Gözlerimden akan her bir damla göz yaşım içimdeki özlemi bir çiçek gibi besliyordu sanki. Hiç görmediğim dedemi bile annemden daha iyi tanıyorum ama annemi sadece özleyebiliyorum. Heyecanlandığımda ya da duygu değişimleri yaşadığımda gördüğüm bu iki adamdan yaşlı olanı korktuğumda ve sevilmeye ihtiyaç duyduğumda, genç olanı ise eğlenmeye ya da korunmaya ihtiyaç duyduğumda görüyorum sanırım. Bu yolculukta bütün duygulara rastladığım için ikisi birlikte yanımda oldular. Kocaman bir evde ladin ağacım, babam ve bana bakıcımla yaşıyoruz. Herkesin yerine bu iki adamı koymuşum ancak annemin yerine kimsenin geçmesine izin vermemişim. O yaşlı adamın dedem ve babam, genç olanın ise olmasını çok istediğim kardeşim ya da ağabeyim olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Aklıma takılan, berduş ve Medet Dede’nin ölümünde rol oynamış olmalarıydı. Onları ben öldürmüş olamazdım ama hislerimde yarattığım bu iki adam onların yanındaydı. Bunu her şeyi bildiğini sandığım Ladin Ağacım cevaplayacaktır.
Göz yaşlarımın oluşturduğu ıslaklıkla her yeri bir buğunun içinde gibi görmeye başladım. Sanki baktığım her yer göz yaşlarım tarafından arındırılıyordu. Ellerimle silip, az evvel yaşadıklarımı düşünmeye çalıştım, dizimdeki yaraya o kadar dikkatli bakmıştı ki genç olan sadece onun bakışlarıyla dizimi tedavi ettiğini düşünmeye başladım. Kan izi orda olsa da sızısı kalmamıştı artık. Yolculuğum sırasında bana eşlik eden sadece kanınım izi kaldı.
Annem olsaydı ve bu kan izini görseydi, canından bir parça kopmuşçasına üzülürdü ve onun dokunuşuyla izi bile kalmazdı belki. Varlığını her daim içimde yaşadığım, eksikliğini ise her nefeste hissettiğim annem düşüp te canımı yaktığımda yanımdaydı bence , belki o kaldırdı beni hatta belki bu yolculuğa bile o çıkardı. Annem gittiğinden beri korkmamayı öğrendim hatta annem giderken bana korkmamayı bıraktı. Bebekken yağmurdan da, şimşekten de hatta karanlıktan bile korkarmışım. Bir gece vakti, yağmurlu bir havada annem gidince korkmamaya başlamışım. Ancak her yağmur benim için, derinlerimde sakladığım bir kaybetme ve yalnız kalma korkusu yaşatır halen. Zannederim ki yağmur yağmaya başladığında birisi gidecek hayatımdan ve ben uzun süre yine kimseye bakışlarımla bir şeyler anlatamayacağım. Size yağmur kokusu ne anlam ifade eder bilmem ama ben her yağmurda annemin kokusunu alırım.
Derin düşüncelerden yavaş yavaş sıyrılıp etrafıma yoğunlaşıyorum. Bu tenha cadde , kalabalıklardan kaçıp insanların kendini dinleyecekleri kadar huzurlu geliyor bana. Tek tük geçen arabalar bile sanki bu caddeden geçerken gürültü yapmamak için parmak uçlarında gider gibi sessizce gidiyorlar. Kaldırımlarda sıra sıra dizilmiş henüz büyüme aşamasında olan ağaçlar dikkatimi çekiyor. Hepsi kaldırımda kendileri için özel oluşturulmuş kare çukurların içinde topraklarıyla buluşmuş ve duruşlarını sağlamlaştırmak için aynı toprağa gömülmüş uzun tahtalarla sabitlenmiş. Tutundukları tahtaların boyunu geçenler artık kendi köklerinin üzerinde yalnız kalabilecek demek oluyor sanırım bu.
Bu durumu biz insanların yaşam yolculuklarına benzetiyorum. Tıpkı bir bebeğin kendi başına hareket edebilecek beceriye alışana kadar anne, babasından ve destekleyici unsurlardan faydalanması gibi. Köklerimiz, kendi ayaklarımız üzerinde, kendi özgür hareketlerimizi yapmaya başladığımız zaman bizi dik tutmaya başlıyor. Bilincimiz geliştikçe ve etrafımızı tanıdıkça dallarımız olgunlaşıyor ve yeterli olgunluğa eriştiğimiz anda etrafımıza meyve vermeye başlıyoruz. Kendi öz saygımız meyvemizin ne kadar lezzetli olduğuna karar veriyor. Her şey bizim elimizde aslında. Kendini diğer tüm canlılar gibi doğanın bir parçası olarak gören herkes lezzetli meyvelere sahip olabilir. Farklı özelliklerle donatılmış her canlının komşumuz olduğu bilincine erişen insanların hayata karşı duruşları hep naif olmuştur ve harika meyveler ikram eder çevresine.
İşte kaldırımdaki bu ağaçlar da ilerde harika kokuları, muhteşem renkleri ve öğle sıcağında verecekleri gölgenin heyecanıyla sıkı sıkı tutulmuş aynı toprağı paylaştığı tahtalara. Tutundukları tahtalar da belki vaktini tamamlamış bir ağacın parçasıdır ve belki yıllar önce yaşadığı bu deneyime yıllar sonra bir tahta parçasına dönüşmüş olarak şahitlik ediyordur. Olurda etrafınızda böyle bir durum görürseniz bilin ki tahta burada öğretmendir.
Kırmızı renkli kaldırımları renk renk boyanmış bahçe duvarları süslüyor. Bu öksüz cadde tenhada kalmanın verdiği sessizliğin içinde buram buram güzellik saçıyor etrafına. İnsanların donattığı diğer cadde ise kendine vakit ayıramayacak kadar yorgun. Sakin kalabilse, beldi de tıpkı bu cadde gibi o da güzelliklerini sergileyebilecek ama sürekli var olan kalabalık buna izin vermiyor.
Kafamızın içinde yarattığımız gürültülerde böyledir aslında. Sakin kalabilsek o anlamsız gürültüye kulak vermesek biz insanlar da yaradılışımızdan beri bizde var olan güzelliklerimizi sergileyebileceğiz ancak o kadar güze sahip olamıyoruz genelde. Bir süre sonra bizler için hiçbir anlamı olmayacak bir sürü geçici takıntılarımızla yavaş yavaş öldürüyoruz içinde bulunduğumuz anları. Oysa bir daha yaşayamayacağımız bu anları anlamlı bir şekilde ardımızda bırakmak tamamen bizim elimizde. Bir gün öleceğimizi bile bile kendimize bu işkenceyi yapmak bence kainattaki bilinen en kapsamlı canlı olan bizlere yakışmıyor. Yaşadığımız en büyük acılardan bile hayatımıza devam ediyoruz , zaten yaşayacağımız kesin büyük kayıpların acısını, hüznünü yaşayacakken, bunların yanında basit sayılacak sorunları dert etmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Tek tük arabaların geçtiği bu cadde de biraz yürümeye karar veriyorum. Bu iki adamdan sonra kalkabiliyor olmak benim için büyük bir zafer gerçekten. Yolun karşısına geçip yol boyunca yürümeye başlıyorum. Çok fazla araç olmadığı için karşıya geçmem kolay oluyor. Boş sayılabilecek bu yoldaki ilk kavşakta trafik ışıklarının nizami bir şekilde çalıştığını görüyorum. Hiç araç olmadığı halde kırmızı ışık bütün kararlılığıyla yanıyor ve sanki karşısında onlarca araç varmış gibi sert sert yanmaya devam ediyor. Yol öylesine boş ki, buradan araçla geçsem kırmızı ışığın dur demesine aldırmadan geçerdim. Bir çoğumuz, görevlerimizi bulduğumuz ilk boşlukta savsaklarız. Kimsenin olmadığı zamanlarda ,olmasa da oldururuz ya da en kolayını seçeriz. Bu ,biz insanların çoğunun aklına yer etmiş bir tembellik aslında. En kolayı ve en çabuk olanı, etik olmasa da işlerimizi kolaylaştırıyorsa bizler için makbul oluyor. Bu sadece, gerektiğinde düşüncesinden ödün veren biz insanlara özgü bir davranış şeklidir. Yaptığımız hilelerle övünüp, yanlış olmasını umursamayarak bencilce hareket ederek sanki ödül almışçasına seviniriz. İç güdüsünden ödün veren hayvan görmediğim için bu düşüncemin her zaman arkasında olmuşumdur. Kötülük yapmak için yaratılmayan insanoğlu, en çok ta kendine yakışır hale getirdi kötülüğü. Bazı haberlerden sonra, Ladin Ağacımın bile yüzüne bakmaya utanıyorum. Neyse ki o, bu konuda anlayış gösteriyor. ‘Herkes kendi kalbinden sorumlu’ diyor. Boş yolda çalışan, bu trafik ışıkları kadar görevlerimize sadık olacağımız bir zaman diliminin gelmesini umuyorum.
Tenha kaldırımlarda yürümek, kafamın içindeki kalabalığın da seyrekleşmesine neden oluyor, kendi adımlarımı dinleyerek ilerliyorum , dizimdeki yaranın bıraktığı kan izimle. Cadde biraz kıvrımlı ve bir yay gibi bükülerek uzanıyor ve bu bazı noktalarda rüzgarın direkt yüzüme vurmasına neden oluyor. Etraftaki binalardan kurtulan rüzgar, kendisinin de bu cadde olduğunu hissettiriyor. Az ilerde, küçük bir köpekle gezinti yapan genç bir kadın ilerliyor bana doğru. Kırmızı bir mont ve kahve rengi ayakkabılarıyla , elinde köpeğinin sınırlıda olsa serbestçe hareket edebilecek uzunlukta tasması var. Köpek, kendisine tasma takılmasını kabullenmiş ve daha da ileriye gidebilecek olmasına rağmen kadının ,yaklaşık 5 adım önünde ilerliyor. Ara ara arkasına bakıp kadını kontrol ediyor ve iyi olduğundan emin olarak tekrar önüne dönüp ilerliyor. Köpeğin bu sahiplenişi ve sadakati çok hoşuma gidiyor. Sanki , kadına bir şey olsa , bir kahraman edasıyla müdahale edebilecekmiş gibi bir duruşu var. Bana yaklaştıkça köpek, kadınla arasında olan mesafesi kısaltmaya başlıyor ve tam yanımdan geçerlerken artık bu mesafe sıfıra inmiş oluyor ve bu sevimli köpek kadınla benim aramda kalıp adeta dev gibi bir cüsseye sahipmişçesine kendilerine zarar verip vermeyeceğimi kolluyor. Yanımdan geçtip uzaklaştıktan sonra da eskisi gibi 5 adım önünde ilerlemeye devam ediyor. Bir canlının, başka bir canlıya olası tehlikelere karşı , kendini bu denli siper ettiği bir anı yaşamak beni gerçekten mutlu etti. Aynı dili konuşamasak da, aynı hislere sahip olduğumuz diğer canlı türleriyle bir arada huzurlu ve mutlu yaşayabileceğimiz bir gezegenimiz var, ancak biz bu imkanların hiç birinin farkında olmadan , sadece kendi rahatımıza odaklanarak çürütüyoruz sınırlı yaşamımızı. Pişmanlıklarımızın farkına vardığımız zaman, telafi edebilecek gücümüzün ve vaktimizin kalmadığı döneme denk geliyor ve belki de bu sebepten var olarak, ancak yaşayamadan ölüyoruz.
Cadde de, içinde kapasitesinin çok çok altında yolcusu olan bir otobüs beliriyor. Çok sık kullanılmadığı ve diğer caddeye göre daha az seferi olduğu belli oluyor. Otobüs, caddenin bütün sakinliğini bir anlığına alıyor, motorundan çıkardığı güçlü sesiyle ve sessizliği yara yara ilerliyor. Çıkardığı sesle, o ana kadar dikkatimi çekmeyen kuşlar havalanıyor ağaçların dallarından. Küçücük, hızlı ve ürkek serçeler bunlar. Sakinliğin geri geleceği zamana kadar, bir tur atıp tekrar dönecekler ait oldukları dallara. Bu sayede, kuşların caddedeki varlığına da şahit oluyorum. Belki onlar da bu sakinliğe aşık olup, uzak diyarlardan gelip bu caddeye yerleşmişlerdir. Nasıl olsa onlar hepimizden daha özgür, barınmak için ağaçlara ihtiyaç duymaları dışında tabi. Ama ağaçlar da onlara hep cömert davrandığı için bu küçük sorunu, yok sayabiliriz.
Az ilerde, binalar bitiyor ve yolun sonuna doğru , bulunduğum yerin bir tepe olduğunu farkediyorum. Aşağı semtler , ayaklarımın altında ve sol çaprazımda, renk renk tarlalar bulunuyor. !Tarlaların çok olduğu yerlere köy denir’ diyordu Ladin Ağacım. Bu görünen yerlerde köy evleri olmalı. Ben şehirde olduğumuza emindim ama tarlaların varlığı, beni oldukça şaşırttı. Bilindik köy evleri değil elbette aşağıdaki evler ancak, tarlalara çok yakınlar ve geçimini topraktan sağlayan insanlar olduklarını düşünüyorum. Rüzgar, artık önünde onu engelleyecek herhangi bir şey olmadığı için ara ara hırçınlaşıyor. Aşağıya baktıkça, kendimi gökyüzünde yavaş yavaş süzülen bir kuş gibi hissediyorum. Oraya bakarken, gördüğüm her şey normal ölçülerde, ne bir abartı ne de bir gösteriş var. Sıcaklığını bile görebiliyorum bu kadar yüksekte olmama rağmen.
Bulunduğum yerin az ilerisinde, tıpkı parkta oturduğum sığınak, gibi etrafı tahtalarla çevrili bir bank görüyorum. Bu manzara için, özel olarak yapılmış gibi. İnsanlar burada oturup, ufkunu açsın, kendiyle baş başa kalsın ve huzur bulsun diye. Küçük sığınağa kendimi bırakıp, arkama yaslanıyorum. Rüzgarın şarkısını dinleyerek manzaranın tadını çıkarıyorum. Tarlaların, birer hali gibi renk rengarenk görüntüsü adeta büyülü bir heyecan yaratıyor bende. Tek katlı evlerin, samimiyeti bana güven veriyor ve rüzgarın yüzüme çarpması yaşadığımı ispatlıyor adeta. Bu manzarada bulduğum sakinlik, arkamda bıraktığım caddedeki sakinliğe kıyasla daha gerçekçi geliyor. Kimse olmadığı için değil, her şey daha doğal olduğu için ve bir yerlere yetişme telaşı olmadığı için öyle geliyordur belki de.
Manzarayı seyrederken bir anda yine yanımda beliriyor genç ve yaşlı olan adamlar. Her iki yanımda oturup onlarda benimle manzarayı izliyorlar. Bu sefer korkmuyor ve şaşırmıyorum onları görünce. Bakışlarında huzur var, güleç gözlerle izliyorlar aşağıyı. Yaşlı olana dönüp, yine düşüncelerimle, ‘Annemden bahsedince, neden genç olana kızdın’ diye soruyorum. Bu sorumu duymamış gibi yaparak halen manzarayı izlemeye devam ediyor. Sorumu tekrarlıyorum ama , yine tepki vermiyor. Gerildiğimi hissetmeye başlıyorum, bu iletişimsizlik ağır geliyor ve yok sayılıyorum sanki. Genç olan, omzuma dokunup, eliyle sessiz ol işareti yapıyor ve ardından elini ileriye doğru götürerek bana manzarayı gösteriyor, sanki yeni fark ediyormuşum gibi. Ben manzara bakınca da kafasını evet anlamında sallayarak, manzaraya bakmaya devam etmem gerektiğini söylüyor. Yanımdan kalkıp, aynı edayla yavaş yavaş uzaklaşmaya başlıyorlar. Onlar gittikten sonra, sanki nefessiz kalmışım gibi derin bir nefes alıyorum ve bir an karanlıktan aydınlığa çıkmışım gibi hissediyorum kendimi. Bazı anlar, özeldir ya hani, ama sonsuza kadar sürmeyeceğini bildiğimiz halde, hiç bitmesin diye diye , o anın içinde kalamayız ve bitince de ‘ne çabuk bitti’ deriz şaşkınlıkla. İşte bende, kısıtlı zaman izleyip, huzurun tadına varmam gerekirken, yaşlı adama artık geçmiş zaman olan bir konuyla alakalı soru sordum, gerçekten duymadı bence çünkü bu an o sorunun cevabının verileceği bir an değildi diye düşünüyorum. Genç olan el işaretleriyle bu gerçeği anlatmış oldu bana. Kafamı yeniden toparlayıp huzura döndüğüm zaman da işte o kısa zamanda rahatlamanın sunduğu nefesi alamadığım için derin nefes alma ihtiyacı duydum. Anda kalmak, hele ki bu an, kendi sesimizle birlikte olan bir ansa asla ziyan etmemeliyiz. Yaptıklarımızdan ziyade, yapacaklarımıza ve yapabileceklerimize odaklanmamız bizleri daha diri tutup, hayata karşı daha kararlı hale getirecektir. Her ne olursa olsun, insanlar belli zaman dilimlerinde, kendileriyle baş başa kalmalı ve uzun uzun uzun konuşmalıdır. Mesela herkesin yaşadığı evde bir köşesi, bir noktası muhakkak vardır. Yalnız kalmak istediğinde, ya da başından geçen herhangi bir olayı kafasında yorumlarken yada televizyon izlerken bile hep aynı noktadadır. Yemek yerken oturduğu sandalye hep aynıdır mesela sanki başka bir sandalye de otursa, yemek yiyemeyecekmiş gibi. Mesela benim evde kendimi en mutlu ve en iyi hissettiğim yer, odamda, yatağımın karşısındaki duvarı boydan boya kaplayan, içinde harika bir şehir manzarası olan duvar kağıdını tam karşıdan gördüğüm yerdir. Yatağımda, oturur şekilde durduğumda, bu manzarayı görebiliyorum. Sırf, bu manzarayı görmeme engel olmasın diye, araya hiçbir eşyanın konmasına müsaade etmiyorum. İşte nasıl evlerimizde böyle bir yerimiz varsa bence yaşadığımız şehirlerde de böyle bir yerimiz olmalı. Yalnız kalma isteği duyduğumuz da ve bu yalnızlık evlerimizin odalarına bile sığmayacak kadar büyük olduğunda, o sonsuz büyüklükteki gökyüzünün altında bir yerlerde kendimizi bulmalıyız ve orası hissiyatta bize ait olmalı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |