
4. Bölüm
Gözlerimi, huzurla açtım. Ama bu, tarifi zor bir huzur. Neden mi? Çünkü ilk defa anne bağırış olmadan, sessizce ve kendi, özgür iradem ile yeni bir güne uyanmıştım. Insan, kendi kendine yeni bir güne gözlerini açtı mı, diğer günlere nazaran uykusu gelmiyor ve düşük enerjili olmuyordu.
Yumruk yaptığım ellerimle gözlerimi iyicene ovuşturarak iyice esneyip yatakta oturur pozisyona geçtim. Üzerimde ki pikeyi, ayaklarım yardımıyla yere atıp, kendime lanetler okuyarak ayağa kalktım.
Kahretsin, nasıl olur da gündelik kıyafetle uydurdum ben? Tamam çok kibar hatta hiç kibar ve sosyatik değilim ama pijama benim kırmızı çizgim. Eğer pijamayla uyumazsam gün içinde sevmediğim kişileri göreceğime inanırım. Kabul, çok berbat bir inanç ama gerçekten doğrulandığına inanıyorum - ki bugün sevmediğim birini görmeyi de hiç istemiyorum. Çünkü, ilk defa içimde volkan misali kaynayıp duran bir enerji var.
Ve ben bu enerjimi sevmediklerimle tüketmek istemiyorum.
Umarım bu kişiler akraba olmaz
İç sesimin sözleri gözlerimi kısılmasına ve zihnimin düşünceler denizinde boğulmasına neden oldu.
Umarım iç ses. Dua et de bu günümüz enerji dolu, eğlenceli ve bol kahkahalı olsun.
İçimde ki enerjiye rağmen oflaya puflaya yataktan aşağı doğru sarkıttım ayaklarımı. Soğuk parke ile temas eden sıcak ayaklarım irkilmeme neden oldu. Ayaklarımı iyice parkeye bastırdıktan sonra odadan çıkıp banyoya ilerledim.
Rutin işlerimi halledip, duşumu da aldıktan sonra üzerime bornoz geçirip tekrardan odama geçtim. Ne olur ne olmaz diye de kapıyı ardımdan kilitleyip kıyafet dolabına doğru ilerledim.
Dolaptan, dizden yırtığı olan beyaz İspanyol paça pantolon ve siyah sıfır kol badi çıkarıp üzerime geçirdim.
Son senemizden kaynaklı giyimimize pek karışmıyorlardı- tabi bu giyim tarzı öğrenciye ve okula yakışırsa- ki zaten benim ki de pek açık seçik sayılmaz.
Saçımı sıkı bir at kuyruğu yapıp, siyah hırkamı da boynuma atıp, kollarını boyundan düğüm attıktan sonra yastığın altından telefonu alıp arka cebime koydum ve yatağımı düzeltmeye koyuldum.
Zaten okula aşık biri olduğumdan(!) Yanıma bir tek kalem ve defter almakla yetiniyorum.
Çantayı sırtıma atıp, erken kalkmanın dezavantajıyla somurtarak mutfağa geçip dolaptan kahvaltılıkları çıkarıp tezgahın üzerine koydum ve ayaküstü bir şeyler atıştırmaya başladım.
Annemlerin odasında ki alarm çaldığında kahvaltılıkları dolaba koymayıp hızlıca kapıya doğru ilerledim. Ayakkabı rafından beyaz spor ayakkabıları elime aldıktan sonra kapıyı sessizce açıp dışarı çıktım ve aynı sessizlikle kapıyı kapattım. Elimdeki ayakkabıları yere bırakıp hızlıca ayaklarıma geçirdim.
Her an kapının açılma ihtimalini de göz önünde bulundurarak koşar adımlarla merdivenlerden inmeye başladım.
Son basamağa da bastıktan sonra nefesimin düzene sokmak adına ilk birkaç dakikada eğilerek nefes egzersizleri yaptım. Daha sonra da doğrulup, dik pozisyona bürünerek cool bi' şekilde apartmanın kapısını doğru ilerledim. Elimi çelik kapının koluna koyup, kapıyı çekene kadar anca cool duruşu sergileyebildim. Neden mi? Çünkü lânet olasıca kapıyı çok ağırdı ve ben bu kapıyı açmak için şekilden şekile giriyorum. Mesela şimdi... İki ayaklarımı da genişçe açılmış, iki elimle de kapıyı sıkıca kavramış kapıyı açmaya çalışıyorum.
Zor bela kapıyı açtığımda, bir an öbür tarafı görür gibi oldum. Kesik kesik nefes alarak kapıdan çıkıp, kapıyı ardımdan kapattım. Nefeslenmek adını başımı gökyüzüne kaldırdığımda Zeytin teyze ve ekibinin yine iş başında olduğunu gördüm.
Yuh anam, gerçekten, bazen hiç uyumadıklarını düşünüyorum. Hatta sadece düşünüyor değilim. Bundan yüzde yüz eminim. Bir de duymazlıktan gelme meselesi var tabi... Hani olur ya bazı teyze ve bazı amcalar duymuyor rolüne bürünürler ve en önemli meselelerde kulaklarını açarlar. Heh işte, ondan bizde de var hemde iki tane.
Biri tam karşı binada bana, kaşlarını çatarak bakmış, diğeri ise büyük ihtimalle başımın üstündedir.
Bana kaş çatarak bakan teyzeye karşı, ben de kaş çattım. Ne yani, onlarda kaş varda bende yok mu? Bende ki en kötü belki de en güzel özeliklerden biri de kimin ne olduğunu umursamdan, aynı tavrı ve aynı bakışı sergilemekten çekinmemek. Bu anneme göre oldukça kötü bir huy ama bence değil. Tabi bu sadece kendi görüşüm.
"Ne bakıyon öyle kötü kötü," dedi teyze kaşını çatmaktan vazgeçmeden.
"Ay aşk olsun teyze ya, sen nasıl bakıyorsan ben de öyle bakıyorum," dedin gülüşlerimin arasından. Her ne kadar ciddi olsam da bu gülüş benim ciddiyetimi bir su misali alıp götürüyordu.
Çok ve her şeye gülen insanlar genellikle ciddiye alınmaz, oysa ki en ciddiye alınması gereken kişiler en çok günlerdir. Çünkü onlar acıyı- tatlıyı, iyiyi- kötüyü gülerek ve kimsenin kalbini kırmayarak anlatmaya çalışıyorlar.
"İyi kızım hadi sen okula gidiyorsun herhal."
"Öyle öyle."
"Öle öle mi? Demek ölim ha." İşte benim de tam olarak bahsettiğim ve anlatmaya çalıştığım mesele bu. Gerçekten bazı teyzeler birkaç konuda profesyonel.
"Yok teyze ya, ne ölmesi. Ağzından yel alsın."
"Demek beni yer alsın ha," diyen teyze ile kendimi şu an ve şu dakika yerler atıp, bayılma taklidi yapasım geldi.
Pencereden bakıp da kıs kıs gülen Zeytin teyzeye, gözlerimi kısarak baktım. Ben şimdi bu yaşlı grubu ile nasıl baş edeceğim?
Her iki taraftan da sıkıştığımı anlayınca topu, Zeytin teyzeye atmakta buldum çözümü.
Elimi kaldırıp sallarken bir yandan da geriye, bahçe kapısına, doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladım.
Kapının önüne vardığımda da elimi indirip "Zeytin teyze, tercüme etme görevini sana devrettim," dedim ve arkamı döndüğümde gibi adımlarımı hızlandırıp bahçe kapısından çıktım.
Kapıdan uzaklaşmadan evvel de duyduğum son şey "Zeytin, deve eti mi dedi o." Oldu. Aynen teyzem aynen. Zaten benim gecem gündüzüm deve eti yemekle geçiyor. HasbinAllah.
Yüzünde ki amansız gülümseme ile çantamdan birbirine dolanmış kulaklığı ve arka cebimden de böbrek kadar değerli olan telefonumu çıkardım. Kulaklığı zor bela açtıktan sonra, telefonda ki yuvasına yerleştirip, kulaklığın başlarını da kulağıma yerleştirdikten sonra çalma listesine girip, karışık çal simgesine tıkladım.
Kulağıma, hayran olduğum şarkıcının güzelim sesi geldi.
Sen bizim mahalleye geldin geleli canım
Bizde ne akıl kaldı ne de fikir, bittik
O endam, eda nedir öyle, hey yavrum!
Kaç yıllık arkadaşlar birbirimizi sattık…
Müthiş bir enerji ile şarkıyı, kısık sesle eşlik ettim. Bu şarkıyı duyup da yerinde durana helal olsun.
Saatin daha erken olmasından kaynaklı Dilara'ya okula yürüyerek gittiğime dair mesaj atıp, tüm enerjimi harcayarak ve ayaklarımın kuvvetine güvenerek okula doğru yol almaya başladım.
On dakikalık yürüyüşün ardından, dizlerimde derman kalmadığına kanaat getirip dinlenmek adına, aşağı iki üst mahalledeki bir apartmanın merdivenine oturdum.
Tamam, belki bu yaptığım pek hoş bir davranış değildi ama ne yapabilirim ki? Canım ayaklarımın ağrıyıp sızlamasına göz mü yumaydım.
Akıl edeydin de minibüse bineydin. En azından Bağcılar kekosu gibi şunun bunun merdivenine oturmaz, minibüsün konforlu koltuklarına rahatça kurulurdun.
Genelleme yapmam pek hoş olmasa da birçok duyuma göre Bağcılar'ın kekoları gerçek bir keko gibiymiş. Tabi bu sadece duyumden ibaret gerçekliği tartışılır.
Kulaklığın, kabaca kulağımdan çekilmesiyle saçma sapan düşüncelerden sıyrılıp, bu kadar kibar (!) Olan kişiye doğru çevirdim başımı.
Hemen sağ tarafımda, kollarını göğsüne toplamış; çatık kaşlı ve kızıl saçlı adamın bana öfkeyle baktığını gördüm.
Neden bu denli öfkeli olduğunu ve neden mavi gözlerini öfkeyle belerttiği konusunda en ufak bir fikre sahip değilim.
İkimizin birbirimize bakmaktan başka bir şey yapamayacağını anladığımda genzimi temizleyip "Buyurun?" Dedim benden beklenmeyen bir kibarlıkla.
Aman anan duymasın kız
İç sesimi duymazlıktan gelerek hala bana bön bön bakan adama tek kaşımı, sorgular biçimde kaldırarak baktım.
"İki saattir size sesleniyorum." Ee, demek istesem de bu istediği zorlukla geri iteledim.
"Ne yapabilirim?" Kızıl kafalının kaşları, verdiğim yanıttan sonra daha bi' çatıldı.
"Oturduğunuz yerden kalkabilirsiniz."
"Hadi ya, neden kalkıyorum ki ben?" Kibarlığa dair her hareketi bir toz misali silip atarak.
"Çünkü oturduğuz yer benim evin merdivenleri." Hı... Benim ev mi dedi bu kızıl. Onun evi... Yok anasının üvey kardeşi.
Sus kız rezil, anasının üvey kardeşi ne?
Panikle oturduğum yerden kalkmam, kızılın ufakta olsa gülümsemesine neden oldu. Ama lütfen sen gülme, sen gülünce çiçekler soluyor.
Adama göz devirip, kulaklığı tekrar kulağıma yerleştirip, yoluma devam ettim.
Birkaç yerde daha durma ve her seferinde birinin azarına maruz kaldıktan sonra nihayet okula varmıştım.
Okula vardığımda bir sevindim bir sevindim anlatamam. Onca azardan sonrada okulun beni üzmesine göz yumamazdım.
Okul güvenlik görevlisine selam verip hızlıca içeriye girdim. Bize eziyet olsun yapıldığında emin olduğum merdivenlerden çıkıp, ilk iş olarak kantine giriş yaptım.
Kantinin boş olmasını fırsat bilerek çantamı ortada ki bir masanın üzerine bırakıp, dün annemden kopardığım parayı çantamdan çıkarıp kantinden bir çikolata ve bir kahve aldıktan sonra tekrar masaya döndüm.
Kahveyi masanın üzerine bırakıp, sandalyeye oturdum ve çikolata ambalajını açtığım gibi, suyu hasret kaktüs misali çikolataya gömüldüm.
Her bir ısırıkta beni mest eden bu enfes tada aşık olmamak elde değil. Şöyle biri çıkıp da sana çikolata fabrikası açacağım, benimle evlen dese hiç tereddütsüz kabul ederdim. Hemde kendime düşünmek için süre bile vermeksizin teklifi kabul ederi..
Çikolatanın son dilimini de ağzıma atıp, çikolatayı kendiliğinden erimesi için dilimin üzerine bekletmenin keyfini yaşayacaktım ki, tüm güzel anlarda olduğu gibi bu güzel anında bir katili ortaya çıktı.
"Merhaba, oturabilir miyim?" Uğur denen ama adının aksine uğursuz olan adama ters ters bakıp, ağzımda ki çikolatayı öylesine yuttum. Dün ne söylemedi, içinde ne kaldı da söylemek için geldi acaba.
Kız deme öyle, baksana ne kadar da yakışıklı bir bey.
İç sesimin bu adamdan hoşlandığını düşünmeye başladım. Çünkü bir tek bu uğursuzun yanında terbiyeli cümleler kullanıyor.
Hala bana bakan adamla dişlerimin arasından "Tâbi," dedim benim duymaması ve bir an önce buradan gitmesi için dua ederken.
Adam, söylediğimi duymuş olmalı ki hemen karşımdaki sandalyeye oturup, cebinden kolonya çıkarıp eline sıktı.
Allah'tan kahvem bitmişti de kolonyalı kahve içmek zorunda kalmayacaktım.
"Buyurun?" Diye soru yönelttim adama. Çünkü biraz daha sessiz kalırsam büyük ihtimalle bakışmaktan üç sezonluk Hint filmi çekmiş bulunacaktık.
"Biliyorum, belki farkında olmadan sizi çok rahatsız ediyorum ama gerçekten sizden özür dilemek istiyorum. " Demek ki gereken cevabını almamış.
"Dün de söylediğim gibi sizden özür beklediğim yok ve evet, gerçekten rahatsız ediyorsun." Dedim çekinmeden.
Çünkü gerçek manada rahatsız oluyorum. Japon yapıştırıcı gibi, yakama yapışmış ve benim özgürlük alanını kısıtlıyorlar.
"Şey... O zaman iki nedenden dolayı sizden özür diliyorum. Sadece vicdanan iyi hissetmediğim için bu gibi davranışlarda bulundum. Ama sizi temenni ederim ki bundan sonra yüzümü görmeyecek ve benden rahatsız olmayaksınız." Dedikten sonra başını selam veriyormuş gibi hafifçe eğip, oturduğu yerden kalktı ve çıkışa doğru ilerledi.
Onun ardında bende ayağa kalkıp, çantamı sırtıma alarak kantinden çıkıp, merdivlere tırmanıp, üçüncü kata sakin adımlara çıkmaya başladım.
Sınıfa gidip, sırama doğru ilerlediğimde masamın üzerine ki bir kutu dikkatimi çekti.
Canlı bomba olma ihtimalini bir köşeye atarken çantayı kutunun yanına bırakıp, kutuyu dikkatlice açtığımda karşılaştığım manzara beni hayrete düşürdü.
BÖLÜM SONU. ✨
Bölüm hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Uğur? Sizce sadece vicdan için mi Dilan'ın peşinde?
Ve kutu... Sizce kutuda ne var ve kutunun sahibi kim?
Şimdilik bu kadar kendinize iyi bakın, mutlu, huzurlu ve sağlıklı kalın.
Sevgilerle. 🌹
Spoiler ve alıntılar için;
Instagram& Twitter= Aycelebininhikayeleri
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |