1. Bölüm

1. Bölüm

aybala günal
aybalagunal

Yepyeni bir güne heyecanla uyandım. İçim kıpır kıpırdı. Yeni bir mahalle ve yeni bir hayat vardı önümde.

Burası Ata Mahallesi idi. Burada genel olarak zenginler yaşıyordu ve bizim yaşadığımız yer büyük bir siteydi. Büyük bir villada yaşıyorduk. Havuzlu bir bahçesi vardı. Ben burayı çok sevmiştim.

Yeni bir okula başlayacaktım. Heyecanlıydım. İlk gün olduğu için serbest giyinme hakkı verilmişti. Disiplinli bir okul olduğu söyleniyordu ama kötü bir dedikodu da vardı aksi yönde. Dedikoduyu bize yan komşumuz anlatmıştı. Dediğine göre bu okulda çeteler vardı ve eğer çetelere uymazsan cezalandırılırdın. Hatta çocuğu da bu ezilenlerdendi. Bu dedikodu beni korkutuyordu.

Kendime güveniyordum ama korkuyordum. Daha önce yaşadıklarım aklıma geliyordu ve istemsizce içime korku doluyordu. Kickboks, tekvando, karate öğrenmiş olmam bile etki etmiyordu korkumu azaltmama. Korku beni ele geçiriyordu, bedenimi istila ediyordu. Ben güçlü bir kızdım ama... Olmuyordu işte!

Kahverengi dalgalı saçlarımı tarıyordum. Karşımdaki kocaman kırmızı dolabın aynasına bakarak saçlarımı taramak ve bunları düşünmek tuhaf hissettiriyordu. Nedendir bilinmez hep kalbim sıkışıyor, bunları düşününce sanki bir daha aynı şeyleri yaşayacakmış gibi hissediyordum. Bu düşüncelerle kalbim acıyordu.

Benim buraya gelme sebebimdi iki sene önce yaşadıklarım. Ölüyordum sürekli olarak bunları hatırlayarak. Geceleri uykum kaçıyordu, kalbim sıkışıyordu. Uyuyamıyordum bazı geceler. İrkilerek, yüreğim çarparak uyanıyordum. Bağırmak istiyordum avazım çıktığı kadar ama yapamıyordum.

Ben aynanın karşısında saçlarımı taramayı bitirmiştim ve gözlerim dolu dolu aynaya bakıyordum.

Ağlamak istiyordum durmadan ama yapamazdım. Az sonra annem kahvaltıya çağıracaktı. Onları üzmeye gerek yoktu.

Odama döndüm ve dikkatimi dağıtmak için odamın dekorunu incelemeye başladım. Odamın su mavisi duvarlarına yatağı ve yatağın yanına da dolabı montelemiştik. Kırmızı ve siyah kapaklı bu dolap üç gözlüydü. Bir kapağında ayna vardı. Diğer kapaklarında da posterler vardı. Dolabın alt kısmında da çekmeceler vardı. Sağ ve solda üçer çekmece bulunuyordu. Onların rengi de siyahtı.

Yatağımın rengi maviydi. Tek kişilik normal bir yataktı. Yatağın yanında komodinim vardı. O da maviydi. Üstünü makyaj masası gibi kullanıyordum. Altındaki çekmecelerde de kitaplar vardı, kıyafetler vardı, ve tabii ki cilt bakım ürünleri vardı.

Ben bu incelemeyi yaparken dolabımdaki kırmızı çantamı elime almıştım. Çantam sırt çantasıydı ve çok büyük değildi. İçine bir defter, kalem kutu ve bir tane de matarada su koydum. Üzerime de dolaptan bir tane çok kısa olmayan mavi crop ve üstüne de beyaz gömleğimi giyinmek için yatağa fırlattım. Altına da bir siyah kot pantolon giyinecektim. O yüzden onu da çıkardım. Yatağa attım.

Sonra da odamdan çıktım. Mutfak benim odamın biraz ilerisindeydi. Duvarlardaki raflar sarmaşık şeklindeydi. Rafların üstünde de anılar ve tatlı fotoğraflar...

Bu fotoğraflardan biri vardı ki ona bayılıyordum. İki çocuk vardı resimde. Birisi ben, diğeri de Göktuğ adlı komşumuzun çocuğu idi. Eski evimize taşındığımız ilk yıllarda o çocukla arkadaş olmuştum. Bana çok iyi davranıyordu. En sevdiğim arkadaşımdı.

Fotoğraf çekildiğinde bayramdı. Şeker toplamak için elimizde torbalarla beraber daireleri gezmiştik. O zaman çekilmiştik. Çok mutluydum.

Sonrasında gitmişti Göktuğ. Çok üzülmüştüm. Küçükken yaşadığım en üzücü şeydi. Ağlamamıştım ama sonrasında hastalanmıştım. Ağır bir grip geçirmiştim. Sürekli olarak Göktuğ’u sayıkladığımı söylemişti annem. Göktuğ ile telefonda konuştuğumu da söylemişti.

Bu derin düşüncelerleyken annemin sesiyle irkildim. “Gizem kalk kızım! Hadi balım!” diyordu. Anılardan kurtulup hemen mutfağa girdim ve anneme sarıldım. “Dünyanın en güzel annesine günaydın! Nasılsın?” dedim. Annem güldü ve “Hadi hadi kahvaltıya geç. Yoksa geç kalacaksın. Biliyorsun Selin ile beraber gideceksiniz. Babası erken gelecek.” Dedi.

Selin benim bir tanecik arkadaşımdı. İlkokuldan beri beraber okuyorduk. Babalarımız da birbiriyle arkadaştı. İkimizin de babası şirketin patronuydu. Çok yakın arkadaşlardı. Selin de benim her şeyimdi. Sırdaş, yoldaş ve kardeşim... Bu okula da onun tavsiyesiyle gelmiştim.

Yaşadığım üzücü olay yüzünden buraya gelmemi ve burada rahat olacağımı söylemişti. Okulu uzaktan görmüştüm ve bahçesi çok büyüktü. Özel bir okuldu. Çok güzeldi bahçesi. Hayran kalmıştım. Bahçesinin büyüklüğü ağaçların ve çiçeklerin güzelliği... Çok güzeldi. Derslikleri gezmek istememiştim. Doğrusu biraz utanmıştım.

Kayıt yaptırdıktan sonra gezmenin iyi olduğunu düşünmüştüm.

Bu düşüncelerdeyken kahvemi yapmış ve kahvaltıya oturmuşum bile. Geniş ve retro tarzdaki mutfağımız çok genişti. Yemek masası büyüktü ama yine de mutfakta dört kişi ayakta dolanabilirdi.

Hızlıca yemeklerden az az yiyip tabağımı bitirmiştim. Hemen mutfaktan çıktım ve karşı taraftaki salona girdim. Telefonumu aldım ve müzik açtım. Müziğimi çalarken odama girdim.

Hint müziklerini severdim. Genelde o tarz dinlerdim. Dans etme yeteneğim vardı. Dans kursuna gitmiş ve çeşitli yarışmalara katılmıştım. Orada başlamıştı bu Hint müziği dinleme zevkim.

Nedendir bilinmez ama Hint müziklerinde dans etme ritmini daha kolay yakalıyordum.

Şimdi açtığım müzik de Jhoome Joo Pathaan’dı. Dans ederek giyindim.

Gömleğimi yukarıdan bağlayınca ve düğmelerinden iki tanesini açık bırakınca her şey tamamlanmıştı.

Sırada makyaj işi vardı. Selin burada makyajın belli bir yere kadar serbest olduğunu söylemişti.

Hafif far sürmüştüm. Çok belli olmayan bir pembe renkti. Biraz maskara sürmüştüm ve gözlerimi ön plana çıkarmıştım. Badem gözlüydüm ve kirpiklerim uzundu. Bu yüzden azıcık maskara ile gözlerim çok güzel duruyordu.

Biraz da ruj sürmüştüm. Dudağımın kendi renginde olan bu kalıcı ruju çok sevmiştim ve bu dördüncü kutumdu.

Saçlarıma biraz maşa yapmak istiyordum ama az sonra Selin’in babası gelecekti. Bu yüzden saçlarımı minik bir dağınık topuz yaptım. Hızlıca çantamı aldım ve koşarak “Anne ben çıkıyorum! Görüşürüz!” diye bağırdım. Ardından kapıyı açtım ve beyaz converse ayakkabımı giyindim.

Kapıyı kapattım. Ardından kapımızın önündeki Akbaş cinsi köpeğimizi gördüm. Bağlama gereği duymuyordum. Çünkü minik bir yavruydu zaten. İki yıl önce sokakta bulmuştum. Sokakta donmak üzereydi. Sokağa atılan bir köpekti.

2 yıl önce... Bir kış akşamı...

Annem yine bana çöp vermişti ve bu işten nefret ettiğimi bile bile çöpü atmaya gönderecekti. Dışarıda kar yağıyordu. Her taraf bembeyazdı.

Sinirle asansöre bindim ve beklemeye başladım. Dördüncü kattaydık. Aşağıya inene kadar içimden kızıyorum hala. Asansör durunca kapıyı açtım ve merdivenlerden indim. Sinirli olduğum için terlik giyinmek gibi bir salaklık yapmıştım. Ama gidip bir daha değişmeyecektim. Üşeniyordum çünkü.

Kapıyı açtığım gibi birden kapının önündeki yavruyla birlikte irkilmiştim. Bu köpeği daha önce hiç görmemiştim. Nereden gelmişti? Kim getirmişti? Cins bir köpekti. Akbaş idi sanırım. Neden buradaydı?

Soğuktan titriyordu. İçim acımıştı. Yine de çok takılmamaya çalışarak çöpe doğru yürümeye başladım. Birden ayağıma dolanınca korkuyla bağırdım. O da korkmuştu ve benden uzaklaştı hemen.

Bu sefer daha dikkatli olmaya çalışarak yürümek istediğimde yine gelmişti bacaklarıma doğru. Bu sefer sert bir sesle “Dur! Otur yere!” demiştim. Hemen oturmuştu.

Evcil bir köpekti demek ki.

Daha da sinirlenmiştim. Madem bakamaycaktın neden aldın bu yavruyu? Ya da neden attın sokağa? Yavru köpek evden birdenbire nasıl olur da sokağa uyum sağlayacaktı ki? Sahibinin hiç mi vicdanı yoktu? Hiç mi canı acımamıştı! Nasıl bırakırdı böyle bir yavruyu? Neden bırakmıştı? Neden?

Çöpü atmıştım ve geri dönerken köpeğin yanında durmuştum. Beyaz tüylerini okşamıştım. Çok tatlı bir yavruydu. Nasıl bırakırlardı bu köpeği? Bembeyaz kar tanesi gibi tüyleri vardı.

İlk kez hayvanların ağladığını görmüştüm. İçim acımıştı. Neden bilmiyordum ama onun akan bir damla yaşıyla ben de ağlamıştım. Eve giderken ayağıma dolanmıştı. Gözlerimi silerek “Sana bakamam. Eve alamam seni. Hadi git bakalım!” demiştim.

Eve giderken hafif hafif havlaması, ulur gibi bir ses çıkarmasıyla ona daha fazla üzülmüştüm.

Daireye geldiğimde annem kapıda durmuş ve bana bakıyordu. Üzülmüştü galiba. Bakışları üzgündü. Bir şey olmamış gibi gülerek” Ne oldu Validem? Hayırdır? Yüzünden düşen bin parça!” demiştim.

Annem bana üzgün bir bakış attıktan sonra”O köpek... Sevdin mi onu? İstersen apartmanımızın köpeği olsun.” Demişti.

Bunu duyunca içim kıpır kıpır sevinçle dolmuştu. Kalbimdeki heyecanla anneme sarıldım. Babam gelince söyleyecektim, ona bir kulübe yapmalıydık. Bu düşüncelerle belki bin defa teşekkür etmiştim anneme.

Sonra da”Anneciğim teşekkürler! Gidip köpeğe ad koyacağım ben!” demiştim.

 

Minik köpek hala daha kızın gelmesini bekliyordu. Bakışlarında özlem ve umutsuzluk vardı. Sahibi gitmişti. Üşüyordu... Hem de çok...

O kızı çok sevmişti. Acaba bu kez gidenler geri gelecek miydi?

O sırada kapı açıldı. Köpeğin kalbi heyecanla çarpıyordu. Kimdi gelen? Acaba o kız mıydı? Ne yapmalıydı?

 

Çıkan kişiye son bir umutla baktı. Evet gelmişti! O kız buradaydı!

 

Mutlulukla kızın ayaklarına dolandı ve ilk kez gördüğü bu kızın bacaklarına bıraktı kendini. Kız onu büyük bir sevinç, şefkatle kucağına aldı. Kendini o kızın şefkatli kollarına bıraktı minik köpek. Kız ona baktı. Sonra da kulağına fısıldadı. “SENİN ADIN KAR OLSUN”.

 

KAR İLK KEZ O ZAMAN SEVİLDİĞİNİ HİSSETMİŞTİ. BU KIZIN SICAK KOLLARINDA HER GİDENİN GELMEYECEĞİ GERÇEĞİNİN ÜSTÜNÜ ÇİZMİŞTİ.

 

GÜNÜMÜZ...

 

Kar’a bakmıştım şefkatle yine gelmiş ve ayaklarıma dolanmıştım. Yine ayaklarıma yatmıştı. Gülümsedim ve “Kar hadi kalk şimdi. Ben gitmeliyim. Geç kalırım bak. Biliyorsun Şevket Amcamı.” Deyince kalktı hemen ve kafasını kaldırdı. Okşamamı istiyordu onu. Kafasını hızlıca okşadı ve hafifçe çöküp uzaktan öptüm onu.

Tam evin bahçesinden koşarak çıktığımda birisi kornaya bastı. Korkuyla irkildim ve elimi damağımda bastırdım. Bu hareketi üç kere yaptım ve sonra sesin geldiği yere kafamı çevirince üstüme atlayan bir adet Selin ile yere düşmekten son anda kurtuldum.

Selin az sonra beni boğacaktı. “Selin dur! Boğacaksın beni! “deyip koluna vurmamla beni bıraktı. Nasıl bir güçtür bu!? Nasıl bir kız bu kadar ağır olabilir acaba? Ben boğazımı tutarken Selin”Hadi babam bekliyor! Bugün okula geç kalmayalım. Güzel bir haber daha var! Benimle aynı sınıftasın!” dedi.

Kolumdan tutarak beni çekiştirip arabaya oturttu. Hemen de peşine o oturdu. Siyah bir Volvo jipi vardı. Gayet rahat ve çok beğendiğim bu arabaya her gün binebilirdim.

Yerime yerleşirken Şevket Amca bana baktı.

Her gün daha da gençleşen bu adama bakınca kendimi yaşlı hissediyordum. Saçları simsiyahtı ve yıllardır fit bir insandı. Asla yaşlanmıyordu ya! Sakal koymuyordu. Bu yüzden daha da genç duruyordu. Sakal ona yakışmazdı çünkü. Kemerli burnu bile yaşlı göstermiyordu. Giyindiği canlı ve spor kıyafetlerle daha da yakışıklı, genç duruyordu. Mesela şimdi beyaz bir tişört giyinmişti ve altında mavi bir kot vardı.

Bu düşüncelerdeyken Şevket Amca “Hiç merhaba yok Gizem Hanım! Doğruyu söyle küs müyüz?” dedi şakayla karışık. Böyle deyince daldığımı fark ettim. “Pardon yeni okul heyecanı işte. Daldım. Kusura bakmayın lütfen. Günaydın! Nasılsınız?” dedim.

Arabayı sürerken bana “İyiyiz kızım. Ailen nasıl? Sen nasılsın?” dedi gülerek. “Ailem iyi Şevket Amca. “ dedim. Sonra da sessizleştik. Şevket Amca çok konuşulmasını sevmezdi. Bir de kızların konuşmalarının kendi aralarında olmasını savunurdu.

Ben de bu sessizlikten faydalanıp eskileri düşünmeye başladım. Acaba bu okul nasıl bir yerdi? Ne yaşayacaktım? Arkadaş olarak nasıl bir ortamı vardı? Nasıl bir yıl olacaktı? Mert dediği gibi beni bulabilir miydi? Bulacak mıydı? Yine beni ezecek miydi? Ezemezdi beni artık. Çünkü ben bu yüzden dövüş sanatlarını öğrenmiştim. Bana bir şey yapamazdı.

Düşüncelerimde boğulurken ellerimin titremesiyle beraber hemen kulaklığımı taktım. Soner Sarıkabadayı’nın’ Seviyo muyuz?’ şarkısını dinlemeye başladım.

Soner Sarıkabadayı’ nın şarkılarını çok seviyordum. Bu şarkısını da çok seviyordum haliyle.

Mert’in bana yaşattıkları yüzünden sinir krizleri geçiriyordum. Psikolojik destek de almıştım ama düşünmek bile beni krize sokuyordu. Ellerimi açtım ve müzik dinlerken bakmaya devam ettim. Okulumu değiştirmiştim. Ama giderken bana “Buradan kaç bakalım Ufak Kız! Nasılsa nereye gidersen git geleceğim ve asla kaçamayacaksın bu sefer!” demişti.

Ellerim titriyordu. Yok olmuştum. O okul benim hayatımın üç senesini zehir etmişti. Ama oradan kaçtıktan sonra da asla düzelmemiştim.

Hep içimde bir yara kalmıştı. Yaram kapanmayacak kadar ağırdı. Üç sene bir ömre bedel yaralar açmıştı içimde.

O sırada Selin’in bana seslenmesiyle o tarafa döndüm. Yüzünde endişe vardı,anlamıştı kötüleştiğimi. Kolumdan tutup “Gizem kendine gel lütfen! Onlar burada değil. Ben izin vermem burada olsalar da. Güçlü bir kızsın sen. Atlatabilirsin!” dedi. Sonra da şefkatli bir gülümseme...

Beni anlıyordu hemen. Sadece yüzüme bakarak düşündüklerimi anlayabiliyordu. Onun bu yönünü çok seviyordum. Ben demeden derdimi anlıyordu. Arkadaşlığımızda en duygusal o iken ben üzgünken bana mantıklı öğütler veriyordu. Seviyordu beni. Kardeştik biz onunla. Hayatımın en büyük kısmını kaplayan arkadaşımdı.

Ben bu düşüncelerden araba durunca kurtuldum. Selin kapıyı açmıştı, hemn indim ve okula baktım. Krem rengi bir bina okuldu. Üstünde ‘KARAN KOLEJİ’ yazıyordu. Gelmiştik. Büyük kocaman bir bahçesi vardı. Ağaçlıktı, ağaçlara isimler verilmişti. Bahçeye girince saha gözüküyordu, sahanın etrafında kamelyalar vardı.

Güzel bir okul gibiydi. Şimdi sıra içindeydi. İçine girerken birden bir çocuğa çarptım. Hemen “Özür dilerim. Pardon!” deyince çocuk sinirle beni susturdu. “Kes lan! Önüne bak önce! Yürümeyi mi bilmiyorsun!” deyince susmuştum.

Siyah saçlı uzun boylu bu çocuğun kahverengi gözlerine bakınca içimde tuhaf bir şey hissetmiştim. Sanki bir özlem... Biraz acı... Tanıdıktı bu gözler... Yoksa...

Aklımdaki bu düşüncelerle”Ne bağırıyorsun lan? Yanlışlıkla çarptım herhalde. İsteyerek mi vurdum ya?!” diye bağırdım ben de.

Bir yandan konuşurken halen bu kişinin o olmamasını diliyordum. Kalbim çocukluk anılarıma kaymıştı. Gerçekten o muydu? İnanamıyordum. O beni tanımamıştı ama ben... Onun gözlerini hiç unutmamıştım.

Çocuğun etrafında beş kişi vardı. Hepsi siyah ceketli ve belalı tiplerdi. Demek ki söylenen doğruydu. Gerçekten burası sıkıntılıydı.

Değişik şuydu ki etrafındaki beş kişi de bana şaşkınlıkla bakıyordu. Sanki bağırmam tuhaftı!

Çocuk bana bakıyordu ve galiba sinirlenmişti. Kahverengi gözleri alev almıştı. Elinde olsa beni boğacak gibi bakıyordu. Bu beni biraz korkutsa da geri adım atmayacaktım. O bana yol verecekti.

Bu düşüncelerle kafamı dikleştirdim ve karşımdaki çocuğa baktım. Bana halen bakıyordu öfkeyle. Sonra da gülümsedi. “Cahil cesaretin var galiba. Yenisin değil mi Ufak Kız?” deyince kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Mert de böyle diyordu bana. Bana her sinirlendiğinde hem de. Bu tesadüf değildi,olamazdı.

 

Aklıma gelen kötü anılarla birlikte ona bir tokat atmıştım bile. Sonra da”Mert Yılmaz’a selam söyle Göktuğ KARAN! Dersin Gizem BOZKURT’un selamı var!” deyip Selin’in korku dolu bakışları arasında onu ittim. Selin korkuyla izlemişti her şeyi. Sesi çıkmıyordu.

​​​​

Çocuk arkamdaydı ve gelmemesi için dua ediyordum. Şayet Mert vakasından sonra her an krize girebilirdim. Yavaş yavaş titreme geliyordu çünkü bana.

Korkuyordum ama... Çocuğun adını merak ediyordum. Çünkü az önce ona Göktuğ demiştim. Daha adını bilmeden... Umarım doğru bir isimdi bu. Hafızam kuvevetliydi. Ama güvenmiyordum kendime.

Bir de gözlerine bakınca içimdeki his bana yabancıydı. Özlem demiştim ama özlem duygusu insanın canını acıtırdı. Bu biraz daha hneyecan vermişti sanki. Karmaşık bir duyguydu. Hiç hissetmediğim, bilmediğim...

 

Gözlerine sonsuza kadar bakma isteği veren bir duygu...

Ben böyle kocaman koridorda 12-D sınıfını bulmak için merdivenden çıkarken duvardaki tablolara baktım. Bir tabloda Mimar Sinan, bir tabloda İbn-i Sina, diğerinde Gazi Osman Paşa... Tablolar merdiven de dahil tüm koridordaydı.

İlk katta hemen karşımda duran 12-C sınıfına girdim. Sonra da kolunu çekiştirerek getirdiğim Selin’e baktım. Olay bitmişti ama halen daha Selin titriyordu. Sonıfta daha kimse yoktu. Her taraf renkliydi. Çeşitli kartonlar ve çizimlerle bu sınıfa ‘Sanat Sınıfı ‘ demeliydi.

Selin’i sarsmaya başladım ve “Kendine gel! Hooopppp! Dünyadan Selin’e!”demeye başladım. Birden irkildi ve bana baktı. Şaşkındı ve korkmuştu. Meydan okuduğum ve tokatladığım kişi belalıydı gerçekten.

 

Selin bana”Göktuğ ile tanıştınız mı? Ona nasıl tokat atarsın? Başına daha ilk günden bela almana gerek yoktu. Şimdi seninle uğraşacak.” Dedi.

 

Ben de sadece güldüm. Daha başıma neler gelebilirdi ki? Merak ediyordum. O kadar ezilmiştim ki... Artık daha ne kadar ezilebilirdim ki? Cahil cesareti denmişti ama değildi bu yaşanılmışlık cesareti olurdu galiba. Belli bir yaşanmışlığım sonucunda artık sadece daha ne olabilirdi ki? Ne yaparlardı?

 

Bir yere mi kilitlenirdim? Yapılmıştı. Tehdit mi edilirdim? Yapılmıştı. Darp mı edilecekti? O da neredeyse olmuştu. Geriye ne kalmıştı ki? HİÇ.

Ben bu düşüncelerdeyken birden sınıf kapısı sertçe kapandı. Korkarak arkamızı dönünce Göktuğ’un geldiğini gördüm. Sinirliydi. Kapıyı sertçe çarpmıştı ve maalesef bana geliyordu.

Cesaretli görünmeye çalışarak ona baktım ve kaçmadım. Canıma susamıştım galiba! Bana gelip kolumdan sıkıca kavradı. Sonra da sert sesle “Haddini aştın Ufaklık! Fazla mı uzun burunlusun? Fazla mı salaksın bilmiyorum ama o tokadın karşılığını alacaksın!” dedi. Söylediklerine karşı sadistçe güldüm. Sonra da “Beni kiminle karıştırdın acaba? Ben diğerlerinden farklıyım. Bence sen de bana bulaşma!” dedim.

 

O sırada Selin’e bir cesaret gelmişti ve “Bırak Gizem’i! Çek elini ondan Göktuğ!” demiş ve kolunu çekmeye çalışmıştı.

Kolum acımıştı ama fark ettirmiyordum. Moraracaktı. O değil de ne biçim şansım vardı bilmiyordum! Beladan kaçıp belaya gelmiştim!

 

Bana gülümseyince kahverengi gözlerine baktım. Sonra da”Üzgünüm arkadaşım!” dedim. Gülümsedim ve o ne olduğunu anlamadan dizine sert bir tekme attım.

 

Ona tekme atınca kolumu bırakmıştı. Acısa da belli etmemişti. Bunu fırsat bilip bir tekme daha attım ama maalesef kaçmıştı bundan. Selin çığlık atınca içeriye birkaç kişi toplanmıştı. Göktuğ sırıtıyordu. Ona baktım ve ben de sırıttım. “Yanlış isim koymuşuz sana Ufaklık! Demek kendine çok güveniyorsun. Bu kadar tolerans gösterdim sana. Yeter sanırım.” Dedi. O sırada zil çalınca Göktuğ elini sallamış ve erkekler dağılmıştı. Ama oradaki kızlar gitmemiş ve yanıma gelmişti.

Birisi sarı saçlı mavi gözlüydü. Beyaz tenli, badem gözlüydü. Minik bir burnu vardı ve çok sıcak gülümsemesi vardı. Elini uzattı ve “Ben Ayla. Demin gördüm de çok cesaretlisin sanırım. Meydan okuman çok iyiydi. İsmin ne? Yenisin sanırım.” Dedi. Elimi uzattım ve sıktım. “Ben Gizem ve evet yeniyim. İlk günüm ve galiba belamı aldım başıma şimdiden.” Dedim gülerek.

Yanındaki kız da sarı saçlıydı ama boyaydı. Buğday tenli ve koyu kahverengi gözlüydü. Biraz daha soğuk duruşu vardı. Elini uzattı ve “Ben Defne. Yeni kız ihtiyacın olursa biz bu sınıftanız. Bir de dikkat et lütfen çetelere.” Dedi uyararak.

 

Onunla da el sıkıştıran sonra Selin’e baktım gülerek. Selin de bana tedirgin bir gülümseme sundu.

 

Sınıf dolmaya başlamıştı ve herkes direkt beni süzüyordu. O sırada bir tiz çığlık duyuldu koridorda. Ne olduğunu merak edip koridora çıktım Selin ile.

 

Bir kız bağırıyordu. Herkes tezahürat yapıyordu bir şeye. Ortada bir olaylar dönüyordu. Ne olduğuna bakmak için insanların arasına daldım.

Birden birisi kolumu tutunca arkamı döndüm. Selin endişeyle “Olmaz Gizem. Sınırları yok.” Dedi.

Ama onu dinlemedim. En öne doğru geçtiğimde bir tane erkek öğrencinin dövüldüğünü gördüm. Döven Göktuğ’un yanındakilerdendi.

 

Beyaz tenli sarı saçlı biriydi. Etrafındakiler ona Selim diyorlardı. Deri ceket giyinmişti. Altta siyah bir badi vardı. Spor salonuna falan gidiyordu sanırım. Vücudu çok iyiydi. Gözleri yeşildi. Yakışıklıydı aslında. Ama kalbi yoktu. Şu anda gördüğüm manzara bir kafes dövüşünü andırıyordu. Kimse belli mesafeden ileri gitmiyordu. Herkes tezahürat yapıyordu. Asıl tuhaf olan çocuk dövülürken bir kız çığlık atıyordu ama kimse kıza bakamıyordu aksine kızın kolundan tutup izletmek istiyorlardı.

Bu manzara geçen seneyi hatırlatmıştı bana. Sinirlenmiştim, hem de çok. Hatırlamak canımı yakıyordu.

 

Birden içeri öğretmen geldi. Beden eğitimi öğretmeni olmalıydı. Eşofman giyinmişti. Adam ayırmaya çalışıyordu ama olmuyordu. Ayıramıyordu kimse.

Öfkeyle ortaya dalmıştım. Herkes birden sessizleşmişti. Bense zıt olarak bağırmıştım. “Yetmez mi Selim?!”

 

Selim denen çocuk yavaş yavaş bana döndü ve çocuğu bıraktı. Sonra da “Bana bak Yeni! Ben Göktuğ değilim,seni öldürürüm!” dedi. Sonra üstüne yürüdü. Hoca çocuğun yanına gitmişti ve çocuğun yaralarına bakıyordu. Biraz ağırdı sanırım. Çünkü çocuk bayılmıştı. Her tarafı kandı. Yüzünü yumruklamıştı.

Selim’e döndüm. Gözlerinde saf kötülük vardı. Kötüydü bu okuldakiler. Hem de çok...

 

Herkes kötüydü. Hem de herkes...

 

Bu okula insanlığı öğretmek gerekiyordu.

Ben bunları düşünürken birden Selim beni kollarımdan duvara yapıştırdı. Ellerim havada duvardaydı.

 

Adam izliyordu. Bu kız tanıdıktı, gözleri tanıdıktı, bakışları tanıdıktı. Kalbini dinlemezdi genelde ama bu sefer kalbi aklına engel olmuştu. Yani acımasızlığına...

Kızın adı da soyadı da tanıdıktı. Bu kız kimdi ki bu kadar yakın geliyordu. İlk kez gördüğü kızın bakışları onu etkilemişti.

Kıza tokat yüzünden hiçbir şey yapmamıştı. Yapmamıştı çünkü kızın bakışları tanıdıktı.

Mert ile bu kızın ilişkisini araştıracaktı.

Birden aklına gelen kızla kafası karıştı. Anılarında vardı bu bakışlar, bu gözler... Şimdi tanımıştı kızı. O kız onun çocukluğuydu... En mutlu anı... En sevdiği sırdaşıydı...

 

O sırada içeri giren çocuk telaşla kulağına fısıldadı. Selim yine aklına eseni yapıyordu. Kıza saldıracaktı.

Onu korumalıydı.

O küçük kıza, o bakışlara sözü vardı. Onu hep koruyacaktı. Şimdi yıllar sonra sözünü yerine getirecekti.

Bölüm : 20.12.2024 15:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...