
11. Bölüm
Biz, tam olarak hayatın hangi merkezindeyiz? Ya da şöyle diyeyim. Biz hayatın merkezinde miyiz? Birimiz, hoşlandığı kızın sözlerinden sonra acıdan kıvrılırken hayat ona tam olarak ne katıyor?
Ya da adından başka bilmediği bir adamı düşünmek onun için ne kader faydalı? Çünkü biliyorum ki, bu düşüncenin sonu ölümden daha beter bir yere gidecek. Biliyorum ve hissediyorum ve bunları bilmeme rağmen de onu düşünmekten başka bir halt etmiyorum.
Semih ağabeyin arkasından herkesin bakışı üzerime çevrildiğinde hızlıca kafamda bir yalan uydurup, yalanı dile getirdim.
"Telefonu çaldığı için dışarı çıktı." Evet evet, tam olarak bulduğum yalan buydu. Hem ne yapabilirim ki, iki saniyede ancak bunu bulabildim.
"Telefon mu? Biz niye duymadık?" Dedi Gökhan ağabey şüpheyle. Polis diye her şeyde de şüphelen zaten.
"Nasıl ya, titreşimden ben bile oturduğum yerden titredim. Siz fark etmediniz mi?" Dedim gözlerimi hayret edermişcesine büyüterek. Bana inandıklarına dair bakışı gördüğümde oyunculuğuma ve mimiklerime teşekkür edip oturduğum yerden kalktım.
"Nereye?" Diye iki ağabeyimin ikisi de aynı anda soru sorduklarında kaşlarımı çatıp elimi alnıma götürdüm.
Zaten gergindim, bir de bu gerginliğin üzerine ağabeylerimin soruları çıkmış ve beni iyice germişlerdi. Bu yüzden de sinirime hakim olamadan aniden çıkıştım.
"Burası sorgu odası değil ve siz de burada, bu ev içerisinde, polis değilsiniz. Kendinize gelin. Bir şey yaptığım ya da yapacağım zaman sizden izin alacak değilim. Çok şükür, annem hayatta. Bir şey olursa gidip anneme söyler ve yine annemden izin alırım," dedim stabil tutmaya çalıştığım ses tonuyla.
Birine- kim olduğu fark etmez- hesap vermekten nefret ederim. Çünkü, hesap verilecek kişileri sadece annem ve babam olduğunu düşünüyorum.
"Şt, tamam. Tartışmaya lüzum yok. Sen de Dilan, nereye gideceksen git ama babam gelmeden gel," dedi annem gergin ortamı sakinliğe kavuşturarak.
Anneme minnet dolu bakışlar attıktan sonra arkamı dönüp, koşar adımlarla salondan çıktım. Spor ayakkabıyı, ayağıma geçirdikten sonra hafif aralık kalan kapıdan çıkıp, hızlıca merdivenlerden inmeye başladım.
Allah'ım, lütfen ağabeyimi bulayım.
Koştura koştura apartmanın kapısını ve bahçe kapısından çıkıp, aklıma gelen ilk yere, parka doğru, ilerlemeye başladım.
Adımlarım o kadar seri ve paydak ki, dışarıdan gören beni, ya sarhoş sanacak ya da birinden delicesine kaçtığımı.
Parka vardığımda, tahminimde haklı çıktığım için kendimi tebrik ettim. Allah'ım çok şükür.
Semih ağabey, bankalardan birine oturmuş, elinde ki sigaranın zehrini içine çekerek yere bakıyordu. Bir şeyler anlamak ister ya da bir şeylerden kaçmak ister gibi bir hali vardı.
Yanına gidip, bankın diğer ucunda oturduğumda ilk birkaç dakika ikimizden de çıt dahi çıkmadı. Ta ki ağabeyim içini dikene kadar.
"Biliyor musun?" Diye başladı sözüne. Sigarayı parmaklarının arasında sabit tutup, başını gökyüzüne doğru kaldırarak.
"Ben, belki bir ihtimal beni sever diye bekledim. Hem de yıllarca ama bugün... Bugün anladığım ki, beklemekte, salak gibi altı yıllık üniversiteyi dört yılda bitirmekte boşunaymış. Şu kadar," dedi baş ve işaret parmağını birbirine yaklaştırıp, parmaklar arasında çok az bir mesafe bırakarak.
"Lan şu kadar anasını satim, şu kadar... Dedim belki beni sever. Belki benim ona olan duygumu anlar diye benkedim. Ama nafile. Bugün, o kadar güzel anladım ki bizden bir halt olmayacağını." Elinin tersiyle gözünden akan yaşları sertçe sildi. "Bugün, bilmeden de olsa beni öyle güzel rüyadan uyandırdı ki, ben değil, onun için yıllarca atan kalbim bir anda durdu sandım ve o anda anladım aşkın bir aldatmaca olduğunu. O an anladım aşk denen illetin acıdan başka bir halta yaramadığını."
