
İstgram:avin.elif
Penumbra36
Tiktok: avinmirza12
Şarkı : şu matrisin önünde
Not:çok bekletiyorum ama maalesef haftanın yedi günü çalışan bir insanım çoğu zaman tarladan geldiğimde yemek yapmak için bile ellerim tutmuyor birde elektrik problemi var doğunun kabusu
İYİ OKUMALAR
Bir evde, her şeyin eskisi gibi olmayacağı bir sabaha uyanıyordu Mezopotamya...
Aziz ağa gözlerini kapattığında, karanlığın içinden bir adamın sesi yükseliyordu:
“İzin verme, git!”
Sesi tanıdı ama yüzüne düşen gölge, o karanlığın içindeki adamı görmesini engelliyordu.
Terler, alnından boncuk boncuk akıyordu; sanki biri boynunu sıkıyor, nefes almasını engelliyordu.
Sevdiği kadını uyandırmamak için usulca kalktı ve dışarı, çardağa çıktı.
Gün doğuyordu…
Doğan güneş, yüreğine kavuruyordu.
Güneş göğe yükseldiğinde, Mezopotamya’nın üstüne bir karanlık çöktü.
Gökyüzü, sabahın sessizliğini yırtarcasına ağlıyordu adeta.
Sanki doğan güneş, aydınlatmak için değil;
bir vedanın altını çizmek için çıkmıştı o sabah.
Toprak suskun, rüzgâr kırgın, kuşlar bile sessizdi…
Mezopotamya, içli bir ağıt gibi gökyüzüne asılıydı.
Güneşi perdeleyen gri bulutlar,
sanki gökyüzüyle yeryüzü arasında örülmüş bir yas örtüsü gibiydi.
Işık süzülmüyor, umut geçmiyordu aralarından.
Her damla, içten içe bir vedanın habercisi gibi düşüyordu toprağa.
Güneş vardı, ama ısıtmıyordu.
Gün doğmuştu, ama kimseye sabah olmuyordu.
Ve kaç saattir orada öylece oturduğundan habersizdi...
Zaman, sanki onunla birlikte durmuş;
yüreğindeki yangının içinde eriyip gitmişti.
Ta ki...
Kapı, alacaklı gibi çalınıncaya denk.
Sanki kötü bir haber, tez yayılırmış da
kapının sesiyle evin duvarlarına çarpıp yankılanmıştı.
Aziz Ağa, o an anladı;
bazı sesler vardır ki, insanın içini uykudan değil, ömürden uyandırır.
Kapı sesiyle irkildi Aziz Ağa.
Sanki geçmişi tokmakla çalmıştı eşiğe.
Omzuna görünmeyen bir el dokundu da
yılların yükü o anda yeniden çöktü üzerine.
Kapı bir kez daha çalındı,
bu kez daha sert…
Daha ısrarcı…
Sanki kader içeri girmek istiyordu.
Kerim, kapının sesiyle uyku mağruru içeriden çıktı.
Dostuyla göz göze gelmişti; çalan kapı kara basan gibi çökmüş, bilinmez bir girdaba sürüklemişti.
İkisinin gözlerinin ardında saklanmış bir korku peyda olurken,
Kerim kapıya doğru gidip ısrarla çalan kapıyı açtı.
Elif ve Ayşe kapının eşiğinde öylece kalmışlardı.
Kerim’in adımlarıysa kararlı ama kalbi sıkışık bir sessizliği taşıyordu.
Kapı açıldığında, yüzüne sabahın serinliği değil, bir felaketin sessiz soluğu vurdu.
Kahya kapıda.
Omuzları düşük… Ellerini önünde birleştirmiş, gözleri yere bakıyordu.
Yüzünde söyleyeceklerinin yükü vardı.
Sanki sesiyle bir hayatı yıkacak olmaktan korkar gibiydi.
Kelimeler, ağzında düğümlenmiş; boğazında acı bir tespih gibi sıralanıyordu.
“Ağam…” dedi, sesi çatlamış bir toprak gibi kuru.
Zorlukla yutkunduktan sonra,
“Ağam… Xece Hanımım canına kıymış…”
Aziz Ağa’nın nefesi, göğsünde yankılandı önce.
Sanki ciğerine bir bıçak saplanmış da, kimse fark etmemişti.
Dudakları aralandı ama söz çıkmadı.
Boşluk…
Yalnızca bir boşluk vardı gözlerinin içinde.
Bir ömür susup şimdi konuşmaya karar vermiş geçmiş gibi.
Ayşe, kapıya tutundu.
Oysa kapı dayanmazdı, içinde büyüyen çığlığa.
❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
BİR GÜN ÖNCE
Mezopotamya…
Acılarıyla kadınlarını zalimleştiren, taş topraklarıysa duvarlarına sinmiş sessiz ahların yankısıyla dolu topraklar…
Abisinin mezarına hasret kalmış bir kadının yüzleşmesine yuva olmuştu o gün.
Xece Yıldırım…
Zalim olmayı seçmemişti belki ama, evladına cellat olmayı göze almış bir kadındı artık.
Dokuz ay boyunca öfkeyle büyütmüştü canına can kattığı evladını.
Doğduğu gün, yüreğini yakan o adamın gözlerine bakarak sürgün edilmiş sevdiğinin adını fısıldamıştı ona.
Ve şimdi...
Bir zamanlar sıcaklığına hasret kaldığı abisinin soğuk toprağını, gözyaşlarıyla ısıtıyordu.
Herkesten gizlediği yaşlar, yalnızca abisi için akıyordu bu defa.
Ellerini uzattı, mezar taşını usulca okşadı.
Sonra eğildi, toprağına dudaklarını bastı, ve fısıldadı:
“O da gitti, bra… Herkes gibi…
Herkes gitseydi, sen kalsaydın…
Toprağın bu kadar soğukken, bağrım niye yanıyor hâlâ…”
Başındaki xirbîyê’yi çıkardı, abisinin mezar taşına bağladı.
Sanki onunla birlikte, kendini de oraya bağladı.
“Beni sürgün etti bra…
Uğruna zalimleştiğim adam…
Gözlerimin içine baka baka, çekinmeden yüreğimi söktü.
Değmedi…
Tüm savaşlarım, bir vefasız uğruna hiçe sayıldı.”
Çantasından çıkardığı silaha acı bir tebessümle baktı.
Günler önce, kendi oğlu o silahı ona doğrultmuştu.
Şimdi o namlu, Xece’nin yüreğine çevrilmişti.
“Gidemem bra…
Sana hasretim ama, toprağına da sürgün edilemem.
Ölsün bu Xece…
Ölsün de bitsin artık bu isyan…”
Son bir kez gökyüzüne baktı.
Sonra usulca tetiğe bastı.
Gökyüzü kan ağlarken, Xece’nin kanı...
Uğruna can verdiği abisinin toprağına aktı.
Sanki bir tür kefaret gibiydi…
“Xeceeeee!”
Ali Ağa'nın feryadı,
Oğluna acımayan bir adamın, sevdiği kadının ardından dökülen çığlığı…
Gök gürültüsüne karıştı…
Bazı kadınlar ölerek affeder, bazıları ise sadece mezar taşlarına sırlarını fısıldar.
Toprak çatladı, rüzgâr uğuldadı, ağaçlar eğildi...
Ali Ağa, yere diz çöktüğünde hâlâ sıcak olan toprağın başındaydı.
Ellerini kana bulamış, dudakları titremişti.
Gözleri öyle bir boşluğa bakıyordu ki, sanki hayata değil, geçmişine tutulmuştu.
Xece’nin kanına bulanmış saçlarını usulca okşadı.
Titreyen parmaklarıyla başını göğsüne çekti.
Yıllarca kıymetini bilmediği, gururla ezdiği o kadını…
Şimdi bir çocuk gibi kucağına bastırıyordu.
Ali Ağa, Xece’nin cansız bedenini göğsüne bastırmıştı.
Ama ne kadar bastırsa da, bir türlü ısınmıyordu kalbi.
Xece'nin elleri soğuktu, ama asıl soğuk olan...
Yıllardır ona hiç ısınmamış yüreğiydi.
Ali Ağa bunu şimdi, bu sessizlikte daha çok anlıyordu.
“Allah belamı versin yetişemedimm...”
Ali Ağa, Xece'nin başını göğsüne bastırmıştı.
Ama kalbi hâlâ titriyordu…
Yalnızlık gibi, pişmanlık gibi, geç kalmış bir çığlık gibi...
Ve o anda haykırdı:
“Allah belamı versin! Yetişemedim Xece… Yetişemedim!”
Gök gürledi.
Sanki gökyüzü de onunla birlikte parçalandı.
Rüzgâr, Xece'nin saçlarını savurdu son kez;
Toprak, hâlâ taze kan kokuyordu…
“Ben seninle bir ömür isterken,
Sen mezarına ömür verdin kadın…”
Avuçlarını yüzüne kapattı, dişleri birbirine kenetlendi,
Ama içinden gelen o feryat artık tutulmazdı:
“Neden, neden lan! Al benden al! Ver canımı ona!”
Gök gürlemişti, ama artık sessizdi.
Kâinat durmuştu sanki.
Ali Ağa dizlerinin üzerine çökmüş, Xece’nin başını göğsüne yaslamıştı.
Yalnızca toprağın kan kokusu, ve göğsünde atan o pişman kalp vardı artık.
Bir zaman sonra…
Titreyen elleriyle Xece’yi kucakladı.
Kafası yana düşmüştü kadının.
Yıllarca başını dik tutan, gözyaşını içine akıtan o kadın…
Şimdi sonsuz bir uykuda, Ali Ağa’nın kollarında huzur bulmuş gibiydi.
Ama Ali Ağa'nın gözleri boştu.
Sanki her adımda biraz daha yutuluyordu.
Bir ömür susmuş, ama o an… artık sonsuza kadar susan bir kadını taşıyordu.
Ayakta zor duruyordu.
Ama Xece’yi kucağına aldığı an…
Toprak bile geri vermek istemediği o bedeni bıraktı ellerine.
Adım attı.
Yavaş.
Ağır.
Titrek.
Her adımı, geçmişte söylenmemiş bir kelimeydi.
Her nefesi, boğazına dizilmiş bir “keşke”…
Ayakları toprağa batıyor, gözleri boşluğa dalıyordu.
Ama yönü belliydi: Konağın yolu.
Yolda ne rüzgâr onu durdurdu,
Ne yağmur gözyaşını gizleyebildi.
Sanki gök de saygı duruşuna geçmişti.
Sessizce yürüdü Ali Ağa…
Kucağında ilk defa sevdiği gibi tuttuğu kadınla.
Ve o an…
Bir adam sevdiğini taşıyordu,
Ama ölümün soğukluğu değil,
geç kalmış bir sevdanın yangını yakıyordu göğsünü.
Konağın kapısı göründüğünde,
Ali Ağa başını kaldırdı.
Yıllarca hükmettiği o taş binaya değil,
İçine bir kez bile girememiş Xece’nin yokluğuna bakıyordu aslında.
Sonra fısıldadı:
“Ben seni yaşarken hiç taşıyamadım Xece…
Bari şimdi omuzumda olsun adın...
Bari şimdi baksın yüzüne bu taş duvarlar...
Seni değilse bile, sana ettiğim günahı görsünler…”
❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
ŞİMDİKİ ZAMAN
Aziz Ağa, hastanenin soğuk ve sessiz koridorlarında adımlarını ağır ağır attı. Her nefes alışında, içinde biriken yalnızlığın ağırlığı daha da ağırlaşıyordu.
Günler önce evladından geriye kalan bir pırtı için yalvarırken şimdi evladına sebep olan anasının yası için geciyordu.
Geçtiği beyaz duvarlar, çocukluğundan kalma o sessiz ve üşüten yalnızlığı fısıldıyordu kulağına.
Kalmak için son kez anne olmamış bir kadına evlat olma savaşı veriyordu içinde.
Morgun kapısına vardığında, karşısında babasının sert ve bir o kadar kızgın yüzü belirdi.
Ali Ağa’nın gözlerinde öfke değil, yılların biriktirdiği derin bir kırgınlık vardı. Bir anda, öfkesini kontrol edemeyen Ali Ağa, Aziz Ağa’nın yakasından sıkıca tuttu.
“Senin yüzünden, her şey yerle bir oldu!” diye bağırdı, sesi hem suçlayıcı hem de çaresizdi.
Sesi, koridorun soğuk duvarlarında yankılanırken, kelimeler ağır ağır düşen birer taş gibi Aziz Ağa’nın yüreğine saplanıyordu.
"“Bir eğretiye soyunu döndün! Şimdi ne yüzle gelirsin ha?!”
Bu sözler, Aziz Ağa’nın yüreğine bir hançer gibi saplandı.
Sevgiye muhtaç bir çocuğun içindeki o kırılgan yer bir kez daha paramparça oldu.
Titreyen elleriyle babasının yakasından kurtulmaya çalıştı ama güçsüzdü.
Kendi içindeki boşluk, babasının soğukluğu ve sözcükleriyle daha da büyüdü.
Ama o, sevgisizliğe değil, yalnızlığa alışmıştı.
Ve bu kez susmadı:
“Ben aileme sırt dönmem, Ali Ağa!”
“Ben sen değilim… Başkasının hırsları uğruna sevdiğimi heba etmem. Eğreti dediğin kadın uğruna, ben canımdan olmaya razı geldim!”
Aziz Ağa’nın kelimeleri koridorun soğuk sessizliğinde ağır ağır kaybolurken, gözlerinde isyanla karışık derin bir hüzün belirdi. Babasının sert bakışları altında yıkılmış gibi görünse de, içinde kopan fırtına daha yeni başlamıştı.
O an, bedeninin tüm ağırlığıyla uzaklaştı oradan, adımları bilinmezliğe doğru sürüklendi. Sessiz koridorların labirentinde ilerlerken, içine kapanmıştı. Gittiği her köşe, sanki geçmişinden bir anıyı fısıldıyor, ama hiçbir yerde huzur bulamıyordu.
Nihayet, kimsenin uğramadığı, loş ve soğuk bir duvarın dibine ulaştı. Diz çöktü, bedenini saran yalnızlık birden ağırlaştı. Ellerini yüzüne götürdü, içine gömüldü.
Gözlerinden akan yaşlar, yılların içinde biriktirdiği acının birikintisiydi artık.
O anda, koridorun derinliklerinden gelen yumuşak bir ses onu sarstı:
"Yüreğim "
Aziz Ağa başını kaldırdı. Gözleri nemli, yorgun ve kırgındı. Karşısında, sessizce diz çöküp yanında duran Ayşe vardı. Gözlerindeki şefkat, yılların ağır yükünü bir nebze olsun hafifletir gibiydi.
“Yüreğim…” dedi tekrar Ayşe, sesi titrek ama doluydu. “
Aziz Ağa, yavaşça başını Ayşe’nin dizlerine yasladı. “Çok yoruldum…” diye fısıldadı, sesi kırık ve yorgundu.
Ayşe eğilip sevdiği adamın saçlarından öptü.
"Yorulursan yaslan bana yüreğim "
Aziz Ağa, titreyen elleriyle dizlerini kendine çekti, gözleri dolu doluydu. Başını, yıllardır koruyabildiği o sert kabuğun altında sakladığı çocukluğunun en güvenli yeri olan Ayşe’nin dizlerine yasladı.
O güçlü adam, o an tamamen savunmasızdı. Yüreği öyle kırgındı ki, içinde biriken acılar hıçkırıklara dönüştü. Hüngür hüngür ağlamaya başladı; boğazına kadar düğümlenen kelimeler, o an yaşadığı derin yalnızlıkla birlikte dışa fırladı.
Ayşe, sessizce onun saçlarını okşadı, titreyen omuzlarına hafifçe dokundu. Orada, soğuk hastane koridorunun tam ortasında, iki ruh birbirine sığınmış, kelimelerin ötesinde, sadece gözyaşlarının anlattığı bir hikayede buluşmuştu.
“Bir adamın gözyaşı ıslatıyorsa sevdiği kadının dizlerini… o kadın bükülmekten değil, sevdiğine liman olamamaktan korkar.”
❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
İnsan ölünce acıları dinerdi…
Peki ya mahşere kalan hesaplar, onlar da biter miydi?
Bitmezdi.
Xêce Hanım ölmüştü.
Belki de sürgün edilmeye razı olmaktansa, canından olmayı yeğlemişti.
Kim bilir… Belki bu da bir kaçıştı.
Sessiz, soğuk ve toprak kokan bir kaçış.
Peki ya Ayşe?
Ne yapacaktı şimdi?
Kime hesap soracaktı?
Kime veryansın edecekti?
Bu acıyı hangi dile dökse eksik kalacaktı.
Hangi gözyaşı, hangi kelime, hangi ağıt anlatabilirdi içinde kıyamet gibi kopan o suskunluğu?
Şimdi…
Meyyit taşında uzanan o kadına mı anlatacaktı içini?
Ana diye sarılamadığı, evlat diye görülmediği o kadına mı?
Ayşe, başını usulca eğdi.
Bir damla daha düştü gözlerinden taşın üzerine.
Öfkeyle değil…
Sitemle değil…
Bir yetimin sessiz haykırışıyla.
Ne anası vardı koruyacak, ne babası…
Hiçe sayılmış, kurban edilmiş küçücük bir çocuktu hâlâ içinde.
“Ne olurdu… bir kez olsun merhamet etseydin, Xêce Hanım.
Çocuktum ben...
Evlat bilseydin.”
Ayşe, elinde ki tası yavaşça kenara koydu.
Ellerini sabunlu suya daldırdı, sonra Xêce Hanım’ın saçlarına uzandı.
Her teline dokundukça, bir zamanlar o saçları hoyratça çeken ellerin gölgesi canlandı gözlerinde.
Saç diplerine vardığında parmak uçları sızladı.
Sanki saç değil… geçmişin sızısıydı o.
Her bir tutam, çocukluğundan kopup gelen bir yara izi gibiydi.
Birden gözleri doldu.
Sabun köpükleri arasında gizlenen gözyaşlarını kimse fark etmedi.
“İşte burasıydı…” dedi kendi kendine.
“İlk kez canımın yandığı yer…
Senin hoyrat ellerinle kökümden çekildiğim yer…”
Xêce Hanım’ın artık kıpırdamayan bedenine bakarken içi burkuldu.
Bir zamanlar acımasızca saçlarını çeken kadını, şimdi en narin haliyle yıkıyordu.
O eller bir zamanlar canını yakmıştı;
şimdi ise onun hatırasını bile incitmemek için titriyordu.
“Acıtmayacağım,” diye fısıldadı.
“Sızlıyor Xêce Hanım…
Saçıma her dokunduğumda benden bir parça kopuyor.”
Ayşe, ellerini sabunlu suya bir kez daha daldırdı. Parmaklarının ucu karıncalanıyordu sanki…
Suyla buluşan her hareket, içinde yıllardır kabuk bağlamış bir yaranın üstünü yeniden kazıyordu.
Xêce Hanım’ın başını nazikçe kaldırdı. Bir zamanlar onun hoyratça eğip bükmeye çalıştığı başı…
Şimdi ise usul usul silip paklıyordu.
Öyle narin dokunuyordu ki, sanki bir kemik değil de, kırılgan bir geçmişi tutuyordu avuçlarının arasında.
Ellerini bir an saçlardan çekti. Sessizce karnına götürdü.
Göğüs kafesi çatırdar gibi oldu.
Orada... tam orada, bir boşluk çınladı.
Kimsesiz bir bebek ağladı içinde.
Dünyaya bile gözlerini açamamış bir hayalin sızısı vardı avuçlarında.
Gözyaşı değil de, iç kanamaya benziyordu bu; görünmeyen, duyulmayan ama ciğerin ortasına oturan cinsten…
Karnına bastırdığı elleriyle kendine sarıldı.
Bir annenin, olamamış evladına sarıldığı gibi…
Sanki kendi bedeninin içindeki o karanlık boşluğu kucaklıyordu.
"Sen söyle Xece hanım ben nasıl hakkımı helal edeyim sana"
Başını kaldırdı, gözleri çatıda gezindi bir an.
Sanki yukarıdan biri bakıyordu.
Bir çocuk…
Hiç doğmamış, hiç ağlamamış, hiç sevilmemiş bir bebek…
Ayşe gözlerini yumdu.
Beline sarılı elleriyle sanki hâlâ taşıyormuş gibi o bebeği korumaya aldı.
Sonra fısıldadı:
“Sana beddua etmedim, ama içimde çürüyen her umut senin bana verdiğin zehirle gömüldü.
Biliyor musun? O çocuk hâlâ rüyalarıma gelir.
Bembeyaz, yüzü ışık gibi…
Ama hiç konuşmaz.
Hiçbir şey demez.
Sadece bakar.
Sanki der gibi: ‘Beni neden koruyamadın, anne?’”
Ayşe’nin içinden bir feryat daha yükseldi ama sesi yoktu.
Dili sustu, gözyaşı konuştu.
Sanki karanlık bir kuyunun içindeydi, sesini ne duyan vardı ne de soran.
"Koruyamadım Xece hanım evladımı senden koruyamadım iki cihanda da doğmamış bebeğimin vebali üstüne "
Ayşe, bir hıçkırığı boğazına bastırdı.
Boğuldu ama haykıramadı.
Çünkü bu suskunluk, yılların dili olmuştu artık.
Sonra Xêce Hanım’ın yıkanmış bedenine bir kez daha baktı.
Sanki ilk defa bu kadar sessizdi kadın…
Ne emir veren bakışları vardı, ne de dudaklarında kibirli bir kıvrım.
Toprak gibi sessiz, taş gibi soğuktu.
Ayşe, titreyen parmaklarıyla beyaz kefeni aldı.
Ona değilmiş gibi, bir yabancıya değilmiş gibi, yıllarını alan kadına son bir dokunuş gibi…
Kefen sanki sadece bir örtü değil; susmuş sözlerin, yutulmuş feryatların, içine gömülmüş bir ömrün ağırlığıydı.
Yüzünü örterken duraksadı.
Avuç içi kadının yanaklarına değdi.
Soğuktu…
Taş gibi…
Sanki o yıllarca yüreğinde buz gibi duran bakışları şimdi cilde sinmişti de hâlâ üşütüyordu insanı.
Ayşe’nin içi ürperdi.
Yüzünün bir yanına, neredeyse istemsizce dokundu.
O gün geldi aklına…
Bir tokat gibi…
Karnına gizlice verdiği o acı kaynaktan sonra, kıvranarak yere düştüğü an…
Kanla karışık bir çığlık yankılanmıştı çocuk yurdunun avlusunda.
Ama hiçbiri duymamıştı.
Ya da duymak istememişti.
Aziz bile…
Bir tek Xêce Hanım yaklaşmıştı o gün.
Ama merhametle değil.
Soğuk bir sesle, suçlar gibi:
"Zayıf kadınlar annelik edemez, Allah almamıştır nasibini," demişti.
Oysa nasip alınmamış değildi.
Çalınmıştı.
Kasten, sinsice, zalimce...
Ayşe, kefeni yüzüne kapatırken dişlerini sıktı.
Gözünden bir damla daha düştü.
Bu kez sadece gözyaşı değil, içindeki yılların kırıntısıydı o damla.
Bir çığlığın, bir susuşun, bir düşüşün özeti.
“Senin bu ellerin ölmüştü benim evladım,” diye fısıldadı.
“Benim kalbim, rahmim, canım...
Hepsi senin ellerinle yarılmıştı.
Şimdi o eller kıpırtısız.
Ve ben… hâlâ acı içindeyim.
Hâlâ lohusalığım bitmedi benim Xêce Hanım.
Çünkü doğuramadım ben.
Çünkü doğuramadan gömdüm.”
Kefeni dikkatle yerleştirdi.
Bir anne şefkatiyle değil belki…
Ama son bir insanlık onuruyla.
Sonra doğruldu.
Avuçlarını birleştirdi göğsünde.
Bir dua fısıldadı.
Ne affetmekti amacı, ne lanetlemek.
Sadece içindeki yükü toprağa bırakmaktı belki de.
“Allah affetsin seni,” dedi sessizce.
“Ben... unutmam belki.
Ama Rabbim seninle konuşur elbet.
Benim dilimden dökülmeyenleri o duyar.”
Son bir bakış attı kefenin altındaki yüz çizgilerine.
Sonra sırtını döndü.
Adımları ağırdı.
Sanki her adımda bir cenaze daha taşıyordu arkasında.
Biri toprağa, biri yüreğine gömülen…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 74.02k Okunma |
5.43k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |