Karşımda duran adamın benim için başka bir adama silah çekmesi, değil beni etkilemek, sadece midemi bulandırıyordu. O yüzden adım adım Cemşit denen adama yaklaşıp kendi silahımı yasladım alnına.
Silahın soğukluğu, elimdeki öfkeyle bütünleşiyordu. Kalabalık bir an sessizleşti. Beni izleyen bütün gözlerin farkındaydım, hele ki biri baktığı yerde nefret büyütüyordu. Beni izliyordu. Sanki gerçekten acı çekiyormuş gibi.
Sahi, ne için döküyordu o yaşları?
Öldü sandığı karısı karşısında dimdik durduğu için mi?
Yoksa ondan hak dava edeceğimi sandığı için mi?
İkisinin de önemi yoktu. Çünkü ben artık Berva değildim. En azından onların bildiği, o zavallı kadın değildim. Yüzümü Cemşit’e yaklaştırdım. Yanımdaki adamın yere batası kokusu burnuma dolduğunda midem bulandı ama sesimde en ufak bir titreme bile olmadı.
“Sen mi benim hakkımda hüküm vereceksin?”
Cemşit’in alnına yaslı duran silahıma baktım. O ise kıpırdamaya bile cesaret edemedi. Gözleri, koca bir aşiretin gölgesinde ezilmiş ama hala ölmeye direnen bir adamın korkusuyla bakıyordu bana.
Bu topraklarda kadınların ya bir adamın kızı, ya bir adamın karısı, ya da bir adamın ölüsü olmasına alışılmıştı. Ama ben… Ben bunların hiçbiri olmayı seçmedim.
Cemşit’in boğazında düğümlenen kelimeler, dört yıl öncesi kadar değersizdi artık. Silahı biraz daha bastırdım alnına, korkuyu iliklerine kadar hissetsin diye.
Yanımda havalanan el yüzüme doğru geldiğinde bir adım geri çekildim. Demek bana dokunma cüreti de gösterebiliyordu yüzsüzce.
Yavaşça silahı indirdim. Cemşit’in gözlerinde gördüğüm rahatlama, dudaklarımdaki küçümsemeyi daha da derinleştirdi. Zavallı adam...
Sonra, yavaşça döndüm. Alaz’a...
Göz göze geldik. Bir zamanlar her şeyimi adadığım adam, şimdi yüzüme bile bakamayacak kadar küçük düşmüştü gözümde. Havada asılı kalan eli de ona gerekli cevabı veriyor olmalıydı. Ne bir söz söyledim ne de bir nefes fazladan harcadım. Gözlerim ona en ağır cevabı veriyordu zaten.
Küçümseyerek, soğuk bir ifadeyle süzdüm onu. Eskiden ardıma bile bakmadan peşinden giderdim. Şimdi ise ardıma bile bakmadan gidiyordum. Ondan değil, ondan gideli çok olmuştu.
Sırtımı döndüm, adımlarımı ağır ama kararlı attım. Ne bir söz, ne bir veda. Çünkü o da bana bir vedayı çok görmüştü. Arkamdan adım sesleri ya da bir çağrı bekledim mi? Hayır. Çünkü biliyordum. Ben döndüm, ama o çoktan kaybetmişti.
Arkamda sessizlik... O eski, yıkıcı sessizliklerden değil. Bu, bambaşka bir şeydi. Alaz’ın kaybedişinin sessizliği.
Babamın yanına yaklaşırken yüzüne baktım. Gözlerinde beş yıl önce verdiği kararın pişmanlığı vardı. Başını eğip hafifçe kımıldadı. “Yeter kızım.”dedi. Hâlâ bir şeylerin bitmediğini biliyordu ama durmamı istiyordu, duramazdım. Güç, yalnızca silahla kazanılmazdı. Asıl mesele, kimin son sözü söyleyeceğiydi.
Başımı salladım. “Devam.”dedim.
Arkamda kalan kalabalık, birden ikiye bölündü. Eller tetikte ama kimse tetiğe asılmıyor. İnsanlar fısıldaşıyor, bazıları şaşkınlıktan olduğu yere çöküyor, kimisi de gözlerini kocaman açmış, anlam veremeyen bakışlarla beni süzüyordu. Bir kadın mezarından kalkıp da gelmiş gibi bakıyorlardı bana. Kimileri korkuyla silahlarını kavrıyor, kimileri ise dua eder gibi mırıldanıyordu.
Ben ise arkamdaki adamı ve yanındaki kadını görmezden geliyordum.
Sonra bir hareket oldu. Kalabalık sessizce açıldı. Ayak sesleri yok… Tekerlek sesleri var.
Başımı çevirdiğimde Kadir Ağa’nın tekerlekli sandalyesini gördüm. Ama… Ama o yalnız değildi.
Kucağında bir kız çocuğu vardı.
Akıp giden her şey bir anda sessizliğe gömüldü. Kadir Ağa’nın solgun yüzü, yanındakilerin gerilmiş ifadeleri, insanların fısıldaşmaları… Hepsi silindi. Gözlerim küçücük ellerine takıldı. Saçları… gözleri… burnu… Tanıdık ama yabancı.
Nefes almayı unuttum. Göğsümde bir şey sıkıştı. Midem düğüm düğüm oldu.
Ne kadar görmezden gelmek istesem de gerçekliğini suratıma bir tokat gibi çarpıyordu.
Bir adım geri attım. Babamın eli hafifçe koluma dokundu destek vermek için. Kadir Ağa durdu. Sandalyesindeki yerini düzeltmeye çalışırken Hivbanu’yu biraz daha kendine çekti.
“Berva.”dedi kısık bir sesle. Sesinde bir hüküm, bir anlam vardı ama ne olduğunu çözemedim.
Kadir Ağa’nın sandalyesinde hafifçe gerildiğini, yanındaki adamların ellerini silahlarına götürdüğünü fark ettim. Ama benim gözlerim sadece onun üzerindeydi. Alaz.
Küçük bir çocuk gibi… Sadece bakıyordu. Her sabah mezarına gittiği kadının karşısında dimdik durduğuna inanamayan bir adam gibi. Yüzüme, gözlerime, ellerime, hatta nefes alışlarıma bile baktı. Beni tanımaya çalışıyordu.
Onu tanımadığımı biliyordum. Tanıdığımı sandığım günler bile en büyük aldanmalarımdan biriydi. Özlemiş gibi bakıyordu, sarılmak, konuşmak, dokunmak ister gibi... Fazlasıyla aldatıcıydı.
Gözler yalan söylemez sanmıştım; oysa onun gözleri en büyük yalanları en masum bakışlarla anlatan bir hilekârdı.
Onun gözleri güveni vaat ederken ihanet fısıldayan bir sahtekardı.
Onun gözleri... Onun gözleri bütün nefretimin kaynağıydı.
Bu sefer babasına döndüm. Kadir Ağa’nın gözlerine baktım. Kocaman, karanlık... Hayret ediyordu beni gördüğüne ama bunu bile gizlemeye çalışıyordu. Mutlu olamazdı, çünkü Berva geri geldiyse bu işin içinde bir savaş olduğunu biliyordu.
Ona bir adım daha yaklaştım, yanındaki adamları bile görmeden. İçimden o kadar çok şey geçiyordu ki… Bunca zamandır gizli kalan her şeyin bir ‘neden’ kelimesine bağlı olduğunu biliyordum. Ama sormadım? Çünkü artık bir önemi yoktu.
O ise sadece bana bakarak gülümsedi. Yalancı bir gülümseme. “Berva,” dedi, sanki beni tanıyormuş gibi. “Öldüğünü sanıyorduk.”
Beni gördüğüne şaşırmış, bir o kadar da mutlu olmuş gibi davranıyordu.
Sesinde en ufak bir tını yoktu. Ne korku, ne pişmanlık, ne de bir suçluluk. Her şey rahat, her şey kendi düzeyinde. Sanki beni bir uçurumun kenarında bırakıp gitmemişler gibi...
Gözlerimi sabitledim ona. “Ölü bir kadınla konuşmak zordur, Kadir Ağa,” dedim, ağzımdan çıkan kelimeler bile soğuk, sert bir buz gibi. Kadir Ağa gözlerini kaçırmadı, yalnızca bir an durakladı, sonra derin bir nefes aldı. “Nasıl oldu bu?” dedi, sanki bir şüpheyle bakıyormuş gibi. Şaşkınlık hiç de o kadar abartılı değildi.
Gülümsedim. “Beni görmek istediğinizi sanıyordum.”deyip Alaz’a baktım. Dila arkasına geçip koluna dokundu onu ayıltmak ister gibi. Güzeldi Dila, Hivbanu da ona benziyordu.
Alaz beni görmek istemiyor olacak cevap dahi vermedi. Birkaç araba sesi daha geldi ama insanlar etrafta toplandığı için kim olduğunu göremiyordum.
Sonra Berat çıktı. Bir adım bile atamadan, durakladı. Gözleri kocaman açıldı. Benimle ilk defa karşılaştığında, yüzündeki o korku ve şaşkınlık… Hani, yıllarca kaybettiği birini, yıllar sonra bulmuş gibi. Ama gözlerinde, sadece tek bir şey vardı; bir hüzün.
Sanki, benim yaşadığımı öğrenmek için bir hayatı vardı ve şimdi tüm her şeyin kaybolduğunu fark etti. Hızla, ellerini sıktı, nefesini tutarak, gözlerini benden bir an ayırdı. “Sen… nasıl… Nasıl yaşadın?” diyebildi, ama ben sadece kafamı salladım. Gözleri doldu. Bana doğru adım atarken ne düşündüğünü gözlerinde görebiliyordum. Kimi düşündüğünü...
Bana doğru attığı adımları ona sırtımı dönünce bıçakla kesilmiş gibi oldu. Yoksa kendini bu konuda suçsuz mu sanıyordu. Ben dahil burada suçsuz kimse yoktu!
Orhan ve Fıraz da şaşkınlıklarını gizlemeye çalışarak geldi. Ama onlar da gözlerinden beni tanıyacak kadar bakmaya cesaret edemediler. Yavaşça gözlerini kaçırdılar. Bütün kalabalık, yaşadığımın farkına varamamıştı.
Ama en dikkat çekeni, Alaz kısık sesle söylediği o cümle oldu:
“Berva’m” dedi, yıllardır hasret çekiyormuş gibi. “Ne oldu sana?”
Gözlerim ona doğru dönerken, utanmadan bana bakmaya devam etti. Ben ise artık bir hiç olduğunu ona doğru attığım adımlarla gösterdim. Yavaşça, adımlarımda kaybolan bir zaman dilimi, kaybolan yıllar…
“Ne olduğunu bilmiyorsun?”dedim. Güçlü bir kahkaha beni tekrar tekrar süzmesini sağladı. “Bilmiyorsun.”
Dila’ya kısa bir bakış atıp tekrar ona baktım. Etraftaki insanlar bir film gibi bizi izliyordu. “Ben de bilmiyorum ve benim bile bilmediğim bir şeyi öğrenmeye geldim.”
Alaz bana doğru geldiği esnada Mirhan abim aramıza girip beni yanına çekti. Fakat Alaz Ağa tekrar hamle yapınca beni tam arkasına aldı.
“Bas geri. Geçmişin hesabını sormanın ne yeri ne de zamanı. Bizim için de sizin için de.”
Yumruk yaptığı elini yavaş yavaş geri açtığını gördüm. Gözlerimi gözlerinden çekmedim ama o da bakışlarını indirmedi. Onun bakışlarını bölen ise karşısına geçen karısıydı.
“Haydi baba, Hazar, gidiyoruz.”diyerek beni de elimden tutup arkasında sürükledi abim. Bu sefer ise önümüze geçen Orhan’dı.
“Nereye gidiyorsun yenge?”dedi bana. Yenge dedi bana. Cevap vermedim çünkü yengesi ben değildim.
“Sakın Alaz’ı cezalandırmaya kalkma. Bunca yıldan sonra hiçbirimiz bunu kaldıracak güce sahip değiliz.”
İşte bu... Beklediğim cümle buydu.
Yüzümde alaycı bir tebessüm belirdi. Gözlerim, arkamda duran ve hâlâ donmuş gibi olan Alaz’a kaydı. Sonra tekrar Orhan’a baktım. Sesim buz gibiydi.
“Cezalandırmak mı? Bunu yapabilmem için önce onun bana ihanet etmiş olması gerekir, değil mi?”
Orhan bir an konuşamadı. Çünkü bu, ona verebileceğim en büyük cevaptı.
Beni unuttukları gibi, benim de onları unutabileceğimi düşünmemişlerdi.
Fıraz derin bir nefes aldı. Ama hiçbir şey söyleyemedi. Çünkü söylenecek bir şey kalmamıştı. Ben ise artık buradaki işimi bitirmiştim. Geldiğimi herkese göstermiştim. Birkaç saate kalmadan Berva Çetiner’in geri geldiği tüm şehirde duyulacaktı.
Yüzümü ileriye çevirdim ve adımlarımı attım. Çünkü buraya hesap sormaya değil, kendi yolumu çizmeye gelmiştim. Ve bu yolda, artık hiç kimseye bir borcum yoktu.
Herkes kendi arabasına bindiğinde motor sesi, şehrin üstüne çöken karanlık bulutlar kadar boğucuydu. Henüz sabahın erken saatleriydi. Bir haftadır bu anı bekliyordum. Onun mezarıma gittiğini duyduğumda bundan daha iyi bir fırsat olmayacağını düşündüm. Bunca aracın arkamdan geleceğini bilmiyordum ama o kadar insanın bizi görmesi iyi oldu. Ne kadar hızlı yayılırsa o kadar erken aşiretler toplanacaktı.
Çünkü Alaz Ağa’nın karısı geri gelmişti.
Bütün arabalar beni takip ediyordu ama onca gri arabanın arasında bir siyah araba dikkatimi çekti. Direksiyonu sıktım. Araba sayısız kasisten geçerken hızımı hiç kesmedim. Arkamdaki arabalar da benimle beraber hızlandı ama bir kişi fazla yaklaşıyordu.
Kendimi kandıracak değilim; biliyordum, peşime düşecekti. Ama bu, bir şeyleri değiştirmezdi.
Sol elimle direksiyonu kavrarken sağ elimi telefonuma attım. İlk önce abimi aradım. Telefonu açtığında sesi tetikteydi.
Gözüm dikiz aynasında, gri arabaların arasında fark ettiğim o aracı izledim.
Mirhan bir an sessiz kaldı. Sonra, arabadaki diğerleriyle birkaç kelime fısıldaştı. Cevap verirken sesi sertti.
“Bu bir rica değil abi.” dedim, gözlerimi yoldan ayırmadan. “Git. Babama da söyle, geri dönsün. Peşimde siz olmadan da yaşayabildiğimi kanıtladım.”
Direksiyonun başında kısa bir tereddüt oldu. Ama sonra, arabaların yön değiştirdiğini gördüm. Gri araçlar farklı sokaklara saparken, arkamda yalnızca biri kaldı.
Alaz. Hızını artırıp bana yetişmeye çalışıyordu. Ben de gaza bastım.
Öyle kolay olmayacak, Alaz. Bu sefer senin peşinden gelen ben olmayacağım.
Ama o pes edecek gibi değildi. Yollar daraldıkça hızını artırıyordu. Üzerime üzerime geliyordu sanki. Asfaltın üstünde rüzgâr gibi savrulurken gözlerim dikiz aynasındaydı. Alaz, aynı Alaz ama artık ona bakan ben eski Berva değildim.
Onun için bir zamanlar her şeyi göze almıştım. Ama artık?
Direksiyonu sertçe kırarak ara sokağa daldım. Lastikler asfalta sürtünerek tiz bir ses çıkardı. Beni yakalamaya niyeti vardı, ama buna izin vermeyecektim.
Gaz pedalına biraz daha yüklendim. Önümde bomboş bir yol açıldı fakat arkamdan gelen lastik sesleri hiç eksilmedi. Alaz da sapmıştı. Kaçmamı beklemiyordu. Pes etmemi, durmamı, ona bakmamı istiyordu. Ama ben hiçbirini yapmayacaktım.
Sol elimin tersiyle alnımdaki teri sildim. Direksiyonu sertçe kavradım. Yanımdaki camdan göz ucuyla ona baktım. Onun da gözleri bendeydi.
Alaz hızlanınca ben de hızlandım. Tam o anda, yolun ilerisinde iki araba daha belirdi. Küfrettim.
Alaz bunu fark edince yavaşladı
Dikiz aynasından ona baktım. Direksiyonunu kırıp benimle aynı hizaya geldi. Camı azıcık araladı. Rüzgâr yüzümü keserken, sesi ihanetin melodisi gibi kulaklarıma doldu.
Kelimelerinin içinde öfke yoktu. Emir yoktu. Sadece o tanıdık ses. Ayağım gaz pedalında, elim direksiyonda ama içimdeki tereddüt parmaklarıma kadar sızdı.
“Öldürdüğün aşiret ağalarının adamları. Dur.”
Sağda çıkış yoktu. Sola saparsam, bir çıkış bulabilirdim belki… Ama onun da yolu kapanıyordu.
Alaz direksiyonu kırdı, benim önüme geçti. Arabamı durdurmamak için son anda frene abanıp yana savruldum. Lastiklerin sesi havayı yardı. Kalbim, motorun sesiyle yarışıyordu. Camı açtı, bana baktı. Gözleri…
Sanki her şeyi anlatıyordu ama hiçbir şey söylemiyordu.
Benimkiler mi, onun peşindekiler mi bilmiyordum. Ama Alaz, bu yolun sonunu görmüştü. Yüzünde o eski ciddiyet vardı.
Beni koruyacak biri gibi değil, benimle yan yana savaşacak biri gibi bakıyordu.. Ama ben onunla savaşmazdım.
Arabaların içinden silah sesleri yükselince geri dönüp tekrar gaza bastım. Evet adamları öldüren bendim ama bütün suç onundu. Yani o adamlar öyle biliyordu. Kendi başının çaresine bakabilirdi. Göğsümde bir şey sıkıştı ama bu, beni durduramazdı. Kendi yolumu seçmiştim ve geri dönmeyecektim.
Silah sesleri yankılanırken direksiyonu sertçe kırıp en yakın ara sokağa daldım. Lastikler asfalta çığlık attı, rüzgâr ensemdeydi. Dikiz aynasına baktım. Alaz orada duruyordu. Ne yapacağını bilmiyordum ama tahmin edebiliyordum. Arkamdan gelecekti. Onun yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Ama bu, bir şeyi değiştirmezdi.
Peşimizde hâlâ birkaç araç vardı ama sokaklar daraldıkça avantaj bizdeydi. Araçlardan biri hızlanıp arkamdan yaklaştı. Direksiyonu sertçe kırıp ani bir manevrayla ara sokağa daldım.
Önümde düzensiz sıralanmış binalar vardı, yollar daha da karmaşıktı. Onları burada atlatabilirdik. Gaza bastım. Alaz benimle aynı hızda ilerliyordu. Arkamdaki araçlardan biri, keskin dönüşe yetişemedi ve yan duvara çarptı. Dikiz aynasında kıvılcımlar gördüm. Bir eksildi. Ama diğerleri pes etmiyordu.
Önümde dar bir geçit vardı. Direksiyonu sıkıca kavradım, hızımı hiç kesmeden aradan sıyrıldım. Alaz da peşimden geçti ama o araçlar geniş araçlardı, aynı hızla dönemeyeceklerini biliyordum. Birkaç saniye sonra arkada büyük bir çarpışma sesi yankılandı.
Onları atlattık ama Alaz’ı atlatamamıştım.
Daha geniş bir caddeye çıktığımda, aniden yanımdan geçip direksiyonunu önüme kırdı. Sertçe frene bastım. Lastikler asfalta sürtünerek tiz bir ses çıkardı. Kalbim göğsümde bir bıçak gibi saplandı. Arabam durduğunda, Alaz çoktan inmiş, benim kapıma doğru yürüyordu.
Camı açmadım. Kapıyı kilitledim. Camı yumruğuyla tıklattı. “İn.”
Başıma yaslandım, gözlerimi kapattım. Emir vermesinden nefret ediyordum.
Yüzleşme günü bugün değildi ama bunu yapmak zorundaydım. Kapıyı açtım, iki adım kadar geri gitti.
“Ne yapıyorsun sen? İkidir önüme kırıp beni öldürmeye mi çalışıyorsun?”diye bağırdım karşısına geçerken. Öne doğru gelip omzumdan beni kendine çekti sarılmak için ama geri çekildim. Ben artık istediği an dokunabileceği o kadın değildim.
Elini geri çekti, başını iki yana salladı. Yüzünde beni yormayan ama içimde bir şeyleri yerle bir eden o bakış vardı.
“Tamam dokunmuyorum. Ama bana anlatman gereken bir şeyler yok mu sence?”
İçimde bir şey kanıyordu ama dışımda tek bir yara izi bile yoktu. Dudaklarımı ısırdım, gözlerimi onunkilere sabitledim. “Sen kimsin de benim sana anlatacaklarım olsun ağa!”
Kocam değildi, bu yüzden kocanım diyemiyordu değil mi?
Sorduğu soru dört yılın sorgusuydu. Tek bir cevabı olamazdı ama tek bir cevap verdim.
“Nerede?”diye bağırdı yüzüme doğru. “Nerede hayatta kaldın lan! Bunca yıl ben yaşayamazken sen nerede hayatta kaldın?”
Onun aksine ben bağıramadım. Bağırmak zayıflıktı.
“Nerede ve nasıl yaşadığım seni ilgilendirmez. Aç, tok, mutlu, mutsuz... Bir şekilde hayatta kaldım ben. Ha sen bir çocuğun olduğu hâlde ben yaşamadım diyorsan bunun sebebi de ben değilim.”
Başını yere eğdi, öfkesi vardı ama gözünden akan yaşları saklamaya çalışıyordu. “Bak.”dedi. Gözlerime baktı. “Sana ne oldu bilmiyorum, anlat ki bileyim yavrum.”
Bütün kaslarımı sıktım. İçimde birikmiş öfkeyle ona doğru bir adım attım. “O hitabı kullanma bana! Yemin ederim öldürürüm seni.” diye sertçe konuştum. Dehşete düşmüş gibi bana baktı. Ona karşı bu kadar katı olmamı beklemiyordu.
Alaz başını kaldırdı, gözlerimdekini okumaya çalıştı. Ama okuyamazdı. O artık beni anlayamazdı. Yıllar, yollar, acılar, ölümler… Hepsi aramıza duvar olmuştu.
“Beni ne hale getirdin biliyor musun?” diye fısıldadı. Ama sesi, fısıltıdan çok bir itiraftı. “Senin mezarının başında diz çökerken, ben de öldüm, Berva.”
Güldüm. Acı, alaycı, zehir gibi bir kahkaha çıktı ağzımdan. “Öldün mü? Sen mi?” Parmaklarımı yumruk yaptım. “Beni ölüme terk eden sen değilmişsin gibi konuşma, Alaz! Ben senin için öldüm. Gerçekten öldüm. Bedenimi toprağa gömmemiş olabilirler ama ruhumun paramparça olduğunu kimse inkâr edemez!”
Alaz’ın yüzüne baktım. Gözleri, tanıdık bir yangının içindeydi. Ama bu kez o yangının içinde ben yoktum.
“Ne istiyorsun benden?” diye sordum.
Ama ikisini de yapmadım. Arkamı döndüm, arabaya yöneldim.
“Öylece gidecek misin?” dedi. Durdum. Ama arkamı dönmedim. “Öylece gittin, Berva. Ve ben her gün geri döneceğin umuduyla bekledim.”
Gözlerimi kapadım. İçimde bir şey titredi. Ama parçalanmadım. Çünkü zaten çoktan kırılmıştım.
Kapıyı açtım. “Nasıl bekledin?”dedim arkam ona dönükken. “Çünkü ben beni bekleyen bir adam görmedim.”
Konuşmadı ama ben de susmadım. Tekrar ona döndüm. Aramızdaki mesafe yıllar kadardı.
“Ölmediğini biliyordum, kurtulduğunu. Söylediler bana. Gözünü benden önce açan adamın beni bulmasını bekledim.”
Gözlerimi o güne tekrar dönmemek için sıkı sıkı yumup tekrar açtım. O ise ne söyleyeceğimi dinliyordu.
“Karanlık bir odada gözlerimi açtığımda seni bekliyordum. Fakat saniye saniye düğününü izlettiler bana.”dedim. Çığlığımı bastırmak için güçlü bir kahkaha attım. “Ne kadar saçma değil mi? Sen benimle evliydin.”
“Ama yalan değildi, baktım biliyor musun, sonuna kadar izledim. Defalarca, günlerce izlettiler bana. Aynı senaryo tekrar tekrar bir karanlık bir aydınlık olan o odada döndü durdu.”
Kollarımı iki yana açtım. “Bağlamamışlardı ha beni. Yeni ayıldığım için kalkamıyordum zaten. Serbestti kollarım. Mühürlü değildi dudaklarım. Onlar zılgıt çaldı defalarca ve son zılgıtı da ben çaldım sana. Dila’nın elini tuttuğunda. Beni dinen boşadığında.”
Başını öne eğdi yine. “E anlat dedin anlatıyorum. Niye bakmıyorsun yüzüme?”
Bakabilirdi çünkü tek damla yaş akmamıştı gözümden.
“Umurumda mı sanıyorsun? İnan bunca yıl onca araştırma yaptım ama hiçbiri senle karın hakkında olmadı. Evlisin, çocuğun var, mutlusun. Vicdan meselesi ise hayattayım rahat ol. Sen bıraktın diye geberecek değilim.”
Konuşmak için defalarca hamle yaptı ama izin vermedim. “Evet bir zamanlar evliydik, belki sevmiştik ama bitti. Herkesin başına gelebilir ve inan yoldan geçen biri gibisin şimdi benim için.”
Zoruna gitmiş gibi baktı ama susmadım. “Ben de sevdim senden sonra birini, hatta onunla evlenmek için, seninle olan resmi nikahım bozulsun diye öldürdüm kendimi. Feryal Karaelmas’ım ben ve çok yakında sevdiğim adamla evleneceğim, o yüzden uzak dur benden.”
Önce şaşırmış gibi baktı, sonra ise öfke ile doldu. “Evet mutluyum ben.”dedi. “Geri geldin, benim mutluluğuma gölge düşürme.”
Yine güldüm ama fazla uzun sürmedi. Arkamı ona dönüp arabaya doğru yürüdüm. “Merak etme. Gölgeler ışık ister ama sen gecenin zifir karanlığısın.”
Kapıyı kapattım. Motoru çalıştırdım. Ve arkamda kalan adamın gözleri, dikiz aynasında hızla silindi.
Bölümler kısa biliyorum ama bu dört ay boyunca böyle olacak. Hayatıma yön verecek bir sınava giriyorum ve bu uğurda hayallerim olan kitap yazmayı ağırdan alabilirim. Hiç atmamaktan daha iyidir bence. Anlayışınızı umuyorum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |