Gece
Hava ayazdı. Ayazdan da öte soğuktu. Buz gibiydi. Has odanın ocağından ise ateş hiç eksik edilmiyor lakin bu da odanın serinliğini kırmaya yetmediğinden dört bir yana durmadan köz mangalları yerleştiriliyordu.
Bunca çaba bunca koşuşturmacaysa hünkaraydı. Sultan Ahmed'e... Öyle ki hastaydı bu civan padişah. Çok hastaydı. Son elli bir gündür de yatak döşek yatmaktaydı. Ateşler içinde ağrılar içindeydi. Gözünü açmaya dahi dermanı yoktu.
" Allah'tan ümit kesilmez sultanım. Lakin... Lakin akşamdan bu yana hünkarımız başka bir hal içindedir. "
Anlamıştı Mahfiruz. Anlamış ve az ileride hasta yatağında yatmakta olan kocasına acıyarak bakmıştı. Ahmed ki onun zevcisi, evlatlarının babası, hayatını adadığı erkeğiydi. Ve daha yirmi yedisinde genç bir padişahtı. Bu devletin başı, hükümdarıydı.
Aylar evvel başlayan ağrıları araya girince her şey birden değişmişti. İlkin arada bir yoklayan sancılar bir zaman sonra şiddetlenmiş ve işte şimdi de onu takatten kesmişti. Bu illet ki hummaydı. İnsanı yer bitirir, bununla da kalmaz ağrılar, ateşler içinde süründürürdü.
" Hüdai Hazretleri'ne haber edilmeli mi ? "
Bunun anlamı çok açıktı. Sultan Ahmed'in ahvaline dair kesin bir bilgi almaktı maksat. Zaten hakikati bilmek istediğinden sormuştu ya bunu Mahfiruz.
O an diri diri kalbinin yerinden söküldüğünü hissetmişti, Çerkes Haseki. İçinden bir şeylerin kopup gittiğini...
Ah... Şayet Ahmed ölürse devlet yükü onun ve oğlunun üstüne çöker, Bahti mahlaslı şiirler babasız kalır, kandilleri dahi yeni takılmakta olan Sedefkar Mehmed Ağa'nın hünkarı adına mimarlığını üstlendiği Mavi Camii bir yetim misali boynunu eğer dururdu. Her şey başkalaşır, devir değişir, değişirken de yer yerinden oynardı.
...
***
Telaşlıydı Kösem. İstikbal adına elinden gelen çabayı göstermiş olsa da yüreğinde harlayan ateşi bir türlü dindiremiyordu o. Zira Ahmed onun her şeyi, kendinin ve dahi evlatlarının da tek dayanağı, teminatıydı. Öyle ya, o gözlerini bu dünyaya yumar yummaz tahta Osman geçecek, Ahmed ile birlikte günahsız şehzadelerin de selası okunacaktı.
" Müftü Esad Efendi'den hala bir haber yok. Nicedir bizi cevapsız bıraktı. "
Korkuyordu. Korkusu da onu tedbir almaya bunun için de evvela devlet adamlarına söz geçirmeye itiyordu.
Kösem'in dileği belliydi. O tahta Mahfiruz'dan olma Osman yerine sevgili zevcisi Ahmed'in ayrı anadan olma kardeşi Mustafa'nın çıkmasını istiyordu. Bu vesileyle nizam değişecek ve dahi taht da alışılagelmiş düzene sırt çevrilerek gayrı ekber ve erşed üzere el değiştirecekti.
" Bu görülmüş, duyulmuş şey değildir sultanım. O sebepten olsa Müftü Efendi de sessiz kalmayı yeğlemiştir. Hem... Hem Halime Sultan'a nasıl itimad edilir ki ? Hiç değilse Şehzade Osman sizi sever, sayar. Hürmet de gösterir. Tahta çıksa dahi şehzadelerinize kıymaz. "
Gülhan Kalfa'nın bu sözlerine kulak tıkamıştı Kösem. Öyle ki o çoktan herbir şeyi tefekkür etmiş, enine boyuna da hesaplamıştı.
" Ya Mahfiruz...? Sen söyle, valide sultan olunca benden olma şehzadelere kıymaz mı ha ? Senelerdir beni bir kaşık suda boğmak için yanar durur. Bir de eline böylesi bir fırsat geçerse... "
Dert bir değildi. Öyle ki Kösem'den olma Murad'a gelene kadar sırada evvela Osman ve dahi Mehmed vardı. Hele bir de erkan-ı devletin kulağına koyduğu ekberiyet kabul görürse o vakit bu sıraya bir de Mustafa eklenirdi.
Eklensindi. Zaten onun tüm gayesi de buydu. Şayet Mustafa çıkar ve nizam böylece değişirse pekala oğulları da yaşardı. Belki tahta çıkacak günlere erişemezlerdi fakat hiç olmazsa hayatta kalırlardı. Sağ olurlar, o da evlat acısı yaşamadan bu dünyadan geçer giderdi.
...
***
" Sen de babanın yolunu tutacaksın Arslanım. Onun yolundan gidecek, kardeşlerine kıymayacaksın. "
Sultan Ahmed henüz alem-i bekaya göçmemişti lakin onun toprağa doğru dönen yüzü şüphesiz ki hanesinde nice korkular doğurmuştu. İşte Mahfiruz da bu korku deryasında gidip gelmekteydi. Kabul, tahta veliaht şehzade olarak Osman geçecekti fakat ya olur da oğlu şeytana uyar ana bir kardeşlerini dahi cellat eline verecek olursa...
" Elbet kıymam validem. Yoksa bana itimadınız... "
" İtimadım olmaz olur mu oğlum ? Sen ki benim evladımsın, ilk göz ağrımsın. Zinhar senden yana zerre şüphem yoktur. Lakin olur da aklını karıştırmak isteyenler olur. Ben o yüzden söyledim. "
Derince bir iç çekmişti Osman. Validesinin dairesinde, gecenin zifirisinde yanan kandillere bakmış, düşüncelere dalarcasına da kaşlarını çatmıştı. Daha on üçünü yeni bitirip on dördüne girmiş olmasına karşın o gece bin yaş almışcasına olgunlaşmış, kemallenmişti. Sanki bir başka ruha evrilmişti.
" Sizce ben buna hazır mıyım validem ? Tahta layık mıyım ? "
Oturduğu yerden güçlükle kalkmıştı, Mahfiruz. Kalkmış ve kandillerin şavkında bir dolunay misali parlayan oğlunun yanına varıp ona sıkıca sarılmıştı.
" Senden daha layık kim olabilir o tahta ? Oğlum benim, yiğidim, civanım... Rabbim sana uzun ömürler versin. Saltanatını ebedi kılsın. Seni de kem gözlerden sakınsın. "
" İnşallah validem. İnşallah... "
Doğrusu bu yükü taşımaya hazır mıydı, emin değildi şehzade. Emin değildi lakin elhamdülillah bunca vakit aldığı eğitimin, ona duyulan güvenin hakkını vermeye de kadirdi. Yapardı. Yapabilirdi. Ne de olsa başa gelen çekilirdi. Hem o bu gün için yetiştirilmişti. Tahta oturacağı bir kutlu gün için...
...
***
Herkes istikbal adına türlü endişelere gark olurken Fatma Ferahşad Haseki ise dairesinde kocası Ahmed için Kuran-ı Kerim okumaktaydı. Bunun kendilerine şifa olmayacağını bilse de okunanların rahat bir ölüm için fayda sağlamasını umut ediyordu.
...
Bir ara okumaktan başını kaldırdığında karşıdaki atlas örtülü sedir üzerinde uyuyakalmış olan kızlarına bakmıştı Fatma. Gevherhan'ına, Zahide'sine ve dahi beşik içinde duran küçük kızı Abide'sine...
O an bu alemde hiçbir şeyin boşa olmadığına kanaat getirmiş ve şehzadelerinin ölümündeki hikmeti idrak etmişti. Öyle ya, ola ki Cihangir ile Hasan'ı hayatta olsaydı o da tıpkı Kösem ve Mahfiruz gibi kendini yer durur, hele ki bu uğurda da şehzadelerini yitirecek olsa oğullarının acısından daha yaşarken toprağa gömülür yahut da evlat hasretiyle kavrulur giderdi.
" Ah, sen çok büyüksün Allah'ım... Çok büyüksün. "
...
Büyüktü elbet. Kuşkusuz Allah ki kimseye kaldıramayacağından fazla dert vermez, verdiği dertlerce de nimetini sunardı. İşte Fatma'nın da aldığı lütuf buydu. Evlatları küçük yaşta toprak olsalar dahi hiç değilse bir ibrişim kementle can vermeyecek, kendini bilir yaşlarında iken öldürülmeyecekti.
...
***
Teras kapısının aralığından giren rüzgar, olabildiğince sertlikte esip içleri titretiyordu. Hem de öyle bir titretiyordu ki, buna dayanamayan ağalardan biri gidip kapıyı kapatmış ve dahi usule aykırı olmasına rağmen ocağın başına geçip ellerini ısıtmaya koyulmuştu.
...
Hekimler ve ağalarla dolu bu odada padişahın eşlerinden Mahfiruz'la Kösem de bulunuyordu. Her iki kadının da gözü yaşlı, her ikisi de baştan ayağa keder içinde uykusuz ve halsizdi.
" Eûzü billahi mineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahim... Yasin... "
Aziz Mahmud Hüdai'nin müridlerinden Şaban Efendi'nin mübarek Yasin-i Şerif'i okumaya başlamasıyla vaziyet büsbütün anlaşılmış ve has odadan göğe ağlayışlar eşliğinde feryatlar yükselmişti.
Evet, Sultan Ahmed sekerattaydı. Ve şimdiyse iyiden iyiye ölüm halini almış, hoş bir hal içine girmişti. Bunu fark eden hekimlerse başlarını eğerek hünkarlarını son anlarında rahatsız etmek istememişcesine ellerini bağlayıp kenara çekilmişti.
Bu Mahfiruz ile Kösem Kadınlardı. Ağlıyor, kendilerine bir türlü mani olamıyorlardı. Ah... Böyle olmayacaktı. Olmazdı. Hal böyle iken de en doğrusu bu kadın sultanların dışarı çıkarılmasıydı. Zira edep buydu. İslam da bunu buyururdu.
Öyle de yapıldı. Mahfiruz ve Kösem Hasekiler has oda dışına alınıp nice kalfalarca teselli edildi. Ölümün hak olduğu, bunun bir son olmadığı söylenip duruldu onlara.
Oysa onlar kocalarına üzüldükleri kadar şehzadelerine de üzülüyor, istikbal adına korkulara boğuluyordu. Gerçi Mahfiruz için hüznün adı Ahmed'ti. Hüznü ise onunla geçirip geçiremediği tüm günlereydi. Onsuzluğaydı. Ölümün karşısındaki çaresizliğe...
...
" Başımız, devletimiz sağ olsun. "
Kızlarağası Mustafa'nın bu sözleriyle şimdi cümle saray ayağa kalkmış, yasa oturmuştu. Öyle ya onları sarayına alıp yediren içiren, onlara türlü çeşit esvap ile harçlıklar veren bir Sultan Ahmed gelip geçmişti bu cihandan. Kalbi peygamber aşkı, aklıysa devletinin selametiyle dolu olan bir Sultan Ahmed...
Ah...
O gece sabahlara dek merhum hünkara dualar edilmiş, cariyelerce dahi gözyaşları sel olup gitmişti.
...
Ölünün ardından hüzündü gerekliydi lakin olan olmuştu. Ölen ölmüş, kalanlarsa farklı bir duyguya kapılmıştı. Zira öyle ki ne açıdan bakılırsa bakılsın büyük şeylerin olacağı aşikardı.
Bunlardan biri ise Valide Sultanlık makamına geçecek olan Mahfiruz'un emriyle haremde bulunan cariyeler Eski Saray'a sürülüp onlarla bir padişahın diğer kadınları da gidecek olmasaydı.
Peki ya en mühimi... Şehzadeler... Sahi onlara ne olacaktı ?
Ah...
...
Gözler her ne kadar Mahfiruz'da olsa da hakikat başkaydı. Tahayyül edilemeyecek denli başka...
Zira bu kez Ahmed birlikte devir tümden değişecek ve dahi umulmaz olanlar da bir bir başa gelecekti. Gelecek ve devlet büyük bir buhran içine sürüklenecekti. Çok büyük... Çok büyük ve şiddetli bir buhran...
...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.31k Okunma |
132 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |