Gün batmak üzere, güneş alıp başını gitmekteyken bir ucu koca Kafkas dağlarının yamacına öbür ucu ise çağıl çağıl akan buz gibi derelere çıkan saray bahçesinde şen kahkahalarla oynamakta olan kızlarına acıyarak bakmıştı Feride Hatun.
" Henüz daha küçükler. Hele Şahincan..."
" Kızlarımız küçük değil artık. Büyüdüler. Hem bundan ala talih mi olur? "
Bundan bir hafta kadar önce bir haber ulaşmıştı Çerkes diyarına. Haber Prens Alkas'ın, Osmanlı sarayında vazifeli olan kardeşi Servazad Hatun'dan gelmekte ve onlara kutlu bir teklif sunmaktaydı. Öyle ki Servazad Hatun, kardeşinden yeğenlerini alıp yetiştirmek adına talepte bulunmuş, bunun bir an evvel olmasını istemişti.
Şüphesiz ki aldığı bu teklif karşısında Prens Alkas'ın çehresi aydınlanmış ve dahi aylardır kaçan neşesi yerine gelmişti. Fakat bu durum anne Feride'de ise tam aksi bir hal yaratmış ve onu büsbütün perişan etmişti.
" Osmanoğulları biz Çerkeslere koca bir saadet borçlu Feride. Bizden çaldıkları umutları, istikbali bize geri vermeye mecburlar. Kadere bak ki bu kez benim kızlarımın yıldızı parlayacak."
" Nasıl bu kadar emin olabilirsin? Ne malum büyük halaları rahmetli Mahidevran Sultan gibi kederlere gark olmayacakları, ne malum diğer Osmanoğlu'na giden Çerkes sultan büyükleri gibi bir köşeye atılmayacakları? "
" Yeter Feride! Böyle söyleyip de yüreğine korku peyda etme sakın. Unutma ki mazide olanlar biz dikkat edersek tekrar etmez. Hem Servazad var sarayda. Sonra kardeşin Altunşah Sultan, Ruhsar halamız ne güne durur? El birliğiyle korur kollarlar onları. "
" Kızlarla konuş Feride. En geç haftaya kadar yola koyulmaları gerek."
Titreyen ellerini son bir umut eşinin yüzünde gezdirmişti Feride Hatun. Sanki yalvarırcasına bu karardan dönmesini ister gibiydi. Ancak Prens Alkas çoktan kararını verdiğinden olsa gerek yüzünde dolaşan titrek elleri avuçlarının içine alıp bir iki buse kondurduktan sonra saraya doğru ilerlemişti. Feride Hatun ise artık kabullenmek gerektiğinin farkına varmış halde gözlerinden süzülen yaşları silip dalıp gitmişti kan rengine bürülü semaya.
***
Akşam yemeğinden beri alışılmadık bir sessizliğe gömülmüştü saray. Öyle ki baba Prens Alkas'tan tutun da anne Feride Hatun ve abiler bile dalgın, keyifsiz ve soğuktu.
Bir müddet daha süren bu garip hava annenin kızlarına masal anlatacağını söylemesiyle nihayet dağılmış, yerini kızlar üzerinde meraka bırakmıştı. Buna sevinen kızlar da anneleriyle birlikte odalarına çekilip heyecanla dinlemeyi arzu ettikleri masalı beklemeye koyulmuşlardı.
" Bu masal bize mi yoksa sadece Şahincan'a mı has olacak?"
Feride Hatun, büyük kızı Hansuret'in yarı alaylı suali üzerine kendini tutamayıp hüzünle karışık bir buruklukla gülmeye başlamış, akabinde de her iki kızını yanağından öpüp bağrına bastırmıştı. Sahi ne de kurnaz, akıllı bir kız olmuştu Hansuret'i. Oysa hala bir yanı çocukça, safçaydı.
" İkinize has bu masal. Sen ve kardeşine... "
Kadife minderlerin üzerinde bir çınarı andıran Feride Hatun, kol tarafları kırışmış olan yeşil kaftanını elleriyle düzeltmiş ve hemen yanında duran toprak testiden kendine bir yudumluk su koyup bardağı dudaklarına götürmüştü. Masalın heyecanı onu da sarmış görünüyordu.
" Bir varmış bir yokmuş. Çok eski zamanların birinde sizin gibi şeker mi şeker, tatlı mı tatlı iki kardeş yaşarmış. İki güzel prenses... Onlar saraylarında oturadursunlar bir gün bir turna gagasında tuttuğu nameyle çıkıp gelmiş. Kızların babasına gelen bu namede ise pek efsunlu sözler yazılıymış. "
" Şahincan... Anlatıyorum ya güzel kızım. Namede kızlarının büyük bir talihe ereceği, inciler, mücevherler içinde saadet dolu bir hayat süreceği yazıyormuş. Üstelik yalnızca bu da değil. Cihanın en güzel vilayetinde yaşayacakları, yerleri mermer, duvarları altın nakışlarla süslü, mercan desem değil, zümrütten, safirden... Kimselerin adını dahi bilmediği türlü gevherlerle kaplı bir sarayda oturacakları da yazıyormuş. "
Masalın tam da bu kısmında sanki aradığını bulamamışcasına dudaklarını büküp omuz silkmeye başlamıştı Hansuret. Belli ki hoşuna gitmemiş yahut içine sinmemişti.
" Bu masal bize has değil ki anne. Zira dediğin o yerde Servazad halam yaşıyor. "
Kızının bu sözleri üzerine şaşkına dönen Feride Hatun, hayretine yenilip elinin altında durmakta olan testiyi devirip kırmıştı. Ancak aldırış etmeyip kızına diktiği bal rengi gözleriyle bir şeyler duyma ümidine kapılmış şimdi öylece bakmakta ve bir makul söz aramaktaydı.
" Servazad halam vaktiyle bana İstanbul'u ve sarayı böyle anlatmıştı. Tıpkı masallardaki saraylara benzermiş orası. Öyle büyük ve ihtişamlıymış ki... "
Demek Servazad böyle anlatmıştı sarayı. Ah... Meğerse bu günü çoktandır düşlüyormuş o. Öyle ya Hansuret'inin yüreğini ısındırmaya çalışmış bile farkına vardırmadan.
" Halan demişse doğrudur kızım. Ancak oraları görmek bana hiç nasip olmadı lakin belki size olur. "
Annesinin bu sözüne aldırış etmeden açmıştı ağzını Hansuret.
" Doğrusu hiçbir yer bana bu topraklar kadar güzel, kıymetli gelmez. Zannederim halam buraları çoktan unutmuş olmalı. Yanılıyor muyum anne? "
O ana dek dilinin ucunda dolanıp duran sözlerini açığa vurmayan Feride Hatun, kızının bu ani çıkışıyla beraber kendince bir cesaret bulmuş ve sonunda lafı getirmek istediği yere getirmişti.
" Bakın size ne diyeceğim. Birkaç güne kalmaz yola koyulmanız icap edecek. Öyle ki masallardan öteye çıkmaz sandığınız o saraya gönderecek sizi babanız. Artık eviniz de, aileniz de orası olacak. Kaderiniz orada yazılacak. "
***
Saray kapısının önünde iki atlı araba ve eli kılıçlı Çerkes muhafızları az sonra yola koyulacak olan iki kız kardeşi beklemekteydi. Kızlar ise bir daha uzun zaman ailesiyle görüşemeyecek olduklarından son bir veda için saraylarının önünde hazır bulunan saray halkı ve ailesiyle görüşmek üzere kapının önünde durmuş içli içli ağlamaktaydı.
" Arabalar sizi Karadeniz'e bırakacak. Oradan da İstanbul'a kadırgayla geçeceksiniz. Kızlarım... Gittiğiniz yerde bir an olsun Çerkes olduğunuzu, bir soylu olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın. Halanız ne der, neyi öğütlerse onu yapıp zinhar sözünden çıkmayın. Hansuret, Şahincan... Sizler benim kıymetlimsiniz. Dilerim bahtınız da yolunuz da açık olur. "
Prens babalarına sarılan kızların gözü yaşlı, kalpleri kırgındı. Onların bu halini gören anneleri ise her ne kadar dirayetli görünmeye çalışırsa çalışsın hüznünü gizleyemiyor o da kızlarıyla birlikte ağlıyordu.
" Yavrularım. Güzel kızlarım. Dualarım hep sizinle olacak ve şunu sakın unutmayın ki biz hep yanınızdayız. Orada da halanız, teyzeniz var. İnanın hiç yabancılık çekmeyeceksiniz. Hem bol bol yazacağız size. Siz yüreğinizi ferah tutun yeter ki. "
Kızlarını göğsüne sımsıkı bastırmış yavrularının ipek saçlarını okşamaktaydı Feride Hatun. Bunun yanı sıra veda için sırada bekleyen abiler Janhot ve Ali de kardeşlerine sarılıp ağlamakta bir yandan da kardeşlerine teselliler vermekteydiler. Fakat ortada bir hakikat vardı. Asilzade olmanın getireceği şans bu kez Çerkeslerin yüzünü güldürebilirdi. Hal böyleyken dayanmak icap ederdi. Dayanmak ve en nihayetinde de güce ulaşmak gerekirdi. Hansuret bunu çoktan aklına kazımıştı bile. Gayrı soyluluğunu kullanacak ve zinhar kendini ezdirmeyecek, güçlenecekti.
***
Çerkes soylusu Hansuret Bikeç!
Osmanoğlu'nun bana verdiği isimle Hatice Mahfiruz Sultan !
Şüphem yok, adımı işitmişsinizdir. Lakin namım için bunu dile getirmeye cesaret edemiyorum. Öyle ya maziye dönüp baktığınızda ilk kimi bulursunuz ? Hele ki Osmanlı hele ki de haremse baktığınız yer...
Hürrem Sultan, dediğinizi duyar gibiyim. Yahut validelerden Afife Nurbanu ya da Safiye... Kösem mi yoksa ? Kösem... Tazecikken yeşeren dallarımı kıran, çiçeklerimi solduran, beni kederlere salan o Rum Hatun mu ?
...
Kızmayın bana. Kadınlığımı da onunla karşılaştırayım demeyin sakın. Ah, bilmediğiniz o kadar çok şey var ki...
Lakin size anlatacağım bu masalsı yolda beni tanıyacak ve inanın siz de bana hak vereceksiniz.
1590 senesinin ayaza çalan bir sonbahar gününde hışırtısı insanın ta içine işleyen uzun mu uzun selvi ve kayın ağaçlarının berisinde babam Prens Alkas Çerkassky'nin sarayında açtım gözlerimi. Adıma 'Hansuret' diyen ailem daha o gün ne kutlu bir evlat olacağımı anlamış ve beni bağırlarına basmışlardı.
Zamanla güzel bir kıza dönüşmüş, tomurcuklanmıştım. Beni görenlerse nazar korkusuna toprak kaplar içine doldurdukları Kafkas diyarının en tatlı sularını dualarla bereketlendirip üzerime serpiştiriyor, bir yandan da bana övgüler düzüyorlardı. Annem Feride ise her daim benden memnun beni masallarla, dualarla büyütüyor, babam ise tecrübelerinden edindiği kazanımlarla bana yol gösteriyordu.
Ne hoş günlerdi o günler. Hala daha anımsar, anımsadıkça da ağlarım.
...
Bir gün kardeşim Şahincan ile babamın bize hediyesi olan kadırgayla birlikte Osmanlı'ya varmak için yola koyulmuştuk. Sahi ne çok içlenmiş, dertlenmiştim. Zira bana doğduğum ilk andan itibaren Kafkas topraklarının kutsallığı, yüceliği ve vazgeçilmezliği söylenip durulmuştu. Bense bana tembih edileni dinleyip köklerime sıkı sıkıya bağlı olarak büyümüştüm. Fakat ayrılıyordum artık topraklarımdan. Ailem ve sevdiklerimden... Her şeyden... Bunun acısı ömrümce dinmemiştir bilesiniz.
...
Saraya vardığımız vakit haremde vazifeli olan halam Servazat Hatun karşılamıştı bizleri. Evvela bana ve kardeşime sarılıp hasret gidermiş sonra da bize bir güzel bu sarayın kaidelerini öğretmişti. Şahincan da ben de cevherimizi gösterip pek kısa zamanda parlamıştık harem içinde. Öyle ki gelişimizin ikinci senesine varmadan valide sultan tahta oturan oğlu, çocuk padişah Ahmed'e eş olarak seçmişti beni. Talih çarkım dönmüş fakat çok geçmeden de saadetime gölgeler düşmüştü. Nasıl yandım bir bilseniz.
...
Velhasıl her şey bir yana dursun şimdi sual ederim size :
Hikayemi bir de benden işitmek, öğrenmek ister misiniz ?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.34k Okunma |
132 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |