13. Bölüm

13

S
aycakayca1


YENİ BÖLÜM GELDİ.
KEYİFLİ OKUMALAR. OY VE YORUMLARI BEKLİYORUM.

İKİNCİ ŞANS6

Gönülde açılan yara ne kadar büyük olursa unutulması o kadar zor olur. Gönül kendisi yara olur ise, unutmak muhal olur.

Alaz Ağa ise benim yarası büyük olan kalbimi tamamen yaraya çevirmişti. Şimdi unutmak zor mu muhal mi, ben bile bilmiyorum.

Sorduğum soruya daha kendim bir cevap bulamadan bana doğru uzattığı eliyle kendimi geri çekip hiç beklemediği kadar sert konuştum.

"Çek o kirli ellerini üstümden. Bana dokunma."

Nasıl bana dokunmaya yüzü oluyor, bilmiyorum. Ben dün geceden sonra onunla yüz göz olmak istemezken buraya gelip üstüne bana dokunmaya çalışması midemi bulandırıyordu. Buna hâlâ cesaret etmesi bile yaptığı hiçbir şeyden pişman olmadığını gösteriyordu zaten.

Neden demekten bıktım ama onlar bunu dedirtmekten bıkmadı.

Ona böyle davranmama şaşırmıştı, yaptıklarının yanına kalacağını sanmış olmalı ki buraya gelmeye yüzü vardı. Ona yine her zamanki gibi davranacağımı düşünmüşse çok yanlış düşünmüştü.
Yaptıklarından sonra eski Berva'yı karşısında görmeyi bekliyor olacak ki eskisi gibi davranıyordu.

Buna hakkı var mı?

Böyle bir şeyi istemesi için bana ne yaptığının farkında olmaması gerekiyor. Diğer türlü bunu istemeye yüzü olmamalı. Alaz Ulusoy bunca şeyi yaptıktan sonra benden sabır bekliyordu.

Berva'nın da sabrı bir yere kadardı.

Beni seviyormuş gibi davranıp sevdiği kadını o uğursuz günde karşıma çıkardı. Üstüne bana hak etmediğim sözler söyledi. Abisinin ölümünden beni suçlayıp cezasını bana kesti.
Bu şerefsizlikten başka bir şey değildi.

Koltuğun önünde her zamanki gibi özel dikim olan takımlardan biriyle dururken aynı zamanda onunla konuşmam için gözlerime bakıyordu. Ama asla gözlerime iki saniyeden fazla bakamıyordu. Neden bilmem ama sürekli gözleri başka yerlere bakıyordu.
Sanki utanıyormuş gibiydi.

Utanıyor mu bilmiyorum, doğrusu pek sanmıyorum da ama dün geceden beri yaptıkları kulağıma geldiği için yine bir şeyler planladığını biliyorum.

Dün geceden beri, beni yatağıma bırakıp gittikten beri bütün ülkelerdeki adamlarını alarma geçirip yüz yirmi dokuz ülkede o adamı arıyordu. Bu gidişle yarım saate kalmaz o adamı bulacaktı. Tabii o adam yaşıyor olsaydı.

O adam ölü olarak görünüyor sistemlerde. Her ne kadar canlı olsa da...
Ve bunu ben dışında kimse bilmiyor. Ahmet abi bile...

İki gündür uyumamasına rağmen dinç dururken benim yüzümün ne halde olduğunu çok merak ediyorum.
Neticesinde artık serbestçe ağlıyordum. Uzun süredir ağladıktan sonra yüz ne hale gelir bilmiyordum. Onun sayesinde tekrar öğrenmiş oldum. Ya da onun yüzünden...

O adamı ne için aradığı muamma. Belki de bana inanmadığı için teyit etmek istiyordu.

Ama bana dün inandığını söyledi.

Sesimin tonu onu şaşırtsa da elini geri çekti ama kendisi bir adım daha yaklaştı bana.

"Sakin ol."
Şaka gibi hâlâ bana sakin ol diyordu. Sanki bende, ona karşı sakin olacak bir sebep bırakmış gibi sakin olmamı istiyordu. Konuşma şeklim ve yüzümdeki ifade o kadar alışık olmadığı bir şeydi ki konuşurken karşısındakinin ben olduğuma inanamıyor gibi bakıyordu.
Ben değildim zaten.

"Bana dokunma. Bir daha buna cüret etme. Duygularıma tecavüz ettiğin yetmedi, şimdi bir de onun gi-"

Yarım bıraktığım cümlenin sonunun nereye gideceğini anlayınca kasılmıştı.

Duygularıma tecavüz ettiğin yetmedi şimdi bir de o adam gibi istemediğim halde bana dokunuyorsun.

"Tamam dokunmayacağım."

Elini geri çekti. Onun hakkında böyle düşünüyor olmam onu kırmış gibi görünüyordu. Çünkü bunu dün ben söylemediğim halde yanlışlıkla öyle anlayınca bile kırılmıştı. Beni bu kadar kırıp parçalamışken kırılmaya hakkı yoktu.

Halbuki bana bir daha kimseye güvenmeyeyim diye hayatımın dersini veren de oydu.
Şimdi de gelmiş üzgün üzgün, tamam dokunmayacağım diyor.

"Dokunamazsın zaten."

Benim rahatlığm ve ifadesizliğim onu her saniye daha çok geriyordu. Sanırım onu, o adama benzetmem zoruna gitmişti. Ama bir farkı yoktu. Biri taciz ederken diğeri yedi yıl boyunca kabusuyla uyandığım şeyi bana hatırlatmıştı. Ne kadar bedenen olmasa da duygularıma tecavüz etmişti.
Benden aldıkları bir daha asla sahip olamayacağım şeylerdi.
Mutluluk gibi, güven gibi...

"Ne konuşacaksan konuş! Sen gel diye gelmedim buraya."

Sakinliğim canını sıkıyordu. Sanırım şu an kırıp döküp bağırsaydım daha rahat olurdu.
Bunu dün yapmıştım zaten. Onu rahatlatmaya niyetim yoktu.

Konuş dediğim için kararımı değiştirmeyeyim diye konuşmaya başladı. Söylediği her şey bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Artık tek kelimesi umrumda değil.

"Ben dün olanlar için üzgünüm. Başına gelenleri bilmiyordum."
Bir süre düşünüp bu cümleleri kurmuştu. Kurmak istediği cümle bu olmasa da duygularını nasıl ifade edeceğini bilmiyordu. Bunu gözlerinde görebiliyordum. Söylemek istediği şeyler bunlar değildi. Tıpkı benim gibi o da ne diyeceğini bilmiyordu. Suçlu olduğu bir konuda karşısındaki kişiye yapacak bir açıklaması olmadığı zaman insanlar böyle saçmalayabiliyordu.
Neyse, en azından suçlu olduğunu biliyor. Bu onun için bayağı büyük bir gelişme.

Ha bir de üzgünmüş. Başıma gelenleri bilmiyormuş.
Çıldırmama saniyeler kalmış, bağıra bağıra Mardin'in çıkışına kadar koşmamak için zor tutuyordum kendimi.

Üzgünüm, bunu yolda yanlışlıkla bana çarpan kişi bile söyleyebilirdi. Bu adam ya hayatı boyunca kimseden özür dilememişti ya da sıra bana gelince böyle davranıyordu.

"Üzgün olsaydın yapmazdın. Ayrıca başıma gelenleri bilmemenle de alakası yok. Yaptığının nasıl bir şey olduğunu değiştirmiyor."

Şerefsizce diyecektim ama maalesef o benim kocamdı. Bir insan asla kocasına böyle bir şey söylememeliydi. Tabii kocası ona söylemediği sürece.
Gerçi o bana çok hakaret etmişti ama...

"Şerefsizce bir şey yaptığımı biliyo-"
O da ne yaptığını biliyordu demekki. Cümlesini tamamlamasına izin vermedim. Şimdilik sesini duymaya tahammülüm yoktu.

"Olanları konuşmaya gerek yok. Ben senden herhangi bir açıklama beklemiyorum. Böyle bir şeyin açıklaması olamaz. Daha fazla konuşup başımı ağrıtma."

Bu sözleri benden beklemiyor gibi bakıyordu. Alışmıştı her şeye tamam deyip oturmama.
Sözlerim onu sinirlendirirken devam ettim.

"Şunun şurasında bana bir zamanlar ahlaksız diyen adam, karısının doğum gününe metresini getirmiş. Konuşulacak kadar önemli değilsiniz. Seni duymak ve görmek istemiyorum. Defol buradan!"

Git veya kal demem umrunda değildi. Ne desem de yerinden kıpırdamıyordu.
Ona dolaylı yoldan ahlaksız dediğimi anlayınca daha da sinirlenmişti. Her geçen saniye siniri artıyordu.

"Bak ben onu şirketten kov-"

Hiçbir şey bilmiyormuşum gibi şimdi de neyin ne olduğunu anlatmaya çalışıyor. Sanki o kadının şirkette olup olmaması bizi bu konuma getirmiş gibi bir de şirketten bahsediyor.
Bu adam hiçbir zaman suçu kendisinde bulmayacak.
Benim şu an bu konumda olmamda o kadının konağa gelmesinin payı vardı ama asıl neden bana oynadığı oyundu. O ise bunu kabul etmiyordu.

"Ne yaptığınız beni ilgilendirmez. Sen bir oyun oynadın ve bitirdin. Hangimizi aldattın bilmiyorum ama ben böyle bir şeyi kabul etmem. Sen belki de ona dokunduğun elinle sırf oyunun devam etsin diye beni taşıdın, krem sürdün, kolarını belime doladın.

Sen benim elimin değdiği her şeyi yakacak kadar iğrenirken kendi eline bulaşmış pisliği yok saydın.

Tekrar söylüyorum, bir daha o kirli elinle bana dokunma. Şimdi gidebilirsin. Ben artık konuşmak istemiyorum."

Nasıl oluyor da ona söylediğim sözler tekrar benim canımı yakıyordu?
Duruşunda meydana gelen zayıflık dün geceden dolayı olabilir. Çünkü her ne kadar bana göstermese de Alaz Ağa'nın ne kadar iyi ve merhametli bir adam olduğunu biliyordum. Gerçi o bu yüzünü pek göstermiyordu da...

Ama yine de bakışlarına yerleşen yorgunluk yok sayılacak gibi değildi. Ne saçma ama benim durumum daha kötüyken hâlâ onu düşünüyorum.

"Gidemem Ulusoy Gelini. Sen beni anlamadan ben gidemem. Biliyorum suçlu benim demem bile, suçumu kabul etmem bile yaptığım hiçbir şeyi değiştirmez. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz ama beni anla. Senin hiçbir suçun yok en masumu sensin ama lütfen beni de anla. Ben canımı kendi kollarımda kaybettim. Evlilik kararı verileceği gün bunun dava uğruna olduğunu öğrendim. Aklıma başka bir şey gelmedi. Affet Ulusoy Gelini, bu senden istediğim ikinci şans ama affet."

Alaz Ulusoy belki de ilk defa birinin karşısında bu şekilde güçsüz durup af diliyordu. Nasıl konuşacağını, kendini nasıl ifade edeceğini bilmiyordu. İkinci bir şans için adeta yalvarıyordu. Ama ben, benim içimdeki ateş soğumuyordu.

Üşüyordum ama ateş soğumuyordu.

Vücudumu dikleştirip söyleyeceğim her şeyin ciddiyetini kavrasın diye kendime çeki düzen verdim.
Ağzımdan çıkan her şeyi dikkatle dinliyordu.

"Alaz Ağa, ben seni affetmek istesem bile edemiyorum. O yüzden affetmeyi bir kenara bırak. Arjen'in konusunu lütfen ben sormadan bir daha açma çünkü senin kadar olmasa da benim de içim acıyor. Ve evet, suç benim olmasa da sen beni suçlayıp bedel ödettin. İkinci şans mı? Sen daha ilk şansı ben vermeden kaybettin, ikincisini verecek kadar kimseye güvenmiyorum. Malum, bana sürekli kimseye güvenmemem gerektiğini hatırlatan bir geçmişim ve buna ek olarak iyileştiğim her yaradan dolayı benden zevkle intikam alan bir kocam var.

Üstelik kocam yaşadığım her şeyi hakettiğimi söylemişti..."

Yüzünde anbean gerilen damarlar ve sinirden kırmızının en koyu tonunu alan yüzü ile öyle bir bakmaya başladı ki ben onun utancı ile yerin dibine girdim. Gerçekten bunu söylerken sadece canımı yakmak istemişti. Bu kadarını beklemiyordu.

"Kocam, canım yansın diye elinden gelen her şeyi yapıyordu ama bunu en iyi iki yerde yapabildi: Gurursuz dediğinde ve haketmişsindir dediğinde...
Ne için ağlıyorsan haketmişsindir sen. Bu hallerin beni mutlu ediyor, bu acınası ve bitik hallerin."

Bana söylediği her şeyi tek tek yüzüne karşı söylerken gözlerimi bir saniye bile gözlerinden ayırmadım. Ayıbını bilmesi gerekiyor. Söylediği sözlerin bende açtığı yaradan haberdar olması gerekiyor.

Bu kadar kırıldığımı düşünmemişti. Öyle bir bakış vardı gözlerinde. Çünkü bunu söylediği zaman ne için ağladığımı bilmiyordu.
Öylece, canımı yakmak için söylemişti. Yakmıştı da.
Benim, eğer haberi olursa insanlar böyle söyler, dediğim şeyi kocam bana söylemişti.

Yüzüme baktı uzun uzun ama gözlerime değil...
Bu şekilde ne kadar pişman olduğunu göstermeye çalışıyordu belki. Pişman olmuştu da...
Ama bunun bir anlamı kalmamıştı.

"Sana şu an ne söylesem boş biliyorum. Çünkü bunun açıklamasını daha ben kendime yapamıyorum. Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Abimin mezarına başım dik gitmek için yaptığım her şey artık ne onun mezarına gitmeme, ne de senin yüzüne bakmama izin vermiyor."

Yutkundu sözlerinden sonra. Sanki günlerce susuz kalmış gibi acı bir yutkunuştu.

"Ben bu güne kadar sana söylediğim hiçbir sözün bu kadar kırdığını bilmiyordum. Evet, canın yansın diye söylüyordum ama bu kadarını bilmiyordum."

Sessizce söylediği şeyler bağırmaya dönünce irkilmedim bile. Bağıra bağıra kendini anlatmaya çalışıyordu.

"Bilmiyordum gelincik çiçeği. Allah kahretsin bilmiyordum. Söylemedin. Ben her sözümle seni bin kere yıkarken sen yine söylemedin."

Konuşması bitince sesli bir bağırışla elini yumruk yapıp duvara vurmak istedi, izin vermedim. İçini bu şekilde soğutamaz. Daha çok içi yanmalı.

Havada tuttuğum eline baktı. Hiç çekinmeden tutuyordum takımının kolundan. Artık yak dese ne demese ne?

Kolunu bıraktım, karşısına geçtim. Nasıl olduğumu anlatacak bir kelime yok ama açıklamaya çalışırsak eğer umudu tükenmiş bir insanın artık karşısındaki kişiyi kırmadan konuşmaya bile takati yok ya, işte öyleyim. Bağırsam takatim yok konuşsam halim yok. Anlatıyorum ama anlayan yok...

"Kimse bilmiyordu ama bu güne kadar hiç kimse benim canımı sen kadar yakmadı. Artık o günler geride kaldı. Karşında üzebileceğin bir kadın yok!
Farkına varmışsın, pişman olmuşsun... Bunların bir anlamı yok.

Oğuz Atay'ın dediği gibi;

Bir gün beni fark ettiğinde, beni fark etmenin artık benim için fark etmeyeceğini fark edeceksin.

Alaz Ağa, kaç kere söyleyeceğim bilmiyorum ama bilip bilmemen umurumda değil! Oldu bitti uzatma. Herkes kendine yakışanı yapar. Benim abim senin emanetine gözü gibi baktı, sen abimin emanetine bunu yaptın. Yeter artık konuşma!"

Ona, affetmeye dair tek bir ışık göstermediğim için yine yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordu. Elinden bir şey gelmemesi canını sıkıyordu sanırım.

"Şimdi seni şuradan alıp, başka ülkeye kaçırıp affedene kadar bir odaya kapatmak vardı ama kıyılmıyor işte."4

Efendim?

Duydum. Aklından geçen hain planların hepsini duydum. Ama kıyılmazmış bana.
Kıyma olduk çok şükür!

"Diyorum ki, hazırlan eve gidelim."

Bunu söylerken o kadar temkinliydi ki, onunla gitmeyeceğime emin olduğu için.
Gitmeyeceğimi bildiği halde sırf söylüyordu. Bugün beni sinir edip elimden bir kaza çıkarmadan gitse iyi olurdu.

"Ağa, dün metresini ne hale getirdiğimi unutma. Bu sana bir ders olsun. Bir daha beni sinirlendirecek bir harekette bulunma yoksa senin de dişlerinde ve şu burnunda bir tadilat yapacağım. Kodum mu oturturum, bilirsin!"

Tabii ki yüzüne asla zarar vermeyeceğim. Karakter olarak dualarımdakinin tersi olsa da fiziken maşallahı vardı. Allah bize de bunu nasip etmişken hor kullanmak olmazdı. Asla bu güzelim burun ve dolgun dudaklara, inci dişlere zarar vereceğini sanmıyorum.

Tehditim onu korkutmamıştı, aksine dudaklarında bir tebessüm oluşmuştu. Bu adam kesin ters...

"Tamam gideceğim ama isim ver. Başka ülkelerde adamlar tek bir ipucu için ortalığı ayağa kaldırmak üzere. Tarihlerden bir şey çıkmıyor. Vereceğin tek bir isimde iki dakikaya kalmaz bulunacak. İsim ver Ulusoy Gelini. İsim verirsen gideceğim."

On yıl önceki olayı neden araştırıyor bilmiyorum ama bu sefer benim için olduğuna biraz emin oldum. Çünkü gözlerinde inandığını görüyorum.

Ama asla isim vermeyeceğim.

"Alaz Ağa, ne yapıyorsan yap ama beni bu işe bulaştırma. Ne kulağıma gelsin ne beni yorsun. Yeter artık el insaf. İsim vermeyeceğim. O adamın adını ağzıma almayacağım. Sen de boşa arama çünkü bulamayacaksın. Ve lütfen artık def- lütfen artık git."

Sanki yaptığı hiçbir şey kulağıma gelmiyormuş gibi bir de beni yorma diyorum. Oyunculuğu senaristler görse kesin başrol olarak işe başlarım.

"Tamam. Seni zaten karıştırmayacaktım. Sadece isim soracaktım ama sen bir daha o adamı düşünme. Ben halledeceğim gelincik çiçeği, elimden geldiğince sana bunu unutturmaya çalışacağım.
Şimdi yemeğini ye kendini aç bırakma. Zayıflarsan seni omzuma atıp götürürüm. Hadi Allah'a emanet ol."

Gitmek istemiyordu ama git dediğim için gidiyordu. Bir de bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Ah ah!

"Sen de Allah'a emanet ol."

Ona karşılık vermem onu mutlu etmişti. Güler bir yüzle kapıya doğru gitti ve elini kapı koluna atmasıyla ikimizin telefonu aynı anda çalmaya başladı.

Arayan Ahmet Abiydi.

Ben telefonumu açıp kulağıma götürünce Ahmet abi her şeyin hazır olduğunu söylemişti. Teşekkür edip kapattım.

Alaz Ağa ise telefonu açtıktan sonra duyduğu şey ile aniden kafasını bana çevirince içimdeki sinsi gülüş kendini gösterdi. Keşke şu an dudaklarımda da aynı gülüş olabilse ama...

Aynı sinirli ifade ile bana bakarak yine yanıma geldi. Bu koltuk bugün nelere nelere şahit oldu...

Telefonunu koltuğa fırlatıp vücudunu tamamen bana döndürdü.
Sinirini bana yasıtmak istemiyordu. Bu yüzden derin bir nefes aldı.

"Çetiner aşireti, aşiretleri toplamak istemiş."

Ee, ne var bunda? Ben istedim.

"Ve tabii ki bu Mardin Ağası Alaz Ulusoy'a haber vermeden olmazdı."

Şu an sinirli olması bana o kadar zevk veriyor ki...
Aşiret toplantısından önce ona haber gitmeliydi. Bunu bildiğim için zaten aşiretlere haber vermeden aşiretleri toplamak istedim.

"Evet olmazdı ama Çetiner aşireti bütün aşiretlere haber verdikten sonra bana haber geldi. Ne yaptığını sanıyor bunlar? Ben izin vermeden aşireti toplayabileceklerini mi sanıyorlar? Ne düşünüyorlar acaba?"

Sinirden gözü bir şey görmüyordu. Daha önce biz çiftlikteyken de aşireti ondan habersiz toplamışlardı ve bu iki oluyordu. Aslında olmuyordu ama o öyle biliyordu.
Otoritesinin sarsıldığını düşünüyordu.

Alaz Ulusoy buna sadece sinir olur. Tek sözüyle bunu reddedebilir ama o hepsinin karşısına çıkıp gücünü gösteriyordu. Zaten toplantıyı red etmemesinin sebebi de buydu.

"Bunlar derken?"

Aileme bunlar demek hadsizliktir bir kere.

"Senin ailen diye görmezden geleceğimi mi sanıyorsun? Ulan bu nasıl olur? İki sefer oluyor ama ben üçü beklemeden buna bir son vereceğim."

Belki sinirini bana yansıtmıyordu ama ne kadar sinirli olduğunu görebiliyordum.
Ellerimin arasında titreyen telefona baktım. Kayıtlı olmayan bir numaraydı ama ben kim olduğunu çok iyi biliyordum. Ayağı yanmış it gibi yerinde duramıyordur şimdi.

"Yok. Sen benim için bir şey yapmazsın ama beni görmezden gelmekte senin üstüne yok. Tabii kimse sana ailemin yaptıklarını görmezden gel demiyor. Kendin söyleyip ne diye kendin triplere giriyorsun şimdi?"

Sakince konuşmam onu çıldırtıyordu ama elinden de bir şey gelmiyordu.

"Ben gidip bir bakayım ne diye toplanıyormuş aşiret. Dediklerimi unutma, kendine iyi bak."

Yeter artık bu kadar düşünceli davranması. Allah'tan gidiyordu.

Tam kapıdan çıkıp gidecekken söylediğim şey ile tekrar bana döndü.

"Andım olsun Alaz Ağa, o kadın bir daha bu eve gelirse hiçbir şey umurumda olmaz. Gittiğim yerde ilk önce aşiretleri toplar sonra da neyin ne olduğunu anlatırım."

Alaz Ağa şok!2

Aylar önce ona söylediğim sözler bunlardı.

"Aşiretleri Çetiner aşireti adına ben çağırdım. Sana da en son haber veren bendim. Benim için hiçbirinden bir farkın yok."

Anlamaz gözlerle bana bakıyordu. Kapıda durmuş öylece bana bakıyordu. Kendine gelince birkaç adımda yanıma geldi.
Heybetli vücudu karşısında küçücük kalmıştım ama sinirli gözleri beni gram korkutmuyordu.

"Hatırlıyor musun ağa, sana o kadın bir daha o konağın önünden geçerse aşiretleri toplarım demiştim. Şimdi metresin evinden alındı ve aşiretlerin toplandığı yere götürülüyor. Biraz sonra ben de gidip senin neler yaptığını onca insanın içinde ifşa edeceğim. Herkes Mardin Ağasının hünerlerini görmeli.
İnşallah bu çok sevdiğin otoriten bir barışı hiçe saydığın için yıkılmaz."

Yüzündeki sinir tek tek yok olurken sadece ufak bir saşkınlık ve çokça pişmanlık kalmıştı. Açıkçası ondan bunu beklemezdim. Şimdi kıyamet koparması gerekirdi.

"Haklısın."

"Biliyorum."

"Aşiretlere anlatınca neler olacağını da düşündün mü?"

Tehdit etmiyordu. Gerçekten sormuştu.
Evet, biliyorum ne olacağını.

"Tehdit mi ediyorsun bir de?
Ben bunu sana söylediğim ilk gün dava umrumda olmaz dedim. Artık ne çıkacak kan davası, ne de bozulacak otoriten umrumda değil."

"Tehdit yok. Evet doğru bunları söylemiştin ve Allah kahretsin ki ben onu kendi ellerimle o eve koydum.
Ama ben seni düşü-"

"Beni düşünme ağa. Sen diyorsun ki insanlar beni ,kocasına sahip çıkamamış, diye suçlayacak. Belki de üzerime kuma getirecek öyle mi?"

İkisini de yapamazlar!

"İlki doğru ama ikincisine izin vermem."

"Doğru, sen yasak birlikteliği tercih edersin ama ondan değil. İlki de yanlış. Kimse bana bu ithamı yapamaz.
Sen bunu yaptığın zaman insanlar bana istedikleri kadar kocasına sahip çıkamamış desin. Ben beni bildikten sonra, kocam evde bir karısı olduğunu bile bile metresini eve getiriyorsa o sözü söyleyen herkesi buna pişman ederim. Ben kumayı kabul etmem. Ben sizin durup hakkında hüküm koyacağınız bir kadın değilim. Öyle bir hata yapılsa da talak hakkım var."

Bu göz dağı değildi. Yapacaklarımı söylüyordum.

"Burada boşanma yok. Sen dava için evlendin."

Beni salak mı sanıyordu? Gerçekten dava için evlendim diye boşanma hakkım olmadığını mı sanıyordu?

Gerekirse onu boşamak için hakim, savcı, avukat ve daha bir çok şey olurdum ama onu boşardım.

Ama Alaz Ağa bunu yapacağımdan korktuğu için söylemişti. Çünkü an düşünmeden dediğimi yapacağımı biliyordu.

"Sence bu umurumda mı? Ben sana o kelimeyi söyledikten sonra kim bana ne yapabilir?"

Boş ol dersem kim bana ne yapabilirdi?

"Kendi kendine kurup durma. Ben zaten böyle bir şeye izin vermem."
Kumadan bahsediyordu. Sanki ben izin vereceğim gibi...

"Yalnız Alaz Ağa, ben de metrese izin vermem."
Metres dediğimde sinirlendiği için daha çok bastırarak söylüyordum. Yoksa benden sonra o kadınla yakınlaşmadığını biliyordum. Bu adam zaten o kızı sevseydi benim ona böyle hitap etmeme karşı gelirdi.

Zaten yan yanaydık ama daha çok dibime girip yüzüme doğru bağırmaya başladı.

"Yok metres kadın anlasana. Sikik bir oyun için yalandan onu oraya çağırdım. Neden geldiğinden haberi bile yoktu. Ben onu kovmuştum ikinci kere konağa geldiğinde ama babam yüzünden tekrar işe aldım. Anla artık hepsi yaptığım Allah'ın cezası oyun yüzündendi."

Bunların hepsini biliyordum. O kadınla biz evlendikten sonra sadece ilk kez konağa geldiğinde yalnız kalmıştı. Onu evinden şirkete getirtmiş ve ardından orada artık evli olduğunu söyleyip çıkmıştı. İstihbaratım güçlüydü.

"Bunlar o kadının konağa geldiği gerçeğini değiştirmez."

Israrla çalan telefonumu açtım.

"Ne var gerizekalı?"
Telefonu böyle açmazdım ama karşımdakinin kim olduğunu az çok tahmin ediyordum.

"Alo Berva Hanım."
Bu sefer yüzüme sinsi bir ifade yerleştirdim. Gözlerimdeki alayı bir tek kişi fark edebilirdi.

Alaz Ağa ise çattığı kaşları ile dinliyordu.

"Vay vay vay. Metres Hanım beni arar mıydı ya."

Alaz'ın çattığı kaşların bir de sinir eklenince gülmemek için kendimi zor tuttum. Bunu beklemiyordu.

"Berva Hanım lütfen yapmayın. O aşiret benim ölüm hükmümü verir. Yalvarıyorum ne olur. Alaz'dan vazgeçerim hem."

Alaz Ağa hiçbir cümleyi beklemiyordu ama son cümle ile dumur oldu çünkü telefona donmuş gibi bakıyordu. Oyunumu devam ettirmeseydim gülebilirdim.

"Kusura bakma ya. Ya da bak. Ben, keyfim ve kahyası sizi rezil etmek istiyoruz. Sana tavsiye bir daha tehlikeli sularda yüzme.
Hele fırtınalı sularda yüzmeyi hayal bile etme."
Konuştuktan sonra telefonu kapattım. Ölüm korkusu ona yeterdi.

Ama Alaz Ağa hâlâ şaşkınca bakıyordu.

"Ne oldu? Sevdiğin kadının tek seferde senden vazgeçmesi şaşırttı mı?"

Şaşkınlığı geçince yüzüme baktı. Ayda'nın ondan en ufak şeyde vazgeçmesi onu şaşırtmıştı ama hiç üzülmüşe benzemiyordu. Belki de göstermiyordu.

"Yaptığın her şeyde haklısın."
Tam konuşacakken onu durdurdum.

"Evet. Sonuçta ben de başka bir adamla birlikte olsaydım sen de bana hüküm verirdin."

Söylediğim şeye o kadar sinirlenmişti ki ortadaki sehpayı kaldırıp fırlattı. Zaten üzerindeki her şeyi akşam ben kırmıştım. Sehpa kırılsa bir şey olmazdı.

"Kes sesini."

"Kesmiyorum. Haklı olduğum hiçbir konuda da susmayacağım."

"Ulan nasıl başka bir adamdan bahsedersin?"

Yemin ederim artık bana geliyorlardı. Kendisi benim karşıma başka kadın çıkardığının farkında değildi.

"Dua et sadece bahsettim Alaz Ağa. Senin gibi tutup onu konağa da getirebilirdim."

Gözü dönmüştü. Sinirli halinden korkmam gerekirken benim içten içe mutlu olmam normal değildi.

"Kimi lan kimi, kimi konağa getiriyorsun? Sus kadın! Sus artık."

"Susmuyorum."

"Ulan bu kadının yaşadığı şeyleri duyunca içim acıyor. O nasıl dayandı."
Fısıltısını duydum ama duymamazlıktan geldim.

"Sen kimi getridiğinin farkında değilsin herhalde? Bende gayet tabii beni seven birinin, hatta Deni-"

"Kes sesini, o adamın adını ağzına alma. Öldürürüm onu."

Ona birkaç adım yaklaştım. Gözleri atletimden ve şortumdan açık kalan vücudumda biraz dolansa da son anda kendini toplayıp gözüme baktı.
İşin tuhaf tarafı bu bakışlardan rahatsız olmamıştım.

"Sen ne diyorsun ya? Tutup sevdiğin kızın kolundan onu konağa getiriyorsun ama ben bir adamın adını ağzıma alamıyorum değil mi?
Merak etme ben sen değilim Alaz Ağa. Ben evliyken başka adamları düşünmüyorum, senin aksine."

Birkaç saniye daha gözüme baktı ama ben gözlerimi geri çektim. Bakışlarında tuhaf bir şey vardı. Pişmanlığın yanında ne olduğunu bilmediğim bir şey vardı.

"Kimse bana hüküm veremez. Az sonra gidince de göreceksin. Bana hüküm verecek insan daha doğmadı."

Kaşımı meydan okurcasına kaldırdım.

"Öyle mi. Bence buna emin olma."

Benim kendimden emin tavrım hoşuna gidiyordu. Nasıl bir adamdı bu?

"Ben toplantının olacağı yere gidiyorum. Haklısın ve gerekeni yap. Üzerine düzgün bir şey giyip gel."1

Zaten geldikten beri giydiğim şeylere bakmamak için zor duruyordu.

Bu davranışlarının kararımı değiştireceğine mi inanıyordu?
Öyleyse yanılıyordu.

"Gidince bana haber verenin ecdadını sikeceğim. Çetiner aşireti aşiretleri toplamış ne demek? Bizzat Ulusoy aşireti toplamış, Hanımağam toplamış deseler bu kadar gerilmezdik de.
Belki de ondan bana haber vermediler Ulusoy Gelini. Neticesinde sen, biraz da bensin, benimsin."

Beni sinirlendirmek için söylediği şeylere cevap olarak koltuğun kırlentini fırlattım.
Gülerek kapıyı açtı ve bana döndü.

"Ben fırtınalı suları severim."

Cümlesi kafama dank edince anlamamayı tercih ettim. Madem fırtınalı su seviyordu, bizde onu alabora ederdik. Üstümdeki kıyafetlerle gidecektim tabii ki. Çünkü orada beni kimse görmeyecekti.

Atlet ve şortun üzerine bu sıcakta dizimin bir karış altında, uzun kollu bir hırka giyip önünü ilikledim. Arkasından sözde toplantının olacağı yere doğru sürdüm. Yağmur'a sadece kısa bir mesaj atmıştım.
Bir süre sonra hız sınırlarını zorlayıp önüne geçmiştim bile.

Avucumun içi gibi bildiğim yere gelince yüzünün ifadesini görmek için hemen araçtan indim. Bir süre sonra o da gelmişti.

Arabadan inmeden önce etrafta kimsenin olmadığını bildiğim için hırkamı çıkarıp arabadan indim. Beni aracının içinden atlet ve şortla görünce arabadan nasıl indiğini anlamadım. Öyle hızlı ve öfkeli geliyordu ki...

"Bu ne hal? Beni delirtmek mi istiyorsun?"

Konuşurken aynı zamanda üzerindeki takımın ceketini çıkarıyordu. Yaz ayında bunu nasıl giydiğini hâlâ anlamamıştım oysaki.

Ceketi omzuma atacağı an geri çekildim. Tekrar atmayı denedi ama izin vermedim. Aslında ben de bu şekilde dışardan olmaktan hoşnut değildim.

"Al bunu üzerine yoksa katil olacağım."

"Sen ve sana ait olan hiçbir şeyi kabul etmiyorum Alaz Ağa. Senden ve eşyalarından iğreniyorum. Çıplaksam bile elindeki o ceketi giymeyeceğim."

Çıplak dedim diye mi bilmiyorum ama birden ifadesi değişti.

"İsminin sonundaki soyad benimken, bana ait olan bir şeyi nasıl kabul etmeyecekmişsin?"

Hâlâ ceketi zorla omzuma atmaya çalışıyordu.

"Vallaha onu mecburen adımın yanında tutuyorum. Ha onu da istemiyorsan seni ben nikahıma alayım istersen. Sen benim soyadımı taşırsın ha Alaz Ağa."

Konuşurken aynı zamanda arabada bıraktığım hırkamı almaya gittim. Biraz sonra adamlar gelecekti. Onu bu kadar delirtmek yeterdi.

Hırkamı giyince yüzünde memnun bir ifade oluştu. Kendi ceketini giyerken aynı zamanda etrafa bakmayı daha yeni akıl ediyordu. Kimsenin olmaması kaşlarını çatmasına neden oldu. Birkaç adımda yanıma yaklaşınca onu arkamda bırakıp konağın içine doğru yürüdüm. Bu konak ağalardan birinin kullanmadığı konağıydı ve Alaz Ağa bunu hiç düşünmemişti. Arkamdan gelmeye devam etti.

Konağın avlusunda durunca o da durdu.

"Daha gelmediler mi."

"Yoo geldiler. Sabırsızsın Alaz Ağa, az bekle. Getirin."

Tek sözümle Ayda Çelik saçı başı birbirine girmiş ve ağlamaktan kan çanağına dönen gözleri ile avluya getirildi.

Ama ben yapacaklarımı söylemiştim. Sorumluluk hayatta kabul etmiyordum.

"Alaz Ağa. Ben sözümü tutarım ama siz söz verilmeye değecek insanlar değilsiniz. Siz onca insanın canına neden olacak kan davasını başlatmaya değer değilsiniz. Hele ben sizin gibi insanlar yüzünden onca insana kıyacak kadar ucuz hiç değilim. Sizin gibi basit insanlar için değmez."

Bana ettiği bütün hakaretleri ona geri çevirirken gözümü bir an olsun kırpmadım. O da kırpmamıştı. Her hakaretimde biraz daha yerin dibine girse de haklı olduğumdan dolayı susuyordu.

"Aşiretleri toplamadım. Sadece yüzünüzdeki o korkuyu görmek istedim ve tatmin oldum. Şimdi ikinizi de bu yaptığınıza pişman etmenin zamanı geldi."

Alaz Ağa ne yapacağımı bilmediği için bana merakla bakarken Ayda tırsmıştı. Daha dün sıktığım kolu sargıdaydı. Ağlamaktan yüzünün her tarafı makyaja bulanmıştı. Bu da doğal güzelim diye dolanıyordur şimdi.

Yandaki korumalardan silahı aldığım gibi Ayda'ya doğrulttum ve çığlığını aynı saniyelerde duydum. Bu kadar da korkulmazdı.

"Son duanı etme. Sen zaten dua etmeyi de bilmiyorsundur. Çabuk üçten geriye say."

Saymıyordu. Süre dolunca ne olacağını çok iyi biliyordu.

"Say!"

Korkuyordu. İstediğim de buydu.

"Sana yalvarıyorum lütfen yapma. Lütfen sana yalvarıyorum."

Pis insanlara tahammülüm yok.

"Ayaklarıma kapan!"
Onu öldürmemem için saniyesinde yere eğilirken bir adım geri attım. Köpek gibi yerde kalabilirdi ama ben de önünde diz çökülecek yüce biri değildim.
Hem o pis ellerinin ayakkabılarımı kirletmesine izin veremezdim.

"Seni mi öldüreyim Alaz Ağa'yı mı?"

"Onu. Onu, lütfen bana dokunma. Ayaklarına da kapandım. Yalvarıyorum lütfen."
Bir insan canı için olsa bile kimseye yalvarmamalıydı. Bu çok karaktersizceydi.

Ve Ayda ilk önce sevdiği adamı feda etmişti.

Korumalar tek hareketimle onu karşımdan aldıklarında silahı ona doğrulttum. Tepki vermiyordu, öylece bana bakıyordu.

"Sevdiğin kız senin ölmeni seçti Alaz Ağa, ilk sıradaki sensin."

"Sevdiğim kız değil. O benim hiçbir şeyim değil."

Sırf onu ölüme sürükledi diye sevdiği kadından vazgeçmişti. Halbuki ben erkek olsam, bu kız evli bir adamın arkasından koştuğu ilk an ondan soğurdum.

"Şimdi kimi sevip sevmediğin beni ilgilendirmez. Öleceksin."

Hâlâ tepkisizdi. Korumaları yoktu. Bunu bilerek yapıyordu. Çoğunlukla korumayla gezse de benim yanımda ya yoklardı ya da uzakta duruyorlardı.

"Ölmeden önce söylemek istediğin bir şey var mı?"

Kısa süre yüzüme baktı. Sonra konuşmaya başladı.

"Beni öldürebileceğini mi sanıyorsun? Evet, bu saatten sonra belki beni öldürebilecek tek kişi sensin ama bunu ben istemeden yapamazsın. Etrafta koruma yok diye kimsenin beni korumadığını sanıyorsan yanılıyorsun."

Biliyordum. Her şeyi biliyordum ama onun benden daha güçlü olmasını kabul edemiyordum.

"İnan, ben senin gücünün farkındayım ama bu beni korkutmuyor."

Güldü ilk önce ama bu küçük düşürücü bir gülüş değildi. Aksini iddia ediyordu. Bilmediğimi söylüyordu.

"Benim gücüm ağalıkla sınırlı değil."

"Senin gücünün sınırını biliyorum."

Gülümsemesi yüzünde dondu. Sonra onun sınırlarını bilmem ona göre imkansız olacak ki donmuş ifadesini bir kenara bıraktı. Gerçekten onun hakkında bildiklerimin ağalıkla sınırlı olduğunu sanıyordu.

"Tamam, biliyorsundur eminim. Hadi o silahı bırak. Beni biliyorsan öldüremeyeceğinin de farkında olmalısın."

Kendinden bayağı emindi.

"Evet, öldüremeyeceğimi biliyorum."

Tek hareketle Ayda'yı ve korumaları oradan gönderdim. Biraz sonra olacak şeyler için burada yalnız olmamız gerekiyordu.

Ayda ne kadar korksa da yüzünde sinirli bir ifade vardı. Bu ona verdiğim son şanstı. Ya bir daha karşıma çıkmayacaktı ya da karşıma çıkıp kendi başına sıkacaktı.

Ve dün sıyırdığım kolu hâlâ sargılıydı. Acaba bir kere daha sıksa mıydım.
Neyse, ben bu kadınla uğraşmaktan bıktım. Gereğinden fazla zaman ayırdım.

"Bunu nasıl yaptın?"
Takıldığı tek nokta hiçbir aşireti çağırmamama rağmen, nasıl ona haber gittiğiydi. Çünkü bütün aşiretler toplantıyı kabul etmiş görünüyordu. Olmayan toplantıyı.

"Daha kapasitemin yarısını görmedin ağa."
Bu sözüm yüzünde sırıtışa neden oldu.
İyi de ben onu güldürmek istememiştim ki.

"Görmeyi çok isterim."
Gülüyor mu o?

"Sen beni hiçbir zaman görmedin. Kapasitemin farkında olmaman şaşırtıcı olmadı."

Onu söylediği şey ile vurmuştum.
Yüzü saniye saniye düşerken onu izlemek keyif veriyordu. Ben bu kadar acımasız olamazdım.
Ama bana karşı acımasız olana bin katını yaşatırdım.

Alaz Ağa öne doğru bir adım atınca bakışımla onu uyardım. Bana dokunmaması gerektiğini anlamalıydı.

"Evet, öldüremeyeceğimi biliyorum ama bu içimi soğutamayacağım anlamına gelmez."

Anlamamıştı.
Ama tekrar silahı ona doğrulttuğumu ve yüzümdeki kararlı ifadeyi görünce sıkacağımı anladı.

Korku yoktu. Zaten ondan bunu beklemiyordum ama endişeyle bana doğru adım atmasını hiç beklemiyordum.

Kolundan yaralayacaktım. Bana doğru gelirken nereye denk geldiğini anlamadım. Yüksek ihtimal omuz bölgesine denk gelmişti ama yine de hayati bir bölgeye denk gelme ihtimali vardı.

Ben silahı ateşleyince etraftan aynı anda bir sürü silah sesi gelmeye başladı. Kendini bana siper etmişti. Kurşunlar bu yüzden bize isabet etmiyordu.

Bunu biliyordum.

Evet ölmeyi istemiştim.

Ama bu adam bana siper olmuştu.

"Onun canı yanarsa hepinizi öldürürüm lan. İndirin silahlarınızı. Durun! Kılına zarar gelirse soyunuzu sikerim, durun!"

Tek sözüyle bütün kurşun sesleri susmuştu. Beni korumak için endişeyle bana doğru gelmişti çünkü o da biliyordu, ona zarar geldiği an kimseyi yaşatmazlardı.

Alaz Ağa hafife alınacak biri asla değildi.

Benim aklım hâlâ kurşunun isabet ettiği yerdeydi. Sesi acı çekiyormuş gibi çıkıyordu.

Yavaş yavaş beni kendi bedeninden uzaklaştırırken deminden beri onun kokusunu soluduğumu daha yeni fark ediyordum.

Vücudumuzun teması tamamen kesilince omzundan aşağı süzülen kana baktım. Kurşun içeride kalmıştı. Hastaneye gitmesi gerekiyordu.

"İyi misin? Berva bir yerine kurşun isabet etti mi?"

Sesi gerçekten acı çekiyor gibiydi.

"Cevap ver Berva iyi misin?"

Kendisi vurulmuştu ama hâlâ benim nasıl olduğumu soruyordu. Gözleri vücudumda hasar tespiti yapar gibi dolanırken gözlerindeki endişeyi görebiliyordum.

Ama ben ona sinirliyim değil mi?

"İyiyim. Yok bir şeyim. Ne diye kendini bana siper ediyorsun?"

Artık bu halime alışmıştı.

"Ölecektin kadın. Hâlâ kafa tutuyorsun."

"Amacım da oydu zaten."

Kan kaybından atmayan rengi benim söylediklerim ile atmıştı. Birden bembeyaz kesildi.

Onu gizlice koruyan adamların farkında olduğumu anlamıştı.
Artık gücünün farkında olduğumu biliyordu.

"Neden ölmek istiyorsun?"

Hayal kırıklığı ile sormuştu.
Kırılması gereken kişi ben değil miydim?
Hem dün duyduğu şeylerden sonra bunu sorması normal değildi.

Ama korumaları nereden bildiğimi de sormadı. Çünkü ne kadarını bildiğimi bilmek istemiyordu.

"Tamam, çok kötü şeyler yaşadın, ve hatta üstüne ben hayatını altüst ettim ama ne olur ölmek isteme gelincik çiçeği. Bana bunu yapma."

Ölmek istemem onu üzüyordu. Gerçekten üzülmüştü.

Hâlâ kolu kanıyordu.

"Ölmem senin yararına olur Ulusoy Ağası."

Önüme dönüp avludan çıktığımda arkamda duyduğum sert ayak sesleri onun da geldiğini gösteriyordu. Bir insan ayak sesleri ile sinirini gösterebilir miydi?

"Konuşmamız lazım."
Ciddi olamazdı. Az önce konuşulacak her şey konuşulmuştu ama bu adam anlaşılan daha çok laf yemek istiyordu. Yaralıydı bir de.

"Ne konuşalım?
Yirmi gündür beni nasıl kandırdığını mı yoksa otuz iki gün ettiğin hakaretlerini mi? Ya da metresini?
Bir zamanlar ölen kızı tekrar diriltip nasıl can çekiştirdiğini. Neyi konuşalım ağa?
Bana yaptığın her şeyin cezasını tek kurşunla ödedin.
Benim seninle konuşacak tek kelimem yok bundan sonra."

Alaz Ağa sözlerimle sinirlenip aracına binip gitti. Hemen ardından abimin hediyesi olan arabama binip kısa süre içinde onu geçtim. Araba hediye olmasaydı aracına hafifçe çarpabilirdim.

Yaralı haliyle tek başına araba sürüyordu. Kurşun da içeride kalmıştı.

Bir de bana siper olmuştu.

"Onun canı yanarsa hepinizi öldürürüm lan. İndirin silahlarınızı. Durun!"

Söylediği şey aklımdan çıkmıyordu.

Eve vardığımda Yağmur bana ne oldu der gibi baktı ama onu geçiştirdim. Onu da yanıma alıp Çetiner konağına doğru yol aldım. Bugün işlerim bitmişti. Babamı görebilirdim.

Çetiner konağının kapısına kendi arabamla gelince beni tanıyıp hemen kapıyı açtılar. Kapının önünde durup önce bütün korumalara selam verdim. Hepsi benim bir abimdi ve bende emekleri çoktu. Hele bazıları ile gizli işlerimi yapıyordum ki onlar birtaneydi.2

Selamıma ciddi ifadelerine çok belli olmayan bir tebessüm yerleştirip karşılık verdiler. Sanki gülseler ne olurdu? Ama yine de bana olan saygı ve sevgilerinden şüphe etmiyordum. Yapıları böyleydi.

Konaktan içeri girince avluda oturan anne ve yengem yerinden kalkıp bana doğru geldi. Bir korumaya arabanın anahtarını verince onu garaja götürdü. Annemin yüzündeki gülümseme o kadar güzeldi ki bu ifadeye ölebilirdim. Yüzümdeki gülümseme ile onlara sarıldım. Kötü ve sevmediğim insanlara karşı sert olmam aileme karşı sert olacağım anlamına gelmezdi.
Samimi bir tebessümü haketmeyen insanlar vardı .

Annem ve yengem ile evin salonuna geçtik. Diyar koltukta oturmuş başını arkaya yaslamıştı ve odaya sessizce girdiğimiz için bizi fark etmemişti. Kulağına yaklaşıp.

"Hayırdır gelin Hanım, yorgunluğunu atamadın mı?"diye sormamla irkilerek kalktı ve beni karşısında görünce şaşırdı. Söylediğim şeyi yanlış anlamış olsa gerek kızarmıştı. Ben kesinlikle fesat değildim, onun içi fesattı.

Benden yaşça büyüktü ama ben ona ne dersen o utanıyordu. Sanki bir terslik vardı.

Ona da sarılıp koltuklardan birine oturdum. Annem yanıma her iki yengem de karşıma oturdu. Zeynep yengemin karnına bakınca içim bi hoş oluyordu. Yağmur mutfaktan su içip gelince o da Diyar'a sarılıp benim diğer yanıma oturdu.

Annem ilk önce orada nasıl olduğumu, durumunu falan sordu ama ona bir şey söylemedim. Yağmur buruk bir şekilde baksa da annem bana inanmıştı. Acaba olanları söyleseydim inanır mıydı?

Bunları düşünmek istemiyordum.

Kaçak çay ve atıştırmalık eşliğinde sohbet etmeye başladık. Annem Alaz Ağa'nın neden gelmediğini falan sorunca işlerinin olduğunu söyledim. Ne diyecektim?

Metresi ile beraber?

Allah bilir nasıl oyunlar kuruyor?

Beni milyon kere daha öldürecek şeyler planlıyor?

Ya da kimsenin bilmediği işler yapıyor.

Hiçbirini söylememiştim. Artık sadece onu düşününce vücudum tepkisiz bir şekilde duruyordu. Ona artık sinirlenmiyordum bile. Belki ona biraz inanmış olabilirdim ama ben çok kindar bir insanım. Belki de öyle olmaya mecbur bırakıldım. Benim yaşadığım şeyi unutmam değil kolay kolay, ancak bir mucizeyle olurdu. O yüzden ben hiç kimseye vazgeçilmez gibi hissettirmedim. Ailem hariç hiç kimseye.

Hiç kimse vazgeçilmez değil.

Akşama kadar oturup sohbet ettik ve ben bir saniye bile yüzümdeki gülümsemeyi silmedim. Kendini bilmez bir insan yüzünden aileme karşı tavrımı değiştirmezdim. Bunu yıllar önce yaptım ve sonucunda yine kendime zarar verdiğimi anladım.

Bu akşam yemekleri ben hazırladım ve babam ile abilerim gelince Yağmur'u da alıp odama geçtim. Her şey hâlâ aynıydı. Saçımı taradığım tarağım bile hala içindeki iki tel saç ile makyaj masamda duruyordu. Fazla olduğu için yanıma alamadığım test kitapları da hâlâ çalışma masamda duruyordu. Tek fark vardı. Ben artık evli ve yirmi yaşındaydım.

Odama gelmişken dolabıma ilerleyip evlenmeden önceki kıyafetlerden birini alıp giydim. Dizimin bir karış altına gelen mavi elbisemi giyip beline yine aynı kumaştan olan kemerini taktım. Saçımı açıp önüme düşmesin diye mavi bir bandana taktım. Tıpkı eski günlerdeki gibi.

"Ya keşke ben de bunu giyseydim."
Bu elbisenin ve bandananın aynısı Yağmur'da da vardı. Beğendiğim için ona da aynısını almıştım.

"İstersen dolabımdan bir şey giy."

"Yok ben zaten spordan sonra üzerimi değiştirdim ama sadece mavi elbisemi giymek istiyordum."

"Merak etme. Başka zaman aynı giyeriz."

Dışardan gelen sesler ile konağın kapısına baktım. Babam ve abilerim gelmişti. Onların işlerini halledip sofraya geçecekleri zamana kadar bekleyip sofra kurulu olan salonun kapısına kadar geldim. Babam ve abilerimin sesi gelince gözlerimden akmak için can çekişen yaşları inatla reddettim. Akarsa bir daha durduramazdım.

Babamın afiyet olsun demesi ile herkes yemek yemeye başlamıştı. Birkaç kaşık ,tabak sesinden sonra babamın sesi duyuldu.

"Bugün yemekleri kim yaptı? Kızımın yemeklerine benziyor. Meryem Hanım sen mi yaptın?"
Ardından Hazar abim konuştu.

"Evet ya prensesimin yemeklerine benziyor."

En son konuşan ise Mirhan abim olmuştu.

"Zaten eve gelirken kardeşim gibi kokuyordu. Yoksa gülüm buraya gelip bizi görmeden mi gitti ?"

Konuşmaları ile artık yaşlarımı tutamayacağıma emin oldum ama kendimi zorladım. Elimin değdiği yemeği, kokumu bile tanıyorlardı.

"Mirhan Ağa ben seni çıldırtmadan gider miyim?"
Sesimi duymaları ile herkes kapıya döndü. İkidir onlara bunu yapıyordum ama ne yapayım, onları mutlu görünce sanki yaşamamın tek nedenini yerine gelmiş oluyor.

Ben konuştuktan sonra odaya girince babam ve abilerim hemen kalkıp bana sarıldı. Ağlamayacaktım. Babam içine titrek bir nefes çekip 'anam' deyince ağlayacak gibi oldum ama tuttum kendimi. Yağmur ve ben de sofraya oturunca mutluluktan kimse yemek yemiyordu. Ben babam ile Mirhan abimin arasına oturmuştum.

"Aa ben yaptım diye mi yemiyorsunuz?"
Yalandan üzülmüş gibi yapıp yemek yemelerini sağladım.

"Bitmesin diye yemeye kıyamıyoruz yavrum."

"Baba ben istediğin zaman gelip sana yaparım ki."

"Bitmesin diye kıyamıyoruz gülüm. Uzun zaman sonra bu kadar güzel yemek yememiştim."
Abim sözlerini bitirince yengeme baktım. Hamileliği ilerlediği için ne zamandır yemek yapmıyordu ve abim aslında bunu beni mutlu etmek için söylemişti ama yengem anlaşılan alınmıştı.

Yengem elindeki kaşığı bırakıp yemekle bakışmaya devam edince yanımda olan abimin dizine elimi koydum. Bakışları beni bulunca gözlerimle yengemi işaret edip sağ elimin baş parmağını boğazıma götürüp kesmiş gibi yaptım. Yengem hamile olduğu için çok alınmış ve gözleri dolu doluydu.

Abim yanında oturan yengemin elini alttan tutup fısıltı ile bir şey söyleyince başımı diğer tarafa çevirdim ama ne dediğini duydum. Duymasam şaşırtıcı olurdu.

"Ben o mutlu olsun diye öyle söyledim jınamın (karım). Yoksa yemekler çok kötü olmuş. Hem ben senin yemeklerini özledim. Paşam çabuk gelsin de bize yemek yap."

Abim yengemin gönlünü yaparken beni gömmüştü. Tabii ki o üzülmesin diye yapmıştı ama ben de trip atabilirdim. Yeteri kadar yemek yemiştim zaten.

Yengemin yüzü tekrar gülüp yemek yemeye başlaması ile abimin dizinde olan elimi çekip yüzümü babama çevirdim. Tabii sert bir şekilde çektim ki trip attığımı anlasın. Herkese afiyet olsun deyip sofradan kalktım ama kalkmadan önce abime dönüp yalandan doldurduğum gözlerim ile ona baktım. Yüzü düşünce arkamı dönüp odama gittim. Giderken bir tepsi yemek de götürmüştüm çünkü kara kaşlım gönlümü almak için gelecekti.

Odaya girdikten beş dakika sonra beklediğim gibi abim de odaya gelmişti. Yüzü düştüğü için kendime kızsam da yine de üzgün durmaya devam ettim. Abim bana yaklaştı ve yatağın önünde durdu. Ben oturduğum için o da karşımda diz çöktü ve elleriyle çenemden tutup nazik bir şekilde ona bakmamı sağladı.

"Abiciğim, niye yüzünü asıp buraya geldin? O gözlerini niye doldurdun? Biliyorsun yemeklerini çok sevdiğimi. Yengen üzülmesin diye öyle söyledim ben."

Abim o kadar güzel konuşuyordu ki az sonra gerçekten ağlayacaktım. Abi ben bunları zaten biliyorum.

"Beni üzmek daha cazip geldi."
Ağlamaklı çıkan sesim ve dolu dolu gözlerim ile ona baktım ama bu sefer gözlerim kendiliğinden dolmuştu. Sanırım abime sarılıp ağlamak istiyordum.

"Yok öyle bir şey. Ben senin üzüleceğini düşünmedim ki. Hadi gülüm doldurma gözünü."

Kollarımı boynuna sarıp gözüme batan yaşları omzuna akıttım. Ağlamamın sebebi yengeme dedikleri değildi. Yaşadıklarım çok koyuyordu.

"Şş bitanem bak bana."
Ona gülen yüzüm ile baktım. O da güldü ve kollarım boynundayken yanıma oturup kollarını belime doladı. Boynundaki ellerimi indirip bir elimi ben de onun beline doladım.

"Biliyorum abi. Şaka yaptım sadece ama seni özlediğim için biraz duygulandım sanırım."
Beni kendine çekip daha sıkı sarıldı.

"Beni özleseydin sık sık gelirdin küçük Hanım. Ayrıca sen nasıl böyle bir şaka yaparsın? Seni antenli küçük canavarlara vereyim mi?"

Aa hayır. Ben karıncadan küçükken çok korkardım ama şimdi sadece tiksiniyordum. Yine de onlarla ilgili konuşmak istemiyorum. Vücudumda dolanıyormuş gibi hissediyordum.

"Yav abi ya ne karıncası? Hem asıl cezalı olan sensin. Demek ben kötü yemek yapıyorum ha? Bak bu tepsideki bütün yemekleri yiyeceksin. Hemen."

Abim gülerek yanağıma bir öpücük kondurdu ve komodinin üzerindeki tepsiyi alıp kucağıma bıraktı. Ben kucağımdaki tepsiye bakarken o kaşığı çorbaya daldırıp bana uzattı. Tok olmama rağmen yine de elinden çorba içmeye hayır demedim. Ben ona bir kaşık getirmek için kalkacakken o benim yediğim kaşıktan yemeğini yemeye devam etti. Buna şaşırmadım. Bazen gıcıklık olsun diye benim bardağımdan çay bile içerdi çünkü ben başkasının ağzını sürdüğü bir şeyden yiyip içmezdim. Ağzına koyduğu kaşığı bana uzatınca yüzümü ekşitip kafamı iki yana salladım.

Tepsiyi yatağa bırakıp o yemeğini yiyene kadar türlü türlü şeyler yapıp onu güldürdüm. En son tepsiyi eline verip beline atlayıp odadan çıktık. Beni sırtında mutfağa kadar taşıdı sağolsun.

Mutfakta sırtından inip yanına geçtim. Beraber avludaki sedirlere oturmuş sohbet ediyorlardı. Babam el hareketiyle beni yanına çağırınca Mirhan abime çimdik atıp Hazar abime dil çıkardım. Anneme bir öpücük kondurup babamın yanına geçtim. Yağmur ise annemin yanında oturuyordu. Anne kızdan farksızlardı.

Geç saatlere kadar sohbet ettik ve babam her on dakikada bir kulağıma nasıl olduğumu, Alaz Ağa'nın bana nasıl davrandığını, o konakta nasıl olduğumu ve bana nasıl davrandıklarını soruyordu.
Hepsine iyi demiştim. Yalan söylemiştim.

Annem ve babam geç olduğu için uyumaya gitti. Ben de Yağmur ile beraber odama çıktım. Hazar ve Mirhan abilerim ise eşlerini alıp benimle aynı katta olan odalarına gelmişlerdi.

Bizim katta bulunan terasa çıktım. Herkesin odasından bu terasa çıkılıyordu ama bu gece kimse yoktu. Her iki abimin de balkon kapısını çalıp açmalarını bekledim. İkisi de çıkıp merakla bana bakıyordu. Ben yengeleri ve Yağmur'u unutmuştum.

"Yok bir şey ya iyi geceler."
Ben eskisi gibi terasa döşek atıp iki koca adamın arasında uyumak istiyordum ama artık onların eşleri vardı ve benim de beni bekleyen arkadaşım. Onlara arkamı dönüp odaya girecekken iki kolum aynı anda tutuldu.

"Ne diye rahatsız ediyorsun küçük cadı?"
Gözlerim anında doldu. Ben onları görünce fazla mı duygusal olmuştum ne? Ama ben odalarına istediğim zaman dalarken artık kapılarını çalmamdan rahatsız oluyorlardı.

Sanırım hamile yengem bile benim kadar çabuk alınmamıştı. Ben bu eve geldiğim saatten beri çok duygusal olmuştum.

"Bir daha olmaz. Kusura bakmayın rahatsız ettiğim için."

Ellerimi sertçe onlardan çekip odama girdim ve balkon kapısını kilitledim. Yağmur yatağa uzanmış beni bekliyordu. Benim pijamalarımdan giymişti.

Ben de dolabımdan bir eşofman takımı alıp üzerimdeki mavi elbiseyi çıkardım. Bandanamı da çıkarıp giyinme odasından çıkarken odamın kapısı çalındı. Yağmur ben yetişemeden gel demişti bile.

Kara kaşlım ve kara gözlüm aynı anda odaya dalınca içerde bir kız varken bir odaya nasıl girilir öğretmem gerektiğini anladım.

Ya da çok sevdikleri eşleri anlatsın.

İkisi aynı anda üzerime doğru yürüyünce az önce çıktığım giyinme odasına tekrar girdim ama kapıyı kapatmam ve açılması aynı anda oldu. Abilerim beni ellerimden tutup odaya çekti. Yağmur ise kahkaha ile bizi izliyordu.

"Yav abi ne var ne?"
İsyankar sesime kaşlarını kaldırarak baktılar. Eyvah! Sonum geldi.

"Gel bakalım küçük cadı. Kapıyı üstümüze kilitlemenin cezasını çekeceksin."

Herkes de bana ceza veriyor.

"Uyuyoruz abi içerde kız var ya hani, ne diye dan diye dalıyorsunuz odaya."

"Hazar ne diye dan diye dalıyorsun."

"Ağam ben ne diye dan diye dalmadım."

Gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum ama Yağmur'un eğlendiği kesindi.

Abim beni terasa çıkarınca kara gözlüm de arkamızdan gelmişti.

"Söyle bakalım niye çaldın kapıyı?"
Söylemezsem sabaha kadar bu terasta durabilirdik.

"Eskisi gibi terasta uyuyalım diyecektim ama siz evlenmişsiniz. Çok sevdiğiniz eşleriniz sizsiz uyuyamazlar. Vazgeçtim. Hem benim de arkadaşım var o yüzden olmaz."

Abilerim ben gerçek miyim diye yüzüme bakıyorlardı ama kıskançlığımı şimdiye kadar anlamaları gerekiyordu.

"Bir tek biz mi evlendik?"
Hazar abimin söylediği şey utanmama sebep oldu. Doğru ya,ben de evliyim.

"Serin döşekleri bugün terasta uyuyalım."
Mirhan abim ne dediğinin farkında mıydı acaba?

"Abi Allah aşkına yengem sekizinci ayını dolduracak sen ondan ayrı mı uyuyacaksın? Hem ben arkadaşımı odada tek bırakıp buraya gelemem . Yengeler duymasın sonra fena olur.
Valla benim görümcem gelecek de kocamı yanımdan alacak da kendisi uyuyacak. Yolarım öyle görümceyi. Yengeler beni yolmadan gidiyorum."

Aman Ya Rabbi. Ne dedim ben?
Hayır ben bu cümleleri kurmadım değil mi?
Ayy parmaklarımla oynuyorum, kesin söyledim.
Vallaha rezil oldum. Nasıl bakacağım suratlarına?
En iyisi ufaktan ufaktan kaçmak.

" Hanımağam merak etme abim bizimle uyumayı sevmez. Ben gelince Berat'ın kucağında uyurum."
Hayır.
Yav bu ne böyle? Benim buradan derhal gitmem gerek.
Ama bunu Diyar'a ödetmezsem ben de babamın kızı değilim.
Uçar adım çıktığım odama tekrar girip yine kapıyı kilitledim.
Allah'ım sabaha bir günlük hafıza kaybı diliyorum.

Odaya girdiğimde Yağmur kahkaha atarak bana bakıyordu. O da duymuştu. Elime aldığım yastığı ona fırlattım ama hala gülüyordu.

"Çok mu gülmek istiyorsun?"
Bu sözü söyledikten sonra kafasını sağa sola sallayıp gülmesini durdurmaya çalıştı ama ben tek hamlede üzerine çullanıp onu gıdıklayınca gülmeye devam etti. Madem gülmek istiyordu biz de güldürürdük.

Gıdıklamayı bırakıp rastgele bir yerlerine vurmaya başladım. Saçını çekince o da bana karşılık vermeye başladı. Tabii kimse can acıtacak kadar hızlı çekmiyordu. Ondan ayrılıp ters bakışlarla banyoya girdim. İşlerimi halledip çıkınca yatağa uzandım. Gece yine karanlığa esir olurken zihnim de yaşadıklarıma esir oluyordu. Ağlamamaya çalışarak uyudum.

Sabah kalktığımda Yağmur hâlâ yanımda uyuyordu. Yataktan kalkıp üzerime pantolon ve tişört giyip dışarı çıktım. Yağmur biraz daha uyusa da olurdu.

Telefonuma bakacağım esnada görüş açıma giren kişi ile hemen ona doğru koştum. Beni gördüğüne mutlu oldu ama şaşırmadı. Her yerden haberi olan adam benim buraya geldiğimi tabii ki biliyordu.

"Ahmet abi."
Kısaca sarılıp ayrıldım ondan. Şoförüm olabilirdi ama o benim abimdi. Etrafıma bakınca kimsenin olmamasına sevindim. Olan korumalar da Ahmet abinin işbirlikçim olduğunu biliyordu. Babam Ahmet abiyi ne kadar sevdiğimi biliyordu ama sarılacak kadar olduğunu bilmiyordu. Kimse bilmiyordu. O yüzden bu yakınlık fazlaydı.

"Dur kızım bir gören olacak."
Bana gülen gözlerle bakıyordu. O benim gerçek abimdi. Aksini iddia eden kıskancın önde gideniydi.

"Ne yapayım abi özledim işte seni. Hem sen söyle bakalım dediğim şeyi araştırdın mı?"

"Ben diyorum işte işin düşmeden gelmezsin diye."
Yüzümü asınca şaka yaptığını söyledi. O da kıyamıyordu bana. Halbuki tanıdığım herkeste beni kuşbaşı yapacak göz vardı.

"Araştırdım. Bu aşiret çok büyük bir aşiret değil ama yine de intikam için her şeyi yapacaklar gibi. Sonuçta umut verip onları yarı yolda bırakmışlar."

"Sence ben buna izin verir miyim?"

"Sence seni aşiret işlerine karıştırırlar mı?"
Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. Ben her şeyi yapabilirdim. Alaz Ağa kadar olmasa da benim de yapacaklarımın bir sınırı olamaz.

"Haber bekliyorum."

"Sağol abi teşekkür ederim."
Her zaman ona söyleyeceğim şeyleri yapmak için hazırolda bekliyordu.

"Hanımağa, yaptığın şeyin intihar olduğunu biliyorsun. Bunun ifadesini başka zaman geniş bir vakitte senden alacağım. Dayak yemeye hazır ol."2

"Abi-"

"Sonra Ulusoy Gelini, sonra."
Bana onun gibi hitap ediyordu. Bir de üstüne gülüyordu.
Bir şey söylememi beklemeden arkasını dönüp gitmişti. Ah Alaz Ağa! Beni dillere de düşürdün.

Kahvaltı için salona yöneldiğimde herkes oradaydı. Huzurla kahvaltı edince abilerim ve babam bugün benim için işe gitmeyeceklerini söyledi ama ben onları zorla gönderdim. Her buraya geldiğimde işlerini aksatırlarsa ohoo.

Sabahtan beri bakmadığım telefonuma bakınca on dokuz cevapsız arama olduğunu gördüm. Hepsi de Alaz Ağa'dan gelmişti.

Açmamıştım, açmayacaktım. Telefonum akşamdan beri sessizdeydi ve bu benim pek yaptığım bir şey değildi. Allah bilir neden aramıştı?

Telefona bakarken bir daha çaldı ama ben yine açmadım.

Yengelerim annem ve Yağmur ile sohbet ederken zaman çok çabuk geçmiş ve öğlen olmuştu. O süre içinde Alaz Ağa yirmi bir kere daha aramıştı.

"Yenge."
Diyar'ın yanına geçip ona sessizce fısıldadım.

"Efendim?"
Ne kadar masum bir şekilde konuşuyordu ama ben dün akşamı unutmamıştım.

"Hazır ol akşam her an sana sürpriz yapabilirim."
Tam ağzını açmıştı ki bir şey sormaması için onu uyardım.
Akşam biraz da o utansın. Aslında Zeynep'i de utandırsam bir şey olmaz ama o her an ağlayabilir ve ben prensimi üzemem.

Sohbet etmeye devam ederken uzaktan üzerimde olan bakışları hissettim. Bakışları hissettiğim yöne bakınca Ahmet abi bana bir işaret yaptı. Kimseye bir şey demeden yerimden kalktım ve avluya çıktım.

Ahmet abi beni görür görmez ciddi ifadesine büründü. "Alaz Ağa kapıda ve eğer gitmezsen içeri girecekmiş. Ee, damadımızı durduramam ben."dedi alayla.

Ona kısaca bir cevap verip hemen konağın kapısına doğru ilerledim. Ahmet abiye gelmemesini söyledim çünkü Alaz Ağa artık bir şeylerden şüphe edebilirdi. Ahmet abi ile aramızdaki sırrı bilmesini istemiyordum.

Kapıya gelince adamlar koca kapıyı açtı ve Alaz Ağa siyah lüks arabasına yaslanmış bir şekilde göründü. Bu kadar yakışıklı bir adam nasıl bu kadar kötü olabilirdi?
Normalde içi kötü olan insanın kötülüğü dışına vururdu ama bu adam bildiğin taştı.

Hiç duraksamadan ona doğru yürüdüm. Ne korkum vardı ne de çekincem. Asıl onun utanması gerekirdi.

"Yine ne oldu ağa?"
Karşısında durduğumda duruşunu dikleştirip bana baktı. Ben bu adama baktığımda rahatsız oluyordum. Ben bana zarar veren kimseye bakmak istemediğim için rahatsız oluyordum ama maalesef bana zarar veren insanlarla aynı ortama düşüyordum, sürekli.

"Neden haber vermeden buraya geldin?"
Şaka mıydı bu adam ya? Ben bir de ondan izin mi alacaktım?
Sanki keyfimden gelmişim gibi konuşmuyor mu, yav kendimi damdan atasım geliyor.

Sadece güldüm. Ona cevap vermeyecektim çünkü sorduğu soru bir cevabı bile hak etmiyor. Soru hak etse bile bu ağa bozuntusu hak etmiyor.
Gülüşüm onu sinir ediyordu. Ya da cevap vermemem...

"İki gün daha kalıp konağa gel."
Bu adam kesin beni deli etmeye çalışıyordu. Emir veren ağzındaki dişleri eline vermemek için zor tutuyorum kendimi ama bu adama bunu da yapamam. Bunun kalıbı benim üç katım kadar var.

"Nerede, ne kadar kalacağım seni ilgilendirmez. Evime gelirken sana sormayacağım. Alaz Ağa bir şey olmamış gibi davranma çünkü midemi daha fazla bulandırıyorsun."
Sözlerim onu sinirlendirirken ben içten içe gülüyordum. O benim ifadesiz ve hakaretvari sözlerime sinirleniyordu. Peki ben onun dümdüz hakaretlerine, bağırıp durmalarına ve aşağılamalarına nasıl katlandım?

"Nasıl beni ilgilendirmez. Karım olduğunu unutuyorsun ama ben hatırlatabilirim. Der-"
Bu adam ne diyordu böyle. Gerçekten onca şeyden sonra karısı olduğumu mu söylüyordu. Yüzsüz.

Lafını tamamlamasına izin vermedim çünkü her an cinnet geçirebilirdim.
Yine ifadesiz tuttuğum sesimle konuştum.

"Alaz Ağa sen sadece bir kere bana karın olduğumu söyledin, onda da metresini ve seni aşiretlere duyurmayayım diyeydi. Ha bir de oynadığın oyunda birkaç kere demiş olabilirsin değil mi? Unutmuşum.
Şimdi geçip karşıma 'benim karımsın' diyemezsin ağa. Onca yaptığın şeyi hiçe sayıp öyle bir şey diyemezsin."

Sözlerimi bitirip konaktan içeriye girdim. Arkamdan söylediği hiçbir şey umrumda değildi. Kimse benim ne yapacağımı söyleyemez,bana emir veremezdi. Adama bak ya Allah'ım çıldıracağım.

İkindi vakti babam ve abilerim eve geldi. Normalde bu saatte gelmezlerdi ama bugün geldiler. Ben direkt Mirhan abimin kollarının arasına girip eve doğru yürüdüm. Hazar abimin arkadan kıskançlık sesleri geliyordu.

"Diyar yenge!"

Seslenmem ile Diyar dışarı çıktı. Ne oldu der gibi bana bakınca ona sinsi bir gülüş attım.

"Hazar abimin kolları boş kaldı. Hazar abim bana sarılmayı sevmez en iyisi gelip sana sarılsın. Aç kollarını utanma bak gözlerimi kapatacağım."

Hazar abim de aynı sinsi ifade ile bana bakıp karısına döndü. Diyar'ın kızaran yüzü utandığını gösteriyordu.

"Gel prensesim sana sarılayım."

Ne! O az önce Diyar'a prensesim mi dedi?
Kesin beni kıskandırmak için dedi.

"Hazar Ağa, benim lakabımı nasıl başkasına söylersin? Bir daha bana o şekilde seslenme."

Evet, ortalık iyice karışmıştı.

"Ben başkası mıyım gelin Hanım."

"Diyar, bana Hanımağam diyeceksin."

"Berva, bana yenge diyeceksin."

"Hazar bana bir daha prensesim deme."

"Tamam gülüm yeter bu kadar."

"Mirhan Ağa, sen de bana Hanımağa diyeceksin."

"Ama prensesim-"

"Bana onu deme. Hanımağam diyeceksin."

"Doğuruyorum."

"Zeynep yenge dur doğurmanın sırası değil. Sen bana Hanımağa demeden de ol-"

Doğuruyor mu?
Herkes telaşla ona döndü ama yüzünde doğurduğuna dair tek bir ifade bile yoktu.
Mirhan abim ise, yoktu.

"Abim nereye gitti?"

"Alıştırma yapmıştık. Kesin doğum çantasını almaya gitti. Siz de uzatmayın, görümcem haklı. Mardin Hanımağası mı? Evet. O halde herkes ona Hanımağam diyecek."

Ve zafer benimdi çünkü bu kadının dediği olmazsa cıngar çıkarırdı.

1 ağustos

Bir hafta sonra

Alaz Ağa'nın geldiği günün üzerinden bir hafta geçmişti. O iki gün dediği için daha fazla kalmıştım aslında yoksa konakta yapacaklarım vardı. Daha Ahmet abinin dediği aşireti halletmemiştim. Umut verip de yarı yolda bıraktıkları aşiret başımıza iş açacaktı. Vallaha ben kocamı vermezdim.

Ne kadar sevmesem de...
Gerçi Alaz Ağa benim bu yaptığım şeyleri saniyesinde hallederdi ama ben neler yaptığımı ondan profesyonelce saklıyordum.

Gerçekten bunları yapmak saniyesini almazdı.

Yani dava için boşanamadığımız için ya Berat ya da kuma işin içine girecekti ama ben ikisine de izin vermezdim. Ne kumayı kabul ederdim ne de Berat'ın sevmediği biri ile evlenmesine izin verirdim.

Dün akşam konakta ailem ile vedalaşıp kimseye görünmeden Ulusoy konağına girmiştim ve hatta Alaz Ulusoy'un uyuduğu odaya yani kendi yatak odama kadar korumalar hariç kimse beni görmemişti.
Saat geç olduğu için herkes uyuyordu ve ben de üzerimi değiştirip yanıma da fazladan kıyafet alıp başka bir odaya geçtim.

Alaz Ağa evde yoktu. Olsaydı zaten geldiğimi fark edip bu odaya gelmeme izin vermezdi.

Acaba kolunda sorun mu çıktı da eve gelmedi?

Merak ediyordum ama uykum vardı. Uyudum.

Sabah uyandığımda yanıma aldığım pantolon ve tişörtü üzerime geçirip aşağı indim. Kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçerken Sevgi, Ayşe Hanım ve Zehra mutfaktaydı. Sevgi gülen gözlerle bana bakıyordu ama o gözlerdeki merak duygusu daha ağırdı. O da beni merak etmişti ama maalesef ben artık kimseye güvenmiyordum.

Kısaca bir selam verip kendi kahvaltımı kendim hazırladım. Yemeğimi yedikten sonra ahırda olan Rüzgar'ın yanına gittim. Alaz Ağa'nın dün gece geç geldiğini Mustafa'dan öğrenmiştim. Uyandığına emin olduğum bir saatte Rüzgar'ın yanından ayrılıp mutfağa geçtim. Yüzümde yine aynı ifade, İfadesizlik...

Berat ve Alaz Ağa sofraya oturunca mutfaktan çıkıp yanlarına gittim ama ikisinin de bakışları tabaktaydı."Günaydın Berat abi."demem ile ikisinin de bakışı ban döndü. Berat abi kahvaltı sırasında Alaz Ağa'ya ters bakış attığından olanları bildiğini düşünüyordum. Hatta emindim.

Olanları bildiği için konağa geldiğime şaşıyordu ama yapacak başka bir şey de yoktu.

"Günaydın Berva, gel sofraya otur. Ne zaman geldin?"
Onun da yüzünde hem sevinç hem utanç hem de sinir vardı. Utanması gereken kişi o değilken üstelik.

"Dün gece geldim abi. Sana afiyet olsun ben kahvaltımı yaptım."
Yüzümdeki İfadesizlik hoşuna gitmese de beni başıyla onayladı. Bir çift siyah gözün bakışları altında dün uyuduğum odaya geçtim. Bir saniye olsun gözünü benden çekmezken bir saniye bile ona bakmamıştım. Yüzündeki saşkınlığı ise kim olsa tahmin edebilirdi.

Aşağıda sesler yükselince Berat'ın, Alaz Ağa'yı yukarı gelmemesi için uyardığını anladım ama o Alaz Ulusoy'du. Biraz sonra buraya damlardı. Ve damladı da.

"Ne zaman geldin?"
Sesi biraz sert ve merak doluydu. Koca kapıyı kaplayan cüssesi ile kim olsa bu sert tavrından korkardı.

"Dün gece."
O ne derse desin ona karşı hep bu kadar ifadesiz olacaktım.

"Neden odaya gelmedin?"

"Geldim ve ihtiyacım olan birkaç şey alıp bu odaya geldim. Sen yoktun."

"Anlamalıydım. Fark etmiştim ama başka odada uyuyacağını düşünmediğim için yanıldığımı. Sandım. Neden burada uyudun?"
Sınanıyorum galiba.

"Nedeni gayet açık değil mi Alaz Ağa? Bundan sonra seninle aynı odada duracağımı mı sanıyorsun? Sen beni ne kadar gurursuz görüyorsun bilmiyorum ama ben seninle aynı odada bulunacak kadar da gurursuz değilim. Elimde olsa bir daha bu konağa bile gelmez, soyadını adımın yanından silerdim. "

Söylediklerim ona konuşacak bir şey bırakmıyordu. Haklılığım onu ne kadar sinirlendirse de diyecek bir şeyi yoktu. İşin garip tarafı ben onun gözlerinde pişmanlık görüyordum.

Ama ona güvenim o kadar sarsılmıştı ki değil gözlerinde gördüğüm, kalbi dile gelip pişman olduğunu söylese inanmazdım.

"O yüzden Alaz Ağa, ben bu konağın içindeyken mümkün mertebe benimle diyalog kurma."
Yine söylediği şeyleri umursamadan sert mizacımla aşağı indim. Sonuçta Berat abi beni merak etmişti.

Onlar şirkete gittikten sonra yatak odasına gidip ban ait olan eşyaları alıp şimdiki odama geçtim. Üst kat tamamen Alaz Ağa'ya ait olduğu için ben ikinci kattaki odalardan birine geçmiştim.

Taşınma işlemi bitince kendime yemek hazırlayıp yedim. Bir daha bu evde onlara sofra kuracağımı zannetmiyordum. Beni bütün herkesin içinde rezil etmişti çünkü.

Gerçi sonra oyunlarıyla bana tekrar sofra kurdurmuştu ama bir daha böyle bir hataya düşmeyecektim.

Akşama yakın Yağmur beni merak ettiği için gelmişti. Akşam onlar gelmeden geri gidecekti ama ben izin vermemiştim. Benim misafirim ona olan korkusundan dolayı gidemezdi.

Akşam onlarla beraber Orhan ve Fıraz da gelmişti. Ben Yağmur ile beraber hiç odamdan çıkmamıştım. Yemeğimizi onlardan önce yemiştik ve Yağmur bunun nedenini sormamıştı. Tahmin edebiliyordu.

Ben bir daha ona sofra kurmayacaktım.

Fıraz ve Orhan avluda otururken Alaz Ağa ile Berat abi üzerlerini değiştirmek için odalarına gitmişti. Misafiri tek başına bıraktıklarına göre onlar artık misafir değil ev sahibiydi.

Alaz Ağa beni odada görmediği için inadımı anlamış olacak ki direkt benim olduğum odaya geldi.

"Neden buradasın?"
Tövbe ya rabbim. Kıt mısın be adam?
Ona cevap vermedim. Ben zaten bu sabah benimle gerekmedikçe konuşmaması gerektiğini söyledim.
Cevap vermeyeceğimi anlayınca derin bir soluk verdi.

"Fıraz ile Orhan aşağıda, sofra hazır zaten. Üzerini giyinip aşağı in sizi bekliyoruz."
Yağmur'u sonradan fark etmişti ve ona hoş geldin bile dememişti.
O benim arkadaşıma hoş geldin demezken ben neden onun arkadaşını ağırlayayım ki? Aslında nedeni bu da değildi. O Yağmur'a böyle davranmasa bile ben aşağı inmeyecektim. Kendi arkadaşlarını kendisi ağırlasın.

"Ben senin misafirlerini ağırlamak zorunda değilim ağa. Şimdi gider misin, dinleneceğim biraz."
Nedenini bile sormadı. Benim haklı olduğumu biliyordu ve aynı zamanda yaptıklarından dolayı pişmandı. Bunu görebiliyordum ama işte bir insanı öldürdükten sonra pişman olsan ne fayda.

O kapıdan çıkıp giderken ben Yağmur'a döndüm. Sinirliydi ve sanırım bu sinirin sebebini biliyordum.

"O adamlar onun seni köpeklerin olduğu bir yere koymasına karşı bile çıkmamıştı. En iyisini yaptın. Ağırlama onları."
Bilmiyordu ki ben daha önce ağırlamıştım onları. Olanları unutmamıştım ama o an beni sözde seven kocamın misafiriydiler.

Merdivenlerin başına gelince herkesin bakışı bize dönmüştü. Alaz Ağa şaşkınlık ve mutlulukla bakıyordu. Çehresindeki mutluluk niyeydi bilmiyorum ama saşkınlığı, gelmeyeceğim dememe rağmen geldiğim içindi.

Berat abi bana merhamet ile bakıyordu. O gözlerde acıma görmediğim için o kadar mutlu oldum ki az daha ciddi ifademin yerini tebessüm alacaktı. Yağmur ise Berat abi hariç diğerlerine gözleri ile ateş açıyordu.

Fıraz ile Orhan kalıp soruları sorarken ben de onlara yalancı tebessüm ile cevap verdim. Yağmur ise onlarla konuşmamak için direkt sofraya geçmisti.

Ben de sofraya geçince Sevgi ile Zehra sıcak olan yemekleri sofraya getirmeye başladı. Onlar servis yaparken benim gözüm Zehra'daydı. Ve tabii ki gözünü kırpmadan onu izleyen Berat abide.

Berat abi ona karşı hisler besliyordu demek. Ben bu olaya el atmalıydım.

"Berat abi."
Ona seslenmem ile sofradaki herkesin gözü bana dönmüştü ama ben sadece ona bakıyordum.

"Daldın gittin yemeğini ye istersen."
Ona attığım ters bakışları anında yakaladı ve omuz silkip yemeğine döndü. Yağmur ise hâlâ onlara ters bakışlar atıyordu.

"Yağmur Hanım biz ne ara düşman olduk da siz gözünüzle bize savaş açar oldunuz?
Hatırladığım kadarıyla siz düğünde bana suç ortağı diyordunuz."

Fıraz'ın sözlerine şaşırsam da belli etmedim. Acaba nasıl bir suç ortaklığıydı?
"Ne ortaklığı?" Diye sordum Fıraz'a. Hâlâ ne kadar kızgın olsam da onlara, onlar benim misafirimdi ve ben misafire yüz asamazdım.

"Aman boşver be. Düğününüzde olanları söylüyor. Hepsini beraber yapmıştık. Ne? Bakma öyle, ben sana her zaman düğününde çok eğleneceğimi söylemiştim."

Yüzümdeki sert ifadeyi görmüş olacak ki şirinlik yapıyordu. Sonra da Fıraz'a cevap vermek için ona döndü. Daha doğrusu bakışlarıma fazla maruz kalmak istemiyordu.

"Ayrıca Fıraz Bey, o siz benim kardeşimi köpeklerin olduğu bir yere ceza diye koymadan önceydi. Gücünüzü bir kadının üzerinde kullanmadan önceydi."
Yağmur'un sözleri beni şaşırtmadı. O her zaman ihtiyacım olmasa bile beni koruyordu. Alaz Ağa ne kadar haklı olduğunu bilse bile Yağmur bu konulara karışıyor diye sinirleniyordu.

Orhan ve Fıraz bakışlarını utançla kaçırınca Yağmur'a yandan bir bakış attım. İkisinin de diyeceği bir şey yoktu. Berat abi ise haklı olduğu için sesini çıkarmıyordu.

"Yalnız Yağmur Hanım biz gücümüzü kadınlar üzerinde kullanmayız."
Fıraz kırık bir sesle olsa da düşüncelerini dile getirdi.

"Ben hiç öyle görmedim ama. Ben ve Berat gelmesek çıkaracağınız yoktu."
Artık konuşmalara dayanamıyordum. Bunlar benim köpekten korktuğumu anlamıyor muydu?
Gerçekten o günleri hatırlamak istemiyordum.

Yağmur, Berat abi ondan büyük olmasına rağmen ona abi demiyordu. Çünkü Berat abi en başta beni nasıl uyardıysa onu da uyarmıştı. Ben artık onu gerçekten abim olarak gördüğüm için izin veriyordu ama Yağmur ilk zamanlardaki gibi hala ona ismi ile sesleniyordu.

Ben ise Orhan ve Fıraz ,Berat abiden büyük olmalarına rağmen onlara abi demiyordum. Gerçi daha onlara isimleri ile hitap etmemiştim. Sadece Orhan'ı koruma sandığım zamanlarda ismi ile hitap etmiştim. Şimdi ise onlara abi demek içimden gelmiyordu. Onlar Alaz Ağa'nın -kocamın- arkadaşlarıydı ne de olsa. O nasıl hitap ediyorsa ben de öyle edecektim.

"Siz b-"

"Yeter artık."
Yağmur'a söylemem ile Yağmur hemen sustu. Bakışlarımı karşımdaki insanlara çevirdim. Üzgün oldukları her hallerinden belliydi. Ben kimseyi kolay kolay affetmezdim ama bir adamın da karşımda utançla başını yere eğmesine izin vermezdim. Sonuçta onlarda da erkeklik gururu diye bir şey vardı.

"Ben kimseye kırgın ya da kızgın değilim. Unuttum olanları. Lütfen yemeğinize devam edin ve bu konuyu bir daha açmayın.
Gerçekten çok içten söylüyorum, ben unuttum ve lütfen siz de unutun."

Söylediklerim ile Fıraz ve Orhan'ın gözleri parlarken Yağmur göz devirip bizi izliyordu. Berat abi ise gururla bana bakıyordu.

Herkes rahatlamış yemeklerini yerken ben üzerimdeki bakışların yoğunluğunu hissediyordum. Tok olduğum için yemek yemiyordum zaten. Kafamı kaldırıp bana bakan gözlere baktığım zaman o gözlerde minnet duygusu gördüm. Arkadaşlarına karşı hiçbir şey olmamış gibi davranmamdan dolayıydı.

Gözlerinde biraz da sinir vardı her zamanki gibi. Arkadaşlarını hemen affedip onu affettmemen sinirini bozuyordu. Ama onun yaptıkları affedilecek gibi değildi ki.

Zaten yaptıklarıdan dolayı samimi bir özür bile dilememişti. Sonuçta o Alaz Ulusoy'du.1

BÖLÜMÜ NASIL BULDUNUZ?

OY VERMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN LÜTFEN.

Bölüm : 24.11.2024 18:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...