedi, sevdamı kirlettiniz, kaltınız.
Ama bizim doğacak evlatlarımızın...
Evladımın katili, kendi öz kanımdı."
Ağalar, Aziz Ağa'nın sözleri karşısında donakaldı.
Yüzlerinde önce bir şaşkınlık, sonra derin bir huzursuzluk belirdi.
Birbirlerine baktılar, kimi kaşlarını kaldırdı, kimi dudaklarını ısırdı.
"Nasıl olur bu?" diye fısıldayanlar oldu.
Bazıları ise aralarında sessizce tartışmaya başladı.
Mehsin pir Reşat tam o sırada, bastonuna dayanmış ihtiyarın sesi keskin bir bıçak gibi havayı yardı:
"Ne oluyor Aziz ağa her neyse açıkça anlat bizde bilelim"
Aziz Ağa'nın sesi taş avlunun duvarlarına çarpıp yankılanırken,
herkes susmuştu.
Yalnızca bir kelime, içlerinde uğuldayan bir rüzgâr gibi dönüp duruyordu: "Zehir..."
Aziz Ağa yavaşça konuştu,
ama her kelimesi yerden kalkmış bir mezar taşı gibi ağırdı:
"Meğer yıllardır...
Karımın çocuğu olmasın diye...
ona gizlice ilaç veriliyormuş."
Aziz Ervaji, avlunun en kuytusunda bir gölge gibi duruyordu.
Ama içi...
içi, alev alevdi.
Sanki yıllardır göğsünde sakladığı bir sır,
gözlerinin önünde kara bir hakikate dönüşüyordu.
""Hayır..." dedi, ama sesi kendi içine düştü.
Sözcükler, ağzından çıkmadan önce yutulmuş bir acıya dönüştü.
Gözleri, Aziz Ağa'nın dudaklarından dökülen o tek cümleye saplanmıştı:
"Karımın çocuğu olmasın diye... ilaç veriliyormuş."
O cümle, Aziz Ervaji'nin içinde yıllar önce büyüttüğü sevdanın üzerine atılmış bir kürek topraktı.
Ve şimdi...
yavaş yavaş o sevdanın mezarı kapanıyordu.
Göz kapakları titredi.
Ama ağlamadı.
Çünkü bu gözyaşı değil,
yürekten kopan bir düşüştü.
"O mu? O kadın mı?"
Yüreğinde sevda diye bildiği silueti düşündü.
Ona şiir yazdığı, uğruna yıllarını adadığı,
bir ömrü sevda diye mühürlediği kadını...
Ama şimdi...
o siluet çatır çatır yıkılıyordu.
Bir sevda değil, bir gölgeymiş meğer.
Ve o gölge,
şimdi masum bir canın üzerine çökmüştü.
Aziz Ervaji'nin gözleri kısık, nefesi sığdı.
Dudakları aralandı...
ama ses yerine, bir iç çekiş döküldü:
"Ben... kimi sevmişim?"
Kendi içinde bu sorunun cevabı bir tokat gibi patladı.
Ve cevapsızlığı...
onu en çok inciten şeydi.
O an, herkes susuyordu.
Ama Aziz Ervaji'nin içinde,
yılların susturduğu sesler isyan ediyordu.
Aziz Ervaji'nin nefesi kesilmişti.
Yıkılmış bir adamın sessizliği çökmüştü üzerine.
Ama o sessizliği delen ilk ses... Ali Ağa'ya aitti.
Adımlarını öne attı,
koca gövdesi titriyordu ama sesi hâlâ buyurgan, hâlâ kesindi:
"Yeter!"
Avludaki uğultu bir anda kesildi.
"Yeter Aziz!" diye tekrarladı.
Gözleri oğlunun gözlerine kilitlendi.
"Sen... sen ne dediğinin farkında mısın?"
Bir adım daha attı.
Yüzündeki öfke, aslında bir inkârın sancısıydı.
Kabullenemiyordu.
Ali Ağa'nın sesi hâlâ titriyordu.
İnançla değil, inkârla ayakta duruyordu sanki.
"Ben karımı bilirim" dedikçe...
yılların sessizliğine biraz daha tutunuyordu.
Ama Aziz Ağa, artık susmuyordu.
Ne töreden, ne babasından korkuyordu.
Gözleri kıpkırmızıydı.
Öfkeden değil...
Yüreğinin en derin yerinden kopan bir yangından.
Bir adım daha attı.
Kalabalığın içinden doğruca babasına yürüdü.
Ve sesi...
Avlunun tam ortasında yankılandı.
Tüm taşlara, susanlara, inkâr edenlere kazındı:
"Senin karın Ali Ağa...
Benim daha kucağıma alamadığım bebeğimin katili!"
Bir uğultu koptu.
Ağalardan biri nefesini tuttu, diğeri dudaklarını ısırdı.
Bir kadın hıçkırığını zor bastırdı bir köşede.
Ali Ağa geri çekildi.
Sanki tokat yemişçesine.
Sırtı dik duruyordu ama yüreği çökmüştü.
"Ne diyorsun sen Aziz?" dedi, boğuk bir sesle.
"Ne biçim laf bu?
Sen benim karıma... evlat acısını mı yüklüyorsun?"
Aziz Ağa'nın sesi çatladı.
Ama geri adım atmadı.
"Ben acımı yüklemiyorum baba.
Ben gerçekleri taşıyorum.
Sen sustun, ben sustum...
Ama o kadın...
Benim sevdiğim kadının rahmine kastetti.
Evladımı daha hayata gözlerini bile açamadan toprağa gömdü!"
Bir ağızdan fısıltılar başladı:
"Olamaz... Bu kadar da olmaz... Bu bir töre değil, bu... bu ceza bile değil..."
Aziz Ervaji, hâlâ donuktu.
Bir duvar gibi...
Ama gözleri cam gibi parlıyordu.
Ali Ağa, yutkundu.
Bir an için bakışları oğlunun arkasına kaydı.
Sanki hâlâ o sesi duymayı bekliyordu.
"Ben yapmadım..."
Ama o ses gelmedi.
Yalnızca sessizlik vardı.
Ve yaklaştıkça ağırlaşan, bastonların bile ritmini unutan bir ayak sesi...
Konağın üst katından,
Xece Hanım inmeye başlamıştı.
Her basamakta,
omuzlarından geçmişin hayaletleri dökülüyordu sanki.
Elinde bastonu yoktu.
Ama bastığı her taş,
ondan bir adım geriye çekiliyor gibiydi.
Eteği arkasında sürükleniyor,
yüzü...
hayattan değil, vicdanın içinden gelen bir karanlıktan yontulmuş gibiydi.
Gözleri bir yere sabitlenmişti.
Oğluna değil.
Ali Ağa'ya değil.
Aziz Ervaji'ye değil.
Kendine.
Bir zamanlar "anne" olmayı reddetmiş,
şimdi ise "insan" olarak yargılanmaya yürüyen bir kadına...
Basamakların sonuna geldiğinde,
ayaklarını taş avluya bastı.
Avlu sessizdi.
Ama içlerinde yankılanan o adı herkes duydu:
Xece Hanım, basamakların sonuna indiğinde
taş avlu bir mezarlık gibi sessizdi.
Ağalar yerinden kıpırdamadı.
Ama gözler...
hepsi onun üzerindeydi.
Omuzları dimdikti.
Yüzü, yılların rüzgârında taş gibi oyulmuştu.
Aziz Ağa'ya yaklaştı,
önünde durdu.
Bakışları, oğlunun gözlerini delip geçmişti sanki.
Ve o an...
dili, yıllardır susan bir yangının içinden kudretle kıvrıldı:
"Benim olmadığım mecliste,
ne hakla adıma hüküm sürersin, Aziz Ağa?"
Bir anlık sessizlik çöktü avluya.
Taşlar bile çatladı sanki.
O söz...
bir kurşun gibi değil,
bir lanet gibi düştü yere.
İşte tam o sırada...
bir ses daha yükseldi avluda.
Sessizliğe basıp gelen, yavaş ve tok bir ses:
"Hüküm çok nettir, ağalar."
Aziz Ervaji yerinde ağır ağır doğruldu.
Omuzları, yılların yükünü taşımaktan çökmüştü.
Yüzündeki çizgiler, sadece zamanın değil;
suskunlukların, pişmanlıkların, kırgınlıkların derin yaralarıydı.
Gözleri,
bir zamanlar sevdiği kadının yüzünde gördüğü ışığı arayan,
ama şimdi sadece gölgelerden başka bir şey bulamayan
yorgun ve hüzün dolu bir deniz gibiydi.
O sessiz denizin altında bir fırtına vardı;
Sevdiği kadına hükmü veren adamın,
kendine verdiği en ağır cezaydı bu.
Aziz Ervaji'nin sesi, kendine hüküm veriyordu yarım kalmış bir kitabın son mısrasıydı.
Kaçtığı topraklara dönmüştü lakin artık uğruna kaçtığı hepten bir yabancıydı.
" Xece hanım bu topraklardan sürgün edilsin"
Gözleri,
bir zamanlar sevdiği kadının yüzünde gördüğü ışığı arayan,
ama şimdi sadece gölgelerden başka bir şey bulamayan
yorgun ve hüzün dolu bir deniz gibiydi.
O sessiz denizin altında bir fırtına vardı;
sevdiği kadına hükmü veren adamın,
kendine verdiği en ağır cezaydı bu.
Aziz Ervaji'nin sesi,
kendine hüküm veriyordu
yarım kalmış bir kitabın son mısrasıydı sanki.
Kaçtığı topraklara dönmüştü lakin...
artık uğruna kaçtığı,
hepten bir yabancıydı.
Sonra dudakları, bıçak gibi bir cümle kesti havayı:
"Xece Hanım bu topraklardan sürgün edilsin."
Ve o an...
zaman Xece için durdu.
Ayakta gibiydi ama aslında düşüyordu.
İçinden bir şey-yıllardır taş gibi taşıdığı bir şey-
çatladı, paramparça oldu.
Dizlerinin bağı çözülmedi belki,
ama içindeki bütün direkler kırıldı.
Gözleri Aziz'e değil,
hayatının tam ortasına bakar gibiydi.
Bir ömrü harcadığı o adama...
şimdi hükmünü verenin o olması...
işte o, bütün duaların inkârıydı.
"Ben seni severek sürgün oldum...
Sen beni sürgüne yollarken sevdiğini bile gizledin..."
dedi içinden, sesi çıkmadı.
Avlunun taşları kadar soğuktu şimdi yüreği.
Ne ağlayabildi...
ne konuşabildi...
Sadece baktı.
İçinde ne kaldıysa o bakışta aktı
ihanet, suskunluk, sevda ve...
bir kadının yerle bir oluşu.
❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 74.02k Okunma |
5.43k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |