33. Bölüm

32

S
aycakayca1


Merhabalar.
Yeni bölüme hazırsanız başlayalım

Bölüm başı emojisi

Çetiner konağına giden yol bu kez biraz fazla uzundu, nedendir bilmem. Ellerim direksiyonu daha sert tutuyor, ayaklarım sinirimi çıkarırcasına gaza basıyordu. Alaz Ağa bana ‘madem geldin evliliğime gölge düşürme.’demişti!

Ne sanıyordu kendini, onun için geldiğimi falan mı düşünüyordu?

İleride bir arabanın bana yaklaştığını gördüğümde ellerimi biraz daha sıktım. Mirhan… Neden bu kadar aceleciydi? Yerimi zaten söylemiştim. Ama yine de beni bulmak için çıkmıştı yola.

Otomobil hızla yaklaşıp önümde durduğunda, abimin yüzündeki endişe açıkça görünüyordu. Camı indirmeye bile zahmet etmeden kapıyı açıp dışarı çıktı.

“Ne yapıyorsun sen?” Sesindeki gerginliği anlamakta zorlanmadım.

“Ne yapıyormuşum? Eve dönüyorum.” Kaşlarımı çatıp omzumu silktim.

“Niye bu kadar geç kaldın?”

Telefonumu kaldırıp ekrana baktım. Saat ikindiye geliyordu. “Bu saate geç mi diyorsun? Hem yerimi söyledim sana, merak edecek bir şey yoktu.”

Mirhan başını sertçe iki yana salladı. “Berva, bu kadar rahat olma!”

Derin bir nefes aldı, sonra sesi biraz daha alçaldı. “Alaz beni aradı.”

Onun ne dediğini önemsemiyordum ama abime bu kadar korkacak ne söylemişti bilmek istiyordum. “Ne olmuş?”

Etrafımıza kısa bir bakış attı, sanki bizi dinleyen biri var mı diye kontrol ediyordu. Sonra gözlerini tekrar bana çevirdi. “Seni takip ediyormuş. Ama ondan önce birkaç adamın senin peşine düştüğünü görmüş.”

İçimde bir huzursuzluk kıpırdandı. Kalbim ritmini değiştirirken ifademi kontrol altında tutmaya çalıştım. “Kimmiş bunlar?”

“Bilmiyoruz. Ama Alaz fark etmeseydi, belki de sen hâlâ onların farkında olmadan yoluna devam ediyor olacaktın.”

Bunu söylediğinde, içimdeki o belirsiz huzursuzluk büyümeye başladı. Derin bir nefes aldım. “Ve sen de o yüzden bu kadar telaşlandın.”

“Tabii ki telaşlandım! Seni yalnız bırakmamalıydım.”

Bir an sessizlik oldu. Motorun hafif uğultusundan başka bir şey duymuyordum. Sonra Mirhan derin bir nefes alıp kapıyı açtı ve direksiyonun başına geçti. “Takip et beni.”

Gözlerimi devirdim ama bir şey demeden arabayı çalıştırdım. Gözlerimi yola dikmiş olsam da aklım çok daha gerideydi.

“Evliliğime gölge olma.”

Alaz’ın sesi zihnimde yankılandı. O an ne kadar öfkelenmiştim... Ne kadar farklı düşünmüştüm. Ama şimdi... Şimdi bambaşka bir anlam kazanıyordu.

Bunu söyleyecek biri değildi o. Ne kadar kızarsa kızsın, ne kadar sırtını dönerse dönsün... Bu sözler, onun ağzına ait değildi. Belki de gerçekten gölge olmamı istememişti. Belki de beni korumak için böyle konuşmuştu.

Ama bana bir şeyler anlatmaya çalışmıştı. Anlatamadı.

Mirhan önde ilerlerken, içimdeki huzursuzluk iyice büyüdü. Alaz’ın beni takip etmesi normaldi belki, ama adamlar? Onlar kimdi? Neden beni izliyorlardı? Bana ne diyecekti?

Ya... Ya Alaz baskı altındaysa?

Buna ihtimal vermezdim. Vermemem gerekirdi. Ama içimde bir şey kıvranıyordu. Bir his, bir sezgi, beni durdurmaya çalışıyordu.

Aniden direksiyonu sağa kırıp arabayı yol kenarına çektim. Mirhan hızını alamamış ve geçip gitmişti. Bir elim kontağı kapatırken diğeri telefonumu sıkıyordu. Geri dönmeliydim.

Telefonu titreyen parmaklarımla açtım, Alaz’ın numarasına bakarken içimde garip bir huzursuzluk vardı. Arasam açar mıydı? Açarsa ne derdi?

Daha da önemlisi numarası hâlâ aynı mıydı?

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Yapamazdım. Onunla böyle konuşamazdım. Eğer gerçekten baskı altındaysa, eğer tehdit ediliyorsa... Onu böyle arayarak hiçbir şey öğrenemezdim.

O yüzden geri dönecektim. Kendi gözlerimle görecektim.

Vitesi tekrar takıp direksiyonu çevirdim, hızla U dönüşü yaptım. Mirhan’ın fren sesi hemen arkamdan duyuldu. Ardından tekrar göğü delen bir motor sesi ve saniyeler içinde beni yakaladı.

Camı indirdiğimde sesi sert ve endişeliydi. “Berva, ne yapıyorsun?”

Gözlerimi ona çevirdim, sesim düşündüğümden daha kararlı çıktı. “Geri dönüyorum.”

Kaşları çatıldı. “Saçmalama. Az önce peşinde adamlar vardı diyorum, ne geri dönmesi?”

Yutkundum. “Belki de peşimde olduklarını bildiğim için dönmeliyim.”

Mirhan’ın yüzü iyice karardı. “Gülüm, bak—“

“Sana her şeyi anlatamam, Mirhan.” Sesim titredi ama devam ettim. “Ama benim geri dönmem lazım. Alaz’la ilgili bir şeyler ters. Bana evliliğine gölge olmamamı söyledi, ama o böyle konuşmaz. Bir şey var. O baskı altında olabilir.”

Mirhan’ın yüzü değişti. Önce şaşkınlık, sonra sertleşen bir ifade... Sonunda ise derin bir nefes alıp direksiyona abandı.

“Bunu bana en başta söylemeliydin.”

Gözlerimi kaçırdım. “Kendim de yeni fark ettim.”

Mirhan kısa bir sessizlikten sonra dik dik bana baktı. “Tek başına gitmiyorsun.”

Bir an itiraz etmek istedim ama bakışları fazlasıyla ciddiydi. Onu tanıyordum. Tartışmaya girersem asla kazanamazdım.

Başımı hafifçe salladım. “Tamam.”

Mirhan hızla direksiyonunu çevirdi, ben de onun peşine takıldım. Yol uzadıkça içimdeki gerginlik artıyordu. Bir yandan da kendime kızıyordum. Alaz’ın söylediklerini o an farklı yorumlamıştım ama şimdi… Şimdi her şey çok daha anlamlıydı.

Baskı altındaysa?

Gözlerimi yola diktim, her geçen saniye içimdeki huzursuzluk biraz daha büyüyordu. Az önce geldiğimiz yolu neredeyse bitirdiğimizde Mirhan bir anda frene bastı. Ben de hızla yavaşlayıp arabayı onun arkasında durdurdum.

Ve o an gördüğüm şey, içimi bıçak gibi kesti. Yolun kenarında biri yatıyordu.

Güneşin kanlı ışığı o kişinin yüzünü aydınlattığında içim çekildi.

Alaz.

Hemen kapıyı açıp dışarı fırladım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Yerde, bir kolu göğsünün üzerinde, diğeri ise toprağa uzanmış şekilde yatıyordu. Yüzü tanınmaz haldeydi. Bir kaşı patlamış, dudağı yarılmıştı. Üstü başı toprak ve kan içindeydi. Göğsü düzensiz bir şekilde inip kalkıyordu. Alaz, hep güçlü dururdu… Şimdi ise yalnızca bir enkaz gibiydi

Dizlerim titredi, nefesim düzensizleşti. Ama durmadım. Onun yanına çöktüğümde ellerim, yüzüne uzanırken titriyordu. ‘Alaz!’ Sesim, benden bağımsız bir feryat gibiydi.”

Mirhan hızla yanımıza geldi. “Sana bunu kim yaptı Alaz Ağa? Kim?”

Gözlerim ellerine kaydı, kanlanmıştı. O da karşılık vermişti yapanlara. Arabası bilerek parçalanmıştı. Her tarafa mücadele izleri vardı.

Alaz’ın kirpiklerinin hafifçe kıpırdadığını gördüm. Dudakları aralandı ama sesi neredeyse duyulmayacak kadar zayıftı.“Berva…”

Başımı eğdim, daha iyi duymaya çalıştım. “Buradayım. Alaz Ağa, buradayım.”

Gözlerini açmaya çalıştı ama çok zorluyordu. Nefesi titrek çıktı. “Git buradan…”

İçime bir korku yerleşti. “Meydanı sana bırakacağımı mı sanıyorsun?”

Mirhan etrafı kolaçan etti. “Berva, çabuk olmalıyız. Eğer bunları yapanlar hâlâ buralardaysa...”

“Alaz Ağa, bunu kim yaptı?” diye sordum. Sesim çatallı çıkmıştı.

O ise güçsüzce başını iki yana salladı. Gözleri yeniden kapanıyordu. “Bilmiyorum. Berva… Git. Burada olma. Onlar… geri gelecek.”

Kim geri gelecek, beni buradan gönderecek kadar kimden korkuyor olabilir ki bu adamın?

“Seni yine...”

Cümlesine devam edemeden gözleri kapandı. Bilincinin kapanmasıyla içimi derin bir korku sardı. Onu burada bırakamazdım. Mirhan'ın da tereddüt etmeyeceğini biliyordum, ama daha fazla oyalanamazdık. Bu saldırıyı düzenleyenler geri dönmeden, Alaz’ı buradan götürmeliydik.

"Arabaya bindireceğiz." Sesim titremedi, ne olursa olsun sarsılmamam gerekiyordu.

Mirhan hızla Alaz’ın kollarını kavradı, ben de bacaklarından destek oldum. Vücudu ağırdı, ama ondan daha ağır olan içimdeki histi. O her zaman güçlüydü. Sert, kararlı, dimdik duran bir adamdı. Ama şimdi? Şimdi avuçlarımızın içinde savunmasız bir haldeydi.

Şimdi artık o da bir zamanlar benim içinde olduğum durum gibiydi. Ama ben onun yaptığı gibi onu ölüme terk edemiyordum.

Onu arka koltuğa yatırdığımızda Mirhan direksiyona geçti. Ben ise yanı başında, başını dizlerime aldım. Onunla bu kadar yakın olmak güzel hissettirmiyordu ama burada bir adamın hayatı söz konusuydu.

"Dayan Alaz Ağa, az kaldı.”

Gaza yüklendiğimizde, arabanın motoru geceyi yaran bir çığlık gibi haykırdı. O esnada Alaz’ın hafifçe kıpırdadığını hissettim. Gözlerini açmadan ben olduğumu anlamış olacak ismimi fısıldadı.

“Berva...”

“Tamam, buradayız. Konuş susma.”

Gözlerini aralayarak gözlerime bakmak istediğinde gözlerimi ondan kaçırdım. Elini yüzüme dokunmak için uzattığında ise geri çekildim. Onunla temasta olduğum tek nokta başıydı ve bu kadarı fazlası ile yeterdi.

“Git demedim sana isteyerek... Gitme tamam mı?”

“Gitmiyorum Alaz Ağa merak etme, ne senin demenle geldim ne de senin demenle gideceğim.”

Mirhan hızla arabayı kullanırken arada bana baktığını hissettim ama zaten korkacak bir şey yoktu. Alaz bundan böyle anca bu gibi durumlarda yanımda olabilirdi.

“Gitme Berva, sana gölge olma dedim. Özür dilerim yavrum.”

Bu sefer kullandığı hitaplara takılmadım. Mirhan’ın “Geldik.”demesi ile etrafa baktım.

Hastanenin ışıkları, içimde yankılanan duygulara inat fazla parlaktı. Acil servise vardığımızda doktorlar ve hemşireler hemen Alaz’ı sedyeye alıp içeri taşıdılar. Ellerim kanlıydı. Ona mı, yoksa bana mı ait olduğu fark etmeksizin içimi ürperten bir soğukluk hissettim.

Mirhan, durumu öğrenmek için doktorlarla konuşmaya giderken ben de bir adım geri çekildim. Biraz nefes almak, düşüncelerimi toparlamak istiyordum. Beni takip eden kişi kim olabilirdi? Beni kaçıran adam olabilir miydi?

Sakin bir kafaya ihtiyacım vardı. Ama ne mümkün? Koridorun sonunda bir siluet belirdi. Ve mideme buz gibi bir his oturdu.

Dila.

Bir an aklımdan geçen soruların hiçbiri mantıklı bir cevap bulamadan havada dağıldı. O, sanki bu hastaneye aitmiş gibi adımlarını içeriye güvenle atarken, ben olduğum yerde taş kesilmiştim.

Hemen yanına bir hemşire yanaştı. "Dila Hanım, sizi buraya alabiliriz."

O an her şey yerli yerine oturdu.

Alaz buraya daha önce de gelmişti. O yaralandığında, bayıldığında ya da nefessiz kaldığında, bu kadın ona yetişmişti. Belki elini tutmuş, belki başında beklemiş, belki de ona "Dayan" demişti.

Ve benim, burada olmamın bir anlamı kalmamıştı.

Ne kadar ‘Gitme’ dese de...

Ayağım geri adım atmaya çalıştı. İçimde bir yerlerde bir ses, "Bırakma!" diye haykırıyordu. "Gerçeği öğrenmek üzeresin!"

Ama kalbim ağırdı.

Alaz’ın, Dila ile bir geçmişi vardı. Hangi şartlar altında olursa olsun, o kadın buraya, hiç tereddüt etmeden gelmişti.

Ona ait olan bir şeyin içine izinsiz girmiş gibi hissettim.

Mirhan’ın bana seslendiğini duydum, ama onun ne söylediğini anlamadım. Tek bildiğim, bir şeyleri daha fazla görmek istemediğimdi.

Dila hemşireyle endişe içinde konuşurken birkaç adım geri çekildim. Ardından bir adım daha. Sonra arkamı dönüp, hastaneden çıktım.

Ne kadar ‘Gitme’ dese de ben, gidiyordum.

Onu arkamda bırakarak dışarıya attığım her adımda içimde büyüyen karanlık, adımlarımı yavaşlattı ama durmadım. Bir süre dışarıda durup, etrafa bakındım. Soğuk hava yüzüme çarptığında, derin bir nefes aldım. Kaçtığım şeyden kurtulmuş gibi hissediyordum ama içimde yankılanan bir ses hâlâ “Bırakma!” diye haykırıyordu.1

Mirhan da benim ardımdan kapıya çıktı. Gözleri beni bulur bulmaz hızla yanıma geldi. “Ne oldu sana? Neden bir anda çıktın?”

“Burada kalmamın bir anlamı yoktu.” dedim. “Zaten Dila da oradaydı.”

Mirhan başını yana eğip yüzümü süzdü. “Bunu sorun yapıyorsan...”

“Elbette yapıyorum!” diye sözünü kestim. Hiçbir şey yokmuş gibi insanların yüzüne gülmemi bekleyemezdi benden.

Ben arabaya binince o da bindi. Arabayı çalıştırırken bile gözü üzerimdeydi.

“Nasıl bu kadar çabuk haberi oldu? Alaz Ağa içeri taşınalı kaç dakika oldu ki?”

Mirhan, gözlerini yoldan ayırmadan cevapladı. “Berat’ı aradım.”

“Sen doktorla konuşmuyor muydun?”

Mirhan omuz silkti. “Sen Alaz’la ilgileniyordun, ben de hızlıca birini haberdar etmek istedim.”

“Ve bu kişi Berat oldu.” Cümlem bir yargı taşıyordu. Mirhan’ın beni anlamasını istemiyordum ama aynı zamanda anlamasını da istiyordum.

“Ne bekliyordun? Alaz’ın başına bir şey gelince ilk kime haber verilir sence?”

Cevabımı içimden verdim. Ben değilim. Ben hiçbir zaman ‘ilk’ olmadım.

Dışarıya döndüm, camın soğuk yüzeyi parmak uçlarıma değdi. “Dila hemen gelmiş,” dedim usulca.

“E, normal değil mi?” Mirhan’ın sesi umursamazdı. “Sonuçta onun karısı.”

Bu kelime, içimde görünmez bir çizgi çekti. Cevap vermedim. Eğer konuşursam, sesimdeki çatlağı duyabilirdi.

“Hâlâ vazgeçmeyi bilmiyorsun.”Gözlerini yoldan ayırmadan başını hafifçe salladı. “Ve bu yüzden hep kaybediyorsun, Berva.”

Sözleri göğsümde bir şeyleri paramparça etti.

Gözlerimi yoldan ayırmadan cama çevirdim. Parmağımı soğuk yüzeye dokundurdum, ama içimdeki ağırlık olduğu yerde kaldı. Sessizlik… İçimde yankılanan tek şey buydu. Konuşsam, içimi döksem belki hafiflerdim ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Söylenecek ne vardı ki? Kabul mü edecektim? Kaybeden olduğumu, hep kaybeden olacağımı...

Arabanın motor sesi, düşüncelerimin arasına karıştı. Konak yaklaştıkça içimdeki ağırlık daha da arttı. Ama Mirhan’ın düz yoldan sapıp arka sokağa yöneldiğini fark edince sessizliğim bozuldu.

Kaşlarımı çattım. “Önden girmeyecek miyiz?”

Mirhan gözlerini yoldan ayırmadan başını iki yana salladı. “Hayır. Evde insanlar var.”

Bu cevabı sindirmem birkaç saniye sürdü. “Kimler var?”

“Neler olduğunu öğrenen herkes. Bütün akrabalar.”

İçimde garip bir his oluştu. Ben, onlar için çoktan ölmüştüm. Şimdi ise yaşayan bir hayalet gibi eve dönecektim.

Mirhan, arabayı konak bahçesinin arka tarafında, göze çarpmayacak bir noktaya park etti. Motoru susturduğunda içimdeki huzursuzluk iyice büyüdü.

“Beni eve gizlice mi soracaksın?”

“Evet gülüm öyle olmalı. İçeride bir ordu insan var. Çıkacak kargaşayı düşünemiyorum.”

Mirhan’ın söylediklerini duyduğum an içimde bir şey koptu. Gizlice mi girecektim? Kendi evime? Bir suçlu gibi saklanacaktım.

Bir adım geri attım. “Hayır.”

Mirhan kaşlarını çattı. “Berva, şimdi inat etme. İçeri sakince girmezsen ortalık karışır.”

Başımı iki yana salladım. “Ben bir gölge değilim. Bir hayalet de değilim.”

Mirhan bir şey söylemeye çalıştı ama elimle susturdum. Kararlı adımlarla konağın ön kapısına yöneldim. Mirhan arkamdan bir küfür savurdu ama beni durdurmadı. Kapıyı itip içeri girdiğimde, salondaki tüm sohbetler bir anda kesildi.

Gözler bana çevrildi.

İlk önce Kübra’nın yüzünü gördüm, diğer insanları… Ve Yağmur. Yüzünde şaşkınlık, sevinç ve pişmanlık birbirine karışmıştı. Ama ben ona bakmadım bile.

Sayamadığım bir çok insan gelmişti.

Derin bir nefes aldım ve sert, titremeyen bir sesle konuştum. “Ben geri döndüm.”

Kimse ne diyeceğini bilemedi. Sessizlik öyle ağırdı ki, neredeyse üstüme çökecekti.

İnsanlar ağızlarını açtı ama ben onları susturdum. “Ne olduğunu, nasıl olduğunu sormayın. Hiçbirinize hesap verecek değilim.” Gözlerimi tek tek üzerlerinde gezdirdim. “Ben buraya aitim. Ve burada olacağım.”

Yağmur, kısık bir sesle adımı söyledi. Ama sanki duymamış gibi davrandım. Yüzüne bile bakmadım. Bir adım attı, elini uzatacak gibi oldu ama omuzlarımı dikleştirip onu yok saydım.

Tam o anda Kübra ile göz göze geldim. O, diğerleri gibi değildi. Beni gerçekten görüyordu, anlamaya çalışıyordu. Ama onun bile gözlerindeki şaşkınlık silinmemişti.

“Nasılsın?” dedi sessizce.

Gözlerimi kaçırmadan cevap verdim. “Hayatta kaldım.”

Kübra dudaklarını birbirine bastırdı, sanki söyleyecek bir şeyler arıyordu. Ama ben daha fazlasına izin vermedim. “Bu kadar yeter,” dedim. “Yorgunum. Odama çıkıyorum.”

Ve kimsenin itiraz etmesine fırsat vermeden merdivenlere yöneldim. Arkadan fısıltılar yükseldi ama umurumda değildi. Buradaydım. Döndüğümü herkes görsün istedim. Ve artık kimse bana sormadan, benim üzerimden kararlar almadan, varlığımı inkâr etmeden devam edemeyecekti.

Gözlerimi yoldan ayırmadan cama çevirdim. Parmağımı soğuk yüzeye dokundurdum, ama içimdeki ağırlık olduğu yerde kaldı. Sessizlik… İçimde yankılanan tek şey buydu. Konuşsam, içimi döksem belki hafiflerdim ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Söylenecek ne vardı ki? Kabul mü edecektim? Kaybeden olduğumu, hep kaybeden olacağımı...

Arabanın motor sesi, düşüncelerimin arasına karıştı. Konak yaklaştıkça içimdeki ağırlık daha da arttı. Ama Mirhan’ın düz yoldan sapıp arka sokağa yöneldiğini fark edince sessizliğim bozuldu.

Kaşlarımı çattım. “Önden girmeyecek miyiz?”

Mirhan gözlerini yoldan ayırmadan başını iki yana salladı. “Hayır. Evde insanlar var.”

Bu cevabı sindirmem birkaç saniye sürdü. “Kimler var?”

“Neler olduğunu öğrenen herkes. Bütün akrabalar.”

İçimde garip bir his oluştu. Ben, onlar için çoktan ölmüştüm. Şimdi ise yaşayan bir hayalet gibi eve dönecektim.

Mirhan, arabayı konak bahçesinin arka tarafında, göze çarpmayacak bir noktaya park etti. Motoru susturduğunda içimdeki huzursuzluk iyice büyüdü.

“Beni eve gizlice mi soracaksın?”

“Evet gülüm öyle olmalı. İçeride bir ordu insan var. Çıkacak kargaşayı düşünemiyorum.”

Mirhan’ın söylediklerini duyduğum an içimde bir şey koptu. Gizlice mi girecektim? Kendi evime? Bir suçlu gibi saklanacaktım.

Bir adım geri attım. “Hayır.”

Mirhan kaşlarını çattı. “Berva, şimdi inat etme. İçeri sakince girmezsen ortalık karışır.”

Başımı iki yana salladım. “Ben bir gölge değilim. Bir hayalet de değilim.”

Mirhan bir şey söylemeye çalıştı ama elimle susturdum. Kararlı adımlarla konağın ön kapısına yöneldim. Mirhan arkamdan bir küfür savurdu ama beni durdurmadı. Kapıyı itip içeri girdiğimde, salondaki tüm sohbetler bir anda kesildi.

Gözler bana çevrildi.

İlk önce Kübra’nın yüzünü gördüm, diğer insanları… Ve Yağmur. Yüzünde şaşkınlık, sevinç ve pişmanlık birbirine karışmıştı. Ama ben ona bakmadım bile.

Sayamadığım bir çok insan gelmişti.

Derin bir nefes aldım ve sert, titremeyen bir sesle konuştum. “Ben geri döndüm.”

Kimse ne diyeceğini bilemedi. Sessizlik öyle ağırdı ki, neredeyse üstüme çökecekti.

İnsanlar ağızlarını açtı ama ben onları susturdum. “Ne olduğunu, nasıl olduğunu sormayın. Hiçbirinize hesap verecek değilim.” Gözlerimi tek tek üzerlerinde gezdirdim. “Ben buraya aitim. Ve burada olacağım.”

Yağmur, kısık bir sesle adımı söyledi. Ama sanki duymamış gibi davrandım. Yüzüne bile bakmadım. Bir adım attı, elini uzatacak gibi oldu ama omuzlarımı dikleştirip onu yok saydım.

Tam o anda Kübra ile göz göze geldim. O, diğerleri gibi değildi. Beni gerçekten görüyordu, anlamaya çalışıyordu. Ama onun bile gözlerindeki şaşkınlık silinmemişti.

“Nasılsın?” dedi sessizce.

Gözlerimi kaçırmadan cevap verdim. “Hayatta kaldım.”

Kübra dudaklarını birbirine bastırdı, sanki söyleyecek bir şeyler arıyordu. Ama ben daha fazlasına izin vermedim. “Bu kadar yeter,” dedim. “Yorgunum. Odama çıkıyorum.”

Ve kimsenin itiraz etmesine fırsat vermeden merdivenlere yöneldim. Arkadan fısıltılar yükseldi ama umurumda değildi. Buradaydım. Döndüğümü herkes görsün istedim. Ve artık kimse bana sormadan, benim üzerimden kararlar almadan, varlığımı inkâr etmeden devam edemeyecekti.

Odanın kapısını arkamdan kapatırken içimi tarifsiz bir yorgunluk kapladı. Burası benim odam, benim yatağım, benim anılarımın saklandığı yerdi. Ama sanki her şey, bıraktığım gibi değildi. Her şey aynı ama ben farklıydım.

Adımlarımı ağırdan aldım. Gözlerim pencereye kaydı. Perde hafifçe açıktı. Dışarıda geceydi. Hava soğuktu, ama içimde gezinen o soğuk bundan değildi.

Oturmak istedim ama ne yatağa ne sandalyeye oturmak cazip gelmedi. Odayı adımlarken birden avuçlarımda hissettiğim o sıcaklığı hatırladım. Alaz’ın kanı.

Hastanenin parlak ışıkları, Alaz’ın sedyede kaybolmuş bedeni, yüzündeki solgunluk… Bir anlığına bile olsa elini tutmuş olmamam. Ona karşı direnmeyi başardığım ilk an.

Ama ne yalan söyleyeyim daha kolay olur diye bekliyordum. Bunca yaşantıdan sonra bile elini tutmayı reddetmek beni biraz rahatsız etti doğrusu.

Ama onun bana söylediği her güzel kelimede nefretim katlanarak artıyordu. Hâlâ bana yavrum diyebiliyordu!

Al işte! Beni takip eden adamın kim olduğunu düşünecektim, yaşadıklarımı tartacaktım ama aklıma hâlâ onun o hâli geliyordu.

Sonra içimde bir şey sıkıştı. Konağa nasıl da çabuk ulaşmıştı haber?

Dila’nın gelişi...

Bir an için duraksadım.

Bunu düşünmemem gerekiyordu. O yüzden pencereden dışarı baktım, gözlerimi uzaklara sabitledim. Ama ne kadar bastırmaya çalışsam da o an zihnime üşüşen görüntülerden kaçamıyordum. İçimde tuhaf bir his kıpırdandı ama üzerine düşünmedim. Önemli değildi. Önemli olmamalıydı.

Buraya geri dönerken bazı şeyleri geride bırakmıştım. Artık o eski ben değildim.

Bir an, bir hayalet gibi koridordan geçişimi hatırladım. İnsanların yüzlerindeki şaşkınlığı. Yağmur’un bana uzanan elini nasıl görmezden geldiğimi...

Derin bir nefes alıp pencereyi araladım.

Soğuk hava yüzüme çarptığında içimde sıkışan ağırlık az da olsa hafifledi.

Unutmak için dönmemiştim. Kendini bana unutturacak sebepleri öğrenmek için ve onu unutmamı sağlayan o insanların kim olduğunu öğrenmek için gelmiştim.

Kapı çalındı, aralandı. Kübra içeri girdi ama yalnız değildi. Küçük bir kızı kucağında taşıyordu. Bir an algılayamadım. Kübra, kollarındaki çocuğu hafifçe düzeltti, ardından bana dönerek kapıyı kapattı.

"Biri seninle tanışmak istiyor," dedi yumuşak bir sesle.

Küçük kız… Gözlerini bana dikmişti. Büyük, meraklı, hafif çekingen gözler. Yanakları tombuldu, saçları kumral dalgalar halinde omzuna dökülüyordu. Minik elleriyle Kübra’nın omzuna tutunmuş, usulca başını yana eğmişti.

Ben bir şey diyemedim. Kübra ile çocuk bana bakıyordu ama sanki dünya o an donmuştu. Nefes almayı unuttum.

O, kim?

Kaç yaşında olduğu bile belirsizdi gözümde. Ama çok küçük… Öylesine küçük ki, varlığı bile garip bir şey hissettirdi içimde.

Kübra çocuğu yere bıraktı. "Efser," dedi usulca. "Bu, Berva."

Çocuk, Kübra’nın eteğine tutunarak bana baktı. Sonra hiç beklenmedik bir şey oldu.

Gülümsedi.

Minicik adımlarla yanıma yaklaştı, sonra durdu. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. O an içimde bir şey titredi.

Küçük bir sesle, "Sen… kim?" diye sordu.

Bilmiyorum, diyecektim. Gerçekten bilmiyorum. Ben kimim? Burada ne yapıyorum? Bu çocuk… Burada ne yapıyor?

Kübra, bakışlarımı fark etmiş olmalı ki, yumuşak ama temkinli bir ifadeyle, "Efser," dedi. "Yağmur’la Fıraz’ın kızı."

O an odadaki hava değişti.

Bedenim hafifçe öne eğildi, istemsizce nefesimi tuttum. Kübra'nın sesi yankılandı kulaklarımda.

Yağmur’la Fıraz’ın kızı.

Gözlerim Efser’e kaydı. Küçük kız, sanki dünyadaki en basit şeyi söylüyormuş gibi, "Ben Efser," diye mırıldandı. Sonra… Minik ellerini uzattı.

Sanki onu kucağıma almam gerekiyormuş gibi.

Ama yapamadım. Sadece baktım. O küçücük ellere, yüzüne, gözlerine. İçimde bir şey büyüyordu ama ne olduğunu adlandıramıyordum.

Kübra, duraksadığımı görünce yere çömeldi. "İlk defa gördüğü için yabancılık çekti ama daha önce fotoğraflarını göstermiştik ona.”

Ama ben hiçbir şey diyemedim. Kucağıma alsam… Ne hissederdim? Tutmasam… Ne eksilirdi içimden?

Efser, başını hafif yana eğip gülümseyince içimde bir şey paramparça oldu ama ses bile çıkaramadım. Minik elleri hâlâ havada asılı duruyordu. Beni bekliyordu. İçimde ne varsa sustu o an. Ne öfke ne kırgınlık… Sadece bir boşluk.

Sonunda dizlerimin bağı çözülür gibi oldu ve yavaşça çömeldim. Ellerimi uzattım. O küçücük elleri avuçlarımın içine aldığımda içimi tarif edemediğim bir sıcaklık sardı. Efser hiç tereddüt etmeden kollarını boynuma doladı.

Bir an duraksadım. Bu kadar kolay mıydı?

Ama sonra, içimdeki taş duvarlar çatırdadı. Efser’i kollarımın arasına aldım ve o minik bedeni göğsüme bastırdım. Yumuşacıktı, sıcacıktı… Bir çocuk böyle mi kokardı? Yanaklarımı saçlarının arasına gömdüğümde burnuma o hafif, tertemiz koku geldi. İçimde yıllardır taş gibi oturan ağırlık, yerini garip bir sızlamaya bıraktı.

Kollarımı sıktım. O da sıktı.

Kalbim… O an nereye ait olduğunu unuttu.

Kübra, bir adım geri çekilip bizi izledi. Bir şey söylemedi, gerek de yoktu. Zaten sesimi kaybetmiştim. Sadece gözlerimi kapattım ve içimde beliren sıcaklığa tutunmaya çalıştım.

Ama o sıcaklık, başka bir hatırayla karıştı. Kaybettiğim o küçük nefesin, hiçbir zaman sarılamayacağım minik bedeninin anısıyla.

Gözlerimi açtığımda Efser, büyük meraklı gözleriyle bana bakıyordu. Sanki içimde olup biten her şeyi anlamış gibi.

“Sen ağlıyorsun mu?” dedi fısıltıyla.

Gülümsedim. Ne garip… İçim yanarken gülümsemek. “Hayır,” dedim usulca. “Sadece… unutmuşum.”

“Ne unutmuş?”

Cevap vermedim. Efser’in saçlarını okşadım. Küçük bedeni avuçlarımda o kadar hafifti ki…

Kübra yavaşça yanımıza çömeldi. “Bunu neden yaptığını bilmiyorum ama iyi geldi.”

Başımla hafifçe onayladım. Gerçekten iyi gelmişti.

Kübra bir süre sessiz kaldı, sonra alçak bir sesle sordu. “Nasılsın?”

O kadar basit bir soruydu ki… Ve bir o kadar ağır.

Gözlerimi kaçırdım. Efser’in saçlarını parmaklarımın arasında geçirdim, kokusunu içime çektim. Ama hiçbir kelime boğazımdan geçmedi.

“Nasılsın?” dedi Kübra tekrar.

Bu sefer yutkundum. Sesimin titremesini engellemeye çalışarak sadece, “Buradayım, iyiyim” dedim.

Kübra bana uzun uzun baktı, sonra başını eğerek hafifçe gülümsedi. “Tamam.”

Bir şeyler daha söylemesini bekledim ama o sadece elini Efser’in sırtına koydu. “Hadi gidelim, minik hanım.”

Efser bana sıkıca sarıldı, sonra istemeyerek de olsa kollarımın arasından ayrıldı. Kübra onu kucağına alırken bana son bir bakış attı.

“Dinlen biraz,” dedi sadece.

Ve ardından kapıyı sessizce kapatıp gitti.

Ben odada, Efser’in sıcaklığı hâlâ kollarımda asılı kalmış gibi, sessizce oturdum. Bir an hiç kıpırdamadan öylece durdum. Sonra gözlerim kapıya kaydı.

Ve fısıltıyla, sadece kendimin duyabileceği bir sesle, “Ben de unuttuğumu sanmıştım,” dedim. Nasıl unutabilirdim ki?

Oda sessizdi. Sessizlik bazen bir sığınaktı, bazen de en büyük düşman. Bugün… düşmandı.

Efser’in sıcaklığı hâlâ kollarımda asılı duruyordu ama içimde yankılanan başka bir ağırlık vardı. Kıpırdamadan oturdum, parmaklarımı avuçlarımın içine bastırarak… titrememi engellemeye çalışarak.

O an aklıma düştü.

Bir zamanlar, karnımın içinde atan minik bir kalp vardı. Bir avuç kadar bile olmayan bir varlık… O kadar küçüktü ki, hayata tutunması için ona siper olmam yetmemişti. Beni seçmemişti. Ya da dünya ona fazla acımasızdı.

Gözlerimi kapattım. O günü unutmak istemiştim ama bazı anılar, unutmaya izin vermezdi. O gece, kanın sıcaklığı bacaklarımdan süzülürken, içimdeki o acımasız boşluğu hâlâ hissediyordum.

Elimi göğsüme götürdüm, parmaklarım kalbimin üzerinde durdu. Bir an… o küçücük kalbin hâlâ burada olduğunu hayal ettim. İçimde bir yerlerde, silinmemiş bir iz gibi.

Sonra buz gibi bir sessizlik çöktü içime.

Ayağa kalktım. Birkaç adım attım, ama nereye gittiğimi bilmeden. Bir şey yapmalıydım. Yoksa bu sessizlik beni yutacaktı.

Masadaki telefonu aldım. Ekrana baktım. Arayacak birini aradı gözlerim. Kimseyi bulamadım. O anda bilinmeyen bir numara ekrana düştü. Kaşlarımı çattım. Tereddüt ettim. Ama sonra parmağım ekrana gitti. Açtım.

Bir an sessizlik oldu. Sonra, boğuk bir ses duyuldu.

“Gitme demiştim, neden gittin?”

Telefonun soğuk yüzeyi avucumda terledi. Bir an nefes almayı unuttum. Ses… Kulağımın içinde yankılanan, geçmişi önüme yığan, kapanmayan bir yaranın üstüne tuz basan o ses.

Gözlerimi kapattım. Onu görmemek yetmiyordu. Onu duymamak da lazımdı. Ama sesi, tıpkı aklımdaki anılar gibi, ne yapsam silinmiyordu.

Yutkundum. Hiçbir şey demedim. Çünkü diyecek bir şey yoktu. Çünkü içimde ne kadar kırık dökük cümle varsa, bu kelimelerin altında ezilmişti.

Bebek…

Karnımın içinde büyüyen, bir zamanlar içimde atan o küçücük kalp. Ellerimi istemsizce karnımın üzerine koydum. Orada hâlâ bir şey varmış gibi… Hâlâ benim bir parçam orada yaşıyormuş gibi.

Ama yoktu. O gitti ve ben, Alaz gibi, kimseye gitme diyemedim.

Telefonun ekranına baktım. Numara yabancıydı. Ama ses… O kadar tanıdıktı ki, gözlerimi kapatsam, hâlâ yanı başımda nefes aldığını sanırdım.

Boğazım kurudu, cümleler hedefini isabet almış bir silah gibi söylemeyi bekliyordu ama hiçbir şey söylemedim. Sadece nefes aldım. Bir, iki, üç… Sonra parmağımı ekrana götürdüm ve aramayı sonlandırdım. Telefonu yatağa bırakıp derin bir nefes verdim. Ama içimdeki ağırlık, o nefesle birlikte çıkmadı. Hâlâ oradaydı.

Tıpkı Alaz’ın ihaneti gibi...

Oy verip yorum yapmayı unutmayınız

Bölüm sonu emojisi 1

Bölüm : 27.04.2025 23:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...