3. Bölüm

2.BÖLÜM

aybala günal
aybalagunal

UMAY’DAN…

Başkan’ın odasına geçmiştik. Her taraf dağılmıştı. Yavaş ve dikkatli adımlarla sandalyeye geçtiğimde Başkan mahcup sesle “Kusura bakmayın, toplamaya zamanım olmadı. Başka yerde konuşabiliriz.” Dediğinde kafamı hayır anlamında salladım.

Siyah takım elbisesinde bile yapılı biri olduğu belliydi. Siyah saçlarının aksi olan renkli gözleri mahcupça bana bakıyordu. Kemikli yüz hattı vardı. Boyu 1.90 cm olmalıydı. Yaşının aksine gayet fit bir vücudu vardı.

Odaya ilk girişte bizi Başkan’ın çalışma masası ve misafirlerin oturduğu kahverengi deri koltuk takımı karşılamıştı. Gayet sade ve epey minik bir odaydı. Hiçbir gösterişin olmaması göze çarpan ikinci şeydi. Duvarlar bembeyazdı. Güneş direkt içeri giriyordu. Manzarasından belliydi bu odanın özel seçildiği. Ormana bakıyordu oda. Genişçe bir balkonu vardı ve dışarıda birkaç sandalye vardı.

Odanın içinde her şey kırılmıştı ve yerdeydi. Dosyalar yere düşmüş ve her yere dağılmıştı. Cam bardakla çay dökülmüştü. Bir tane resim çerçevesi yerde parçalanmış duruyordu.

Sanırım Başkan odaya gelince her şeyi kırmıştı öfkeden. Daha fazla incelemeyi bıraktım ve sessizliği bozdum.

“Direkt konuya geçeyim. Artan intihar vakaları beni rahatsız ettiğinden bir müddet önce bu uygulamayı geliştirdim. Yapay zeka destekli bir uygulama ve adı Themis. Uygulamayı kendim tasarladım.” dediğimde Başkan beni dinlemeye devam etti. Tamamen bana odaklandığı yüzünden belliydi.

“Telefonlara güncelleme bildirimi göndereceğiz. Eğer güncelleme yapılmazsa telefonlar kendini durduracak. Yeni yüklenen telefonlara da bu uygulama yüklenmiş bulunacak ve asla silinemeyecek. Yani anlayacağınız güncelleme yapılmak zorunda kalacak.

Themis benim tarafımdan kontrol edilecek. Herhangi bir güncellemesi olursa bizzat ben ilgileneceğim. Bizim telefonlarımıza konumumuza göre intihar isteği olan kişilerin bildirimi gelecek. Her ilde, ilçede ve hatta mahallede yaşayan kişiye göre bir Koruyucu Takım olacak. Gizli olarak hizmet eden koruyucular en geç iki hafta içinde seçilecek ve sınava tabii olacak. Bunlar istihbaratta çalışan ajanlar, hackerlar, intihar etmek isteyen kişilerden bile seçilebilir.” Dedim. Konuşmamı bitirdiğimde Başkan’ın sessizliğine katıldım ben de.

Epey bir müddet beklediğimde artık aklımda soru işareti oluşmuştu. Yanlış bir şey söylememiştim, peki neden Başkan herhangi bir şey söylemiyordu?

“Uygulanabilir bir düşünce. Ama başarısızlık oranı da yüksek.” Dediğinde gülümsedim. “Başaracağız. Mecburuz Başkanım. Bunu yapmazsak ülkemiz geleceği olan gençler yok olacak. Geleceğimiz bir gül misali solmamalı, onlarsız bir gelecek olamaz!” dediğimde Başkan kafasını salladı. Ardından ekledim. “sizden tek isteğim bana geniş yetkiler vermeniz Başkanım. Bir de bana koşulsuz güvenmeniz.”

Kendimden emin bir şekilde ayağa kalktım ve odadan çıktım. Her şey bu kadardı. Şimdi sadece beklemek kalmıştı geriye.

20 GÜN SONRA…

“Ya, artık ye şu elmalı kurabiyeyi! Elmalı kurabiye kadar güzel yaptığın bir şey yok ve sen kendini bu lezzetten mahrum bırakıyorsun!” dediğimde Gizem inatla ağzını diğer tarafa çevirmişti.

Bildiğiniz elimde elmalı kurabiye ile Gizem’e yalvarıyordum yemesi için. Yemek istemiyordu. İnsan kendi yaptığı tatlıyı neden yemezdi ki? Zehirlenmediğime göre zehir de yoktu içinde. Sinir kat sayılarım artarken elime Gizem’in telefonunu aldım ve “Eğer bir lokma yemezsen vermem telefonu.” Dedim. O arada gelen güncellemeyi de onayladım. Sabah aramıştı Başkan beni. Her şeyin hazır olduğunu söylemişti. Sadece tek önemli şey görevin gizli olduğunu ve kimseye söylememem gerektiğini anlatmıştı.

Gizem sinirle yanımdan kalktığında yanakları şişmişti. Elmalı kurabiyelerden birkaç tanesini ağzına tek seferde koymuştu. Epey kızmıştı bana. Ama onun kızgınlığı beni korkutmuyordu. Tam tersine gülesim geliyordu. Hele de şu anda…

Kıvırcık saçlarını düzleştirmemişti. Saçları kabarıktı, buğday tenliydi ve 1.60 cm boyundaydı. Zayıf ve incecik bir kızdı. Küçük gözleri ve ince kaşları kızgınlığından dolayı komik duruyordu. Minik ve tatlı bir kız çocuğu gibiydi. Üstüne giyindiği beyaz sade eşofman takımları ona bol geliyordu. Hatta pantolonun paçası biraz büyüktü bile.

Dayanamamış ve gülmeye başlamıştım. Ben kahkaha atarken Gizem elini beline koymuş ve ateş saçan gözlerini üstüme dikmişti. “Ne var ya?! Şu haline bak, küçük bir kız gibisin!” deyip kahkaha attım.

Bana “Kızım travmam var diyorum, neden bilmezden geliyorsun!” dediğinde kahkaham artmıştı. Kahkahamı zor zapt edip “Gerzek, bir maymun için yıllardır şu güzelim kurabiyeleri yemiyorsun! Artık bırak ve kalbini aç yeni aşklara!” dedim.

Sonra da Gizem’in kızarmasını izledim. Bugün Gizem’i rezil etme ve kızdırma dozumu almıştım. Şimdi kesinlie işe gidebilirdim. Zaten saatim de gelmişti. Ağzıma bir elmalı kurabiye daha attım ve onun yanından geçtim. O hala utanmakla meşguldü.

“Görüşürüz Maymunu Seven Prenses. Ben çalışmaya gidiyorum. Geldiğimde bitsin onlar ya da gıdıklan!” dediğimde arkasını dönüp kapıya koşmuştu. Tabii ki yakalayamamıştı.

Kahkahayla apartmandan çıkarken telefonum titremeye başlamıştı. Telefonu açtığımda gelen bildirimle ciddileşmiştim. Themis’ten gelmişti bildirim.

Umut KARAN… İntihar oranı %75, acil durum…

Ekranda bunlar yazılıydı bir de adresi vardı. İsminin üzerine bastığımda da yaptığı paylaşımları görmüştüm. Annesine ve babasına mesaj atmıştı. Yok olmakla ilgili de hikayeler paylaşmıştı.

Zaman kaybetmeden yanımdaki motora atladım ve adrese gitmek için yola çıktım.

Umut KARAN…

“Sizi arayacağız.” sözü ne kadar canınızı yakar? Ne kadar büyük bir karanlığa yol açabilir? Ya da ömrünüzde kaç kez duydunuz bu cümleleri? Girdiğim her okuldan başarıyla mezun olmuştum, dereceler almıştım. Ama derecelerimin, başarılarımın, sertifikalarımın, katıldığım yarışmaların herhangi bir değeri yoktu.

On altı yıl okumuştum, başarılı ve sayılı üniversiteden dereceyle mezun olmuştum. Girdiğim her yarışmada, sınavda derece almıştım.

Ama iş yoktu bana. Ne yapabilirdim ki daha? İşsizdim, mezun olalı dört yıl olmuştu. 22 yaşımdan beri büyük bir hevesle iş arıyordum. Tam on dört mülakata girmiştim ve işe alınmamıştım. Neyim eksikti? Ya da ne fazlaydı?

Karşımdaki beyefendiye zorla gülümseyip dışarı çıktım. Aileme ne diyeceğimi düşünürken kapının önünde bekleyen altı kişiyle göz göze geldim. Hepsiyle az önce karşılaşmıştım. O kadar canım yanmıştı ki… Umarım onlardan biri işe girebilirdi.

Ailem yoksul bir aileydi ve ben şimdi onlara nasıl reddedildiğimi söyleyecektim. O kadar zaman okumuştum ve masraflarım olmuştu. En azından kira olan evimizin masrafını karşılamak en büyük hayalimdi. Bunca yıl bunun için çalışmıştım. Annemin rahat etmesi, babamın evinde dinlenmesini isteyerek suç mu işlemiştim?

On altı yıl okumuştum. Ne atanabilmiştim ne de özel sektör bana iş vermişti.

Karşımdaki insanların yanından umutları kırılmış bir Umut olarak sessizce geçmiştim.

İş bulmalıydım, para kazanmalıydım, çalışmalıydım. Kafayı yiyecektim artık! İş yoktu, önü açık bir meslekti ama ülkemde iş yoktu. Yurt dışına gitmek için de param yoktu, gidemezdim de zaten. Ailemi bırakmak, ülkemi bırakmak istemiyordum.

Bu düşüncelerde koridorda yürürken önümdeki sekreterlerin konuşmalarıyla ölecek gibi olmuştum. “Az önce pijamalarıyla yanımdan geçen kız vardı ya, o kız Asu Hanım. Patronun kızı, mülakata gelenler boşuna geldi. Zaten o seçilecek hayatım.” Demişti sekreter.

Beynimden vurulmuştum sanki. Her şey o kız içindi yani! Bizler zenginlerin oyuncağı mıydık? Orada bekleyenlerin hepsi bir iş bulma ümidiyle yaşarken… Hepimizin çeşit çeşit hayalleri varken… Şaka mıydı bu!?

Daha demin moral verdiğim insanların yanından umutsuz geçmemin yanında da bu acı gerçeği öğrenmiştim. Darmadağın olmuştum. Bu kadar okumak, çabalamak, hayal kurmak… Bunların hepsi boştu! Bir tane zengin ailemiz olmadığı için sürünüyorduk!

Aileme yine yük olacaktım, onlardan para isteyecektim. Büyük bir hüzünle yürürken bir kızla çarpıştım. Bakışlarımı yerden kaldırdığımda karşımda pembe pijamalı bir kız görmüştüm. Acı acı gülerken kız şımarık bir sesle “Çekilsene be, dikkat et azıcık!” demişti.

Kıza hiçbir yanıt vermeden yanından yürüyerek geçerken artık gözyaşlarımı tutamamıştım. O anda anlamıştım, erkekler de ağlardı.

Aileme söz vermiştim iş bulacağım diye. Koskoca şehirse bana iş vermiyordu! Sürekli umudum kırılıyordu, yok oluyordum ve yük oluyordum.

Öfkem daha da artarken beynimde bir ses yankılanıyordu artık. “Yüksün sen! Ailen fakir ve sen sözünü tutamıyorsun!” diyordu ses bana.

Torpil…

Bu kelime size neler hissettiriyor? Bana sadece nefret ve hayal kırıklığı… Her şeyin boşuna olduğuna inanmama vesile olan on dört mülakat….Demek hepsi zengin olmadığım içindi. Biraz daha zengin olabilseydim!

Öfkeden gözüm dönmüştü, içimden her şeyi dağıtmak geliyordu. Hatta daha fazlası, yok olma isteği…

On dört kez… Her seferinde büyük umutlarımın parçalandığı on dört kez… Ailemin yüzüne nasıl bakacaktım? Onlara nasıl diyecektim elendiğimi? Onların umut dolu gözlerinde çaresizliği görmeye nasıl dayanacaktım? Kaç yıldır onlara yük oluyordum!

Yola baktım öfkeyle. Acaba hangi arabanın önüne atlamam gerekliydi? Kurtulmam için ne yapmalıydım? Ailemi kendimden kurtarmalıydım. Fakirlikten bıkmıştım! Artık gitmek istiyordum. Yok olmak istiyordum.

Öfkemi bastırmak için kendimi tenha bir ara sokağa atmıştım. Orada duvara yaslanıp ağlamaya başlamıştım. Arada da kahkaha atıyordum.

Öfkeyle elimi kafama vurdum ve “Yüksün sen, sadece yük!” diye bağırdım. Sokaktaki insanların beni izlediğini fark edince oradan kalktım ve eve gitmeye karar verdim. Artık yaşamak için bir sebebim kalmamıştı.

Tam o sırada telefonum çalmıştı, arayan annemdi. Mülakatı soracaktı. Sesindeki ümit çaresizlik olacaktı. Gözyaşlarımla telefonu uçak moduna aldım, mesaj attım ondan önce de… arkamdan bir mektup bırakmam gerekliydi, bunu hak ediyorlardı. Aslında benim gibi bir ümitsizlik kaynağını hak etmiyorlardı ama …

Ölmek kurtarırdı beni belki de. Para istemeye yüzüm yoktu, cebimde de para yoktu. Gülerek yaşadığım apartmana geldim. Artık her şey bitecekti. Bu şehirden gidecektim. Büyük hayallerle geldiğim bu şehirden kırık kalbimle gidecektim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYAL KIRIKLIKLARI EN BÜYÜK YÜKLERDEN BİRİDİR RUHUMUZA…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAZEN BİZİM UFAK HAYALLERİMİZ BAŞKALARININ ÇARESİZ RÜYASIDIR.

UMAY

UMAY’DAN…

Motoru durdurmuştum. Hava soğuktu. Sanırım ülkemin havası bile hissetmişti umutsuzluklarımızı. Karşımdaki apartmana baktım, açık mavi dört katlı bir apartmandı. Umut burada yaşıyordu. Motoru gayet düzgün bir şekilde park edip kaskımı çıkardım. Saçlarımı düzelttim ve apartmana girdim. Apartmanın adı Huzur Apartmanı idi. Ama adının ve rengini aksine içindekiler huzurlu değildi belli ki.

Mesajından anladığım kadarıyla artık iş bulamamaktan yük olduğunu düşünmüştü. Kendi için sürekli yük diyordu mesajda. Mesajda şöyle yazıyordu:

Sevgili Ailem,

Sizi tekrar kırmak ve çaresizliğe sürgün etmek istemiyorum. Bu şehir bana hiç iyi gelmedi. Babam derdi hep “Oğlum erkek adam iş bulur, ekmeğini taştan çıkarır.” Diye. Bu şehir bana iş vermedi annem. Bana Umut demiştiniz ya hani, ben umuttan çok yük oldum size. Ne hayallerimi gerçekleştirebildim ne de size karşı sorumluluklarımı giderebildim. Artık bıktım bu sefil halimden. Nefret ediyorum hayattan, bana bir şey sunmayan hayat… ÖZÜR DİLERİM.

Mesaj derin bir üzüntü ve öfke içeriyordu. Hayal kırıklıkları en büyük yük olabilirdi. Bu mesaj bir yardım çığlığıydı. Bu sebepten bir tek bu şehirde on beş kişi intihar etmeye kalkmıştı bugün. Bir tanesi de Umut olacaktı.

Apartman ziline bastım. Sonra da apartmana girdim. Onu nasıl vazgeçireceğimi bilmiyordum. Telefondan intihar yüzdesine baktığımda %95 olduğunu görmüştüm. İntihar edebilirdi şu anda. Ben merdivenlerden çıkarken birden karşıma çıkan kişiyle gülümsedim. Kapıyı açmaya çalışan bir adet Umut KARAN.

O da arkasını dönünce beni görmüştü. Gözleri ağlamaktan şişmeye başlamıştı, kan çanağına dönmüştü. Epey süredir ağlıyordu demek ki. Omuzları düşmüş, saçları dağılmıştı. Acaba bu kadar bitmesindeki olay neydi? Neden bu kadar bitikti? Daha önceden mi düşünüyordu intiharı yoksa yeni mi düşünmüştü? Acaba ne olacaktı bundan sonra? Vazgeçecek miydi? Yardım edebilecek miydim?

Beni düşüncelerimden ayıran “Bir daireyi mi soracaktınız?” demesi olmuştu. Gayet nazik bir sesle sormuştu. Ütülenmiş takım elbisesi parlayan ela gözlerindeki yorgunluğu daha çok ortaya çıkarmıştı. “Umut Karan mı acaba?” dedim ona. Onayladığında ona “Nasılsınız?” dedim.

Benim sorduğum soru onun ela gözlerindeki kırgınlığı şaşkınlığa çevirmişti. “Biraz sohbet edebilir miyiz? Bu arada ben Umay.” Dediğimde acı bir şekilde güldü. “Ah, siz de bankadan geliyorsunuz! Ödeyeceğim borcumu, sadece iki mülakat daha var.” Dediğinde gülümsedim.

Bu zamana kadar kimse onun nasıl olduğunu sormamış mıydı? Bankalar böyle bir soru sormazken neden böyle bir cümle sarf etmişti? Gerçekten kötü bir durumdaydı.

Sanırım neden ölmek istediğini daha iyi anlamıştım.

Yük olma hissi…

Bu his büyük bir acı verirdi insana. Bir işe sahip olamamak ve buna rağmen bir kapı aramak… Hep bir kapı açılacak diye kaç mülakata girmişti belki de? Kaç kez red yemişti?

“Ben bankadan gelmiyorum Umut Bey. Annenizin yakın arkadaşının kızıyım. Biraz oturacaktım. Anneniz adresinizi verdi bana. Yani anlayacağınız bir süre misafiriniz olmak istiyorum.” Dediğimde şaşkınca bana baktı.

Kimliğimi gizlemeliydim. Bu görev gizliydi ve yalan olarak aklıma sadece bu gelmişti. Kimliğimizi belli şeylerde açık edebilirdik. Şu anda öyle bir durumumuz yoktu.

Umut Bey hala şaşkındı. Bir şey demeden kapıyı açtı ve içeri girdi. Durumu iyi değildi. Sarhoş gibi yürüyordu. İçeri girdiğimde beni bir ayakkabılık ve mutfak kapısı karşılamıştı. Beyaz ağırlıklıydı mutfak dolapları. Duvarlar da öyleydi. Herhangi bir süs yoktu hatta aşırı bir sadelik vardı. Mutfağın çaprazında da yatak odası vardı. Bir baza ve küçük gri eski bir televizyon vardı. Mutfağın yanında da salon vardı. İçeride bir tane koltuk ve bir tane sehpa vardı, üstünde de kitaplar.

“Salona geçin lütfen.” Dediğinde oraya doğru geçtim ve koltukta oturdum. Telefona baktığımda %85’e düştüğünü gördüm. Sanırım işe yarayacaktı bu ufak pembe yalan.

Biraz sessizce etrafa baktıktan sonra eşofman takımıyla içeri girmiştim. “İsminiz Umay mıydı? Koruyucu anlamına gelen güzel bir isminiz var.” Dediğinde derin bir iç çektim. Sonra da “Sizin de isminiz insanlara hayat aşılar. Umutsuz insan ölmeye başlar.” Dediğimde tepki vermemişti.

Uzun bir sessizlik olunca “Şey, acaba neyiniz var Umut Bey? Çok yorgunsunuz.” Dediğimde bu anı beklermişçesine hemen “Bugün on dördüncü mülakatıma girdim. Sonra da mülakatın aslında pijamalı bir kız için yapıldığını öğrendim.” Demişti kızgın ve yorgun sesle.

Gözleri dolmuştu. Kalbi kırıktı ve yumruğunu sıkıyordu ağlamamak için. “Umut Bey lütfen anlatmaya devam edin.” Dediğimde derin bir iç çekti.

“Benim gibi birkaç kişi daha vardı. Aralarında en iyi olan bendim. Mesleğimi en iyi şekilde yapabilmek için en seçkin üniversitelerden birinden mezun oldum. Çeşitli sertifikalar aldım alanımla ilgili. Dört dil konuşmaya başladım.

Ama sadece zengin olmak yeterliymiş! Benim çabalarımın herhangi bir değeri yoktu. Ne benim ne de oradakilerin çabalarının… Biz fakirler zenginlerin sadece oyuncağıyız!” dedi ve sustu. Gözyaşları artık daha hızlı akıyordu.

“On altı yıl ailem bana masraf etti okumam için. Ama ben… Ben ne bir işe girebildim ne de onlardan para istemeye yüz bulabiliyorum artık. Hepimiz elenecektik o mülakatlarda ama bunu bilerek o kapıdan içeri hayallerimizle girdik. Çıkarken ise sadece parçalanmış hayaller kaldı elimizde. Ne yapmalıyım Umay Hanım?” demişti kızgın sesle.

Diyecek bir sözüm yoktu ama çözümüm vardı sanırım. Uygulamada onun mezun olduğu üniversite ve bölüme bakmıştım. Uygulama Geliştirme Uzmanı yazıyordu. Aslında teknoloji şirketlerinin onu havada kapması gerekirdi ama büyük bir şansı geri tepmişlerdi.

“Acaba hangi şirketlere gittiniz ve tarihleri hatırlıyor musunuz?” dediğimde bana alaycı bir bakış attı ve “Ne yapacaksınız? Ceza mı vereceksiniz?” dedi. O öyle dediğinde ben de gülümsedim ve “Bilmem ama soruma cevap verin. Gerisine karışmayın lütfen!” demiştim ben de onun gibi.

Kendimden çok emin bir şekilde söylediğim bu cümleye inanmayacağını bakışlarıyla belirtmişti. “Ne yapmayı düşünüyorsunuz? Zenginlerin adalet sistemine zenginleri mi şikayet edeceksiniz?” dedi. Söylediği cümlede
haklılık payı çok büyük olsa da ona yapacağım teklifi bilmiyordu.

“Yanıt bile veremediniz söylediğim şeye. Bu ülkede milyonlarca işsiz genç var, benim gibi olan nice cevher var. Ama devlet kullanmak istemiyor. Onların işsiz kalmasının en büyük sebebi haklarının yenmesi. Ben şu anda bir işte çalışmalıydım. Aileme ben para göndermeliyim. Kirayı ben ödemeliyim. Siz borçlarınız için yalvardınız mı birisine? Ben yalvardım. Ne kadar zor biliyor musunuz bir erkek için hatta rastgele bir insan için yalvarmak? Karşı tarafın vicdanına muhtaç olmak, sana acıması ne kadar zor biliyor musunuz? Ben bu kadar zaman bunlar için mi okudum! Annem bunun için mi temizlikçi oldu, babam bu yüzden mi cebindeki son parayla bana harçlık verdi? Ne için okudum!?” dediğinde başımı eğdim. Ne diyecektim ki? Nasıl yatıştıracaktım? Teklifimi söylemekte tereddüt ettim ama söylemem gerekliydi.

“Size iş teklifim var.” Dediğimde bana döndü bakışları. Ela gözleri heyecanla parlıyordu. “CV hazırlamışsınızdır umarım. Çünkü sizin için ideal bir teklifim var. Bir uygulama var adı Themis. Uygulamanın alt yapısının geliştirilmesi gerek. Sana şu kartı uzatıyorum yarın iletişime geç. Burada adres de yazıyor. Gidip çalışacağın yeri görebilirsin.” Dediğimde şaşkınlık ve büyük bir heyecanla kartı aldı.

“Themis uygulaması… Daha önce hiç adını duymamıştım. Peki ne ile ilgili bir uygulama?” dediğinde “Orayı da gidince sorarsın. Arkadaşım vermişti bana. Bir uygulama geliştirici aranıyor.” Dediğimde Umut Bey kaşlarını çatmıştı.

“Yarın hemen başvuracağım ama hiçbir internet sitesinde görmedim ben böyle şirket ismi. Kartta yazılan şirket isminde bir yanlışlık mı var acaba?” demişti. Kafamı hayır anlamında sallamıştım. Daha fazla kurcalarsa kimliğimi söylemek zorunda kalırdım. Buna gerek yoktu.

Bu düşünceyle ayağa kalktım ve Umut Bey’e “Görüşürüz Umut Bey. Ben daha gideyim. Sizi de yarın şirkette görmek isterim. Ben de orada çalışan bir uygulama geliştirme uzmanıyım.” Dediğimde gözlerinin içi gülmeye başlamıştı.

Ben kapıya doğru yol alırken o da arkamdan geldi ve kapıyı açtı. Ayakkabımı giyindim ve merdivenlere yöneldiğim sırada “Teşekkürler Umay Hanım. Siz gelmeden önce intihar etmek istemiştim. Ama beni tekrar umut etmeye ve hayal kurmaya yönlendirdiniz. Gerçekten koruyucusunuz.” Dediğinde gülümsedim.

“Yarın bekliyorum şirkete.” Dedim. Sonra da merdivenlerden aşağı indim.

Dışarı çıktığımda aklımda tek soru vardı: Bunca gencin tek sorunu işsizlik miydi? Ölümden normalde korkan her insan neden kendine ölümün beyaz elbisesini yakıştırırdı?

Sanırım bu konuyu Meclis’e taşımak gerekiyordu. Bugünkü konuyla ilgili ekibime mesaj attım. Tam sayı ile kanıt götürmem gerekliydi. Bu sebeple intihar eden çok insan vardı. Bunu engellemenin de yolu bu konuyu Meclis’e taşımaktı. Gördüğüm, duyduğum gerçeklere susamazdım. Motora bindim ve çalıştırdım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İntihar… Ölüm… Yok oluş…

 

Nasıl korkmazdı bundan insan? Ne onu bu kadar yakıyordu? Onun canını bu kadar yakıp kül eden neydi? İnsanlar nefes alırken neden nefesini kesmek isterdi? Bir kişi ne sebepten ölümü bu kadar kolay kabullenirdi?

 

Umut sayesinde daha iyi anlamıştım bu soruların cevabını. Bu insanlar isteyerek ölmek istemiyordu. Aslında en çok onlar yaşamak istiyordu. Yük gibi hissetmişti. Yani fazlalık olmuştu. İşe giremediği için eksik biri olduğunu düşünmüştü. ailesine yardım edemediği içinse fazlalık olduğunu düşünmüştü.

 

Halbuki eksik olan o değildi. Devletin disiplini ve adaletiydi.

 

 

 

 

 

Bölüm : 18.12.2024 14:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...