Semih ağabeyin bakışları bana döndü ve dudaklarından şu sözler döküldü.
"Benden sana bir tavsiye, kardeşim. Sakın aşık olma. Aşk, binde bir kişinin yüzüne gülür, onlar da biz değiliz," diyerek ayağa kalkıp gitti. Geriye ise perişan olmuş bir kız bıraktı.
Semih ağabey, açık açık bana, düşünme ve hoşlanma diyor ve lanet olsun ki ben, sabahtan beri Uğur'u düşünmekten başka bir şey yapmıyorum. Lanet olsun, bile bile ateşe hatta bile bile ölüme yürüyorum.
On, belki de daha uzun süren sessizlik ve düşünce dolu zaman diliminden sonra yanıma birinin oturduğunu hissettim. Ama öyle bir düşünce kuyusuna düşmüşüm ki, dönüp gelen kişinin kim olduğuna bile bakmadım.
Elimi saçıma geçirip, başımı iyice yere eğdiğimde düşüncelerimin baş rolünün sesini duydum.
"Geveze, bir sorun mu var?"
Evet, en büyük sorun sen ve bugün yaşadığımız saçma sapan yakınlaşma demek istedim. Ama bu, sadece istemekten öte gitmedi. Semih ağabeyin sözleri durmadan zihnimde dolaşıp, kulağım fısıldarken nasıl olur da onunla konuşurdum.
Saçımı, sinir, gerginlik ve bilmediğim duygular yüzünden çekiştirdiğimde Uğur'un telaşlı sesini duydum.
"Hey, hey. Delirdin mi sen? Ne diye kendine zarar veriyorsun?"
"Sana ne?" Diye çıkıştım birden bire.
Uğur, benden bu tepkiyi beklemiyor olsa gerek sessiz kaldı. Ve yüz ifadesi... Ona bakamadığım için yüz ifadesini de göremiyorum.
"Tamam, sakin ol lütfen. Seni bu kadar sinirlendiren şey ne bilmiyorum ama, kendine zarar verecek kadar önemli olamaz."
"Önemli!" Diye bağırdım ve elimi saçımdan çekip, başımı Uğur'un olduğu tarafa doğru çevirdim.
Biraz öncekine nazaran, daha uysal ve daha kısık bir ses tonuyla "Aşk, insanı hep yıpratır mı?" Diye sordum. Eğer sormasam ya da bunun cevabını bulamazsam kendimi delirecek gibi hissetmem normal mi?
"Aşk, en çok aşk yıpratır ve en çok aşk insanları bir araya getirir," dediğinde yüzüne hevesle baktım.
"Nasıl yani?"
"Aşk, zor. Hem de seni yerden yere vurup, sonra da seni kendi ayaklarının üzerine durduracak kadar zor- ki zaten bu yüzden 'Sevmek için yürek lazım," derler. Bir insan severse harbi sever. Onu herkesten sakıncak ama aynı zamanda ona olan aşkını herkese anlatacak kadar çok sever. Ama bunu abartı takıntı haline getirenler de var- ki bunun aşk olduğuna pek inanmıyorum."
"Anlamadım?"
Yüzünü bana çevirip, gülümseyerek anlattı.
"Bazı insanlar takıntıya aşk derler ama aşk öyle değil, aşk kıyamamak, sevdiğin kişinin mutluluğu için gerekirse çekip gitmektir. Ya da sevdiğin kişi kimin yanında mutluysa onu, uzaktan izleyip mutlu olmaktı. Aşk, sana mutluluk getiren ama aynı zamanda seni cehenneme sürükleyen bir duygudur," dediğinde güldüm. Semih ağabey tüm bu anlatılanlara katlanacak mı demek oluyor bu?
"O hâlde hayat hem gidene hem de kalan mı zor oluyor?" Konudan bağımsız bir soru olsa da merak etmiştim.
"Hayır, hayat gidene zor?" Dediğinde kaşlarımı merakla kaldırdım. Oysaki bu soruya verilen birçok cevap 'kalana zor' cevabıydı.
"Neden öyle düşünüyorsun?"
"Çünkü kalan, giden kişisin arkasında bıraktığı hatıralara sığınır. Diyelim ki giden kişi X kalan kişi Y. Y kişisi, X kişisinin evine gidip yaşadığı olayları aklında canlandırır ve iyisi kötüsü ile C kişisini zihninde öldürür ama giden, yani X kişisi aklındakilerle yetinir. Kötü anıları düşünemek yerine iyileri düşünüp kendini mutlu eder."
"O zaman kalan kişiye zor olmuyor mu?"
"Hayır, çünkü giden. Geldiğinde bıraktığı kişiyi eskisi gibi bekler ama Y kişisi çokta onu unutmuş, hatta belki de ona nefret beslenmeye başlamıştır. O yüzden X bir anda çöker ama Y zaman zaman çöküş yaşamış olur."
Herkesin görüşü elbette farklı ama bence kalan üzülür. Ben, her zaman kalan kişi taraftarıyım.
"E, söyle bakalım. Kim bu şanssız?" Dedi Uğur gülerek. Oysa ki ben dediği şeyi zerresini bile anlamamıştım.
"Ne demek istiyorsun?"
"Aşık olduğunu kişiyi diyorum," dediği güldüm. Hatta gerçekten çok içten bir gülüş sundum.
Elimi gelişi güzel sallayıp "Ben ve aşk mı?" Dedim kendime bile inanamıyormuş gibi. Elimle ağzımı kapatıp, gülüşümü saklarken boğuk bir sesle "Aşk kavramından bildiğim tek şey ismi desem..."
"Hadi ya, neden sordun ki o hâlde?"
"Ağabeyim için," dedim tekrardan gülerek.
Uğur, utanmış olmalı ki elini ensesine götürüp, ensesindeki kısa saçı kaşımaya başladı. Onu bu çekici ve göz alıcı tavrını izlemek isteyen yanımı zorlukla bastırıp, başımı önüme çevirdim.
"Sen, niye geldin?" Dedim hem ona bakmamak, hem de merakıma yenik düşerek.
"Maç çıkışı hava için mahalleyi turlim dedim; hem, belki bu sayede mahalleyi daha iyi tanırım diye de, seni görünce de bakmak istedim," dediğine başımı anladım dercesine sallayıp ayağa kalktım. Çünkü eğer, biraz daha oturursam babam çıkana eve varmış olacaktı.
Endişeli olmamın nedeni ise eve geç varırsam annemin, elimden telefonu alacak olmasıydı. Bu yüzden hızlıca "İyi yapmışsın ve güle güle," diyerekten koşturmaya başladım.
Büyük ihtimalle Uğur, neden bir anda koşturduğumu sorgulayacak; bir sonuçta varamadığında kendinden pay çıkaracaktı.
Ama hiç sorun değil, biraz da o beni düşünsün öyle değil mi?
Şaka şaka, asla öyle bir düşüncem yok. İster düşünsün, ister görmezlikten gelsin bana ne?
Koşarak gittiğim sokaklarda babamın, bakkaldan çıktığını görünce duraksadım. Nefesimi düzene soktuktan bir müddet sonra babamın arkasında "Baba," diye bağırdım. Babam o an durup, omuz hizasında başını benim olduğum yöne doğru çevirdiğinde koşarak yanına gittim.
Babam, beni kolunun altına aldıktan sonra saçımın üzerine tüy kadar hafif bir öpücük bırakıp kolunu omuzumdan aşağı sarkıttı.
"Nereden nereye öyle?" Dedi hafif eğlenen tonda çıkan sesiyle.
"Öylesine dolaşmak istedim."
"Dur tahmin edeyim, annen yine başkalarının dedikodusunu ediyor," dedi babam gülerekten. Hem şikayet ediyor, hem de annemi bir an önce görmek için dakikaları sayıyordu.
Sanırım hiçbir zaman annem ve babam gibi bir ilişkim hatta evlenirsem evlilik hayatım olmayacaktı. Çocuklar ikiye ayrılırdı; anne ve babası gibi bir yaşam isteyen ve anne babası gibi hayat yaşayacağı korkusu ile büyüyenler. Sanırım ben, bu grubun şanlı taraftarıyım.
Ve sırf bunun için yatıp kalkıp Allah'a şükranlarımı sunuyorum.
"Fevkalade bir tahmin ve tebrik ediyorum, tahminlerinizde yanılmadınız," dedim düşüncelerimden kurtularak.
Babam, işaret ve orta parmağıyla burnumu kıskacına alıp, burnumu iki yana doğru salladı. Ben, mırın kırın etsem de babam çok eğleniyor gibiydi.
"Öyle mi küçük hanım? Demek fevkalade ha?"
Babam, burnumu serbest bıraktığında hapşırıp, burnumu kaşıdım söylene söylene "Ama baba ya."
"Babaya ya denmez," dediğin çoktan eve varmıştık bile. Annem, büyük bir sevinçle kapıyı açtığında ben babamın kolunun altına sıyrılıp, içeriye geçtiğim.
Içeride bir ordu beklerken, bir tek ağabeyimin olması hayret doğrusu.
Yavaşça yanına yanaşıp, ensesine şaplak attım. Lütfen... Lütfen duygu değişimimi sormayın. Çünkü ben bile kendimi çözebilmiş değilim. O yüzden çokta şey yapmamak lazım.
"Lan!" Diye bir anda ağabeyim bağırınca otomatikmen ben de geriye doğru sıçramayı başladım. Aşk olsun, insan bir sakin sakin arkasını döner ya, her ne kadar ensesine şaplak atmış olsam da.
"Ne bağırdın ya, altüstü bir şaka yapmak istedim."
"Şaka yapma, nede olsa benim sana karışma hakkım yok. Senin de olmasın," dedi trip atar gibi. Hadi bakalım, işlerine gelince erkek adam ağlamaz demeyi bilirler o halde erkek adam trip de atmaz desinler.
"Ne karışacağım sana be? Delinin zoruna bak," dedim omuzuna yumruk atıp, odama geçerek.
****
On gün, koca bir on gün geçmişti ve ben, dile kolay gelen bu on günde Uğur'u bir kere bile görmedim.
Hayır görmemek sorun değil de, acaba mahallede mi değil diye merek etmiyor değilim.
Bugün ise yine sessiz sedasız geçiyor ve ben, inanılmaz ama beden dersinde bile sıkılıyorum.
Zaten Dilara da kendini kötü hissettiği için bugün gelmemişti. Ben de kimseyle dedikodu yapmadığım için sıkıntıdan patlıyordum.
Son dersi sıkıntı ile bitirdikten sonra sırt çantasını sırtıma atıp, spor kıyafetleri ile çıkışa doğru ilerledim. Kulaklığı çantadan çıkarıp, kulağıma taktıktan sonra telefondan son ses şarkı açtım.
Şarkı dinlemek kadar güzel bir şey yok, tüm dünyadan, hatta tüm dert ve sıkıntılardan soyutlanıp kendi hayal dünyan ile baş başa kalıyorsun ve bu, inanılmaz keyif verici.
On dakikaya yakın, müzik eşliğinde yürürken aniden kulaklık Tekin'in çekilmesi ile çığlık attım.
"İmdat!" Evet, evet. Kulaklığım çekildiği için birilerinden yardım istedim. Sonuçta şimdi kulaklığı çeken, ilerde kulağımı çekmeyeceği ne malûm.
"Sakin ol, beni duymadığını için kulaklığı çekmek zorunda kaldım," dedi o bir haftadır görmediğim ama bir an olsun aklımdan çıkmayan kişi.
Kalbim ritmini değiştirmeye, hatta göğüs kafesinde fırlayacak kadar hızlıca atmaya başladı. Nefesim... O an nefes dâhi alamadığım hissettim.
Tuhaf bir andaydım. Kalbim; ritmi bozulan bir akor gibi hızlıca çarpmaya, nefesim, denizin dibinde kalmışım gibi tıkanmaya başladı. Kahretsin bu... Bu çok berbat bir andı.
Elimi kalbime götürdüm. Belki bir nebze olsun beni anlar ve eski ritmine döner diye. Dudaklarımı, nefes alabilmek için dudağımı aralığımda sanki ağzımın üzerinde bir engel var ve benim nefes almamı engelliyor gibiydi.
Uğur bir anda telaşla karışma geçtiğinde kalp krizi geçireceğimi hissettim. Ne olduğunu ya da ne olacağını umursamdan hızlıca yanından geçip koşmaya başladım. Koşmanın etkisiyle ve kulaklığın tekinin onda olması ile telefon bir anda yeri boyladı. Umursamdım.
Koştum, ciğerlerimin patlamasını isteyecek kadar çok hızlı ve nereye gittiğimi bilmeden koştum.
Telefonun aldığı hasar umrumda değildi, çünkü ondan büyük bir hasar almıştı kalbim.
Kalbim bana ihanet etmiş, aklım işlevini kaybetmişti. Ben ne yaptım öyle. O an Semih ağabeyin acı çeken yüzünü belirdi, kulağımda ise sözleri kendini tekrar etti. Kendimi bir aptal gibi hissediyorum. Her şeyi bile bile, bu on günde en çok kendime zarar verdiğimi en çok bugün anladım.
Uğur, bana ve en çokta kalbime zarardı.
Ondan uzak durmalıyım. Belki klişe gelecek ama ondan gerçekten uzak durmalıyım. Semih ağabeyin yaşadığını yaşamamak için en çok ondan ve onun bulduğunu ortamdan uzak durmalıyım.
BÖLÜM SONU. 🦋
Bölüm hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Semih, hakkında ne düşünüyorsunuz?
Uğur'un açıklamasını nasıl buldunuz?
Peki ya Dilan'ın kararı?
Şimdilik bu kadar, kendinize iyi bakın mutlu, huzurlu ve sağlıklı kalın.
Bölümlerin haftada iki kere yayımlanacak. Birisi cumartesi ya da pazar günü.
Diğer ise Çarşamba ya da Perşembe günü.
Alıntı ve spoiler için;
Instagram &Twitter= Aycelebininhikayeleri
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |