
Ülkemizin savunmasında canını veren, kendinden bir parçayı veren herkese...
ASLAN AKSOY'DAN...
Elimde bir kağıt vardı, bir de beyaz bir mendil. Kulaklarımdaysa savaşın acı çığlıkları... Silahların insanların üstünde patlayışı... Gökyüzünün maviliğinin kayboluşu... Kardeşim dediğim herkesin bir bir yok oluşu...
Savaş buydu işte. Vatani görevimi layıkıyla yapmak onur vericiydi ama ödediğim bedel de ağırdı. Kolum yoktu.
Yıllardır tek kol ile geziniyordum. Kimsesiz, tek kolla gezinen bir adamdım. Devlet benim varlığımı sadece anma törenlerinde hatırlıyordu sanırım.
Evim yıkılacaktı. Bir savaş gazisiydim ama herhangi bir değerim yoktu. Kolsuz bir adamdım insanlar için.
İnsanların tuhaf, acıyan bakışlarına maruz kalan bir gaziydim. Bazı çocukların korktuğu, korkutulduğu toplumsal gerçektim.
Maaşım vardı. Ama o da hiçbir şeye yetmiyordu. Fakirlik içindeydim. Bu durum canımı sıkmıyordu. Canımı sıkan göremediğim değerdi. Dedim ya, sadece anma törenlerinde vardım o kadar.
Hayatım şöyle bir film şeridi gibi geçti gözümden. Yine ve yine... En çok canımı acıtan kısmıysa bana lanetler eden bir dostumdu.Yine aklıma gelmişti o an. Kaldırım kenarına çöktüm ve çöp arabamın yanında o anı hatırlamaya başladım.
Savaş zamanı...
Savaştaydık. Yine ve yine gece vakti uyumamıştık. Her yerimizde savaşın izleri,karanlığı kol geziniyordu. Yaptığımız tek şey sadece acı verici sonu yok etmeye çalışmaktı.
Sürekli olarak ateş ediyorduk. Programlı robotlar gibiydik, hepimiz ölüme programlanmıştık. Ya ölecektim ya da öldürecektim. Hakan da benimle beraber savaşıyordu. Ama korkarak...
Hakan ölümden de öldürmekten de korkuyordu. Gördükleri yaşına göre çok ağırdı. İnce bir fidandı ve savaşın, ölümün pençesindeydi.
Birden sağ tarafımda duyduğum çığlık ile Hakan'a dönmüştüm. Korku ve haklılığın acısıyla kalbimin atışları hızlanmıştı.
Hakan kolundan VURULMUŞTU! Acı ile çığlık atıyordu. Yardım istiyordu. Nasıl olduğunu hatırlamasam da onu yetiştirmiştim sağlıkçılara.
Hakan acıyla bağırıyordu. İlaç yoktu, yeterli değildi. Hakan gibi bir sürü asker ağlıyordu, bağırıyordu. Feryatları, dualarla karışıyordu. Kalabalık olmaması adına çıktığımda bir kenara geçip ağlamaya başlamıştım.
Bu nasıl bir felaketti? Bu nasıl bir vahşetti? Nasıl bir acımasızlıktı? Yüzlerce insan ölüyordu. Birileri istedi diye birbirimizi öldürüyorduk, buna da savaş deniyordu.
Ellerimi başımın üstünde bunları düşünürken cep saatime baktım. Babamdan yadigârdı bu saat. Bu saati hep kalbime yakın cepte taşırdım. Babam beni koruyacak gibi gelirdi.
Zaman geçmişti. Hemen içeri koşarak gittim. İçerideki kalabalığı aştığımda karşımda sedyede Hakan duruyordu.
Ağlamaktan mahvolmuştu. Ağrısı biraz daha kesilmişti. Biraz daha ona yaklaşınca felaketi görmüştüm. Gözlerimi sıkıca kapatmıştım. O gencecik çocuğun kolu... Kolu yoktu artık...
İçimde bir şeyler paramparça olmuştu. Vicdanım beni mahvetmişti. O andaki yıkılışım yetmemişti sanırım kadere.
"Senin yüzünden oldu! Senin yüzünden! Neden bırakmadın öleyim? Neden?" diye bağırmıştı Hakan acı ve öfkeyle.
Gözlerimin önünde tek bir şey vardı : Hakan ve feryatları. Hakan bana bağırırken arkamı dönmüştüm. Onun yaşayacağı hayata ben mi sebep olmuştum gerçekten?
Onu orada bıraktığımda kalbimde her şey kırılmıştı. Beynim durmuştu sanki. Ne yapacağımı bilemez haldeydim. Hakan gözümün önünden gitmiyordu.
Beynimde onun sesi vardı sadece. Sarhoş gibi adımlarla giderken yanımdan geçen askerlere bakıyordum. Hepsi acıyla bağırıyordu. Birkaç tanesi ölmüştü. Bir tanesinin de zaten bilinci yerinde değildi.
Her yer karmaşıktı. Her yerde acı, öfke, perişanlık vardı. İçinde bulunduğum yer 'ölüm'dü. Savaş... Savaş değildi bu. ÖLÜMDÜ. VAHŞETTİ.
Birkaç gün sonra ise her şey bitmişti benim için de. Tıpkı Hakan gibi ben de vurulmuştum. Tıpkı onun gibi ben de mahvolmuştum. O zaman arkamı dönüp gittiğim, bakmaya tahammül edemediğim çocuğun kaderini yaşıyordum.
Günümüz...
"Çekilsene be! Bir saattir sana bağırıyorum çöp parçası!" diye bağıran hanımefendiyle çekildim kenara.
Acıyla gülümsemiştim. Sonra da kolsuz halime baktım. Kadın topukluyla yürümeye devam etmişti. Bakımlı birisiydi ve evet, onun yanında çöp parçası gibi görünüyordum.
Dış görünüşe en değer vermeyen insan bile dış görünüşe bakarak hareket ediyordu artık. Dış görünüş her şeydi. Maalesef benim kendime bakacak kadar param olmadığı için bu tür söylemleri hep duyuyordum.
Fazlalık hissediyordum. Kolsuzluğum bile fazlaydı bu dünya için. Eksiktim ama bu insanlar için fazlalıktım.
Sakattım. Kolsuzdum. Eksiktim yani. Vatan için vermiştim bir kolumu ama bir işe yaradığı şüpheliydi. Ne kadar çok şey görmüştüm, ne ölümler görmüştüm...
Savaşın acımasızlığını, bomba seslerinin sağırlaştırmasını, bedenimin savruluşunu, kararan gökyüzünü, üstümüze saldıran askerleri öldürüşümüzü, gülerek ölenleri, acı içinde kıvrananları, cebinde fotoğraf taşıyanları... Hepsini görmüştüm.
Zihnimde tekrar tekrar o anlar canlanıyordu, bedenim alev alev yanıyordu. Bu düşüncelerden kendimi almaya çalışıp tekrar yürümeye devam ettim. Hurdaları toplayarak geçiniyordum. Kimsesizdim, tanıdığım çok kimse yoktu bu mahallede. Zaten tanısam da kim severdi ki bu eksik adamı?
İşe yarar hurdaları toplarken hava sıcaklığını artırmıştı. Yanımdaki kafeye baktım. Herkes soğuk bir şeyler içiyordu, gülüyordu, konuşuyordu, tatlılar yiyordu.
Onları incelerken derin bir iç çektim. Arkamı dönüp işime gitmek istemiştim ama yapamamıştım. Onları izlemeye devam etmiştim.
Gülümsedim, onlara mükemmel topraklar vermiştim ben. Vermiştik. Canımızdan, bedenimizden, ruhumuzdan vazgeçmiştik. Nice güzel hayat bu uğurda solmuş ve yok olmuştu. Gençler şimdi mutluydu, serbestti. Gülümsedim. Onlar ülkenin geleceğiydi ve bizler ülkemize çok güzel bir gelecek bırakmıştık. Kendimizden vererek bu geleceği kurmuştuk. Umarım layık olurlardı.
Hurda toplama işime daha fazla devam etmek istememiştim çünkü çok yorgun hissediyordum. Arabamı çekip yürümeye devam ettim. Sıcaktı hava, hem de çok sıcaktı.
Evimin önüne geldiğimde kapıda iki kişi duruyordu. Sanırım alacaklılardı. Borcum vardı. Alacaklılardan birisi gelmiş olmalıydı. Kapının önünde siyah takım elbise giyinmiş iki kişiydiler.
"Buyurun, efendim. İçeri geçelim isterseniz. Kusura bakmayın lütfen!" dediğimde adam öfkeyle "Ne zaman ödeyeceksin kiranı? Geberdiğinde mi?" dediğinde dediklerini duymazlıktan geldim.
"Bugün ödeyecektim ben de. Merak etmeyin." dedim usulca. Ama dediğimi adam duymamıştı. "Bana bak bunak, şunu beynine iyice kazı! Kiramı iki aydır yatırmıyorsun, mazeret uydurmayı bırak. Yarından itibaren burayı boşaltacaksın! Sana yeterince tahammül ettim." dediğinde gözlerimi kapattım.
"Lütfen, biliyorum ödeyemedim. Ama en azından zaman verin! Bir hafta verin bari! Kiranızı ödeyip çıkacağım. İsterseniz zam da yapabilirsiniz." dedim.
Yalvarıyordum şu anda. Kendimden tiksinmiştim iyice. Bu kadar aciz ve eksik oluşumdan tiksinmiştim. Nefret etmiştim kendimden.
"Zam yapabilirim demek. Ama ne var biliyor musun, canım istemiyor!" dediğinde gözlerimi kapatıp kafamı eğmiştim.
Aklıma gelen şeyle "Tamam efendim yarın çıkacağım buradan." dedim ve gülümsedim tekrar.
Ölecektim. Ölmeliydim. Zaten beni savunan kimse yoktu. Borcumu ödeyip ölecektim. Hem bu adamın evinin dışında sokakta yapacaktım ölüm işini.
Kimsesizlik, parasızlık, eksiklik, sakatlık, mutsuzluk, tükenmişlik...
Artık bünyem almıyordu. Zaten ölecektim. Bunu kendim de yapabilirdim değil mi?
Eve girdim adam gittiğinde. Hurdalıklardan bana para veren birisi vardı. Ev sahibi gidince hudalıklardan para almaya gitmek için evden çıktım. Hurda arabamla beraber az ileride olan hurdacıya gittim.
"Nasılsın Karan Bey?" dedim hurdalığa girince. Karan Bey genç birisiydi. Fakirliğin vurduğu birisiydi o da.
Benden durumu daha iyiydi. En azından bir ailesi vardı ve evini geçindiriyordu.
"İyi be dayıcığım! Neler var bugün arabada?" dedikten sonra ona arabayı gösterdim. Bana baktı ve kaşlarını çatarak "Sen keyifsizsin sanki dayı. Neyin var, alacaklı biri mi geldi?" dedi kaşlarını çatarak.
Kahverengi dağınık saçlarına uyumlu ela gözleri vardı. Esmerdi. Sivri bir burna ve keskin bir yüz hattına sahipti. Üstünde siyah eski bir ceket ve altında bir siyah kazak vardı. Altında da siyah bir pantolon giyinmişti.
" Bir şey yok yavrum. Ev sahibi geldi. Yarın evden çıkacağım. Senden kalan son paralarımı almak için buraya geldim." dediğimde bana baktı.
Bir şey düşünüyordu. Bana acımadan bakan tek kişiydi bu çocuk. Otuz yaşındaydı. Yaşını asla göstermiyordu. Hep daha genç dururdu.
"Şu anda yanımda sadece tatil parası var. O da az önce tatili iptal ettik, o yüzden param duruyor. Sana onu çekip vereyim. Bir on dakika sonra evine geleceğim ben." dediğinde onu durdurdum.
"O sizin tatil paranız oğlum. Olmaz öyle şey! Ben bir şekilde öderim borcumu da sen o kadar zaman ailenle tatile çıkmak için para biriktirdin. Onu kullanamam!" dedim.
Bana gülümsedi ve benim dediklerime aldırış etmeden koşarak uzaklaştı. Gülümsedim. Tanıdığım tek iyi insan oydu. Evime doğru yürümeye başladım...
YAZARDAN...
Umay birini vurmuştu. Bu da ortalığı karıştırmıştı. Umay'dan ilk günden hoşlanmayanlar halkı doldurmak ve onu atmak için organize oluyordu.
Umay Meclis çoğunluğu tarafından sevilmiyordu. Ayağını kaydırmanın kolay olacağını düşünüyordu herkes.
Milletvekilleri sadece maaş alıp yılda iki kez konuşma yaparak rahattı ama bir tane kadın onlara diz çöktürmüştü. Sürekli rahat rahat Meclis binasına geliyordu. Başkan ile görüşüyordu, sonra da yeni kararlar alıyordu.
Meclis'te herkes erkekti, tek kadın Umay'dı. Kötü dedikodular şimdiden yayılmaya başlamıştı. Dedikodulara kulak verenler de çoktu dedikoduyu duymazdan gelenler de...
"Umay denen kadının vurduğu kişi bizim çok yakından tanıdığımız Serkan Bey. Masum bir canı aldı Umay. Artık Başkan onu savunmayı bırakmalı! O kadının savunulacak hiçbir yanı yok!" dedi bir milletvekili.
Ona destek verenler de vermeyenler de aynı anda konuşmaya başlayınca bir uğultu oluşmuştu. Salonda herkes bir şey söylüyordu. Ama önemli olan mikrofondakiydi.
Birden olağanüstü bir şey oldu. Salonu sessizleştiren bir şey...
Milletvekilinin kafasına bir şey çarpmıştı. Ne olduğunu kimse anlayamasa da salonda herkes sessizleşmişti. Herkes etrafına bakıyordu. Ne olduğunu birbirine fısıltıyla soruyordu milletvekilleri. Yere düşen milletvekili ayağa kalkamamıştı. Birkaç kişi onu kaldırmış ve odaya çıkarmışlardı hemen.
"Serkan mı masumdu? Cidden mi? Bana olan düşmanlığınızı anladım da bu kadar ileri gitmeyin! Serkan bir vatan hainiydi! Tıpkı babası gibi!" diye söze başlayan kişi Umay'dı.
"Serkan insanları intihara sürüklemeye çalışan bir çetenin üyesiydi hatta çetenin başındaki kişiydi. Onu vurdum çünkü o da beni öldürecekti! Pişman değilim. Bir vatan hainini size getirmeyecektim herhalde!" dedi öfkeyle.
Topuklu ayakkabısının sesi tüm salonu kendine esir etmişti adeta. Kimse sesini çıkaramıyordu. Herkes susmuştu. Umay kürsüye geçti ve" Bana garezi olan çekinmesin. Benimle garezini giderebilir ama... Bir daha iğrenç ithamlarınızı duyacak olursam bu kadar nazik bir uyarıda bulunmam!" dedi.
Yine öfkeli şekilde yürümeye devam etti. Kardeşi hastanedeydi. Uyanmamıştı daha. Başkan ve Gizem onun yanında duruyordu. Umay ise buraya mecburen gelmişti. Bir dosyayı almalı ve araştırmalıydı.
Dosyayı alırken duyduğu iğrenç dedikodular onu öfkelendirmişti. Zihnindeki öfkeye rağmen duygularını kontrol ederek konuşmaya çalışmıştı. Ama daha fazla dayanamamıştı.
Bu yüzden de bu dedikodulara son vermişti. Meclis binasından çıkarken telefon gelmişti. Hızlıca telefonu açmıştı. Arayan Gizem'di. Mutlu bir sesle "Uyandı Aynur! Uyandı kardeşin! Hemen gel ve onu gör!" demişti.
O anda her şeyi unutmuştu Umay. O anda sadece Aynur olmuştu. Bir insanın ablasıydı o anda. İçinde sevincin kelebekleri uçuşurken gülümsedi ve gözleri doldu.
Kardeşini çok özlemişti. Onsuz geçmişti üç gün. Üç gün içinde defalarca kez kardeşini izlemek zorunda kalmıştı. Bir nefes kadar yakınında olsa da ne dokunabiliyordu ne de konuşabiliyordu.
Yoğun bakımdan her çıkışında bir daha yıkılmıştı. İki kere bayılmıştı. Bir kere de sinir krizi geçirmişti. Onun için bu günler çok zor geçmişti.
Hayatının en zor günlerinden birini yaşıyordu. Kardeşi bir yandan, görevi bir yandan, milletvekilleri bir yandan onu zorluyordu.
Uygulamada güncelleme yapması gerekliydi. Bilişim Dairesi'ne de gitmeliydi. Ama şimdilik bunları bir kenara bırakmıştı. Kardeşinin yanına gittikten sonra ise asıl yapması gerekeni yapacaktı.
Gizem ona o çeteye katılma sebebini anlatmıştı. Her şeyi öğrenmişti Gizem'den. Onun problemini de çözmeliydi. Çünkü bu problem sadece onunla ilgili değildi. Tüm halkla ilgiliydi. Ama önce kardeşinin yanında biraz kalıp intihar oranı sürekli değişen bir adama gidecekti.
Devlet görevi her şeyden önemliydi. Umay ona verilen görevi ne olursa olsun yapmalıydı. Serkan'ı vurduğu için yüreğinde ufacık vicdan azabı yoktu. Ama... Onu affetmeyi düşündüğü için, kendi zayıflığı haline getirdiği için, onu sevmeyi bırakmadığı için çok pişman hissediyordu. En başından beri ona şans vermeyi düşündüğü için kendine kızgındı. Bunların olma sebebi belki de tamamen kendi zayıflığı yüzündendi.
Kendisiyle bu çatışma içindeyken hastaneye gelmişti bile. Gizem dışarıdaydı. Sevinçle ona doğru koştu. "Kardeşin uyandı. Yarın durumu iyi olursa özel odaya çıkaracaklar. Sen de artık üzülme!" deyip bana sarıldı.
Hiçbir tepki vermeden onun kollarını çekmesini izledi. Yaptığı şeyden ötürü iğrenç dedikodular çıkmıştı. Aklı namusuna kadar inen dedikodulardaydı. Sinirleri harap olmuştu.
Gizem kollarını çekince dümdüz tepkisiz bir şekilde yürümeye devam etti Umay. Gizem arkadan bir şeyler diyordu ama duymuyordu. Hızlı adımlarla etrafına bakmadan merdivenlerden indi. Kardeşinin yanına gitme saati yaklaşmıştı.
On beş dakika vardı. Onu görmesine,yüzüne bakıp onu incelemeye... Onun yüzünden ölecekti neredeyse. Onun yüzünden zarar görmüştü.
Canım dediği kişi Umay'ın canını korumak için ölecekti.
Yoğun bakımın önünde durdu. Etrafına bakmıyordu. Kimseyle konuşmuyordu. Gizem ve Başkan arkasındaydı. Başkan'a döndü ve yanındaki yabancıları umursamadan "Ben görevimi bitirmek istiyorum, istifa ediyorum Başkan." dedi.
Başkan sebebini anlamış gibiydi. "Seni rahatsız eden şey dedikodular değil mi? O iğrenç dedikodular... Bunun yanında kardeşin de bu hale geldi. Görevine ihanet ettiğini düşünüyorsun bir de. Seni zorlayamam Aynur. Ama şunu bilmeni isterim: Olan olayların hiçbirisinde sen suçlu değildin. Yapman gerekeni fazlasıyla yaptın. Sana teşekkür borcumuz var. Lütfen görevine devam et." dedi.
Umay gülümsedi acı bir şekilde. Ne yapacağını bilmiyordu artık. Nasıl davranmalıydı? Ne demeliydi?
Başkan’ın dediği cümleler içine su serpse de kalbi doluydu. Çok doluydu. İhanet ve vicdan yükü birleşince kalbi çok ağır bir acıyla ezilmiş gibiydi.
"O zaman Başkan’ım yeni bir görev çıkana kadar biraz dinleneyim. Bu birkaç gün beni çok yordu. Hem kardeşimle de ilgileneyim." demişti. Başkan gözleriyle onaylamıştı. O sırada içeriden bir hemşire çıkmıştı.
Üstünde mavi bir önlük, başında mavi bir bone ve yüzünde maske vardı. Onların yanına geldi ve" Aynur, canım gidelim kardeşinin yanına." dedi.
Umay bu sesi tanımıştı. Gülümsedi, karşısındaki Gülsüm'den başkası değildi. Gülsüm ile yolları dört yıl önce ayrılmıştı. Ama şimdi yine birliktelerdi.
Sessizce onayladı onu. Beraber içeri girdiler. Uzun bir koridorda yürüdükten sonra yoğun bakıma giriş yapmışlardı. Aynur da özel önlük ve bone takmıştı.
Yoğun bakımda ortada hemşirelerin bulunduğu bir banko vardı. Bankonun önünde ve sol tarafında yataklar dizilmişti. Altı tane yatak vardı.
Kardeşi de oradaydı. Yatıyordu en sonda. Gözleri dolmuştu. Gülsüm onun bu halini görünce "Ona şimdi motivasyon lazım Aynur. Yanında gülümsemeye çalış. Zor ama yaşaması için bu lazım." dediğinde onaylanmıştı.
Gözlerini sildi ve boğazına bir yumruyu düğümledi. Nefes bile alamamıştı. Gözleri kardeşinin kablolara bağlı haline kilitlenmişti. Sessizce yanına doğru giderken her adımı kalbine bir yük olmuştu adeta.
"Güzel yüzlüm... Ablan geldi." diyebilmişti titrek sesle. Kardeşi kablolarla bağlıydı. Üşüyor muydu acaba? Burası soğuktu.
O bunları düşünürken kardeşi yavaşça gözlerini araladı. Ablasını görünce gülümsemeye çalıştı. Becerememişti ama ablası anlamıştı. Elini tutmuştu ablası.
Hiç kızgın değildi ablasına. Onu korumak için yaptığı şeyden de pişman değildi. Ablasına bir şey olmamalıydı. Devletin ona ihtiyacı vardı.
"Nasılsın yakışıklım? Yarın çıkacaksın. Çabuk iyileşeceksin balım." dedi ablası. Gözleriyle konuşmuştu Umay'ın kardeşi.
Umay anlamıştı. Kardeşi onu çok sevdiğini söylüyordu. Gözlerindeki yaşlar akmak için hazırdı. Kalbini sıkıştırıyordu kardeşinin bu hali.
" Bana kızgın mısın? Ben kendime çok kızgınım. Seni çok özledim kardeşim. Çabuk ayaklan ki beraber gezelim eskisi gibi." dediğinde kardeşi kaşlarını çatmıştı yine.
Umay yine anlamıştı kardeşinin onu suçlamadığını, sadece bakışlarından. Bu durum onu biraz toparlarken kardeşi elini sıkmıştı.
"Ablasının biriciği! Çabuk iyileşeceksin. Buradaki hanımefendiler ve beyefendiler sana çok iyi bakacaklar. Tekrar geleceğim, tamam mı?" demişti.
Sürenin dolduğunu anlamıştı kardeşi ve elini sıkıp bırakmıştı. Ablası gittikten sonra da ilaçların etkisiyle uyumuştu tekrar...
UMAY’DAN...
Aslan Aksoy, intihar oranı %85,yaşı 89...
Gösterilen konuma baktığımda hastanenin üç kilometre ilerisinde bir yer olduğunu görmüştüm. Umut'u aradım.
"Umut bana Aslan Aksoy ile ilgili bilgi lazım acil." dedim ve telefonu kapattım. Mesaj olarak gönderecekti bana bilgileri. Motora atladım ve motoru çalıştırdım.
Aslan Aksoy, eğer kendisi tahmin ettiğim kişiyse... Kendisi bir savaş gazisiydi. Yirmi dört yaşında savaşa katılmıştı. Kolunu kaybetmişti savaşta.
Bir haberde görmüştüm yaklaşık üç yıl önce. Acaba intihar sebebi neydi?
Ben bu düşüncelerdeyken kaskımı çıkarmıştım ve motordan inmiştim. Burası ücra bir mahalleydi. Bakımsızdı. Fakir kesimin yaşadığı yerlerden biriydi.
İntihar oranına baktığımda yükseldiğini fark etmiştim. Bu sefer kesindi yani... Ölmek istiyordu.
Burada mı yaşıyordu? Burası onun tırnağına bile layık değildi. Kendisinden bir parçayı vatana bırakmıştı. Ona layık olan kral gibi yaşamaktı. Eksikliğini en az hissedecek şekilde yaşamaktı. Ama gördüğüm şey düşündüklerimin tam zıttıydı.
Ben etrafı incelerken telefonum çaldı. Umut arıyordu. Telefonu açtığımda "Umay Hanım, Aslan Aksoy 60 yıl önceki savaşın gazilerinden. Kendisi yirmi beş yaşındayken kolunu kaybetmiş. Şimdi de öyle yaşamaya çalışıyor. Belgelerde gördüğüm kadarıyla kendisinin kimsesi yok. Mal varlığı da yok. Sadece ona verilen Gazilik Maaşı var." dediğinde içim sızlamıştı.
Tam o sırada yanımdan geçen bir adam sertçe omzuma çarpmıştı. Hemen ardından "Kusura bakmayın!" diye bağırmıştı.
"Ah şu gençlik! Ne kadar hızlıysan yaşlanınca o kadar yavaşlıyorsun işte!" demişti bir erkek sesi arkamdan.
Arkamı döndüğümde bulmak istediğim kişiyi görmüştüm. Güler yüzlü hafif kilolu bir ihtiyar...
Çekik gözleri vardı. Esmer bir tene sahipti. Gözleri anladığım kadarıyla açık kahverengiydi. Bir kolu yoktu. Kare bir yüzü vardı. Yüzünden belliydi çok yorgundu.
Üstünde eski bir kahverengi hırka, altında eski bir pantolon vardı. Pantolonun dizlerinde incelmeler vardı.
"Kimi arıyorsunuz hanımefendi? Sizin gibi biri buralara pek gelmez de..." demişti.
Boğazımdaki düğümlenmeye inat gülümsedim ve sonra "Ben Aslan Bey'i arıyordum. Kendisine birkaç soru soracağım." dediğimde gülümsedi.
"Kızım ben Aslan Aksoy. Evim ileride. Buyurun geçelim." dedi ve yürümeye başladı. Minik adımlarla yürümeye başladık.
Evinin bahçesine gelince hafifçe durdu ve bana döndü "Kızım evimde hiçbir şey yok şimdiden kusura bakma. Zaten yarın çıkacağım evden."dediğinde kaşlarımı çattım.
" Ne demek yarın çıkacağım? Neden?" dediğimde bana gülümseyerek"Bu ev kira ve ben de kiramı düzenli ödeyemiyorum kızım. Görüyorsun ya kızım fakir bir çöpçüyüm ben! Ev sahibi de kirasını ödeyemediğim için beni evden çıkarmak istedi." dedi.
Ses tonunda bir kızgınlık olmaması beni şaşırmıştı. Böyle bir durumda bile gülümseyerek kibar şekilde derdini anlatıyordu.
Tam biz içeri geçerken az önce bana bağıran genç delikanlı gelmişti."Parayı getirdim amca! Borcun kadar parayı getirdim!" dediğinde adam gülümsemişti.
"Kızım, Karan geçin içeri. İçeride konuşmaya devam edelim olur mu? Hem ben de çok yoruldum,dinlenirim." demişti.
Demek gencin adı Karan'dı. Karan elindeki zarfla beni inceledikten sonra içeri girmişti. Ben de arkasından içeri girmiştim. Ev yıkık dökük bir harabeydi. İçeri de en az dışarı kadar soğuktu. Bu adam parasını nereye veriyordu ki hiç parası kalmıyordu? Yoksa... Yoksa ev sahibine mi veriyordu?
Pencereler kırıktı. Hiç güneş almayan ev 1+1 şeklindeydi. Bu evde hiçbir şey yoktu. Bir tane bile koltuğu yoktu. Bir sandalye vardı. Bir de halı tarzı bir örtü vardı. Pencerenin kenarları kırılmıştı. Gazete ile kapatmıştı. Bir insan bu evde neden yaşardı? Verilen para hiçbir şeye mi yetmezdi?
Bu düşüncelerdeyken Aslan Bey "Kızım sanırım soracağın birkaç soru var. Buyur sor!" dediğinde hazırlıksız yakalanmıştım.
Önce şaşkınlığımı üstümden atmıştım. Beni sessizce dinleyen iki kişiye bakıp "Şey... Beni yanlış anlamayın lütfen. Ama... Immm... Yani sizin maaşınız ne kadar?" dedim. İkisi de gülümsemişti ama bu gülümseme acı doluydu.
"Şöyle ki, ben gaziyim. Gazi maaşım var. Önceden çalışıyordum. Ama zamanla yaşlılık geldi. Artık çalışamıyorum. Şimdi de kendimi iyi hissedersem çıkıyorum. Mecburluktan... Ben üç bin lira para alıyorum. Ama kiram... Geçen aydan itibaren altı bin lira. Sağolsun yanınızdaki genç beyefendi bana çok yardım ediyor. Hem maddi hem manevi olarak." dediğimde öfkelenmiştim.
Asıl olması gereken çok başkaydı. Karşımdaki adam bu harabede yaşamamalıydı. Bu adamın yeri bu bakımsız ev değildi.
" Peki efendim neden ölmek istiyorsunuz?" dediğimde Karan Bey ve Aslan Bey şaşırmıştı.
Karan Bey hızla" Ne ölmesi hanımefendi? Saçmalamayın! Hem ayrıca bu soruyu siz kimsiniz ki soruyorsunuz!" demişti öfkeyle.
"Aslında kimliğimi söylemem yanlış ama siz de askerdiniz zamanında. Ben İstihbarat Hackerlığı Başkanı Umay. Bir hackerım. İntihar oranınızın sürekli yükseldiğini gördüm." dediğimde Karan Bey şaşırmıştı. Aslan Bey ise sadece gülümsemişti.
"Demek devlet bizi seviyormuş." dediğinde neden intihar etmek istediğini anlamıştım.
Değer görmek istiyordu. Hem insan olduğu için hem de gazi olduğu için... Kim bilir bu yaşına kadar neler yaşamıştı? Nelerle mücadele etmişti! Bu yüzden kırgındı. Bu kırgınlığına ek olarak değersizlik de eklenmişti.
Değer görememeyi, hak ettiği sevgiyi ve saygıyı görememeyi, sürekli olarak ona acınmasını sindiremiyordu.
Gülümsedim ve "Sizden bir şey istiyorum Aslan Bey. Devlet sizi hep önemsedi. Bunu gösterebilmek adına iki saat sonra beraber bir yere gideceğiz. O zaman anlayacaksınız." demiştim.
Sonra da "Kardeşim hastanede yatıyor. Onu görme saatim geldi. Bu yüzden şimdi ayrılacağım. Size yarım saat sonra bir kıyafet göndereceğim adamımla. Sizi bir yere götüreceğim. Karan bey isterseniz gelebilirsiniz." dedim. Onların cevabını beklemeden aceleyle çıkmıştım.
Hemen Gizem'i aradım. "Gizem, bana iki tane siyah takım elbise ayarla. Bir tanesi 42 beden, diğeri de... 44 beden olacak. Onları sana atacağım adrese göndert ve bir adamı araştırmanı istiyorum. Mal varlığını, ailesini, suç kaydını..." dedim.
Sonra da "Adamın adı Hakan Osmanoğlu."dediğimde Gizem çığlık atmıştı. Verdiği tepki nedeniyle telefonu kulağımdan uzaklaştırmıştım.
" Ne bağırıyorsun be!?" dedim sonra da." O adamı biliyorum. Elimde oğlunun davası var. Kızım o adama bulaşılmaz! Uğraşma o adamla sakın! Kendisi tam olarak ülke zengini ve yüksek ihtimalle kara para aklıyor!" dediğinde güldüm.
"Ee yani? Bu bana uğraşmak için daha fazla sebep verdi! Merak ettim şimdi! Eve akşam geldiğimde bana detaylı bilgi verirsin." demiştim.
Şimdi sırada Gizem'in işlerini halletmek vardı. Ama önce kardeşimin yanına gidecektim. Bu yüzden motoru çalıştırmıştım bile.
Deepfake üzerinden Gizem'le ilgili yalan yanlış söylemler çıkarılmıştı. Bunu yapanların ismi elimizdeydi. Daha cezalandırmamıştım. Şimdi herkes benim öfkemin tadına bakacaktı...
Değersizlik kalbe zarar veren derin yaralardandır. Değersiz hissetmek içinse küçük yanlışlar bile insana yeterlidir.~UMAY
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |